Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

Namlunun ucundayız

Timur Soykan

Timur Soykan

Güncel 07.05.2024, BİRGÜN

Sinan Ateş iddianamesi, önemli failleri karanlıkta bıraksa bile devletteki ortakları gözler önüne seriyor. Cinayetin her aşamasında, devletin kapalı sistemlerindeki bilgiler kullanılıyor. Ateş’in cep telefonu sinyal bilgilerini, adres ve plaka kayıtlarını, uçuş bilgilerini devletin içindeki ortakları örgüte iletiliyor. Bu bilgiler güvende değilse hiçbirimiz güvende değiliz.

Namlunun ucundayız
Sinan Ateş

Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı ve Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Sinan Ateş, 30 Aralık 2022’de Ankara’nın göbeği Çukurambar’da öldürüldü. Siyasal cinayeti ne Cumhurbaşkanı Erdoğan ne de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli kınadı. Soruşturmayı yürüten savcılar kezlerce değiştirildi, siyasal müdahaleler gündeme geldi. Türkiye’de iktidarın talimatıyla işleyen yargı, iddianameyi yazmak için 2023 genel seçimlerinin ve 2024 yerel seçimlerinin tamamlanmasını bekledi. Kamuoyuna yansıyan delillerin (kanıtların) sansürlendiği, cinayet nedeninin yazılmadığı iddianamede bile onlarca skandal var.

16 SUÇTAN ARANIYORDU AMA…

Sinan Ateş’i öldürme görevi verilen İstanbul Maltepe merkezli çetenin mensupları, firari olmalarına karşın yakalanmıyor. Adeta cinayet için elde tutuluyorlar. Torbacı çetenin lideri ‘Dodo’ lakaplı Doğukan Çep, 11 yıl önce Maltepe Gülsuyu’nda uyuşturucu çetelerine karşı yürüyüş yapan gençlere ateş açmış, Hasan Ferit Gedik’i öldürmüştü. İki yıl bile hapis yatmadı. 2018 yılında 35 yıl hüküm giydi. Sinan Ateş cinayeti nedeniyle yakalandıktan sonra polis O’na şu soruyu sordu: “Epey uzun bir zamandır 16 ayrı suçtan aranıyorsunuz, bu süre içinde neler yaptınız, nerelere gittiniz?”

Yani Doğukan Çep, 16 suçtan aranmasına karşın İstanbul’da elini kolunu sallayarak gezmiş. Doğukan Çep bu soruya verdiği yanıtta, “Firarda olduğum zamanda hep İstanbul’daydım, üzerimde kimliğim hiç olmadı, herhangi bir düzenim de olmadı. Çekmeköy’deki polislerin bastığı ikametimde kalıyordum.” dedi. Ayrıca Alemdağ’da bir sitede kaldığı da belirlendi. 1877 Alemdağspor Kulübü’nün binasında vakit geçiriyordu. Hatta Kocaeli’ndeki bir otele para tahsilatı için silahlı bir baskın düzenleyip ateş açmıştı.

Doğukan Çep suikasttaki
en kilit isimlerden. 


POLİS DENETİMİNDE BIRAKILDILAR

Doğukan Çep’ten talimat alan ve Sinan Ateş’i öldüren tetikçi Eray Özyağcı ise farklı suçlardan hükümlüydü, 3 yıldır firariydi (kaçaktı). Doğukan Çep ile birlikte mekânlarda cirit atıyorlardı. Otel baskınında o da vardı. Sürekli onları taşıyan ve Alemdağ’daki bir durağa bağlı olan iki taksicinin iddianamedeki ifadeleri dikkat çekti. Sinan Ateş cinayetine yardım suçundan yargılanan taksici Caner Günay şöyle dedi:

“Eray ve Doğukan ile 3 ay önce İstanbul Sancaktepe Sarıgazi Mahallesi’nde polis ekiplerinin uygulama noktasına girdik. Şahıslar, T.C. kimlik numaralarını söylediler ama bir şey olmadı. Doğukan ile yaklaşık 5-6 ay kadar önce Kartal Köprüsü’nde aynı durum yaşandı. Herhangi bir gözaltı işlemi yapılmadı. Yine davanın sanığı olan öbür taksici Umut Ersoy da “İstanbul’da Bostancı Köprüsü, Ataşehir, şu an hatırlayamadığım birkaç yerde polis uygulamalarına girdik. Burada ben de Doğukan da kimliklerimizi verdik. Herhangi bir olumsuzluk olmadı, yollarımıza devam ettik.”

Tetikçi Eray Özyağcı, talimatı
Doğukan Çep’ten aldı. 


CİNAYET BÜRO AMİRİ SKANDALI

  • Sinan Ateş cinayeti organizasyonunun devlet içindeki bağlantıları ürkütücü.

İddianamede cinayetin azmettiricisi olarak suçlanan ama Ülkü Ocakları’ndaki yöneticilik faaliyetleri özenle gizlenen Tolgahan Demirbaş, Emniyet’in kapalı sistemindeki bilgileri polislerden almış. Hatta Sinan Ateş cinayetini soruşturan Ankara Cinayet Büro Amiri Mustafa Aykal ile cinayetten aylar önce Facetime üzerinden kezlerce görüşmüş. Cinayetten bir gün önce Tolgahan Demirbaş ile Mustafa Aykal, Facetime üzerinden 5 görüşme yapmış. Tolgahan Demirbaş’ın telefonundan sildiği ama özel bir programla geri getirilen mesajlara göre; Tolgahan Demirbaş, Cinayet Büro Amiri Mustafa Aykal’a Sinan Ateş’in cep telefon numarasını sorgulatmış. 10 Mart 2022’de cinayetten 8 ay önce yapılan yazışmalar şöyle:

Tolgahan Demirbaş: Amirim bizim GB istedi de. 0505 529 xxxx numarası bu adres lazım bize. Sana zahmet olmazsa”

Mustafa Aykal: Bakalım reis.

Mustafa Aykal: Reis önceki GB’ye (Genel Başkan’a) çıkıyor bu numara.”

Tolgahan Demirbaş: Aynen, reis, onun ipini çekmişler.

Mustafa Aykal: Birazdan arıyorum reis.

Tolgahan Demirbaş, bu adresi Sinan Ateş’in evinin karşısına pankart asmak için istediğini savunuyor. Ama mesajda çok açık şekilde ‘Onun ipini çekmişler’ yazmış.

KENDİ SUÇUNU GİZLEMİŞ

Diğer mesajlarda ise iddianamede Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı olduğu gizlenen Emre Yüksel, Tolgahan Demirbaş’a Sinan Ateş’in avukatı Ali Yücel’in araç plakasını gönderiyor. Bu aracın bilgilerini istiyor. Tolgahan Demirbaş da yine Cinayet Büro Amiri Mustafa Aykal’dan bilgileri alıyor. O anda Avukat Ali Yücel’in otomobilinin nerede olduğuna dair konum bilgilerini Emre Yüksel’e iletiyor.

Bunlar gerçekten akıl almaz skandallar.

Sinan Ateş cinayetini soruşturan Cinayet Büro Amiri, cinayet organizasyonunda yer almış. Yani aylarca bu soruşturmayı yürütürken failler arasında kendisinin olduğunu gizlemiş. Tolgahan Demirbaş’ın silinen mesajları geri getirilince bu gerçek ortaya çıktı.

ESKİ MİT’Çİ KONUM VERİYOR

Skandallar bitmiyor, devlet içindeki karanlık yapılanma faaliyetlerine devam ediyor. Tolgahan Demirbaş, Mart 2022’de eskiden MİT’te memur olarak çalışan Çağlar Zorlu’dan Sinan Ateş’in anlık sinyal bilgilerini istiyor. Zorlu, konum bilgisini Demirbaş’a gönderiyor.

Demirbaş, 2 Nisan 2022’de tekrar Zorlu’ya mesaj gönderiyor ve “Aynı talebi yenileme ihtimalimiz var mı’’ diye soruyor. Çağlar Zorlu mesajların devamında “İstanbul’da bulamadılar mı?” yazıyor. Tolgahan Demirbaş, “Olumsuz abi, yer uygun değildi” diye yanıt veriyor. Çağlar Zorlu ertesi gün Sinan Ateş’in Kırşehir’de bulunduğu adresin bilgisini mesajla gönderiyor. Çağlar Zorlu, bu konum bilgilerinin doğru olmadığı, başından savmak için Tolgahan Demirbaş’a gönderdiğini öne sürdü.

Sinan Ateş’in uzun süre çok sıkı ve devlet olanaklarıyla takip edildiği anlaşılıyor. Cinayet şebekesi, uçuş bilgilerine de kolayca ulaşıyor. Tolgahan Demirbaş, 14 Mart 2022’de Sinan Ateş’in uçuş bilgilerini Esenboğa Havalimanı’nda çalışan Gürsel Horat’tan istiyor. Yine iddianamede gizleniyor ama Gürsel Horat, eski Ankara Çubuk Ülkü Ocakları Başkanı. Gürsel Horat, Tolgahan Demirbaş’a, Sinan Ateş’in uçuş kaydını gösteren bilgisayar ekranından çekilmiş fotoğrafı yolluyor. Mesajlar devam ediyor:

Gürsel Horat: Başkanım siz daha iyi bilirsiniz Sinan silahla geliyordu limana. Haluk’un oradan geçebilir.

Tolgahan Demirbaş: Doğrudur reis. Bence de öyle olacak. Ona göre yapacağız planı.

ADRES VE TELEFONUNU SORGULATTILAR

Devletin kapalı veri sistemlerinden bilgileri alan sadece (yalnızca) Demirbaş değil. Demirbaş, Ankara Ülkü Ocakları Başkan Yardımcısı (İddianamede bu da yazmıyor) Suat Yılmazzobu’ya Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş’e ait kimlik bilgilerini gönderdi. Adres, telefon bilgilerinin sorgulatılmasını istedi. Suat Yılmazzobu, 8 Nisan 2022’de Sinan Ateş’in ailesi ile yaşadığı Ankara’daki adresi ve telefon bilgilerini sorgulatarak Tolgahan Demirbaş’a gönderdi.

