Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

ATATÜRK UYARMIŞTI: ‘EGEMENLİĞİNİZİ ASLA BİR KİŞİYE VERMEYİN’

Sinan Meydan
Sinan Meydan
sinan.meydan@hotmail.com

Son Yazısı / Tüm Yazıları
26 Nisan 2023, Cumhuriyet
  • “TBMM, yalnız ve yalnız milletindir. Milletin seçtiği milletvekillerinden  oluşur. Bu Meclis yalnız ve yalnız milletin emrine boyun eğmek zorundadır. İsmi ve makamı ne olursa olsun millet hakkını bir şahsa ve makama teslim edemez.” (M. K. Atatürk)

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı yine coşkuyla kutladık. Ancak geçen haftaki yazımda da belirttiğim gibi, egemenliği “kayıtsız şartsız millete veren” cumhuriyet meclisi TBMM, başkanlık sistemi sonrası egemenliği sarayla paylaşan bir meşrutiyet meclisine dönüştü. Oysa egemenliği saraydan alıp millete veren Atatürk, milleti uyarmıştı. 14 Mayıs 2023 seçimleri öncesinde Atatürk’ün milli egemenlik uyarılarını anımsatmanın tam zamanıdır.

Saraydan Meclise

– 23 Nisan 1920’de –egemenliği sarayla paylaşmayan ilk MeclisimizTBMM açıldı.
– 20 Ocak 1921’de “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen Teşkilatı Esasiye Kanunu (1921 Anayasası) kabul edildi.
– 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı.
– 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi.
– 3 Mart 1924’te halifelik kaldırıldı.
– Böylece egemenlik saraydan; sultandan/ halifeden/ tek adamdan alınıp millete verildi.
– 1946’dan başlayarak Türk demokrasisi, bu temel dönüşümün üstünde yükseldi.

Atatürk, ülkede tek yetkinin Meclis’te olduğunu ve tüm ulusal sorunların Meclis’te çözüleceğini söylüyordu:

  • “Memleketin kaderinde tek yetki ve kudret sahibi olan Büyük Millet Meclisi,
    bu memleketin düzeni için iç ve dış güvenliği ve dokunulmazlığı için en büyük kefildir. Büyük milli dertler, şimdiye kadar ancak Büyük Millet Meclisi’nde çözüme kavuşarak son buldu. Gelecekte de yalnız orada kesin önlemlerini bulabilecektir…”
    diyordu.
    (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I, s. 352)

Başkanlık sistemine karşıydı

Atatürk, başkanlık sistemine karşıydı.
Kendisinin, cumhurbaşkanlığıyla başbakanlığı birleştirip “başkan” olmasını isteyenlere, 2 Ekim 1930’da yanıt vermişti. Eğer bir gün başbakan olması gerekirse bu görevi kabul edeceğini, ancak bu durumda “cumhurbaşkanlığını bırakacağını” belirterek şöyle demişti:

  • “Amerikan sistemini (başkanlık) memleketimizde uygulamayı hiç hatırıma getirmedim. Sistemsiz ve kanunsuz biçimde cumhurbaşkanlığıyla başbakanlığı birleştirmeyi asla düşünmedim ve düşünecek adam olmadığım bütün milletçe malumdur zannederim.” (Cumhuriyet, Vakit, 4 Teşrinievvel 1930; Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 24, s. 282; Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, C. 2, İstanbul, 1973, s. 435-436).

Atatürk, “tek adamlığa” ve “diktatörlüğe” yol açacak girişimlerden hep uzak durdu. Örneğin kendisine ömür boyu cumhurbaşkanlığı teklif edilmesi üzerine şu açıklamayı yaptı:

“Bana öteden beri bu ve buna benzer tekliflerde bulunanlar olmuştur. Siz ve kamuoyu bilmelisiniz ki, bu yoldaki teklifler hoşuma gitmemiştir ve gitmez. Benim amacım Türkiye’de, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde millet hâkimiyetini takviye etmek ve ebedileştirmektir. Dediğiniz gibi bir teklifi, benim idealimi cidden rencide eden bir anlamda düşünürüm.”
(Soyak, age, s. 435).

Kendisine yapılan “tek adamlık” tekliflerini “gülünç” ve “budalaca” bulduğunu söyledi. Bir gün genel sekreteri Hasan Rıza Soyak’a şöyle dedi:

  • “Şaşarım o efendilerin perişan akıllarına! Hep biliyoruz ki memleketimizin başına gelen felaketlerin çoğu şahsi idareden gelmiştir. Bu kadar geri kalmamızın başlıca nedenlerinden biri de odur. Biz öteden beri böyle bir idareyi bertaraf etmek için mücadele ettik. Şimdi nasıl olur da benim ayrı yoldan gitmekliğim, yeniden devlet hayatında, tarafımdan böyle bir çığır açılması istenebilir.” (Soyak, age, s. 407)

O, zamanı gelince çok partili demokratik sistemin kurulmasını istiyordu. 13 Temmuz 1923’te
The Saturday Evening Post yazarı Isaac F. Marcosson’a verdiği demeçte Emperyalizm ölüme mahkûmdur. (…) Demokrasi insan ırkının ümididir…” demişti. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 16, s. 37-38) 1930’da “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında da demokrasiyi “daima yükselen bir deniz” olarak adlandırmıştı.

Millet, egemenliğine sahip çıkmalı

Atatürk, milli egemenliğe öylesine büyük önem veriyordu ki, 27 Ocak 1923’te annesinin mezarı başında, milli egemenlik uğruna gerekirse canını vereceğini söylemişti:

  • “Millet egemenliği ilelebet devam edecektir. (…) Annemin mezarı önünde ve Allah’ın huzurunda yemin ediyorum: Bu kadar kan dökerek milletin elde ettiği egemenliğin korunması ve savunulması için gerekirse validemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Milletin egemenliği uğrunda canımı vermek benim için vicdan ve
    namus borcu olsun
    .”
     demişti. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. 2, Ankara, 1959, s. 76).

Atatürk, kayıtsız şartsız millete ait olan egemenliğin
hiçbir biçimde ortaklık kabul etmeyeceğini belirtiyordu.

Egemenliği saraydan alıp millete veren adam, milletin, egemenliğine sahip çıkmasını istiyor,
o günlerden bugünleri görmüşçesine milleti şöyle uyarıyordu:

  • “Kayıtsız şartsız tabiriyle belirtilen egemenliği millete vermek demek, bu egemenliğin
    bir zerresini SIFATI, İSMİ NE OLURSA OLSUN HİÇBİR MAKAMA VERMEMEK, VERDİRMEMEK demektir.”
  • “Millet, egemenliğini değil, EGEMENLİĞİN BİR ZERRESİNİ DAHİ başkasına terk edip bırakmanın neden olabileceği felaketin, yok olmanın, zararın elemini her an kalp
    ve vicdanında hissetmektedir.”
  • “Egemenlik hiçbir mana, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve belirtide ortaklık
    kabul etmez.”
  • “UNVANI İSTER HALİFE OLSUN, İSTER BAŞKA BİR ŞEY OLSUN, HİÇ KİMSE bu milletin yazgısına ortak çıkamaz. Millet hiç mi hiç buna göz yummaz. Bunu önerecek hiçbir milletvekili bulunamaz”.
  • “TBMM, yalnız ve yalnız milletindir. Milletin seçtiği milletvekillerinden oluşur.
    Bu Meclis yalnız ve yalnız milletin emrine boyun eğmek zorundadır. İSMİ VE MAKAMI
    NE OLURSA OLSUN MİLLET BU HAKKINI BİR ŞAHSA VE MAKAMA TESLİM EDEMEZ.”
  • “Milletimizin refah ve mutluluğu için; hayatımız, namusumuz, şerefimiz için ve
    bütün kutsal kavramlarımız ve nihayet her şeyimiz için mutlaka en kıskanç hislerimizle, bütün uyanıklığımızla ve bütün kuvvetimizle MİLLİ EGEMENLİĞİMİZİ muhafaza ve
    müdafaa edeceğiz.”
  • “Egemenliğini herhangi birisine bırakan insan, kendi iradesinin kullanılacağından ve uygulanacağından emin olamaz.”
  • “Şimdiye kadar milletimizin başına gelen bütün felaketler, kendi kader ve alınyazısını BAŞKA BİRİSİNİN ELİNE TERK ETMESİNDEN kaynaklanmıştır.”
  • “Kaderini, KENDİNİ ZİNCİRE VURAN ŞAHISLARA terk eden milletler, O ŞAHISLARIN keyif ve emellerine oyuncak olmaya karar vermiş, razı olmuş sayılırlar. Bu türlü milletler, talihlerini ellerine bıraktığı insanlar başarılı oldukça, o insanların daha kuvvetli baskısı altında kalırlar. Başarılı olamazlarsa felaket, yıkım, yalnız o insanların değil, onlara tabi olan toplumun başına gelir. O halde her iki ihtimalde de böyle bir millet felakete maruz ve mahkûmdur.”
  • “Vatanınızda HERHANGİ BİR ŞAHSI, istediğinizi sevebilirsiniz; kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, evladınız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz. Fakat bu sevgi sizi, milli varlığınızı, bütün sevgilerinize rağmen HERHANGİ BİR ŞAHSA, herhangi bir sevdiğinize vermeye sebep olmamalıdır. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olmaz.”
  • “Esas kıymeti kendine veren ve mensup olduğu millet ve memleketi ancak şahsiyeti ile ayakta gören adamlar milletlerin mutluluğuna hizmet etmiş sayılmazlar. Ancak kendilerinden sonrakileri düşünebilenler, milletlerini yaşamak ve ilerlemek imkânlarına eriştirirler. KENDİ GİDİNCE İLERLEME VE HAREKET DURUR ZANNETMEK GAFLETTİR.”
  • “Millete dost görünüp de ilk fırsatta iktidar mevkiine geçtikten sonra onun gerçek ihtiyaçlarını düşünecek yerde memleketi kendi istediği yola götüren, laf anlamayan, yetkili kimselerin yol göstermesine kulak asmayan; MİLLETİN KUVVETLERİNİ ŞAHSINA BAĞLAMAYA ÇALIŞAN kahraman yüzlü insanlardan oldukça çok zarar çekildi.”
    (Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1999; Atatürk’ün Bütün Eserleri,
    30 cilt, Kaynak Yayınları)
  • “Devlet reisliğine gelen (Cumhuriyet karşıtı) kişi, bilhassa güçlü, faal olur, devlet ve millete kendi şahsına muhabbet kazandıracak büyük hizmetler yaparsa, görünüşte Cumhuriyet şekline gayet hürmetkâr, bağlı görünürse tehlike büyür. İstenmediği halde devletin gerçekte şekli değişebilir. Bu yeni şeklin yeni ismini takınması zaman meselesi olur. (…) Milletin şahıslara, kendini unutacak ve kendini kaptıracak kadar mağlup olması iyi sonuç vermez.” (Afet İnan, “Atatürk ve Cumhuriyet İdaresi”, Atatürkçülük Nedir? İstanbul, 1965, s. 68-69)

Keşke milletçe Atatürk’ün bu uyarılarını dikkate alabilseydik, bugün bambaşka şeyler konuşuyor olurduk. Ama yine de geç değil; 14 Mayıs’ta sandığa giderken Atatürk’ün bu uyarılarını mutlaka anımsayın.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

1921 Anayasası tuzağı

Sinan MeydanSinan Meydan

sinan.meydan@hotmail.com    Son Yazısı / Tüm Yazıları
https://cumhuriyet.com.tr/yazarlar/sinan-meydan/1921-anayasasi-tuzagi-2194964 10.4.24, Cumhuriyet

Bu gün, 2024 yılında, 103 yıl önce savaş koşullarında hazırlanmış, 23 (+1) maddelik, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu (1921 Anayasası’nı), “kapsayıcı ve demokratik anayasa” diye toplumun önüne koymak isteyenlerin, laik ve üniter Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef aldıkları bilinmelidir.

Türkiye, bu tuzağa düşmemelidir.

Türkiye’de ne zaman yeni anayasa yapmaktan söz edilse kimi çevrelerin, sözü döndürüp dolaştırıp 1921 Anayasası’na getirdikleri sizin de dikkatinizi çekmiştir. Son olarak geçtiğimiz hafta TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, yeni anayasadan söz ederken şunları söyledi:

“1921 Anayasası’nda olduğu gibi katılımcı, güçlü bir anayasa yapma imkânı bu Meclis’te vardır. Türkiye’nin demokratik standartlarının yükseltilmesi için bu bir zorunluluktur.”

Peki ama gerçekten öyle mi? 1921 Anayasası katılımcı, güçlü ve demokratik bir anayasa mıdır? Dahası, laik ve üniter Türkiye Cumhuriyeti’nden rahatsız olan çevrelerin 1921 Anayasası aşkının sırrı nedir?

OLAĞANÜSTÜ, SAVAŞ ANAYASASI

Yıl 1920, Anadolu ateşler içinde yanıyordu: Bir yandan İngiliz destekli Yunan işgal güçleri; Anadolu içlerine doğru ilerliyor, öbür yandan Osmanlı Saray Hükümeti; Kurtuluş Savaşı karşıtı fetvalarla, bildirilerle, Hilafet Ordularıyla, Anzavur’larla kardeşi kardeşe düşürüyordu.
16 Mart 1920’de İtilaf Devletleri İstanbul’u işgal etmişti. 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması imzalandıktan sonra 12 Ağustos 1920’de İzmir’de, 26 Eylül 1920’de de Trakya’da Yunan idaresi kuruldu. 4 Eylül 1920’de Gediz, Yunanlarca işgal edildi. 5 Eylül 1920’de İkinci Yozgat İsyanı
patlak verdi. 2 Ekim 1920’de Konya’da Delibaş Mehmet ayaklandı. 3 Ocak 1921’de Çerkez Ethem
Yunan tarafına geçti. 6-10 Ocak 1921’de Yunan ordusuna karşı I. İnönü Savaşı kazanıldı.

İşte Teşkilat-ı Esasiye Kanunu adlı 1921 Anayasası böyle bir savaş ortamında hazırlandı.

Böyle bir ortamda neden mi bir anayasaya gerek duyuldu? Çünkü Kurtuluş Savaşı, “haklı” ve “hukuklu” bir mücadeleydi. Bu nedenle milli direnişin adı “Müdafaai Hukuk”tu. Atatürk, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Başkanı’ydı. Atatürk, Milli Mücadele’nin hukuki meşruiyete sahip olmasını çok önemsiyordu. Dahası, 23 Nisan 1920’de açılan TBMM, Osmanlı saray hükümetinden ayrı, Ankara’da milleti temsil eden yeni bir siyasal otorite olarak ortaya çıkıyordu. Bu yeni siyasal otoritenin yeni bir anayasaya gereksinimi vardı.

HAZIRLANMASI

TBMM açıldıktan birkaç ay sonra Meclis Başkanı Atatürk’ün isteği ile yeni anayasa çalışmalarına başlandı. Önce 13 Eylül 1920’de Atatürk’ün hazırladığıHalkçılık Beyannamesimilletvekillerine dağıtıldı. Sonra 18 Eylül 1920’de TBMM’de Halkçılık Programı okunup incelenmek üzere özel bir komisyona verildi. İşte 1921 Anayasası Atatürk’ün hazırladığı bu “Halkçılık Programına” dayanılarak hazırlandı. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 9, s. 324-327)

TBMM, dört ay süren çalışmalardan sonra 20 Ocak 1921’de 23 asıl ve bir ek maddeden oluşan “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” (1921 Anayasası’nı) kabul etti. (Yasa no: 58).

TEMEL ÖZELLİKLERİ

1921 Anayasası’nın önemli maddeleri şunlardır:

Madde 1: “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir; idare usulü, halkın mukadderatını
bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır.”

Bu madde ile Türkiye’de her ne denli adı konulmamış olsa da “fiilen” ve “hukuken”
cumhuriyet kuruldu. 1921 Anayasası’nda, 29 Ekim 1923’te yapılan değişiklikle
cumhuriyet rejiminin adı konuldu. (Taha Parla, Türkiye’de Anayasalar, s. 9)

Madde 2: “Yürütme gücü ve yasama yetkisi milletin tek ve gerçek temsilcisi olan
Büyük Millet Meclisi’nde belirir ve toplanır.”

Bu madde ile yasamanın üstünlüğü ve Güçler Birliği ilkesi kabul edildi.