Aynı gün Burak Kılıç, Ayşe Ateş’in yaşadığı binanın fotoğraflarını çekerek Demirbaş’a gönderdi. Burak Kılıç, Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısıydı, yine iddianamede yazılmadı. Ayrıca MHP yönetiminde olan Etimesgut Belediyesi’nde çalışıyor görünüyordu.

27 Aralık 2022 günü İstanbul Özel Harekât Şube Müdürlüğü’nde görev yapan polisler Aşkın Mert Gelenbey ile Murat Can Çolak, Doğukan Çep ve tetikçi Eray Özyağcı ile İstanbul Ataşehir’deki bir otoparkta buluştu. İki özel harekât polisi, hakkında yakalama kararı olan tetikçiyi ‘61 OF XXXX’ plakalı siyah minibüs ile İstanbul’dan Ankara’ya götürdü. Uygulama yapan polisler, Ankara’nın girişinde minibüsü durdurdu. Ancak minibüsü kullanan Aşkın Mert Gelenbey polis kimliğini gösterdi. Böylece katil yoluna devam etti.

TÜM BİLGİLERİ KATİLLERDEYDİ

Sinan Ateş, 30 Aralık 2020 günü Ankara Çukurambar’da öldürüldü. Doğukan Çep’in Ankara’ya gönderdiği Suat Kurt, 5 gündür keşif yapıyordu. Adres, telefon ve plaka bilgilerini Doğukan Çep’ten almıştı. Sinan Ateş’i yanında iki kişiyle cuma namazına giderken görmüş ve Doğukan Çep’e bildirmişti. Bu sırada tetikçi Eray Özyağcı’yı motosikletle Vedat Balkaya getirdi. Eray Özyağcı pusuya yatmıştı. Suat Kurt, Sinan Ateş ile Selman Bozkurt ve Ahmet Keçik’in cuma namazından döndüğünü gördü ve Doğukan Çep’e söyledi. Eray Özyağcı, bir panelvanın arkasından çıkarak Sinan Ateş ve yanındakilere kurşun yağdırdı. Otopsi raporuna göre; Sinan Ateş’e isabet eden beş kurşundan dördü öldürücüydü. Selman Bozkurt da sırtından vuruldu.

Tetikçi Eray Özyağcı, Vedat Balkaya’nın onu kaçırmak için beklediği motosiklete atladı, kayıplara karıştılar. Tolgahan Demirbaş, tetikçiyle bulaşacağı yerin konumunu Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Emre Yüksel’e gönderdi. Bu konum daha sonra tetikçi Eray Özyağcı’ya geldi. Tolgahan Demirbaş’ın Konya yolundaki bir akaryakıt istasyonunda tetikçi Eray Özyağcı’yı otomobiline alarak kaçırdığı güvenlik kameralarına yansıdı. Tetikçinin kaskını atarak arabasına bindiği anın kamera kayıtları vardı. İfadesinde bu söylenince “Kamera kayıtlarını kabul etmiyorum” dedi. Önce Gölbaşı tarafında bir yere tetikçiyi bıraktı. İddianameye göre; Emre Yüksel ve Tolgahan Demirbaş, akşam siyah bir otomobil ile tetikçiyi alıp İstanbul’a götürdü.

İŞLEDİKLERİ CİNAYETİN BİLGİLERİ GELDİ

Tolgahan Demirbaş, cinayetten sonra da devlet sistemindeki bilgileri aldığı kişilerle konuştu. Sinan Ateş cinayetini soruşturmaya başlayan Ankara Cinayet Büro Amiri Mustafa Aykal ve Çağlar Zorlu ile telefon konuşmaları tespit edildi.

Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde komiser olan Talha Atalay ise Sinan Ateş cinayetine ait bilgi notunu Tolgahan Demirbaş’a gönderdi. Yani cinayetin azmettiricisine cinayet ile ilgili soruşturma bilgileri sızıyordu.

T24’ten Asuman Aranca daha önce Tolgahan Demirbaş’ın geri getirilen mesajlarıyla ilgili bilirkişi raporuna ulaşmış ve haberleştirmişti. Bilirkişi raporunda Tolgahan Demirbaş’ın, eski MİT memuru Çağlar Zorlu’dan aldığı Sinan Ateş’in konum bilgilerini Ülkü Ocakları Genel Başkanı Ahmet Yiğit Yıldırım’a göndermiş ve şunları yazmıştı:

“Araştırmalarım devam ediyor efendim. Az önce böyle bilgi aldım, arz ederim.”

Ancak bu bilgi iddianamede yer almadı.

Sinan Ateş cinayetinde devletin kapalı veri sistemi kullanıldı.
Bu sistemde hepimizin adres, plaka, telefon bilgisi var.
Bu sistemde telefonlarımızın verdiği sinyalle anlık olarak yerimiz tespit edilebiliyor,
plaka tanıma sisteminden araçlarımız takip edilebiliyor.

Bu bilgiler güvende değilse hiçbirimiz güvende değiliz.

Sinan Ateş cinayeti gösteriyor ki; hepimiz namlunun ucundayız!

CİNAYET ANI ANLATILDI

İddianame, Sinan Ateş cinayetinin güvenlik kameralarınca anbean kaydedildiğini ortaya koydu.

İlk güvenlik kamerası kaydında Sinan Ateş, Selman Bozkurt ve Ahmet Keçik’in Çukurambar’da ofise doğru yürüdüğü görülüyor. Bu sırada Erzincan Mandırası’na ait iki araç arasında gizlenen tetikçi, belindeki silahı eline alarak karşılarına çıkıyor. Tetikçi, Sinan Ateş’e yakın mesafeden ateş açıyor ve Sinan Ateş yere düşüyor. Bu sırada Selman Bozkurt, Erzincan Mandırası isimli işyerine doğru, Ahmet Keçik ise park halindeki araçların arkasına kaçıyor. Tetikçi Eray Özyağcı, Ahmet Keçik’e doğru ateş ediyor. Eray Özyağcı kaçmaya başlayınca Ahmet Keçik, yerde yatan Sinan Ateş’in yanına gelerek onun tabancasını alıyor ve küçük servis aracını siper alarak Eray Özyağcı’ya doğru ateş ediyor. Kendisi de sırtından vurulan Selman Bozkurt, Sinan Ateş’in yanına gelerek yardım etmeye çalışıyor. Saat 13.42’de ise ambulans olay yerine geliyor.

BU İDDİANAME OYALAMA TAKTİKLERİNDEN İBARET

  • Sinan Ateş iddianamesi,devlet eliyle göz göre göre bir cinayetin örtbas edilmesinin belgesi olarak tarihte yerini alacak.

İddianame özetle; topu taca atmak için yazılmış. Kamuoyuna da yansımış ‘önemli isimler’ hakkındaki soruşturmanın devam ettiği belirtilerek oyalama taktiğine gidilmiş.

Organize ve örgütlü bir yapının cinayeti işlediği bu iddianameden bile çok açık anlaşılırken örgüt suçlaması yok. Hatta sanıkların, MHP ve Ülkü Ocakları’nda yönetici olduğu gizlenmiş. Savcılığa sunulan bilirkişi raporunda Sinan Ateş’in konum bilgilerini aldığı belirlenen Ülkü Ocakları Genel Başkanı Ahmet Yiğit Yıldırım’ın adı iddianamede geçmiyor. Tolgahan Demirbaş’ın evinde yakalandığı eski MHP Mersin Milletvekili Olcay Kılavuz’un adı da iddianamede yok. Hatta Ayşe Ateş’in Ahmet Yiğit Yıldırım, eski MHP milletvekili Olcay Kılavuz ve diğer isimleri verdiği ifade bile sansürlendi.

Öyle bir iddianame ki; cinayetin hangi nedenle işlendiği bile yazılmamış, çünkü bu yazılırsa olay ‘önemli isimlere’ bağlanacak. Bu tarihi belge; Türkiye’de artık adalet sağlayacak yargının kalmadığını çok net ortaya koyuyor.

Siyasal iktidarın talimatıyla masum insanları hapseden yargı,
yine siyasal talimatla cinayeti karanlıkta bırakıyor.

Artık herkes öldürülebilir ve kanı devlet tarafından yerde bırakılabilir.

İktidarı elinde bulunduranlar bugün devletin gücüyle gerçeği baskıladıklarını düşünüyor ama bazı olaylar vardır, tarih önünde mahkum eder.

Kendilerini muktedir zannedenler, gerçeği yok edemedikleriyle mutlaka yüzleşir.

Sinan Ateş cinayeti de bugünün muktedirlerinin tarih boyunca unutulmayacak utançlarından biri olacak.

ANAYASAYI DEĞİŞTİREYİM DERKEN DEVLET ELDEN GİTMESİN!…

Müstafi Tümamiral Yaycı SUBÜ Konuşmaları'nda | Sakarya Uygulamalı Bilimler  Üniversitesi | SUBÜ Haber

Doç. Dr. Cihat Yaycı
Em. Tümamiral

Bugünlerde siyasilerin yine “Anayasada değişiklik” yapmaktan, hatta yeni Anayasa yapmaktan bahsettiklerine şahit oluyoruz.

Hatırlarsanız 14 Mayıs 2023 seçimleri öncesi birtakım siyasi partiler de Anayasa’nın değiştirilemez ilk 4 maddesini ve 66’ncı maddesini değiştirerek “daha eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik anayasa” yapma vaadinde bulunmuşlardı.

Bununla birlikte oy şantajı yapan bölücü örgüt uzantısı siyasi yapılar da kendilerinden destek isteyene ya da isteyecek adaylara “seçilmeniz durumunda yeni bir çözüm ve müzakere süreci başlatmaya, anayasayı da bizim taleplerimiz doğrultusunda değiştirmeye mecbursunuz” diyerek açık açık gözdağı vermekte ve diyet istemişler ve istemektedirler.

Üstelik bu kesimler “Kürt sorununun çözüm adresi olarak TBMM’yi gördüklerini” söyleyerek, Anayasada değişiklik taleplerine vurgu yapmaktadır.

Daha önce de yazmıştım ama görüyorum ki çoğu kimse tehlikenin pek farkında değil. O nedenle bu şekildeki Anayasa değişikliği konusunun ne kadar tehlikeli olduğunu yazmanın ve anlatmanın büyük bir ihtiyaç ve kutsal bir vatan borcu olduğu kanaatindeyim.