Madde 3: “Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti Büyük Millet Meclisi Hükümeti unvanını taşır.”
Bu maddeyle Meclis Hükümeti Sistemi kuruldu.

Madde 4: “Büyük Millet Meclisi, vilayetler halkınca seçilen üyelerden oluşmuştur.”

Madde 5: “Büyük Millet Meclisi’nin seçimi iki yılda bir yapılır.”

Madde 7: “Dine ilişkin hükümlerin (ahkâm-ı şeriyenin) yerine getirilmesi, bütün yasaların yapılması, değiştirilmesi, kaldırılması, anlaşma ve barış yapılması, savaş kararı verilmesi gibi temel haklar Büyük Millet Meclisi’ne aittir.”
Bu madde ile TBMM’nin üstünlüğü kabul edildi.

Madde 9: “… Büyük Millet Meclisi Reisi, Vekiller Heyetinin de reisidir.”
Bu madde ile TBMM Başkanı, aynı zamanda hükümetin başkanı oldu.

Madde 11: “İl, yerel işlerde manevi kişiliğe ve özerkliğe sahiptir. İç ve dış siyaset, dini, adli, askeri işler ve uluslararası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren işler dışında hükümetin önerisi üzerine TBMM’de çıkarılacak yasalar gereğince vakıf, medrese, eğitim, sağlık, iktisat, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım işlerini düzenlenmek il kurullarının yetkisi içindedir.”
Bu madde ile yerel yönetimlere kimi konularda belli koşullarda “özerk” davranma yetkisi verildi.

1921 Anayasası ile egemenlik bağsız koşulsuz Ulusa veriliyor;
Yasama ve Yürütme, yasa yapma, yasaları değiştirme, savaş ilan etme, antlaşma ve barış yapma yetkileri TBMM’de toplanıyor ve anayasada sultan/halifeden tek sözcükle bile söz edilmiyordu.

  • 1921 Anayasası, Osmanlı saray hükümetine son verdi.

5 Kasım 1921’de “Osmanlı” deyimi anayasaya aykırı görülerek yerine “TBMM hükümetine bağlı kişi” ifadesinin kullanılmasına karar verildi. (Mahmut Goloğlu, Cumhuriyete Doğru, s. 73). 30 Ekim 1922’de Osmanlı’nın ortadan kalktığını ilan eden 307 no’lu Meclis kararı, 1921 Anayasası’na dayanılarak alındı. 1 Kasım 1922’de de 308 no’lu Meclis kararında “(Türk milleti) Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu çıkararak onun 1. maddesi ile hâkimiyeti padişahtan alıp millete vermiştir denilerek saltanat kaldırıldı. (Parla, s. 9) Ayrıca anayasada “Türkiye Devleti” ifadesi kullanıldı.

Açıkça görüldüğü gibi

  • Teşkilatı Esasiye Kanunu (1921 Anayasası),
    – saray saltanatını yıktı,
    – millet egemenliğini kurumsallaştırdı,
    – cumhuriyeti hazırladı.

Peki ama bugün laik ve üniter Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı olanların 1921 Anayasası aşkının nedeni nedir?

1921 ANAYASASI’NDA OLMAYANLAR

Her şeyden önce 23 (+1) maddelik Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1921 Anayasası) gerçek bir anayasa değildir.

1921 Anayasası’nda önsöze, temel hak ve özgürlüklere, yargı organlarına, vatandaşlık tanımına, devlet örgütüne ve siyasal iktidarın değiştirilme yöntemine yer verilmemiştir. Anayasalarda bulunması gereken geleneksel bölümlerden yalnızca birine, (devletin kuruluşuna) yer verilmiştir. (Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi. 2. Kitap, s. 254, 255; Parla, s. 9)

1921 Anayasası’nda;

  • Türk milleti tanımı yoktur.
    Dolayısıyla bir Türk vatandaşlığından da söz edilemez.
  • Laiklik yoktur.
    7. maddede “Din işlerini yürütmenin TBMM’nin görevi olduğu” belirtilmiştir. (29 Ekim 1923’te yapılan değişiklikle 2. maddeye “Devletin resmi dini İslamdır” ifadesi eklenmiştir.
  • Devletin rejimi açıkça belirtilmemiştir.
    1. maddede “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” denilmekle yetinilmiştir.
    (29 Ekim 1923’te yapılan değişiklikle 1. maddeye “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir” ifadesi eklenmiştir.)
  • Devlet başkanı yoktur.
  • Atatürk ilkeleri yoktur. (Atatürk ilkeleri 1937’de anayasaya girecektir.)
  • Devletin başkenti Ankara değildir.
  • Devletin resmi dili yoktur. (29 Ekim 1923’te yapılan değişiklikle 2. maddeye
    “Türkiye Devleti’nin resmi dili Türkçedir” ifadesi eklenmiştir.)
  • Güçler ayrılığı yoktur.
  • Yargı organları yoktur.
  • Temel hak ve özgürlükler yoktur.
  • Kadınların siyasal hakları yoktur.
  • Üniter bütünlük, ulus devlet yoktur: Çünkü 11. maddede “yerel özerlik” vurgusu vardır

Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun (1921 Anayasası’nın) eksikleri nedeniyledir ki, Atatürk,
1921 Anayasası kabul edildikten sonra “Elde mevcut olan Kanuni Esasi’mizi
(Osmanlı Anayasası) tümüyle ortadan kaldırmıyoruz.”
dedi.

  • 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılıncaya dek
    Kanuni Esasi ve Teşkilatı Esasiye Kanunu birlikte kullanıldı.

1921 ANAYASASI AŞKININ SIRRI

Vatandaşlık tanımının olmadığı, Meclis hükümeti sistemine dayanan, kadınların
siyasal haklara sahip olmadığı, temel hak ve özgürlüklere, güçler ayrılığına,
yargı organlarına yer verilmeyen 1921 Anayasası, çok partili sisteme uygun
demokratik bir anayasa da değildir
.

Peki ama ilanından 103 yıl sonra birileri niye bu anayasaya sarılıyor?

Çünkü “Yeni Türkiye dedikleri yapıyı, 1921 Anayasası’nın yoksunlukları üzerinde kurmak istiyorlar. Bugün, 1921 Anayasası gibi bir anayasa hazırlamaktan söz edenlerin, gerçekte,
Türk milleti” tanımından, başkenti Ankara, resmi dili Türkçe olan laik Cumhuriyet’ten, Atatürk ilkelerinden, kadınların seçme ve seçilme hakkından, üniter bütünlük ve
ulus devletten arındırılmış;

  • bunun yerine “yerel özerkliğin” olduğu “dini temelli” bir anayasadan söz ettiklerini
    iyi bilmek gerekir.

Bugün, 2024 yılında, 103 yıl önce savaş koşullarında hazırlanmış, 23 (+1) maddelik
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu (1921 Anayasası’nı), “kapsayıcı ve demokratik anayasa
diye toplumun önüne koymak isteyenlerin laik ve üniter (tekil) Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef aldıkları bilinmelidir.

  • Türkiye, bu tuzağa düşmemelidir.

1921 ANAYASASI’NI DOĞRU OKUMAK

Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1921 Anayasası) normal, tam ve ideal bir anayasa değildi.
29 Ekim 1923’te birkaç maddesi değiştirildi. Bu da yetmedi, 105 maddelik gerçek bir anayasa, 1924 Anayasası hazırlandı ve 1924 Anayasası da Atatürk’ün sağlığında değiştirilip geliştirilerek laik ve üniter Cumhuriyete uygun duruma getirildi.

Her ne denli 1921 Anayasası ilan edilirken anayasada “cumhuriyet” ifadesi geçmese de anayasanın “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir diyen 1. maddesi ile bu anayasa
“fiilen” ve “hukuken” cumhuriyeti hazırladı. Nitekim 1922’de bu anayasaya dayanarak
saray saltanatına son verildi. Ayrıca 29 Ekim 1923’te yapılan bir değişiklikle bu anayasanın

1. maddesine Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir

2. maddesine de Resmi dili Türkçedir ifadeleri eklendi.

Dolayısıyla 1921 Anayasası, 1923 değişiklikleriyle cumhuriyeti ve resmi dili barındırır duruma geldi.

1921 Anayasası laik değildi.

Ancak anayasanın laik olmaması, istenen bir durum değil, tümüyle dönemin koşullarıyla ilgili geçici bir durumdu. Atatürk Nutuk’ta, 1921 Anayasası’nı hazırlayanlara doğrudan başkanlık ettiğini, yaptıkları yasaya “şeri hükümler” deyimini koymamak için çok çalıştıklarını,
Devletin dini İslam’dır maddesinin ise “laik devlet deyiminden dinsizlik anlamı çıkarmak eğiliminde olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek için”
anayasaya sokulmasına göz yumulduğunu söylüyor.

“Yeni Türkiye Devleti’nin ve Cumhuriyet rejimimizin çağdaş karakteriyle bağdaşmayan” bu fazlalıkların ilk fırsatta anayasadan çıkarılması gerektiğini belirtiyor. (Mustafa Kemal (Atatürk), Nutuk, s. 564-566) Nitekim 1924 Anayasası’nda da yer alan “bu fazlalıklar” ilk fırsatta anayasadan kaldırıldı. 10 Nisan 1928’de yapılan anayasa değişikliği ile “dinsel hükümler”
ve “Devletin dini İslamdır” maddeleri anayasadan çıkarıldı. “Vallahi” sözcüğü de
“Namusum üzerine söz veriyorum”
biçiminde değiştirildi.

1937’de de laiklik anayasa girdi. Böylece anayasa adım adım laikleştirildi.

1921 Anayasası’nın özellikle 11. maddesi başta olmak üzere 10-23. maddelerinde yer alan
“yerel özerlik”
konusuna gelince:

Öncelikle bu anayasada kastedilen “yerel özerklik”, belli alanlarla sınırlandırılmıştır ve tümüyle TBMM’nin denetimindedir. Ayrıca anayasanın 22. ve 23. maddeleriyle kurulması öngörülen “Genel Müfettişlik” ile iller, merkezi yönetimin denetimine alınmıştır. “Genel müfettişlerin, yerel yönetimlere ait görevleri ve kararları sürekli denetleyecekleri” belirtilmiştir.

İkincisi, 1921 Anayasası’nın “İl, yerel işlerde manevi kişiliğe ve özerkliğe sahiptir” diyen
11. maddesi, 1924 Anayasası’nda değiştirildi. Böylece 1921 Anayasası ile illere tanınan
“yerel özerklik” üç yıl içinde uygulanmadan kaldırıldı ve yerel yönetimlere yalnızca
“tüzel kişilik”
 tanındı. (Turan, 3. Kitap, s. 111)

(AS: Ayrıca, 11. maddede, belli konularda illere tanınan yerel özerklik, TBMM’nin çıkaracağı yasa ile çerçevesinin belirlenmesi koşuluna bağlanmıştı. TBMM bu yönde bir yasal düzenleme yapmadı.
Sınırlı yerel özerklik hiç uygulanamadı, kadük kaldı.)

Görülen o ki birileri, anakronik bir yaklaşımla, 1921 Anayasası’nı, –ilan edildiği zamandan ve zeminden koparıp çarpıtarak– laik ve üniter Cumhuriyete karşı bir silah olarak kullanmak istiyor.

Ancak “1921 ruhu” dedikleri o ruh, saray saltanatını yıkıp cumhuriyeti kuran ruhtur;

Cumhuriyete karşı kullanılamaz!

YENİ DÖNEM

Suay Karaman

31 Mart 2024 günü yapılan yerel seçimlerle birlikte yeni bir döneme girdik. Bu yeni dönemin de zorluklarla geçeceğine kuşku yoktur. Yerel seçimlerde alınan sonuçları, özellikle ekonomik yönden büyük bir çöküntü içindeki toplumun zincirlerini kırması olarak görmek olanaklıdır. Bunun yanında Tayyip Erdoğan ile AKP iktidarının baskıcı ve duyarsız tutumlarını da eklemek gerekir.

Bu başarıyı yalnızca cumhuriyeti ve demokrasiyi savunan laik kesimin başarısı diye görmek yanlış olur. Çünkü on ay önce yapılan 14 Mayıs 2023 genel seçimlerde durum tam tersiydi. CHP’ye çok güvenildiği için değil, AKP’ye “artık yeter demek için, seçmenler bu yolu izlemiştir.

Şimdi CHP yönetimine ve seçilen belediye başkanlarına büyük sorumluluk ve görev yüklenmiştir. CHP yönetimi en kısa sürede bir güne sığdırılmayan bir tüzük kurultayı toplamalıdır. Parti içi demokrasiyi yaşama geçirmeli ve parti üyelerini güncellemelidir. Parti içi dahil olmak üzere tüm seçimlerde yargıç denetiminde ön seçim yapılmalıdır. İktidara hazırlanmak için bunların yapılması gerekmektedir. İktidar olmak için topluma güven verilmesi gereklidir. Seçilen belediye başkanları ranta yönelik işlerden uzak durmalı; halk için, toplum için gerekli hizmetleri yapmalı, özverili çalışmalarda bulunmalıdır. 

  • Atatürk’ün partisi, devrimlere ve Altı Ok’a sahip çıkmalı,
    tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığına sarılmalıdır.
  • Altı Ok, birbirinden ayrılmaz bir bütündür;
    bu Okların kimilerinin kaldıralım diyenler emperyalizmin hizmetinde olanlardır.
  • Bunları iyi tanımalı ve gereken zorunlu tepki verilmelidir.

Atatürk’ün ölümünden sonra özellikle sistemli biçimde laiklik yok edilmeye başlandı.

Bu konuda vurucu darbeler önce Adnan Menderes, sonra 12 Eylül 1980 darbesi ve ardından Turgut Özal ile yapıldı. Ardından Tansu Çiller, Necmettin Erbakan ve son olarak Tayyip Erdoğan ile laiklik yok edildi. Bugün anayasamızda laiklik yazmasına karşın eğitimde, yargıda, kışlada, devlet kurumlarında laiklikten iz kalmamıştır. 

İşte bu durumla savaşması gereken öncelikli siyasal parti CHP’dir. Ama bugün CHP’li yöneticiler tarafından laikliğin çiğnendiğine tanık olmaktayız. İstanbul Anakent Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, seçim kazanma belgesini (mazbata) alınca makamında ailesiyle birlikte basına açık dua yaparak görevine başlamıştır. Beş yıl önce de aynısını yapmıştı. Belediye Başkanının makamı kamusal alandır, dua gerekliyse evde yapılması uygundur. CHP’nin Manisa Alaşehir Belediye Başkanı Ahmet Öküzcüoğlu da, 2. dönemine Kuran’ı öperek başladı ve şöyle dedi: “Kutsal kitabın öngördüğü şekilde dinimizin tüm değerlerine sahip çıkacağım. Peygamber efendimizin söylediği gibi belediyenin her delikli kuruşunu devletin bir hırkası sayacağım.”

Bu olaylar açıkça laikliğe aykırı eylemlerdir. Bunu bir AKP’li yapsa haklı olarak eleştirirken, CHP’liler yapınca sessiz kalmak, tepki vermemek iki yüzlülüktür. CHP genel başkanı İzmir Bayraklı’da seçim konuşmasında kürsüden ayet okumuştu.

– Diyanet Akademisi’ne onay vermek,
– türban için yasa önerisi vermek,
– “Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum” (ÇEDES) projesine gerekli tepkiyi vermeyerek

laikliğin yok edilmesine giden süreçte AKP’nin yolu böyle açıldı. Zaten CHP’nin önceki genel başkanı da 21 Eylül 2010’da Berlin’de “laiklik tehlikede değildir” demişti.

Eşsiz önderimiz Atatürk’ün kurup emanet ettiği laik cumhuriyetimizi sahiplenip, savunacağımız yerde, aksi yönde siyasal İslam’ın rotasında ilerlemek, açıkça ihanettir.