Peki, bölücü silahlı terör örgütleri ve siyasi yapılar Anayasa’da hangi değişikliklerin yapılmasını talep ediyorlar? Kısaca söyleyeyim.

Demokratik Özerklik/Öz Yönetim adı ile önce sınır çizmeye,
Etnik bölücülük yaparak ayrıştırılmış halk teşkil etmeye ve bunları kurucu halk ya da etnik gruplar olarak anayasaya kaydettirmeyi,
Anayasaya başka dilleri resmî dil olarak ekletmeye,
Özerk yerel yönetim ve güvenlik güçleri teşkili ile egemen bir otorite tesis etmeye
Anayasa’daki Türklük kavramını kaldırmaya çalışmaktadır.
Bunun da demokrasi, insan hakları, özgürlük söylemleri ile allanıp pullanıp halkımıza sunulduğunu da görüyoruz.

Mesela bölücü kesimler ve mensupları;

– “Ana dilde eğitim ve ana dillerinin resmî devlet dili olmasının demokratik bir hak olduğu”,
– “Merkezî yönetimle işlerin yürümediğini, federatif yapıların ve özerk bölgelerin oluşturulmasının sorunların yerinden çözümüne katkı sağlayacağı”,
– “Çeşitli etnik grupların da bu devletin kuruluşuna emek verdiğini, onların da Anayasada kurucu halk olarak zikredilmesinin hak olduğu” gibi söylemleri ve talepleri güya masumca sık sık dile getirirler.

Öyle de olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.

MASUM GİBİ GÖRÜNEN BU TALEPLERİN ARKASINDA GİZLENEN ASIL AMAÇ İSE BAMBAŞKADIR

Öncelikle bölücü terör örgütleri ve siyasi yapılar bu taleplerin elde edilmesiyle Türkiye’nin istedikleri şekilde bölünmesine uygun uluslararası hukuki zemin oluşturmayı hedeflemektedir.

Yani dertleri demokrasi, insan hakları, özgürlük falan değildir, bu kisve altında amaç ülkenin parçalanması ve bölünmesi için gerekli uluslararası hukuk şartlarını oluşturmaktır.

Nasıl mı? Çünkü Anayasada birden fazla resmî dil, kurucu halk, etnik grup, özel, özerk, federatif bölge tanımlandığı takdirde; o dili konuşanların, o halk veya etnik grup üyelerinin, özel, özerk, federatif bölgede yaşayanların uluslararası hukuka göre referandum yoluyla “kendi kaderini tayin” yani “ayrılma hakkına” sahip olması mümkündür.

Zira bir etnik grup ya da halk topluluğunun kendi kaderini tayin hakkına sahip olabilmesi için ulusal anayasada bu gruba özel bir statü (dil, din, bölge vs..) verilmiş olmasının tek başına yeterli olduğu uluslararası hukukta kabul gören bir görüştür.

Bu konudaki temel hukuki belgeler ise, 1933 Montevideo Sözleşmesi ve
Sürekli Adalet Divanı’nın 1930’da etnik gruplarla ilgili olarak yaptığı geleneksel tanımdır.

Bizler işte bu belgeleri pek bilmeyiz ama bölücüler çok iyi bilir. Bu çerçevede uluslararası hukuk açısından bir halktan, ancak sınırları belli ayrı bir toprakta yerleşik, etnik ve kültürel özelliğiyle ayırt edilebilen bir grup insan olmaları durumunda söz edilebilir.

Görüldüğü üzere ülke içinde sınırları belirlenmiş bir toprak parçasında yaşamak, ayırt edici özellikleri Anayasa’da vurgulanmış olmak ayrılma hakkı için şarttır. ülke içinde özerk bölge ve federatif yapılar oluşturulmamış, bunların şu veya bu şekilde sınırları çizilmemişse, tüm ülke halkı iç içe yaşıyorsa, anayasada tek bir Millet, tek bir resmî dil tanımlanmışsa uluslararası hukuk bakımından ayrı bir halkın varlığından söz edilemez.

Yani federal ve özerk bölgeler oluşturulması, anayasada birden fazla devlet dili ya da resmî dilin ve halkın zikredilmesi ayrılıkçılık için hukuki zemin oluşturur

Bazıları bu kendi kaderini tayin referandumunun oylamasının tüm ülkede ve tüm vatandaşlara yapıldığını sanıp, “Aman olsun canım, bölücüler referandumda Türkiye’de çoğunluğu elde edemezler” diyebilir.

Maalesef uygulama hiç de öyle değildir.

Çünkü “kendi kaderini tayin oylaması” sadece o tanımlanmış vatandaş grupları ve/veya o özel, özerk ya da federatif bölgede yaşayan vatandaşlar arasında yapılıyor, ülkedeki diğer vatandaşlar ise oylamaya katılamıyor.

Yani eğer Anayasada bölücü örgütlerin ve siyasi uzantılarının talepleri doğrultusunda değişiklik yapılmışsa, ayrılık kararının oylanacağı referandumlara sadece;

-Falanca dili ana dili olarak belirtenler,
-Ya da Anayasada kurucu halklardan biri olan falanca halkın mensupları,
-Ya da falanca mezhebe mensup vatandaşlar,
-Veya uygulamaya konulan falanca özel, özerk, federatif bölge halkı mensupları oylamaya katılabilecek.

DİĞER ÇOĞUNLUK HALK NE Mİ YAPACAK? YALNIZCA SEYREDECEK…

Anayasasına “birden fazla resmî dil, birden fazla kurucu halk, etnik ve dinî gruplar yazdırmadan”, “özerk veya federatif bölgeler oluşturmadan” düşüneceklerdi. Bunları yaptıktan sonra geçmiş olsun… İşte bu gerçekleri gören, devletler hukukunun hangi şartlarda ayrı bir devlet kurma hakkı tanıdığını bilen ve şu andaki mevcut durumda ayrılma ve bağımsızlık ilan etmelerinin hukuken de kabul görmeyeceğini anlayan bu odaklar Anayasada değişiklik yapılmasını çeşitli siyasi kesimlere siyasi destek için şart koşmaktadır.

Mesela 14 Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi dönemde; 30 Mart 2023 tarihinde YSP (HDP) Eş Sözcüleri seçim beyannamelerini okuyarak, beyannamede;

-Çok kimlikli anayasa,
-Özerklik,
-Ana dilde eğitim talepleri ve vaatlerinin yer aldığını söylemişti.
15 Nisan 2023 tarihinde ise YSP (HDP) seçim stratejilerini şu maddelerle deklare etmişti;
*Kürt halkının varlığının ve kimliğinin tanınması, yapılacak anayasada yer alması.
*Kürt dilinin anaokulundan, üniversiteye kadar eğitim dili olarak kabul edilmesi ve Türkçenin yanı sıra ikinci resmî dil olarak tanınması.
*Kürtlerin, Kürt ve Kürdistan isimleriyle özgürce örgütlenmeleri ve kendilerini ifade etmelerinin önünü açan demokratik bir ortamın yaratılması.
*Kürt halkına, Kürdistan’da kendi kendilerini yönetmelerine imkân verecek bir statünün tanınması.
*Kürt halkının diğer halklarla bir arada, eşit, özgür ve onurlu bir şekilde yaşamasını güvence altına alan demokratik, çoğulcu, ademi merkeziyetçi bir anayasanın yapılması hususlarının yer aldığı söylenmişti.

5 Nisan 2023 tarihinde ise bir HDP sözcüsü, PKK’nın kanalına yaptığı açıklamada, Anayasa’nın ilk dört maddesinin değiştirilmesi gerektiğini söyleyerek, “Türkçeyi tek dil kabul eden, Türklüğü tek ulus olarak kabul eden bir anayasayla ilerlemek mümkün değil. Dokunulamaz maddelerle ilerlemek mümkün değil. Türkçe ve Türklüğe dokunacağız” diye açıklamalarda bulunmuştu.

Benzer açıklamalar diğer bölücü odaklar, etnik milliyetçilik yapan kesimler ve siyasi oluşumlar tarafından da yapılmakta. Yani tarafları değişse de emelleri doğrultusundaki talepleri değişmiyor.

ŞİMDİ ANLADINIZ MI BU ANAYASA DEĞİŞİKLİK İSTEMLERİ NİYE YAPILIYOR?

Bu talepleri hoş ve makul karşılayanlar ya bu tehlikenin farkında değillerdir, ya da bu bölücülerle iş birliği içerisindedirler. Mızrağı çuvala sığdıranlara ve sığdırmaya çalışanlara karşı çok uyanık olmalıyız.

Tehlike büyüktür!!

Siyasi ikbal ve oy sevdası vatan sevgisinin önüne asla geçmemelidir. Ülkemizde T.C. Anayasası’nın beka, birlik ve beraberliğimizin temellerini oluşturan değişmez hükümlerini tartışmaya ve değiştirmeye kalkanların asıl amaçları ortadadır.

ANAYASAMIZDAKİ TÜRK MİLLETİ TANIMI IRKİ VE ETNİK BİR TANIM DEĞİLDİR!

Unutulmamalıdır ki, Türkiye Cumhuriyetinde ırki, dinî veya diğer şekillerde etnik bir Türklük tanımı ve kavramı yoktur, vatandaşlık bağlamında anayasal Türklük tanımı vardır.

Anayasamızın 66’ncı maddesi çok nettir;

  • “Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı herkes Türk’tür!”

Bu tanımdan rahatsız olanlar asıl ırkçı, ayrılıkçı, bölücü Devlet ve Atatürk düşmanlarıdır! Çünkü Atatürk, Türk Milleti’ni kapsayıcı olarak şöyle tarif etmiştir;

  • Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına (ahalisine) Türk Milleti denir!!

Bu tanıma kim karşı çıkıyorsa onlardan uzak durmak gerekir!

HİÇBİR MİLLET KİMLİĞİNİ HEMŞERİLİĞE İNDİRGEMEZ, İNDİRGETMEZ!

Türk ve Türk Milleti yerine “Türkiyelilik” gibi ulus kimliğimizi kökten yıkacak önerilere itibar etmemek çok önemlidir. “Anayasa’ya “Türkiyelilik” ekleyelim, bakın Amerikalı var, Çinli var, Yunanlı var… Onlarda sorun olmuyor da bizde mi sorun olacak?” diyenler biliniz ki ya cahildir, ya da haindir!

Neden mi? Çünkü Amerikalı, Çinli ve Yunanlı apaçık Türkçe tercüme hatalarıdır. Zira İngilizceleri “American, Chinese, Greek”dir. Yani “Amerikan, Çini, Yunan’dır.”

“Fransız, Alman, İngiliz’dir. Fransalı, Almanyalı, İngiltereli değildir.”

Yani bu tür (sözde) birleştirici gibi sunulan dayanaksız öneriler, aslında ayrıştırıcı ve ulus kimliğimizi yıkıcı fitnelerdir.

Biz hep birlikte Türk Milletiyiz!

Allah Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve Türk Milleti’ni korusun!

Yeni anayasa konusu

Olaylar ve Görüşler

Bülent Serim
ESKİ ANAYASA MAHKEMESİ GENEL SEKRETERİ
10 Mayıs 2024 Cumhuriyet

Yeni bir anayasa yapmak “devlet yetkisi” kapsamındadır.
Devlet yetkisinin kaynağı anayasadır.
Anayasada düzenlenmeyen hiçbir devlet yetkisi kullanılamaz.
Anayasanın 6. maddesinde bu durum açık biçimde ifade edilmiştir:

  • “Hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.”

Bununla da yetinilmemiş, 11. maddeye “anayasa hükümlerinin yasama organını bağladığı” açık biçimde yazılmıştır.

Bugünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), yürürlükteki anayasamıza göre seçilip oluşturulmuştur. Varlığının ve meşruluğunun kaynağı bu anayasadır. Ancak bu anayasa ile verilen yetkileri kullanabilir.

Anayasanın görev ve yetkilerini sayan 89. maddesi dahil, hiçbir maddesinde TBMM’ye “yeni bir anayasa yapma yetkisi” verilmemiştir.

Örneğin İsviçre (m.193), Bulgaristan (m. 153), Almanya (m. 146), İspanya (m.168) ve Finlandiya (m. 95) anayasaları parlamentolarına yeni anayasa yapma yetkisi vermiştir. Ama bizim anayasamızda bu yetki verilmemiştir.

Yalnızca anayasanın 175. maddesinde yürürlükteki anayasada değişiklik yapma yetkisi verilmiştir. Anayasada değişiklik yapılırken de yetkisi sınırlıdır;

  • Anayasanın ilk dört maddesini değiştiremez ve başka maddelerde yapacağı değişikliklerle Cumhuriyetin niteliklerinin içini boşaltamaz.

Yalnız TBMM değil, “millet” de anayasa ile bağlıdır ve “iradesi” anayasal kurallarla sınırlıdır.

Bu durum anayasada ifadesini bulmaktadır. Bakınız, “egemenliği kayıtsız şartsız millete veren” anayasanın 6. maddesinde ne denilmektedir:

  • “Türk milleti egemenliğini anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanır.”

Yani egemenlik “kayıtsız şartsız” milletindir”; ancak millet, egemenliği kullanırken “anayasal kurallarla sınırlıdır.

Yine 11. maddede, “anayasa hükümlerinin kişileri de bağlayacağı” açık biçimde ifade edilmiştir.

Ayrıca belirtmek gerekir ki; milletvekilleri görevlerine başlarken “anayasaya sadakatten ayrılmayacaklarına” (m. 81), cumhurbaşkanı da “anayasaya bağlı kalacağına” (m. 103) yemin etmektedirler. Yani mevcut anayasaya bağlılık ve sadakat, anayasa dışına çıkıp yetki kullanılmasını engellemektedir.

Bu kurallar karşısında

  • TBMM ve millet yetkisini kullanırken anayasal kurallarla sınırlı olacaktır.
  • Yani anayasada yetki verilmediği için yeni bir anayasa yapamayacaktır.

Anayasaya uymamayı alışkanlık haline getiren siyasal iktidarın dediği gibi TBMM yeni bir anayasa yapsa ve bu anayasa halkoyunun kabulünden sonra Resmi Gazetede yayımlansa bile geçerli olmayacaktır. Yapanlar yine anayasayı ihlalle sorumlu olacaklardır.

Ayrıca belirtmek gerekir ki; iktidardaki partiden kaynaklanan kimi özel nedenler, bırakınız yeni bir anayasa yapmayı, bu amaçla masaya oturmaya bile engeldir.

Kurucu ve toplumsal sözleşme niteliğinde olan, bu niteliğine karşın yalnızca bir siyasal parti tarafından hazırlanan bir anayasa taslağı görüşme konusu yapılamaz.

Anayasa Mahkemesi,
AKP’nin “laiklik karşıtı eylemlerin odağı bir parti” olduğuna karar vermiştir.

İktidardaki parti, laiklik karşıtı olmaktan vazgeçmediğini toplumsal yaşam ve eğitim alanındaki uygulamalarıyla ortaya koymaktadır. Bu partinin yapacağı anayasada daha İslami bir yapı getirileceği bellidir. Oysa Atatürk Cumhuriyeti’nin temelinde laiklik vardır.

Laikliğin kaldırılması, içinin boşaltılması ya da din ve vicdan özgürlüğüne indirgenmesi asla kabul edilemez ve bunu amaçlayanlarla asla masaya oturulamaz.

Parlamenter sistemi değil, hâlâ “tek adam” sistemini savunan; hatta bununla da yetinmeyip bu sistemi o “tek adam” lehine daha uzun ömürlü ve kolaylaştırıcı hale getirmeye çalışan bir iktidarla asla masaya oturulamaz.

Anayasaya uymayan, anayasayı daha çok kendine uydurmak için yeni bir anayasa isteyen bir iktidarla asla masaya oturulamaz.

Çağdaş demokrasinin temel direği Anayasa Mahkemesi için “kaldırılsın” diyenlerle;
Anayasa Mahkemesi kararlarına uymayanlarla; Anayasa Mahkemesi kararını yok sayarak Yargıtay kararını Meclis’te okutup Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürüldüğünü sananlarla
asla masaya oturulamaz.

TÜRKİYE’de İŞÇİ – EMEKÇİ, EMEKLİ KİMDİR?


Prof. Dr. Halil ÇİVİ

İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

 

TÜRKİYE’de İŞÇİ – EMEKÇİ, EMEKLİ KİMDİR?

Üretirken alın teri döken,
Tüketirken parasızlık çeken,
Ömür boyu kemer sıkan,
Enflasyon kurbanı,
Satın aldığı her ürüne
Milyarderlerle eşit vergi ödeyen,
Yeterince örgütlenememiş,
Sermaye partilerine oy veren,

Çoğu sarı sendika üyesi,
Sermayenin değirmenine
Sürekli su, kesesine de
Sürekli para akıtan,
Emekli olunca da yine hep
İktidarların eline bakan,
Elleri hep nasırlı,
Alınlarında hiç ter
Eksik olmayan,

Seçimden seçime
Yurttaşlığı anımsanan;
Irkçı yobazların,
Dinbaz sermayenin,
Dinbaz ulemanın ve de
Dinbaz siyasetçilerin
Kutsal değerler ve
İnanç sömürülerine açık;

Kıt kanaat geçinen…
Yüzleri ak, alınları pak,
Duyguları saf ve temiz,
Elleri öpülesi insanlar.

Halil Çivi, 01 Mayıs 2024

Genel iradeyi TBMM’ye yansıtmak için…

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 09.05.2024, BİRGÜN 

“Millet desteği veya seçmen tercihi”, Yasama çalışmalarındaki aykırılıkları “aklama bahanesi”. Yasa önerilerinin Anayasa’ya veya kamu yararına aykırılık iddialarını çürütemeyen Cumhur İttifakı vekillerinin sıkça dillendirdiği bu siyasal referansın ötesi var: Anayasa’ya aykırı ise Anayasa Mahkemesi karar verir.

TBMM faaliyetlerinde her vesile ile partilerinin kazandığı ve CHP’nin yitirdiği seçim sayısını dillendirmekten geri durmayan AKP’liler, Anayasa’ya ve ülke çıkarlarına aykırı, dahası Anayasa Mahkemesince iptal edilen yasaları oylama alışkanlığını hep sürdürdü: “sayısal üstünlük, hep ‘haklılık ölçütü’ oldu AKP ve MHP için.

Bu yaklaşım, müzakereci demokrasiyi engellediği gibi yasamayı da işlevsizleştirdi. Koalisyon değil, tek parti çoğunluğu olsaydı, yanlışı düzelttirmek daha kolay olabilirdi. ‘TBMM’ye takılan ters kelepçe’ olarak nitelediğim ittifak, vasat bir yasama faaliyetini bile engelliyor.

31 Mart’ta, TBMM’deki sayısal çoğunluğun toplumsal desteğini azınlığa düşüren seçmen iradesi, AKP-MHP ittifakının, yasama uygulamasını gözden geçirmesini gerekli kılıyor. Eğer 2017 Anayasa dayatması ile parlamenter rejim lağvedilmese idi, hükümet değişikliği bile gündeme gelirdi. Bu nedenle, 2017 kurgusu içinde yapılabilecekler, demokratik olmayan bu kurgunun lağvedilmesi hedefine de yönelmeli.

Öncelikle demos (halk) iradesi, üç aşamalı okunmalı: 31 Mart’a giden yol; 31 Mart sonuçları ve halk iradesinin TBMM’ye yansıması.

31 Mart’a giden yola damgasını vuran üçlü: Saray, Devlet’in bütün güç ve olanaklarını sahaya sürdü; AKP-MHP, dezenformasyona dayalı seçim kampanyası yürüttü.

  • Yerel seçimler, ülke genelinde Cumhur İttifakı ve Cumhurbaşkanı için plebisite dönüştürüldü.

31 Mart sonucu: Seçmen, tercihini Cumhur İttifakı ve CB için değil CHP için yaptı.

31 Mart sonrası: Belediye başkanlıkları el değiştirirken ‘yavru Saray enkazları’ndan fışkıranlar, ‘saraylar saltanatı’nın yalnızca görünen yüzü. Toplumsal yaşam açısından örneğin 1 Mayıs görüntüsü, 31 Mart için İstanbul seçmeninden Anayasa’ya aykırı biçimde oy dilenen İçişleri Bakanı’nın, “oy yok ise, özgürlük de yok” dercesine Anayasa ihlalinde direnmesidir. Saray ise, demos ve CHP sayesinde yumuşama işaretleri vermiş olsa da, bilime aykırı eğitim ve Anayasa dışı uygulamalar hız kesmiyor.