Bu laikliğe karşı olan tutum, CHP’ye oy veren, hatta üyesi olanları da etkilemiş görünmektedir. Sosyal medyada ve kimi sosyal medya kümelerinde bu durum açıkça görülmektedir. Türbanı savunan, hayırlı Cuma ve kandil kutlamaları yapan, dini kullananlara övgü dizenlerin olduğunu görmek, toplumun geleceği açısından üzücüdür. Üstelik bunlara laiklik içinde gerekli yanıtı verince de bizleri din düşmanı, Atatürk karşıtı olarak nitelendirmektedirler. CHP üyesi bir kadın kendisini “muhafazakar solcu” olarak nitelemişti; halbuki solcu dediğiniz devrimci olur; tutucu değildir, yenilik, aydınlık yanlısıdır. Sözünü ettiğimiz kişi, bu dizelerin yazarına; Atatürk düşmanı dedi ve benim laikliği dinsizlik olarak gördüğümü söyledi! Türbanın siyasal İslam’ın simgesi olduğunu söylediğimizde bir başkası Atatürk’ün annesinin de türban taktığını söyleyerek tarihten, devrim yasalarından ve eğitimden hiç paylarını alamadıklarını ortaya koydular. İşte bunun gibi durumlar geleceğin çok rahat olmayacağını göstermektedir. Çünkü laik, çağdaş ve bilimsel eğitim yok edilince; din(cilik) odaklı eğitim ile sorgulamayan, düşünemeyen çarpık zihinler ortaya çıkmaktadır. O yüzden

  • Ülkemizin en önemli sorunu eğitimdir ve ciddiyetle, kararlılıkla üzerinde durulmalıdır.

Dinin siyasete alet edilmesi, laiklik ilkesine uygun değildir.
Dinin siyasete alet edilmesi, devleti yönetenlerin toplumsal yaşamı dine göre biçimlendirmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devletin tüm kurumlarında ve yaşamın her alanında boy gösterip fetvalar vermesi uygun değildir (AS: DİB’nın “fetva” verme yetkisi yasal olarak yok!). Dinin siyasete alet edilmesi, halkı ayrıştırmış ve kindar bir kuşak yetiştirdiği gibi insanları da dinden uzaklaştırmıştır. Din bir vicdan konusudur ve bir insanın yalnızca kendi özel sınırları içinde kalmalıdır.

  • Türkiye Cumhuriyeti bir din devleti değildir, laik bir devlettir.

Üstelik Türkler salt Müslüman değildir, başka dinlere inananlar….. da vardır.

Yeni dönem, yeni ve zorlu sorunlarla birlikte bizleri beklemektedir.

  • Öncelikle laik, çağdaş ve bilimsel eğitime önem vererek,
    toplumu ortaçağ karanlığından kurtarmak gerekmektedir.

Bu yüzden, Atatürk ilkelerine bağlı CHP’ye büyük görev düşmektedir.

Bunun yanında Atatürk ilkelerini özümseyen demokratik kitle örgütlerine de sorumluluk düştüğünü bilmeliyiz.

Azim ve Karar, 8 Nisan 2024

Dr. Vecdet ÖZ’den tarihsel uyarılar..

Image

Dr. Vecdet Öz
tweet, 12.04.2024

 

  •  İstiklal Marşı’nda oturanların, keşke Yunan kazansaydı diyen hainlerin önünde hep reverans yaptılar..
  • T.C. Devleti ve Cumhuriyet’in garantisi olan Lozan Antlaşması, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Anayasa’nın ilk dört maddesini sürekli sorun ettiler..
  • Amerika’nın Yunanistan Dedeağaç limanına yaptığı devasa askeri yığınağa ve işgal edilerek birer askeri üs haline getirilen Ege adalarına yıllarca göz yumdular..
  • Ülkeyi yönetiyormuş gibi yapıp talimat üzere içeriden dönüştürdüler ve darül harp mantığı içinde koskoca bir harabe yarattılar..
  • Dışarıdan kuşatılmasını ise sineye çekip hep seyirci kaldılar..
  • Taraftarı ikna etmek ve safları sık tutmak için de Osmanlı sosuna batırılmış, din ceketi giydirilmiş; ecdat ve İslam’la ilgisi olmayan çakma bir düzeni sürekli olarak mehter, ezan, sela ve tarihi diziler eşliğinde dayattılar..
  • Nihayet kapatılacak bir parantez olarak gördükleri Cumhuriyet’i 100. yılında hedefe koyup arzu ettikleri çarpık düzeni meşru hale getirecek yeni bir ANAYASA telaffuz ettiler..
  • Sıra geldi bu telaffuzu kuvveden fiile geçirerek olan altın vuruşu yapmaya.!!
  • Ve ardından yedi düvelin yapamadığını tek başlarına yaparak bu topraklarda kendi vatanlarını kurmaya ve Yugoslavya’da olduğu gibi özerk yapıların ve dışa bağlı devletçik teşebbüslerinin önünü açmaya..
  • Eğer Anayasa genel seçimlerden önce değiştirilirse yapılmış olan yerel seçimin ve bundan böyle yapılacak hiçbir seçimin yasal hükmü kalmaz..
  • Buna millet izin verir mi bilinmez.!
  • “Şimdi anladınız mı bir vasiyet niteliği taşıyan “Gençliğe Hitabe”nin neden kaleme alındığını ve Büyük Önderin ne denli ileri görüşlü olduğunu..”

Ne demişti son bölümünde Mustafa Kemal ATATÜRK ?

  • “…..iktidara sahip olanlar, gaflet (aymazlık) ve dalalet (sapkınlık) ve hatta hıyanet (hainlik) içinde bulunabilirler.. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini
    müstevlilerin (işgal güçlerinin) siyasi emelleriyle tevhit edebilirler (birleştirebilirler)..
    Millet, fakru zaruret (ileri derecede yoksulluk) içinde harap (yıkılmış) ve bitap (yorgun) düşmüş olabilir..
    Ey Türk istikbalinin evladı!.
    İşte, bu ahval (durum) ve şerait (koşul) içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır.. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur..”

Yerel seçim galibiyetinin ve zafer sarhoşluğunun rehavetine kapılarak bundan sonra hiçbir şey olmaz demek yanlış olur.!

Büyük Önder‘in sözlerini her an kulağımıza küpe etmekte yarar vardır.!

Şunu asla unutmamak gerekir ki, su uyur düşman uyumaz.!

Yarından tezi yok her türlü kişisel ve siyasal sorunları, ideolojik görüş ayrılıklarını, şişmiş olan
egoları bir kenara bırakarak; birlik, beraberlik ve Müdafaa-i Hukuk anlayışı içinde geniş tabanlı bir ‘milli mutabakat ittifakı’ kurmak artık vatani bir zorunluk durumuna gelmiştir..

Mazereti ne olursa olsun aksini yapan bir siyasal anlayış; ucu dışarıda olan gizli işbirlikçidir,
iktidarın bir başka versiyonudur, mevcut projenin nöbetçi taşeronudur.!

Herkes aklını başına almalıdır zira emperyalizm, yıllarca onca emek harcadığı böylesi zorlu bir
yıkım projesini tek bir parti ya da tek bir adama endekslemez; alternatifi mutlaka vardır..!!

Önümüzdeki süreçteki gelişmeler kimin kim olduğunu ve bağlantılarını gösterecektir;
tabii ki milli hassasiyete sahip olan vatan evlatlarını da.!

Bir önceki tweet içeriği..

İŞLERİ GÜÇLERİ YALAN DOLAN..

– Millete imam hatip liselerini tavsiye edip, evlatlarını özel kolejlerde okutan..
– Şehadet makamının faziletlerinden dem vurup, oğullarına çürük raporu alan..
– Huzur ve güven ortamından bahsedip, çarşıda pazarda koruma ordusu, keskin nişancı ve zırhlı araçlarla dolaşan..
– Sefalet ve çaresizliğe mahkum olmuş millete sabır ve şükür telkin edip, beş ayrı yerden maaş alan..
– Kendi ülkesinde şeriat düzeni isteyip, parayı bulduğunda kapağı laik Avrupa ülkelerine atan..

Riyakar, istismarcı, rantçı ve fırsatçı bir siyasete mahkum oldu koskoca vatan..

İNSANLIĞIN BÜYÜK YANILGISI : HATALAR ÇAĞI OLARAK 20. YÜZYIL

Yusuf Samim Lütfü

İlk yarısında yaşanan ve o zamana dek hiç yaşanmamış kitlesel yitiklere neden olan iki paylaşım savaşı değil yalnızca, ömrümün çoğunu geçirdiğim bir zaman dilimini hayırla yad edemememin (anamayışımın) nedeni! Bugün çoğunluğun gerçekliğe sadakati önemsemediği, estetik yargı yetisinden yoksun olduğu, gelir adaletsizliğinin ve fırsat eşitsizliğinin tavan yaptığı adaletsiz bir dünyada yaşıyorsak bunun nedenini bir önceki yüzyılda ve o yüzyıldaki tercihlerimizde aramalıyız.