Bu çerçevede 31 Mart,  Yasama açısından nasıl okunmalı? Halk iradesi ve temsilcileri arasındaki ayrışma ışığında, yasama faaliyetine Anayasa üstünlüğünün geçerli kılınması, CHP’nin yasama politikasını yenilemesi ve gözden geçirmesine bağlı. Zira “siyasal üstünlük” (CHP), “sayısal üstünlük, haklılık ölçütüdür” (AKP-MHP) algısını yıktı.

Bu nedenle başta CHP, ama aynı zamanda DEM Parti, İYİP ve Saadet Partisi yasama politikalarını ayrı ayrı ve birlikte  (“azınlık bilinci” ile) gözden geçirmek durumunda.

AKP-MHP ikilisi için “Anayasa’ya saygı” testi, azınlık bilincinin sürekli canlı tutulmasına bağlı.

İkinci olarak, değişmez hüküm olarak görünüşte sahiplendikleri İnsan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyet”in özünü nasıl boşalttıkları üzerine farkındalık yaratılarak, Cumhur İttifakı’nın ikiyüzlülüğü sürekli teşhir edilmeli (sergilenmeli).

Üçüncü olarak, sözde “darbe ve sivil” karşıtlığı kurarak Anayasal dezenformasyon yaratan (dünya hukuk tarihinin en büyük toplu katliamını yapan Hükümet’in üyesi) TBMM Başkanı’nın, “sözde anayasa” girişiminin gerçek gündemi perdelemesi önlenmeli.

Nihayet, asıl hedef erkler ayrılığı, yargı bağımsızlığı ve parlamenter rejim ekseninde demokrasiyi yeniden inşa etmek olduğuna göre; amaç ve araç tutarlılığında söylem, eylem ve işlem sürekliliği esas olmalı.

Bu bağlamda ve siyasal iktidarın el değiştirmesine giden yolda, birinci parti olmanın psikolojik üstünlüğüne sahip CHP, demokratik gelecek için tarihsel sorumluluk ile karşı karşıya.

Özetle;

  • 2017 kurgusu ve uygulamasının Anayasal rejim ve sistemi ortadan kaldırdığı
    göz ardı edilmeksizin,
  • kişilere değil sistemsizliğin sürdürülemez olduğu gerçeğine odaklanılması ölçüsünde,
    genel irade TBMM’ye yansıtılarak demokratik hukuk devletini inşa umudu doğar.

===========================================
Yazarın Son Yazıları

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 8 Mayıs 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

TASARRUF

Tasarruf genelgeleri ve söylemleri gırla gidiyor.

SGK Başkanı üç maaş alıp, her görev için ayrı makam aracı kullanırken, tasarruf emekli maaşlarından yapılıyor.

Diyanet, bütçe toplantısını beş yıldızlı otelde yapıyor. DİB’nın Mekke’de bekletilen makam aracı olduğu açıklanıyor.

Utanmazlıktan da tasarruf yok…

TİŞÖRT (AS: T-Gömlek!)

Van’da bir ilkokul öğretmeni,
23 Nisan’da çocuklara Atatürk’lü tişört giydirdiği için MEB’nca kızağa çekildi.

Bakan Tekin’dir, ne yapsa yeridir…

MÜFREDAT

Tarikatçı Yusuf Tekin’in hazırlattığı binlerce sayfalık yeni müfredattan dinci gericilik akıyor.

Aydınlatma – eğitme yerine karartma – geriletme…

MÜLAKAT

Emniyet’teki yükselme sınavında yazılıdan 90 üstü puan alanlar mülakatta elenmiş.
98 puanlı şehit çocuğu da onlardan biri.

RTE seçim öncesi (11 Nisan 2023) mülakatı kaldıracağına söz vermişti.

Şimdi böyle bir söz vermediğini söylüyor. Bu durumda;

  1. Yalan söylüyor,
  2. Sağlık sorunu var…

ATEŞ

Sinan Ateş’in öldürülmesiyle ilgili iddianame 16 ay sonra (bu arada seçimler yapıldı, bitti) hazırlandı.

İddianameye göre olayın siyasetle ilgisi yokmuş.

Herkes öyle diyor!..

AK İT

Ak it gazetesi, 28 Şubat mahkumu generaller için manşetinde, ”İdam edilmediklerine şükretsinler” yazdı.

Dindar ve ?..

Asırlık çınar Cumhuriyet gazetesi

Benim Cumhuriyet'im

CumhuriyetAsırlık çınar Cumhuriyet gazetesi

07 Mayıs 2024, Cumhuriyet

Cumhuriyet gazetesi 100 yaşında!

Gazetemiz, Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt. Bu nedenle gazetenin yaşam öyküsü yalnızca Cumhuriyet gazetesinin değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk toplumunun da var olma öyküsüdür.

İstanbul işgal edildiğinde Yunus Nadi İstanbul’da Yenigün adını taşıyan gazetesini yayımlıyordu. Milli Mücadele‘yi desteklediği için işgal güçlerinin baskısı altındaydı. İşgalciler kendisini tutuklamak istediler, Yunus Nadi; Anadolu yolunu tuttu, Mustafa Kemal’e katıldı. Yalnızca Ankara’ya gitmekle kalmadı, Yenigün matbaasını da işgal altındaki İstanbul’dan parça parça sökerek Ankara’ya taşıdı ve 9 Ağustos 1920’den itibaren (başlayarak) Anadolu’da Yenigün adını taşıyan gazetesini yayımlamaya başladı.

İçtenlikli bir Kuvayı Milliyeci olan Yunus Nadi, hem Meclis’te çalışıyor hem de gazetesi ile Milli Mücadele’yi destekliyordu

Cumhuriyet ilan edilince Yunus Nadi, Atatürk’ün isteği ile Cumhuriyet gazetesini kurdu ve gazetenin ilk sayısı 7 Mayıs 1924 tarihinde yayımlandı.

Yunus Nadi tam 100 yıl önce, ilk gün yazdığı başyazıda Cumhuriyet gazetesinin ilkelerini tanımlamıştı. Yunus Nadi, 100 yıl önce şöyle diyordu:

  • “Biz Cumhuriyetin koruyucusuyuz…
  • azetemiz ne hükümet gazetesi ne de parti gazetesidir.
  • Cumhuriyet sadece Cumhuriyetin bilimsel ifadesiyle demokrasinin savunucusudur.”

100 yıl boyunca her dönemin etkin kalemleri, düşün dünyasının en önemli yazarları hep Cumhuriyet’te toplandı. Bu köklü çınar sansüre, her türlü baskıya karşı çıkarak özgür basının sembolü olmuştur.

Gazetenin yazarları öldürüldü. Onlar basın şehitleridir.
Gazetenin yazarları hapse atıldı. Gazetemizin ilanları kesildi.

Gazetenin bahçesine üç kez bomba atıldı. Tüm susturma çabalarına karşın Cumhuriyet’i susturamadılar.

Cumhuriyet bugün başı dik, Aydınlanma ve demokrasi mücadelesini sürdürüyor.

Cumhuriyet gazetesi dünyada eşi olmayan bir yönetim modeline sahiptir. Holdingleri yok, şirketleri yok, yan kazançları yok, patronu yok…

Gazete 31 yıllık Cumhuriyet Vakfı tarafından yönetiliyor. Vakıf yönetim kurulunu gazetenin çalışanları ve Atatürkçü aydınlar oluşturuyor.

  • Cumhuriyet’in en büyük sahibi sadık okurlarıdır.

Yunus Nadi’nin 100 yıl önce yazdığı gibi Cumhuriyet, Atatürk’ün Aydınlanma yolunda yürümeye devam edecek. Aynı zamanda hukuk devleti ve güçler ayrılığına dayalı tam demokrasinin gerçekleşmesi için de mücadelesini sürdürecektir.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sonsuza dek10 Kasım 2023

Din eğitimi yerine sanat eğitimi

İsmail Altınok

Ressam İsmail Altınok’un 1968’de Vatan gazetesi sanat sayfasında yayınladığı bu yazının güncelliği ne yazık ki sürüyor.

Vatan Gazetesi (31 Temmuz 1968 Çarşamba)
Fikir ve Sanat köşesi.
Gercekedebiyat.com
Din eğitimi yerine sanat eğitimi / İsmail Altınok (gercekedebiyat.com) 

Son Konya olayları karşısında aklımıza gelen ilk düşünce bu oldu. Din eğitimi yerine sanat eğitimi.

Sözde kültürlü din adamı yetiştirerek halkımızı eğitmeye çalışacağımıza, iyi düzenlenmiş sanat gösterileri ile çağımızın duygu ve düşüncelerini toplumumuza aşılayabilseydik bugün bu durum daha başka olurdu.

Eski din adamlarımızın kültürsüz oldukları, bu nedenle geçmişimizdeki utanç verici olayları hazırladıkları, bugünkü koşullar içinde ise din adamlarımızın yararlı olabileceği inancı bizi yanılttı. Kültürlü din adamı yetiştirelim derken, din, yine ters amaçlar için kullanılan bir araç durumuna getirildi.

Bugünkü din adamlarının da geçmişteki din adamları gibi devlet yönetimini ellerinde tutmak istedikleri ve her çeşit yeniliğe karşı oldukları anlaşılmıştır.

Bunu daha iyi anlayabilmek için geçmişimize bir göz atmak yerinde olur:

10. Yüzyılda Türklerin İslamlığı benimsemesinden sonra Büyük Selçuklular döneminde (1065’te) Bağdat’ta ilk medrese açılmıştır. Zamanla bu medreseler İslami yüksek öğretim kurumu oldu. Halk çocukları için de dinsel ihtiyaçları karşılamak üzere  “mahalle sıbyan mektepleri” açıldı. Medreselerde Arapça olarak şer’i dersler, Aristo mantığı ile ayet ve hadislerin tefsirleri okutulur, mahalle ve sıbyan mekteplerinde de “elif ba, tecvit ve ilmihal ile padişah ve Muhammet ümmeti için dualar ezberletilirdi.

Medreselerden çıkanlar, devletin yönetimi ve yargı alanlarında görevler alırlardı.