20. yüzyılın son on yılına girilirken reel sosyalizm ile birlikte Aydınlanma‘ya ilişkin ne varsa
yerle bir oldu; ne aklın ve bilimin öncülüğü ne de toplumsallık kaldı günümüze. Ekonomide şirket kârının maksimizasyonu (ençoklaştırılması) ile politikada etnik ve dinci temelli politikaları ön plana çıkaran bir neo-liberalizm, ahlaksal olarak Anglosakson kökenli yararcı ve çıkarcı (pragmatik) ahlakı ve yaşam biçimi olarak da tamı tamına Aydınlanma karşıtlığı olan
post-moderniteyi otuz yılı aşkın süredir medya aracılığı ile bizlere, akademi aracılığıyla çocuklarımıza vazgeçilmez ve tek doğru (!) olarak dayatıyor.

İşte benim 20. yüzyılı hayırla yad etmememin (anmamamın) nedeni, Dünya Savaşlarından bile daha tahripkâr (yıkıcı) olduğunu düşündüğüm bu post-modernite, yani bu akıl ve bilim karşıtlığı, bu akıl dışı özgürlük savunusudur.

Aşırı bireyci (toplumsallık ve eşitlik karşıtı), aşırı öznelci (nesnellik karşıtı ve perspektivist),
sözde bir “özgürlük” için “aklı ve bilinci” bilimde, sanatta ve ahlakta ikinci düzleme iten,
tamı tamına Aydınlanma karşıtı olan post-modernitenin soykütüğüne baktığımızda,
karşımıza ilk 19. yüzyıl sonunda elinde çekici ile tüm değerlere saldıran Nietzsche çıkıyor. O’nun açtığı yoldan 20. yüzyıl başında tümüyle bir burjuva ideolojisi olmakla birlikte kendilerini “burjuvazi karşıtı” olarak tanımlayan avangardlar ve onları da izleyerek 60’lardan başlayarak zuhur eden (ortaya çıkan) ve günümüze egemen olan post-modernleri görüyoruz.

Bu arada en ilginç gelişme, kelime (sözcük) anlamı çağcıllık olan “modernite” konusunda yaşanan dönüşümde olmuştur. 18. yy Aydınlanmasının etkisindeki 19. yy “modern insanı” iki ayağı üzerinde dururdu: Aklın ve bilimin üstünlüğü, öncülüğü (Aydınlanma / akılcılık) ile insana ve onun aklına olan sınırsız güven (Hümanizm / insancılık). İşte Nietzsche öncülüğünde avangardlarca yadsınan ve yıkılan (post-modernlerce yenisi kurulan) bu “modernite” kavramı ve onun modern insanıydı. Günümüzde bir modern sanat galerisine gittiğinizde (örn. Tate Gallery London) modern sanat yapıtlarının neleri betimlediğini gördüğünüzde, modernite kavramının 20. yüzyılda uğradığı değişimi çok net görür ve anlarsınız. 19. yüzyıldan farklı olarak 20. yüzyılın “modern” (çağcıl) insanı müzikte tonaliteyi, resimde mekânı, perspektifi ve figürü, yalnızca bilimde değil ahlakta ve inançta da metafiziği külliyen reddeden (tümüyle yadsıyan) yeni bir “modern” dir.

Bilinç dışının bilince, kaosun ahenge (karmaşanın uyuma) ve farklılığın eşitliğe üstün geldiği
bu yeni “modern” çağda ahlakın yerine psikoloji, suçluluğun yerine de anksiyete (bunaltı) geçirilmiştir (D. Bell). Bu yeni “modern” dünyada artık olaylar (olgular) değil yalnızca yorumlar vardır!

Bana sorarsanız, Nietzsche ile başlayarak avangardların ve sonra da post-modernlerin moderniteye saldırmaları gerçekte anlaşılır bir şeydir. Onların yanılgısı, modernitenin yumuşak karnı olan antroposentrik hümanizm dururken, modernitenin Aydınlanmasına ve akılcılığına saldırmalarıdır. Hatalarının bedelini bugün hâlâ ödüyoruz.

20. yüzyıl akıl karşıtlığının akılcılığa, paçozluğun estetiğe, sahtenin-sanalın gerçeğe, adaletsizliğin eşitliğe, kaosun (karmaşanın) düzene galebe çaldığı (üstün geldiği) bir hatalar çağıdır.

21. yüzyıl da onun ardılı, şimdilik… (Nisan 2024)

31 MART 2024 SEÇİMLERİ NELERİN İŞARETİ?

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

TOPLUMDAN SİYASAL İKTİDARA, “MİLLİ İRADE” ANIMSATMASI ve SİYASAL SARI KARTLI “BİR NİSAN” ŞAKASI…

Ayrıştırmayıp birleştirenler kazandı. Yüce önderimiz M.K. Atatürk de

  • “Türkiye Cumhuriyetini kuran TÜRKİYE HALKINA TÜRK MİLLETIİ DENİR.

diyerek, ulusu ayrıştırarak değil, birleştirerek kazanmıştı…

TÜRK TOPLUMU;

– Ulusal (milli) iradenin (istencin) tartışılmazlığına,
– Halifelik ve Saltanat devrinin kesinkes kapandığına,
– Ekmeğine, özgürlüğüne, yaşam biçimine,
– Laikliğe, demokrasiye, dinbazlık yapanlara,
– Atatürk’e, çoğulculuk içinde kalarak ulusal birliğe,
– Akıl (us) ve bilim temelli ÖĞRETİM BİRLİĞİ YASASINA,
– Toplumsal cinsiyet ayrımcılığına,
– Evrensel çaĝdaş uygarlık anlayışına,
– Hukukun üstünlüğüne, adalete, insan haklarına,
– Üretim odaklı ve adil paylaşıma dayalı ekonomik düzene

GÜÇLÜ BİR BİÇİMDE SAHİP ÇIKTI!

Sosyolojik olarak feodal, tarımsal, dogmatik ve teokratik değerlerle; demokratik bilgi toplumunu, akıl (us), bilim ve kent kültürünün eğittiği çağdaş bireyleri yönetme dönemi önemini yitirdi.
***
HERKESE MUTLU BAYTAMLAR

– Akıl bayramınız bilimsel BİLGİYLE,
– Gönül bayramınız içten SEVGİYLE,
– Dostluk bayramınız dürüst İLGİYLE,
– Kültür bayramınız nezaket ve GÖRGÜYLE,
– Ulusal bayramlarınız ulusumuza içtenlikli BAĞLILIKLA,
– İnanç bayramlarınız da yaşam boyu iyi ahlak, adalet ve dürüstlükten AYRILMAMAKLA
biçimlensin.

TÜM YAŞAMIZIN BAYRAM TADINDA GEÇMESI DİLEĞİYLE BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN…

Anadolu baharı ve esintileri

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu
Siyaset 11.04.2024, BİRGÜN

“Hukuk ve sistem gözüyle 31 Mart” (4.4.24), ‘gelinen yer’ betimlemesine özgülenmişti. Bahar ve esintisi ise, ‘gidilecek yönü’ işaret ediyor. Ulusal ölçekteki yön belli: siyasal münavebe; siyasal iktidarın serbest seçimler sonucu el değiştirmesi. Esinti potansiyeli ise, dışa ve uluslararası topluma yönelik.

SİYASAL MÜNAVEBE

31 Mart seçim sonuçları, kendi Genel Başkanı’nın deyimiyle AKP’yi “sandığa gömme” umudu yarattığı için ‘siyasal münavebe baharı’ olarak görülebilir.

Kısa bir bellek turu: İktidarlarının 10 yıllık anayasızlaştırma sürecine tepki olarak ‘post-modern demokrasi mantığı’ nı simgeleyen Gezi sahiplenmesinin 2. yılında TBMM’de ilk kez azınlığa düştü. Koalisyon hükümeti kurdurmamak için Anayasa ihlal edilerek 1 Kasım’da (2015) seçimleri yineledi. İki seçim arasında, Anadolu tarihinin en acı toplu katliamları oldu.

2016’da ise, ‘Allah’ın lütfu’ olarak nitelediği eski ortağının darbe girişimi ardından (15 Temmuz), müstakbel ortağı Anayasa değişikliğini fitilledi.

2017’de Hükümet ve siyasal sorumluluk düzenekleri, mühürsüz zarf ve oylarla tasfiye edildi. Amaç, “siyasal münavebe” yolunu kapatmaktı.

31 Mart 2024 seçim sonuçları, bu nedenle yaşamsal: ‘post-modern demokrasi mantığı’nın sandığa yansıması ve her ikisi birlikte, bir tür ‘yerel kongre iktidarları’ ruhunun yüzyıl sonra yeniden canlanması.

DÖRTLÜ KUŞATMA

Avrupa ve Batı: 28 Mayıs’ta (2023) ‘siyasal münavebe’ umudunu kesen Batı, ‘Erdoğan yönetimi ile ilişkiler, Avrupa yararına nasıl sürdürülebilir?’ hesabına girdi. Hatta siyasal münavebenin gerçekleşmemesi, birçoğunun işine geldi. “Göçmen stoku!” en başta gelen neden. Anayasacı ve siyaset bilimciler ise, Putin Rusya’sı yörüngesine sürüklendiği görüşü ile Türkiye’ye anayasacılık çalışmaları içinde yer vermemeye başladı.

Doğu ve Asya: Türkiye, tarihinde bu denli yüksek sayıda göçmen, hatta ‘çete ithali’ne tanıklık etmedi.

Güney ve Güney Batı: İlkin, ‘Emevi camisi hayali’ üzerinden Suriye’ye sonuna dek açılan kapılar akla gelse de, ‘Mısır-Tunus-Türkiye’ üçgeninde Müslüman Kardeşler iktidarı da hep gündemde. Msır’da askeri darbe ile Tunus’ta ise sivil darbe ile devrildi…

Ya Kuzey? Hemen Rusya akla geliyor: Akkuyu’ya doğru attığı kement, en karanlık olanı. ‘Kanal İstanbul’ hayali de müstakbel kâbus. Üstelik Kanal, Türkiye’nin benzersiz stratejik konumunu ve üç Sözleşme’ye taraf olmakla hiçbir ülkenin sahip olmadığı gücü de sorgulatabilir. Montreux Sözleşmesi ve iki çevre sözleşmesi: Akdeniz’e doğru Barselona Sözleşmesi ve Karadeniz’e doğru Bükreş Sözleşmesi. Emsalsiz (eşsiz) bir durum!

VE ESİNTİLERİ

2024, çok sayıda seçim yılı. Özellikle Avrupa’da yükselen sağ ve ırkçı popülist rejimlere karşı demokratik mücadeleler için 31 Mart, ‘Doğu esintisi’ olarak itici güç oluşturabilir.

Doğu ve Asya’ya: ‘çete ithali’ yerine, seçimler yoluyla siyasal iktidarın el değiştirmesi konusunda ulusal kazanımlarını sahiplenen toplum olarak, otoriter yönetimlerin ezdiği halklara ‘demokrasi ihracı’!

Güney ve G. Batı yakasına; “laik ve demokratik hukuk devleti”ni yaşatma birikim ve kararlılığı sonucu, sandık yoluyla ‘siyasal İslam’ için yola çıkan iktidara son verme gücü.

Marmara’dan Akdeniz’e ve Karadeniz’e; egemenlik gücü ile bölge ve dünya barışına katkı olanağı ve Marmara’nın eklemlediği çifte havzanın ekosistemini koruma kararlılığı üzerine 28 Devlet’e işbirliği mesajı.

SANDIK İSTİSMARININ SONU

31 Mart seçimlerinin en geç 2028’de veya daha erken bir tarihte yapılacak genel seçimlerde siyasal münavebe (değişim) umudunu açmış olması kayda değer. Kuşkusuz, bu umudu gerçeğe dönüştürmeye yönelik somut öneriler, ayrı bir yazı konusu.

Türkiye Cumhuriyeti, TBMM tarafından ‘eşitlik-yurttaşlık ve laiklik’ temelinde sandık yoluyla kuruldu; asırlık (yüzyıllık) kurumlarını 2017’de mühürsüz oy ve zarflarla tasfiye edenler, yine sandıkla tasfiye edilecek…

Medya laiklik mücadelesinin neresinde?

Zülal Kalkandelen
Zülal Kalkandelen

zulal.kalkandelen@cumhuriyet.com.tr
Son Yazısı / Tüm Yazıları
10 Nisan 2024, Cumhuriyet

31 Mart yerel seçim süreci, siyasette dinin yoğun olarak kullanıldığı bir dönem oldu. 22 yıldır AKP döneminde toplumun üzerine çöken siyasal İslam baskısı, en azından dinci bir politika izlemeyen muhalefetin, dinin siyasette kullanılmasına tepki göstermesini gerektirirken bir de baktık ki muhalefet partileri sağdan oy kapmak için dincilik yarışına girmiş!

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, seçimden birkaç gün önce İzmir Bayraklı’da ayet okuyarak oy isterken AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsmailağa Cemaati’ni ziyaret etti, CHP’li Odunpazarı Belediye Başkanı Kazım Kurt, Eskişehir Emek Mahallesi’nde İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hicret Vakfı’nı ziyaret etti.

Ardından CHP Manisa Alaşehir Belediye Başkanı Ahmet Öküzcüoğlu, seçimden sonra ikinci dönemine Kuran’ı öperek başladı, Ekrem İmamoğlu mazbatasını alınca ilk döneminde olduğu gibi yine ailesiyle birlikte makamında imam eşliğinde dua etti ve bu görüntü medya ile paylaşıldı, Erdoğan da kabinenin bazı üyeleri, Diyanet İşleri Başkanı Erbaş ve medya ile birlikte Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saadet Dairesi’ni Arapça dualar okuyarak ziyaret etti, YRP’li belediyelerin kapısına üzerinde İslam peygamberi Muhammed’in bir hadisi yazan tabelalar asıldı.

ÇİFTE STANDARTLI GAZETECİLİK OLMAZ

Laikliği çiğneyen bu davranışlar, dinci gericiliği savunan yandaş medyada zaten eleştirilmedi. Muhalif / bağımsız medyanın büyük bir bölümü, yalnızca Erdoğan ve YRP ile ilgili olanları öne çıkarıp eleştirirken muhalefetle ilgili olanları gündemine almadı. Her ikisini de eleştirenler, anayasadaki laiklik ilkesini savunan bir elin beş parmağı kadar az sayıdaki gazeteciydi.

Oysa seçim sürecinde ve sonrasında tanık olduğumuz bu görüntülerin hepsi anayasadaki laiklik ilkesine açıkça aykırıdır. Seçimi kazandığı için dua etmek isteyen, bunu evinde ya da başka bir özel alanda yapabilir ama belediye başkanının makamı kamusal alandır. Kameralar önünde makamda yapılması, dinin devlet işlerine karıştırılmasıdır.

Aynı biçimde, isteyen Hırka-i Saadet Dairesi’ni ziyaret edebilir ama laik bir devlette cumhurbaşkanı ve kabine üyelerinin bunu medyanın önünde yaparak şova (gösteriye) dönüştürmesi laik devlet ilkesi ile uyuşmaz.

Tarikatlar ve cemaatler, 1925 tarihli 677 sayılı Devrim Yasası ile kapatılmıştır, bu yasaya aykırı oluşumların oy için ziyaret edilmesi, meşrulaştırılmaları sonucunu yaratır ki, Türkiye’nin bugün en büyük sorunu budur!

96 YIL ÖNCE BUGÜN LAİKLİK İÇİN DEV BİR ADIM ATILDI

  • Bir siyasetçinin ayetle oy istemesi, Kuran’ı öperek göreve başlaması,
    kapıya hadis asması gibi olaylar ise tam olarak din sömürüsüdür.
     

Toplumda herkes inançlı olmadığı gibi farklı inançta olanlar da var. Bir kamu kurumunun belli bir din ya da mezhebi öne çıkarması, tarafsızlığı (yansızlığı) yok eder.

  • Bu ülkede tam 96 yıl önce bu gün, 10 Nisan 1928’de yapılan değişiklikle, anayasanın 2. maddesinde yer alan “Türkiye Devleti’nin dini İslamdır” hükmü çıkarıldı! (AS: Din insanadır!)