Böyle, bütünüyle dinsel bir öğretim ve eğitimden geçen medreselilerin, dinsel hukukun ve şeriatın temsilciliğini yapmaları ve günün koşullarına göre yapılmak istenen yeniliklere karşı durmaları doğaldır.

Nitekim, kimi ıslahat (düZelterek yenileştirme) hareketlerinin yapılmasının zorunlu görüldüğü Tanzimat döneminde din adamları ve medreseliler yeniliklere tepkiler göstermişler ve kan dökülmesine neden olmuşlardır. Patrona Halil ayaklanması, Kabakçı Mustafa isyanı bu dönemin önemli olaylarıdır.

Tanzimat’tan sonraki dönemde de yeniliklere karşı tepkiler sürer. 31 Mart ayaklanması bunlardan biridir.

  • Geri kalmamızın doğru ve kesin tanısını ilk koyan ve bu gericilere “dur!” diyen
    Atatürk olmuştur.

Gerçi din adamları O’na karşı da ayaklanmışlardır; fakat isteklerini elde edememişlerdi. Şeyh Sait İsyanı, Menemen olayı, Ticani ve Nurculuk hareketleri Cumhuriyet döneminde görülen gericilik hareketleridir.

Bir de Avrupa’yı bu bakımdan ele alalım:

Orta Çağ’da Avrupa da bizim durumumuzdadır. Din eğitimi olabildiğince egemendir, okullarda Latince ile teolojik bilgiler öğretilmektedir. Yönetim kilisenin elindedir. Bu durum Rönesans’a dek sürer.

  • Rönesans hareketi, gözlem ve deneylerle Doğa’nın incelenmesini yayar.

Dinsel bilgilerle doğa olaylarının çözümlenemeyeceği anlaşılır. Sosyo-ekonomik gelişmeler de, yeni yaşam düzleminde pratik öğrenim gereksinimlerinin öne alınmasını gerektirir.

  • Böylece okullar dinci / dinsel öğretim ve eğitimden kurtarılarak
    pozitif bilimlerin, güzel sanatların öğretildiği kurumlar durumuna getirilirler.

Bizim toplumumuz bu evrelerden geçmediği için, Atatürk, dinci / dinsel eğitimi kaldırıp laik öğretimi getirmiş, dinsel hukuk yerine medeni hukuku ülkemize yerleştirmiştir.

Ayrıca, uygar ve ulusçu bir toplum olmanın gereklerini düşünerek devrimler yapmış,

  • Türk dilini Arapça ve Acemce kelimelerden temizleyerek arı dil olma yoluna sokmuştur.

Geçmişimizde Atatürk’e benzer bir devlet adamı göremeyiz.

Yalnızca 1277’de Karamanoğlu Mehmet Bey, Konya’yı Selçuklulardan alıp Türkçe’yi resmi dil ilan eder ki, bunun da sonu getirilemez.

Atatürk’ün gerçekleştirdiği bu düzen içinde yapılacak önemli işlerden biri de sanat eğitimi idi. Batıdaki uluslar toplumlarını eğitmek için, mevsimlere ve bölgelere göre büyük sanat hareketleri düzenlerken, biz göstermelik işlerle yetindik; sanat çalışmalarını yaygın duruma getiremedik. Gittikçe artan boş insanlarımızı sazlarla, sözlerle, maçlarla oyalamaya çalıştık.

Batı’da birbiri arkasına büyük sergiler açılır, yılda birkaç kez müzik ve film festivalleri düzenlenirken, tiyatro ve bale gösterileri gittikçe yaygınlaştırılır, televizyon önemli bir eğitim aracı durumuna getirilirken, bunların nedeni üzerinde hiç durmadık.

Şimdi ise yine, Türk olduğunu unutan, Türkçe’nin bilincine varamayan, uygarlığa katılmak istemeyen, eski kulluklarına kavuşmayı ne pahasına olursa olsun kafasına koyan, bunun için eğitemediğimiz halkı ve onların elinde yetişen İmam- Hatiplileri kaba güç olarak kullanan sözde din adamları ile karşı karşıya bulunuyoruz.

Bir kez daha söyleyelim ki;

  • “Bizi yaratan doğa, insan eden de sanattır.” (AS: ve Bilim!)

Biz de bir an önce bu sözün bilincine vararak uygulamasına girişmeliyiz.

Prof. Dr. D. Gözütok Cumhuriyet’in konuğu : MEB’in yeni taslağı

Prof. Dr. Gözütok, MEB’in taslağında amacın ulusu ümmet yapmak olduğunu söyledi: Kulluğun sonu ortaçağ

Prof. Dr. Gözütok, MEB’in taslağında amacın ulusu ümmet yapmak olduğunu söyledi: Kulluğun sonu ortaçağ!

Bu taslak metin,
– vatanı ‘mülk’,
– ulusu ‘ümmet’,
– yurttaşı ‘kul’ yapmayı amaçlıyor.
Türkiye’yi ortaçağ karanlığına götürmeyi hedefliyor.
Gericileşmede büyük adımlarla yol alınıyor.
Geleceğin erişkinlerine, 12 yıl içinde yapılan ve ‘yenilikler’ getirdiği iddia edilen bu değişiklikler ihmaldir, istismardır,
çocuklara uygulanan zihinsel, duygusal ve bedensel şiddettir.

 

Prof. Dr. Dilek Gözütok Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı. 

– Adına “müfredat” denen “eğitim programı” nedir?

Eğitim programı, ülkenin yetiştireceği insanın özelliklerini tanımlayan, nasıl yetiştirileceğini, nasıl değerlendirileceğini planlayan ürünlerdir. 1924’ten başlayarak hazırlanan ve uygulanan eğitim programlarında milli, manevi, ahlâksal, kültürel ve sosyal değerler yer aldı; bu eğitim programları aracılığı ile bireyin, toplumun ve ülkenin gereksinimlerinin karşılanması amaçlandı. Toplumu oluşturan bireylerin ümmetten vatandaşa dönüştürülmesi için çaba gösterildi.

  • Cumhuriyet, “Türk Devrimi”ni gerçekleştirdiği eğitim programlarıyla mülkten “vatan”, ümmetten “ulus” yarattı, kulu “yurttaş” yaptı.

– Bu durum ne zaman değişmeye başladı?

1950’li yıllarda eğitim programlarında seçmeli Din Dersi vardı. Ders, seçmeliydi ama çocuğunun bu derse girmesini istemeyen veli “Girmesini istemiyorum” diye dilekçe (bildirim) verirdi. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında, eğitimde bilim dışı ve laiklik karşıtı uygulamalar devlet politikası oldu. 1982 Anayasasına aykırı olarak 4. sınıftan lise son sınıfa dek zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi kondu. Velilerin mücadelesi ile

  • AHİM, zorunlu din dersinin insan hakları ihlali (çiğnemi) olduğu kararını verdi.

Ancak 2012’de 4+4+4 yapılanması ile programlara çeşitli adlarla din ağırlıklı seçmeli dersler yerleştirildi ve öğrencilerin seçmesi için okul yönetimlerine baskı uygulandı. Her bilim dışı program değişikliğinde “seçmeli”, “zorunlu seçmeli” başlıklarında çok sayıda din içerikli ders, programlara yerleştirildi. Akademik okulların programları İmam Hatip Okulu programlarına benzetildi.

– Tüm bu değişiklikler yapılırken kimlerden yararlanıldı?

AKP iktidara geldiğinde MEB’de üniversitelerin Eğitim Bilimleri bölümlerinden bilim uzmanlığı ve doktora derecesi alan deneyimli öğrencilerimizi dağıttı. Gerici anlayışa hizmet eden kişilerle kadrosunu oluşturdu. Yeni kadro üyelerinin bir kısmı FETÖ ya da farklı cemaat mensupları, bir kısmı akademik camiada başarılı olamamış AKP’ye biat eden üniversite öğretim üyeleri ya da emperyalist kuruluşlara hizmet edenlerdi. Özellikle Kemalist bilim insanları YÖK’ün saldırıları ile hırpalandı, kadro verilmedi, bir kısmı KHK ile atıldı.

– Bilim insanları olarak sizler ne yaptınız?

İlk yıllarda henüz üniversiteler işgal edilmemişti. Demokratik kitle örgütleri, eğitim sendikaları, hatta veliler bile hak arayabiliyor, dava açabiliyor, mücadele edebiliyordu. Demokratik kitle örgütleri ve üniversiteler olarak araştırmalar yaptık,  kongreler ve yürüyüşler düzenledik, gazlar yedik. O zamanlar sesimiz daha çok çıkıyordu. 2005’te veliler programı dava etti. Danıştay 10. Dairesi, Hayat Bilgisi ve Türkçe dersleri programlarını “Türk Milli Eğitiminin amaçlarına ve demokratik değerlere uygun değil” gerekçesiyle iptal etti. Ama üç beş sözcük ekleyip 2009 programı diye TTK’ya onaylattılar.

– Darbe girişimi öncesi eğitimde FETÖ’nün etkisi nasıldı?

2013’ten itibaren her gelen bakan yeniden program yapmaya kalktı ve 2016’ya kadar hep FETÖ’cüler çalıştı. Subliminal mesajlar veren kitapları onlar bastı. Örneğin Din Bilgisi kitabında FETÖ’nün Türkçe olimpiyatları sembolü vardı. Peygamberin hayatıyla Türkçe olimpiyatlarının ne ilgisi var? Biz bunları hep yazdık, çizdik, paneller düzenledik, dava ettik ama baş edemedik. Yıkım projesi çok güçlüydü.

– 15 Temmuz sonrası neler değişti?

15 Temmuz’dan sonra, FETÖ reklamı içeren binlerce kitap ve kitap sayfaları MEB tarafından yok edildi. AKP iktidarı kendi bastırdığı ders kitaplarını imha ederek “Türk Eğitim Tarihi”ne geçti. Onların hazırladığı kitaplardan sayfalar çıkarıldı. Kitaplar yakıldı. Kendilerince kitapları FETÖ’den ayıkladılar. O dönemin bakanı “Nitelikli okul, niteliksiz okul” ayrımı yaptı ve “proje okulları” diye İstanbul Erkek Lisesi, Galatasaray Lisesi gibi okullara saldırdılar. Okulların müdürleri değişti, olaylar çıktı. Yani insanlar çok mücadele etti ama her yerden saldırdılar. Bakan İsmet Yılmaz “Programları değiştiriyorum, 15 gün izin veriyorum. Herkes incelesin, görüş alacağım.” dedi. Üniversitede çalışma grupları kurduk, inceledik,  sendikalarla raporlar hazırladık. Bir cümlesine bile bakmadan programı uygulamaya koydular.