Laikliğin özü, kamusal alanı dinin biçimlendirmemesi, toplumda egemen olan inancın öbürleri üzerinde baskı kurmamasıdır. Ancak Türkiye’de laiklik salt yazılı metinlerde kaldı, siyasetçiler tarafından her gün çiğnenir oldu ve medya da bu duruma kendi işine geldiği gibi yaklaştığı için toplum uyutuldu.

Geçen hafta katıldığım bir söyleşide, eğitim düzeyi yüksek, gündemi izleyen ve gazete okuyan bir kitleye bu olaylardan söz ettiğimde, kimsenin muhalefetin seçim sürecinde laikliği hançerleyen davranışlarından haberinin olmadığını gördüm. Hatta yanıma gelip, “Bunları ilk kez sizden duyuyoruz. Medyada yer almadı bunlar..” diyenler oldu.

Öyleyse soruyorum                        :

  • Bağımsız/muhalif medya laiklik mücadelesinin neresinde?
  • Adam kayırmaya devam ederken laikliği gömmeye devam mı?
  • Birini eleştirip diğerini görmezseniz, o gazetecilik ciddiye alınır mı?
    Eleştirdikleriniz size gülüp geçmez mi?

Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

ÇARŞAMBA İĞNELERİ : 11 Nisan 2024


Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

  • Haftanın tüm iğneleri, kin ve nefret duygularının tutsağı olup, Adli Tıp raporu olmasına karşın 80 yaşın üzerindeki generalleri bir yıldır tahliye etmeyenlere…

 

HAİN

RTE, seçimlerin yitirilmesinde suçu olanları ve hainlik yapanları cezalandıracaklarını söyledi.

AKP’de kimler haindir?..

DESTEK

RTE, hükümet olarak önceden olduğu gibi seçilen bütün belediyelere, kentlerin hayrına (iyiliğine) yapacakları işlerde destek olacaklarını söyledi.

CHP’li belediyelerin şansı yine yok yani…

YOK

RTE’nin açıklamasından çok geçmedi; DSİ, Denizli Çal ve Uşak’ta seçimden 15 gün önce  onayladığı atık su arıtma ihalelerini 1 Nisan sabahı iptal etti.

AKP’ye oy yoksa devletten hizmet yok” inadı sürüyor…

ÇADIR

Murat Kurum’un Kadıköy’de kurdurduğu iftar çadırı 1 Nisan’da kaldırıldı.

Seçim Müslümanı!..

NAMERT

MHP milletvekili Hilmi Dursun, şirketi İsrail’le ticareti sürdürürken, ”Gazze için yola revan olmazsam namerdim” paylaşımı yapmış.

İğne kendisinden…

ÖLÜ

YSK, 3.389 ölünün oy kullandığı Hatay seçimine yapılan itirazı reddetti!!??

FETO, ”Ölüler bile oy kullansın” demişti ya bir zamanlar, buyruk sürüyor (standing order)!…

ZARARLI

Seçimi yitiren AKP’li belediyeler devir teslim öncesi kasa boşaltma, adamını işe alma yarışına girişti.

Gidişleri bile zarar…

DESTEK

Her konuşmada Filistin’i desteklediğini söyleyen iktidar, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının başlamasından 6 ay sonra dışsatım (ihracat) kısıtlaması kararı aldı (kimi kalemlerde).

Filistin derken İsrail’i mi kastetmişlerdi?..

CHP’nin tarihsel zaferi

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
08 Nisan 2024, Cumhuriyet

Cumhuriyet Halk Partisi, 31 Mart 2024 belediye seçimlerinde, Türkiye çapında % 38 oy alarak ve 1. parti olarak, tarihsel bir zafer (utku) kazandı.

Böylece CHP, 1977’den beri ilk kez 1. parti oldu; SHP’nin 1989’da elde ettiği belediye seçimi zaferini, 2024 yılında yinelemiş oldu.

Böylece AKP de iktidara geldiği 2002 yılından beri ilk kez bir seçimi yitirmiş oldu.

Halk bu kararıyla, bir yandan ekonomik sömürü düzenine, bir yandan da demokrasinin, laikliğin ve hukuk devletinin ortadan kaldırılmasına karşı itirazını ortaya koydu.

AKP’liler ve onların medyadaki uzantıları ise bunun hâlâ farkında değiller. AKP’liler hâlâ seçim sonuçlarının nedenlerini, uyguladıkları sömürü ve baskı düzeninin dışında arıyorlar.

AKP’nin bu yanlış tanısı nedeniyle CHP genel seçimleri de kazanacaktır. Ancak genel seçime dek geçen dört yıl içinde olan yine halka olacaktır.

  • AKP iktidarının sömürü ve baskı yönetiminin mimarı ve en büyük sorumlusu “Cumhurbaşkanı” ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır.
  • Dolayısıyla AKP’nin seçim yenilgisinin nedenini Erdoğan’ın dışındaki kişilerde araması
    boş bir çabadır.
  • AKP neden yenildiğini anlamadığı için yenilmeye devam edecektir.
  • 31 Mart seçimleri AKP için sonun başlangıcıdır.

***
Ekonomik kriz, siyasal görüşü ne olursa olsun, halkın tümünün ortak sorunudur ve
seçim sonuçlarındaki en önemli etkenler arasında yer almaktadır.

Ancak 31 Mart seçimleriyle birlikte halk,

– laiklik karşıtı tarikatlara, cemaatlere, derneklere,
– bu vakıflara ve siyasetçilere;
– aylardır ortalığı ayağa kaldıran şeriatçı ve hilafetçi odaklara;
– Mustafa Kemal Atatürk düşmanlarına;
– siyasetin, devlette kadrolaşmanın ve eğitimin dinselleşmesine de

kırmızı kart çıkarmıştır.

AKP’nin laiklik karşıtı faaliyetleri ve anayasal düzeni yıkarak teokratik bir düzen kurma girişimleri;
– hem küskün ve öfkeli CHP seçmenlerinin sandığa gidip partilerine sahip çıkmasını,
– hem İYİ Parti, Zafer Partisi ve Memleket Partisi seçmenlerinin CHP’nin lehinde sandıkta bir ittifak kurmasını,
– hem de Türkiye’nin din, mezhep ve felsefi görüş üzerinden kutuplaşmasının bir ulusal güvenlik sorununa dönüştüğünü gören her partiden seçmen kitlelerinin CHP’ye destek vermesini sağladı.

31 Mart seçimleriyle birlikte halk, düşünceyi ifade, yayınlama, medya ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellere; “Gezi” ve “28 Şubat” kumpas davalarında masum insanların hapislerde çürütülmesine; seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyum atanmasına; siyasetçilerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına aykırı bir biçimde hapiste tutuklu-hükümlü kalmalarına da kırmızı kart çıkarmıştır.

AKP iktidarı bu uygulamalarında ısrar ettiği sürece seçim yitirmeye devam edecektir.

Ayrıca, seçmeni oy kullanırken karar vermeye yönelten en büyük nedenin ekonomi olduğu varsayılacak olsa bile, siyasal alandaki bu baskılar ortadan kalkmadıkça, AKP yine seçim yitirmeye devam edecektir.

  • Çünkü AKP iktidarının demokratik ve laik bir hukuk devletini ortadan kaldırmış olması, ekonomik krizin temelindeki nedenlerden biridir.
  • Türkiye’nin özel koşullarında, demokratik ve laik bir hukuk devleti olmadığı sürece, ekonomik kalkınma, kategorik olarak olanaksızdır.

***
31 Mart seçimleriyle artık şunun da anlaşılmış olması gerekir:

  • Başta Türk Silahlı Kuvvetleri,
    Milli İstihbarat Teşkilatı,
    Emniyet Genel Müdürlüğü,
    Jandarma Genel Komutanlığı,
    İçişleri Bakanlığı,
    Milli Savunma Bakanlığı,
    Adalet Bakanlığı ve
    Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere,

    devletin kurumlarındaki demokrasi, laiklik ve hukuk devleti karşıtı kadrolar tasfiye edilmedikçe, devlet ile halk arasındaki uçurum varlığını sürdürecek ve bu uçurum
    bir ulusal güvenlik sorunu olmayı sürdürecektir.