– Şimdi de inceleme için bir hafta zaman tanındı…

Bir hafta diyorlar ama yalan. Ancak şu an daha öncekilere göre çok daha kritik.

– Neden daha kritik?

Metinde, “bilim” yalnızca 43 kez, “ahlak” 61 kez, “erdem” 46 kez, “değer” ise hepsinden fazla, yüzlerce kez kullanılırken, Atatürk ve Cumhuriyet geçmiyor. Gelişim ve evrim demekten kaçınmak için “tekâmül”, bilim yerine “ilim” sözcüklerinin kullanılması, “belagat”, “kâmil insan”  vurguları, kendi ideolojilerine uygun bir nesil yetiştirme hedefledikleri anlamına geliyor. Sanki tekkede mürit yetiştiriyorlar.

“SONU HÜSRAN”

– Bu programla zaten eğitime sokulan tarikat ve cemaatlerin etkisini daha da mı fazla görüyoruz?

Rektör yapılması için özel geçici yasa çıkarılan Milli Eğitim Bakanı TBMM’de  “Cemaatler STK’dır. Onlarla protokoller yapmaya devam edeceğiz.” dedi. Tarikat ve cemaatleri STK olarak gören anlayış, çağdaş bir eğitim programı yapamaz.

Metinde çocukların düşünme ve sorgulama becerilerini geliştiren Felsefeye 67 sayfa ayrılırken Din Öğretimine 572 sayfa ayrılmış.
İmam Hatip okullarındaki başarısızlıktan ders almamışlar.
Şimdi bütün okulları imam hatip ruhuyla götürmeye çalışacaklar. Sonu hüsran bir politika. 

– Taslak metni incelediğinizde başka neler dikkatinizi çekti?

Kurtuluş Savaşı’nda Hanedanın ihaneti görmezden geliniyor.
Cumhuriyet ve devrimler, olabildiğince kısa tutuluyor.
Bilimsellik sözde kalmış, Evrim kuramına yer verilmiyor.
Din kültürü dersi tümüyle Emevi öğretisine dönüşmüş, öbür dinlerden hiç söz edilmiyor.

– “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adını nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP’nin seçim sloganı olan “Türkiye Yüzyılı” ne demek? Dünyada hiçbir ülkenin yapamadığı bir icat mı yapıldı? Bu sıfatı uluslararası bir kuruluş mu verdi? Türkiye Cumhuriyetinde yüz yıldan beri Arapça olan, konu listesi anlamına gelen ”müfredat” kavramı kullanılmaz. Eğitim Programı, Öğretim Programı, Ders Programı kavramları kullanılır. 21. yüzyılda “eğitim programı” konu listesi değil, çok boyutlu bilimsel araştırma sürecidir. Üniversitelerimizde Eğitimde Program Geliştirme bölümleri, YÖK’te bu adla doçentlik alanı var. Türkiye’de Eğitimde Program Geliştirme doçent ve profesörleri, bilim uzmanları var.

  • Maarif Modeli” kavramı, FETÖ’nün yurt dışında kurulan Maarif Vakfı’nın ve bu vakfa bağlanan okulların modelidir ve Arapça bir kavramdır.

Türkiye Cumhuriyetinde Eğitim konusunu çalışan Bakana Maarif Vekili değil, “Milli Eğitim Bakanı” denir.

– Bu programda amaç nedir?

Metne bakıldığında ülkeyi toptan dincileştirmeyi amaçladığı, bilimin ürünlerine, evrime, integrale bile karşı olup kapsamdan çıkarıldığı görülüyor.

Bu taslak
– vatanı “mülk”,
– ulusu “ümmet”,
– yurttaşı  “kul” yapmayı amaçlıyor.

  • 2005’ten beri uygulanmakta olan bütün programlar Türkiye’yi ortaçağ karanlığına götürmeyi hedefliyor.

Köklü Cumhuriyet değerlerini savunan kuruluşların direnmesine karşın, gericileşmede büyük adımlarla yol alınıyor.

Cumhuriyetin kurduğu kurumlar yıkıldı, değerler altüst edildi.

Hile hurda ile seçim kazanıldı, Türkiye Cumhuriyetinin yönetim biçimi değiştirildi.

Cemaatler bu ülkenin kaynakları ile mahalleler, hastaneler, üniversiteler, okullar ve holdingler kurdu.

Sığınmacı ve göçmenlerle ülkenin demografik yapısı değişti. Manzara çok karanlık.

– Mevcut eğitim sistemini nasıl özetlersiniz?

Bugün uygulanan eğitim programları ulusal, bilimsel ve laik değil!

Tarihi, Türkçeyi ve öbür bilim alanlarını, hatta dini bile yanlış öğretiyor.

6 yaşından 18 yaşına dek öğretim sistemi içinde olan geleceğin erişkinlerine, 12 yıl içinde yapılan, “yenilikler” getirdiği iddia edilen bu değişiklikler ihmaldir, istismardır.

Çocuklara uygulanan zihinsel, duygusal ve bedensel şiddettir.

Bugün örgün eğitim yaşındaki 2 milyon çocuk eğitimin dışına çıkarıldı. Açık ortaokul ve açık liseye kayıtlı olan çocukların kimisi çırak, kimisi hafızlık kurslarında. Kimisi çocuk yaşta evlendirilmiş, çoğu da türlü iş alanlarında ucuz işgücü olarak çalıştırılıyor.

  • Yüz binlerce çocuğun cemaatlerin elinde olduğu, uğradıkları şiddet, istismar ve intihar haberleri basında yer alıyor.

Yoksul aile çocukları istekleri dışında imam hatip okullarına kaydediliyor, öbürleri özel okullara gitmek zorunda kalıyor. Kamusal eğitim yerine cemaatlere ait özel okullar destekleniyor. 3-6 yaşındaki çocukların yalnızca yüzde 39’u okul öncesi eğitime katılabiliyor, bunların yarıdan fazlası ya özel eğitim kurumlarında ya da diyanetin/cemaatlerin açtığı anaokullarında Kur’an kurslarında.

– Bu eğitim programları Türkiye’nin geleceğini nasıl etkiler? 

Bugün uygulanmakta olan eğitim programlarıyla ancak sorgulamayan, eleştirmeyen, bilimsel düşünemeyen, okuduğunu anlamayan, biat eden Cumhuriyet düşmanı bireyler yetiştirilebilir. Adına müfredat dedikleri metnin tamamı, anayasanın laiklik ilkesine ve Milli Eğitim Yasası’na aykırı. Bu ürünü hazırlayanlar suç işliyor.

– Bu taslak program yeni eğitim öğretim yılında uygulamaya konabilir mi?

Eğer Cumhuriyet değerlerine inanan herkes, kurumlar, kuruluşlar bir araya gelip direnemezsek haftaya TTK’dan geçirip 2024-2025 öğretim yılında 1., 5. ve 9. sınıflarda bu akıl ve bilim dışı metni uygularlar.

  • Zaten kimi cemaat okulları MEB’in kitaplarını okutmuyor.

5-10 sayfalık fasiküller hazırlayıp eğitimi bu yolla yapıyorlar.

– Peki, öğretmenlerin eğitimi…

Nitelikli bir eğitim fakültesi okuyup, Cumhuriyet değerlerini içselleştirmiş öğretmenleri bir yana bırakırsak; ne yazık ki 1997’den beri öğretmenler ve öğretmenlik mesleği çok zarar gördü. Öğretmenlik sertifikası bile olmayanlar ya da uyduruk paralı öğretmenlik sertifikası olanlar, AKP yönetiminde KPSS’de düşük puan alanlar, bir yandaş sendika kanalıyla mülakatla öğretmen yapıldı. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri yasalarla planlanan hizmet içi eğitim programları kaldırıldı.

Öğretmenler eğitim programını okumuyor, anlamıyor!

Yalnızca kitap ya da kitap yerine geçen, kitap piyasasının hazırladığı materyallerle ders veriyorlar. Ne yazık ki çoğu ders planını internetten çıkarıyor hatta planı olmadan derse giriyor. MEB öğretmen gereksinimini kapatmak için öğretmen ataması yapmak yerine “ücretli” ya da “sözleşmeli” statüde istihdam yapıyor.

– Yerel seçimlerden birinci parti çıkan CHP bu manzarada nasıl bir yol izlemeli?

CHP, önceki yıllarda yapılan program değişiklikleri zamanına göre çok daha avantajlı ve güçlü. CHP halktan aldığı güçle bir şey yapmalı, gerekirse yollara dökülmeli.

  • Bu program, ülkemiz ve cumhuriyetimiz için bir beka sorunudur.

Her sözcüğüne itiraz ettiğimiz bu abuk ürünle cumhuriyet ve demokrasiye ilişkin toplumda kalan değerler de yok edilmek isteniyor.

Bu duruma itiraz, hatta isyan etmeli!

Cumhuriyet değerlerine sahip çıkıyorum” diyen siyasal partiler, sendikalar, basın-yayın kuruluşları, demokratik kitle örgütleri, veliler örgütlenip bu saldırıya karşı mücadele etmek zorunda.

Türkiye emperyal güçlerin içeriden ortakları ile işgal altında.

  • Yeniden  “Kurtuluş Savaşı” vermek zorundayız. 

– Her şeye rağmen uygulanırsa ne olur?

O zaman veli bilinçlendirilir ve çocuğunu okula göndermez!

Bu eylemlere Cumhuriyeti kuran parti, CHP önderlik etmeli. Bütün demokratik kitle örgütleri, meslek kuruluşları ve barolar  100. yılında Cumhuriyete sahip çıkmalı.

– Türk Milli Eğitimi’nin gereksinimi nedir?

Cumhuriyetin 100. yılında bir Mustafa Kemalimiz yok ama Cumhuriyet devrimlerinin her alanda yetiştirdiği çok donanımlı bilim ve sanat insanlarımız var. Cumhuriyet ilkeleri kapsamında yıkılan kurumları, çökertilen Eğitim Sistemini yeniden kurarız.
=========================================
PROF. DR. DİLEK GÖZÜTOK

Kilis’te doğdu. 1973’te Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’ndan mezun oldu. Lisans, yüksek lisans, doktora derecelerini Ankara Üniversitesi’nden aldı. Eğitim programları ve öğretim alanında 1995’te doçent, 2001’de profesör oldu. 2016’da emekli olan Gözütok’un eğitim programları alanında birçok yayını bulunuyor. Atatürkçü Düşünce, Çocuk İhmal ve İstismarını Önleme, Çağdaş Yaşamı Destekleme ve Cumhuriyet Kadınları derneklerinde çalışmalar yapan Gözütok, Laiklik Meclisi ve Eğitim İş Bilim Kurulu üyesi.

Ayyıldız Projesi 

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

Etimesgut’ta Milli Savunma Bakanlığı, Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıkları karargahlarını bir arada barındıracak Ayyıldız Projesinin temeli 30 Ağustos 2021’de cumhurbaşkanı tarafından atılmış, yapımı sürmektedir. Proje Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK)  bozulan komuta yapısını kalıcı duruma getirmeyi amaçlamaktadır.

Bozulan Komuta Yapısı

Askerlikte emir-komuta sistemi bir organizmanın sinir sistemine benzer işleve sahiptir.
Uzman olmayan kişilerce girişimde bulunulursa bünyeyi felç edebilir.

  • 15 Temmuz hain darbe girişimi fırsata dönüştürülerek 31 Temmuz 2016’da yayınlanan
    669 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile TSK’ya önemli darbeler vurulmuştur.

Bu darbelerden birisi TSK’nın üst düzey komuta yapısının askeri ilkelere ve anayasaya aykırı olarak bozulmasıdır. 669 sayılı KHK’nın 35. maddesi şöyledir:

MADDE 35 1/A- Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları Milli Savunma Bakanına bağlıdır. Bu Kanuna aykırı olmayan ve diğer kanunlarla Genelkurmay Başkanlığına verilen görev ve yetkilere ilişkin hükümler saklıdır.

Cumhurbaşkanı, gerekli gördüğünde Kuvvet Komutanları ile bağlılarından doğrudan bilgi alabilir ve bunlara doğrudan emir verebilir. Verilen emir, herhangi bir makamdan onay alınmaksızın derhal yerine getirilir.” 

Bu düzenleme anayasaya açıkça aykırıdır. Anayasanın 117. maddesi “Genelkurmay Başkanı silahlı kuvvetlerin komutanı olup, savaşta başkomutanlık görevlerini cumhurbaşkanlığı namına yerine getirir.” demektedir.

Anayasaya göre barışta TSK’nın komutanı Milli Savunma Bakanı değil, Genelkurmay Başkanıdır.

669 No’lu KHK ile Genelkurmay ve Kuvvet karargahları işlevsiz hale getirilmiş, görünürlükleri azaltılmıştır. Komutanlar denetleme ve ziyaretlerinde Bakana eşlik etmek dışında görülmemekte, kamuoyunda tanınmamaktadır. Ordu-ulus bütünleşmesi örselenmiştir.

TSK’nın komutanının Anayasaya göre Genelkurmay Başkanı, KHK’ya göre Milli Savunma Bakanı olması, emir-komutada belirsizlik oluşturmaktadır.

  • Emir-komutada belirsizlik, askerlikte yapılabilecek en büyük yanlıştır.

Savaş tarihi bunun acı örnekleri ile doludur. Anayasanın açık hükmünün KHK ile çiğnenmesi hukukun temel kuralı olan “normlar hiyerarşisine” aykırıdır.

2018‘den sonra Bakan olarak atanan eski Genelkurmay Başkanları, asker gibi davranmayı sürdürerek anayasaya aykırı hareket etmektedir.

Bu uygulama Genelkurmay Başkanlarında görev sürelerinsin sonunda Bakan olarak atanacakları beklentisini yaratarak Orduya siyasetin girmesine yol açma riskini içermektedir.

Bunun yanında Milli Savunma Bakanlığındaki general, Bakan Yardımcısı ve daire başkanları dahil kimi karargah ve kurumlarda general ve subay kadrolarına sivil kişiler atanmış, bunlara bulundukları kadro görevlerinin karşılığı olan general, subay statüsü (konumu) verilmiştir.
Askeri eğitim ve deneyimi olmadan sivil kişiler bu görevleri etkili olarak yerine getiremezken,
bu niteliklere sahip general ve subaylar dışlanmış olmaktadır. Bu durum askerlik mesleğini küçük görmektir.

Sorular…

Bu durumda aşağıdaki soruların yanıtlanması ve sorunların çözülmesi gerekmektedir:

  • TSK’nın sinir sistemi demek olan emir-komuta yapısı neden bozulmuştur?
  • Bu kimin işine yarar?
    • İsmet İnönü’nün, Fevzi Çakmak’ın makamında oturan ama Kuvvetlere komuta edemeyen Genelkurmay Başkanları, Anayasada kendilerine verilmiş olan yetki ve sorumluluktan nasıl ve neden vazgeçmişlerdir?
    • Yüzlerce personelin görev yaptığı Genelkurmay ve Kuvvet Karargâhlarının işlevleri nelerdir?
  • Barışta Kuvvetlere komuta edemeyen, Kuvvet geliştirme, savaşa hazırlık süreçlerine etkili olamayan, birlikleri denetleyemeyen, personelini tanıyamayan Genelkurmay Başkanı, savaşta Başkomutanlık görevini nasıl yerine getirebilecektir?
  • Subay, astsubay atamaları Bakanlıkça yapılmaktadır. Uzman erbaşlar dışında atama yetkileri olmayan Kuvvet Komutanları bunu nasıl kabullenmektedir?
  • KHK’da “Cumhurbaşkanı Kuvvet Komutanlarına ve bağlılarına emir verebilir bu emir herhangi bir makamdan emir almaksızın derhal yerine getirilir.” denmektedir. Askeri bilgi ve deneyimi olmayan Cumhurbaşkanı örneğin Kara Kuvvetleri Komutanı’na (hatta bir ordu komutanına) emir verecek, bu komutanlar amirlerine sormadan bu emri derhal yerine getireceklerdir. Bu durumda askerliğin temel kuralı olan emir-komuta birliği ve hiyerarşi (?) bozulmuş olmayacak mıdır? Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları bunu nasıl kabullenmektedir?
  • Bugünkü Bakan asker kökenlidir. Yarın askerliğini hiç yapmamış veya kısa dönem yapmış sivil bir politikacı, salt iktidar partisine ve başkanına sadakati nedeniyle Bakan olduğunda Kuvvetleri nasıl yönetebilecektir? Bu askerlik mesleğini küçümsemek ve ulusal güvenliği tehlikeye atmak değil midir?
  • Hiç kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz
    (AY md.6) kuralına karşın Milli Savunma Bakanı, kaynağını anayasadan almayan hatta anayasaya açıkça aykırı olan emir-komuta yetkisini nasıl kullanmaktadır?

669 sayılı KHK olağanüstü hal  (OHAL) döneminde çıkartılmıştır. OHAL kararnameleri olağanüstü durumun gerekleri kapsamını aşamaz ve olağanüstü durumu gerektiren ortamın düzeltilmesi amacıyla çıkartılabilir. Etkileri olağanüstü durum sonunda da sürecek kalıcı düzenlemeler KHK ile değil, yasayla yapılabilir. Bu konuda Anayasa Mahkemesi kararları (K.1991/1 ve K.1991/20) bağlayıcıdır. 669 sayılı KHK hukuk açısından da sorunludur.

Ulusal güvenliğimizi doğrudan etkileyen ve zayıflatan böyle bir değişikliğin kamuoyunda tartışılmadan, ilgililerin görüşleri alınmadan OHAL ortamında ivedilikle yapılması
demokrasiye aykırıdır.

Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıkları karargâhları birbirlerine yürüyüş uzaklığındadır.
Hatta Bakanlık ve Genelkurmay karargâhları bitişik binalardadır. Günümüzdeki iletişim olanakları dikkate alındığında, yakın ve eşgüdümlü çalışmalarına engel bir yerleşim söz konusu değildir. Bu karargahların Etimesgut’a taşınması durumunda şimdiki tarihsel binalar ne olacaktır?

Emir-komuta sistemindeki düzenleme ve buna uygun Pentagon benzeri altyapı ABD sistemine özenilerek yapılmaktadır. ABD silahlı kuvvetleri, o devletin küresel emperyal çıkarlarına göre örgütlenmiştir. Ana görevi yurdunu savunmak olan TSK’nın Komuta yapısı ABD’ye benzetilemez.

Cumhurbaşkanı “Ayyıldız Projesi“nin temel atma töreninde bunun “Dosta güven, düşmana korku vereceğini” söylemiştir. Dosta güven düşmana korku veren karargah binalarının görkemi değil, Ordu’nun gücüdür.

Ayyıldız Projesi, KHK ile bozulan komuta yapısındaki sakatlığı kalıcı kılmaya yöneliktir.
Bu yönü ile askerliğin temel kurallarına aykırı olduğu ölçüde, anayasaya da açıkça aykırıdır. Ulusal güvenliğimizi zayıflatıcı niteliktedir.

Sonuç ve öneriler…

  1. TSK’nın üst düzey emir-komuta ilişkileri .
  • “komuta birliği” ve “sadelik” savaş ilkelerine (harp prensiplerine) ve
  • TSK’nın görev ve geleneklerine uygun;
  • Anayasa ile uyumlu;
  • Rasyonel (akılcı);
  • Görev ve yetkilerin açıkça tanımlandığı bir yapıya dönüştürülmelidir.

2. Ayyıldız projesi iptal edilmeli, başka amaçlara yönlendirilmelidir.

3. Milli savunma Bakanlığı ve ast basamaklarında general, subay kadrolarına sivillerin atanmasına son verilmelidir.

Ulusal güvenliği doğrudan ilgilendiren bu konu hakkında, başta siyasal partiler olmak üzere demokratik kitle örgütlerince demokratik tepki gösterilmeli, kamuoyunda farkındalık yaratılmalıdır.