Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

Ayyıldız Projesi 

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

Etimesgut’ta Milli Savunma Bakanlığı, Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıkları karargahlarını bir arada barındıracak Ayyıldız Projesinin temeli 30 Ağustos 2021’de cumhurbaşkanı tarafından atılmış, yapımı sürmektedir. Proje Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK)  bozulan komuta yapısını kalıcı duruma getirmeyi amaçlamaktadır.

Bozulan Komuta Yapısı

Askerlikte emir-komuta sistemi bir organizmanın sinir sistemine benzer işleve sahiptir.
Uzman olmayan kişilerce girişimde bulunulursa bünyeyi felç edebilir.

  • 15 Temmuz hain darbe girişimi fırsata dönüştürülerek 31 Temmuz 2016’da yayınlanan
    669 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile TSK’ya önemli darbeler vurulmuştur.

Bu darbelerden birisi TSK’nın üst düzey komuta yapısının askeri ilkelere ve anayasaya aykırı olarak bozulmasıdır. 669 sayılı KHK’nın 35. maddesi şöyledir:

MADDE 35 1/A- Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları Milli Savunma Bakanına bağlıdır. Bu Kanuna aykırı olmayan ve diğer kanunlarla Genelkurmay Başkanlığına verilen görev ve yetkilere ilişkin hükümler saklıdır.

Cumhurbaşkanı, gerekli gördüğünde Kuvvet Komutanları ile bağlılarından doğrudan bilgi alabilir ve bunlara doğrudan emir verebilir. Verilen emir, herhangi bir makamdan onay alınmaksızın derhal yerine getirilir.” 

Bu düzenleme anayasaya açıkça aykırıdır. Anayasanın 117. maddesi “Genelkurmay Başkanı silahlı kuvvetlerin komutanı olup, savaşta başkomutanlık görevlerini cumhurbaşkanlığı namına yerine getirir.” demektedir.

Anayasaya göre barışta TSK’nın komutanı Milli Savunma Bakanı değil, Genelkurmay Başkanıdır.

669 No’lu KHK ile Genelkurmay ve Kuvvet karargahları işlevsiz hale getirilmiş, görünürlükleri azaltılmıştır. Komutanlar denetleme ve ziyaretlerinde Bakana eşlik etmek dışında görülmemekte, kamuoyunda tanınmamaktadır. Ordu-ulus bütünleşmesi örselenmiştir.

TSK’nın komutanının Anayasaya göre Genelkurmay Başkanı, KHK’ya göre Milli Savunma Bakanı olması, emir-komutada belirsizlik oluşturmaktadır.

  • Emir-komutada belirsizlik, askerlikte yapılabilecek en büyük yanlıştır.

Savaş tarihi bunun acı örnekleri ile doludur. Anayasanın açık hükmünün KHK ile çiğnenmesi hukukun temel kuralı olan “normlar hiyerarşisine” aykırıdır.

2018‘den sonra Bakan olarak atanan eski Genelkurmay Başkanları, asker gibi davranmayı sürdürerek anayasaya aykırı hareket etmektedir.

Bu uygulama Genelkurmay Başkanlarında görev sürelerinsin sonunda Bakan olarak atanacakları beklentisini yaratarak Orduya siyasetin girmesine yol açma riskini içermektedir.

Bunun yanında Milli Savunma Bakanlığındaki general, Bakan Yardımcısı ve daire başkanları dahil kimi karargah ve kurumlarda general ve subay kadrolarına sivil kişiler atanmış, bunlara bulundukları kadro görevlerinin karşılığı olan general, subay statüsü (konumu) verilmiştir.
Askeri eğitim ve deneyimi olmadan sivil kişiler bu görevleri etkili olarak yerine getiremezken,
bu niteliklere sahip general ve subaylar dışlanmış olmaktadır. Bu durum askerlik mesleğini küçük görmektir.

Sorular…

Bu durumda aşağıdaki soruların yanıtlanması ve sorunların çözülmesi gerekmektedir:

  • TSK’nın sinir sistemi demek olan emir-komuta yapısı neden bozulmuştur?
  • Bu kimin işine yarar?
    • İsmet İnönü’nün, Fevzi Çakmak’ın makamında oturan ama Kuvvetlere komuta edemeyen Genelkurmay Başkanları, Anayasada kendilerine verilmiş olan yetki ve sorumluluktan nasıl ve neden vazgeçmişlerdir?
    • Yüzlerce personelin görev yaptığı Genelkurmay ve Kuvvet Karargâhlarının işlevleri nelerdir?
  • Barışta Kuvvetlere komuta edemeyen, Kuvvet geliştirme, savaşa hazırlık süreçlerine etkili olamayan, birlikleri denetleyemeyen, personelini tanıyamayan Genelkurmay Başkanı, savaşta Başkomutanlık görevini nasıl yerine getirebilecektir?
  • Subay, astsubay atamaları Bakanlıkça yapılmaktadır. Uzman erbaşlar dışında atama yetkileri olmayan Kuvvet Komutanları bunu nasıl kabullenmektedir?
  • KHK’da “Cumhurbaşkanı Kuvvet Komutanlarına ve bağlılarına emir verebilir bu emir herhangi bir makamdan emir almaksızın derhal yerine getirilir.” denmektedir. Askeri bilgi ve deneyimi olmayan Cumhurbaşkanı örneğin Kara Kuvvetleri Komutanı’na (hatta bir ordu komutanına) emir verecek, bu komutanlar amirlerine sormadan bu emri derhal yerine getireceklerdir. Bu durumda askerliğin temel kuralı olan emir-komuta birliği ve hiyerarşi (?) bozulmuş olmayacak mıdır? Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları bunu nasıl kabullenmektedir?
  • Bugünkü Bakan asker kökenlidir. Yarın askerliğini hiç yapmamış veya kısa dönem yapmış sivil bir politikacı, salt iktidar partisine ve başkanına sadakati nedeniyle Bakan olduğunda Kuvvetleri nasıl yönetebilecektir? Bu askerlik mesleğini küçümsemek ve ulusal güvenliği tehlikeye atmak değil midir?
  • Hiç kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz
    (AY md.6) kuralına karşın Milli Savunma Bakanı, kaynağını anayasadan almayan hatta anayasaya açıkça aykırı olan emir-komuta yetkisini nasıl kullanmaktadır?

669 sayılı KHK olağanüstü hal  (OHAL) döneminde çıkartılmıştır. OHAL kararnameleri olağanüstü durumun gerekleri kapsamını aşamaz ve olağanüstü durumu gerektiren ortamın düzeltilmesi amacıyla çıkartılabilir. Etkileri olağanüstü durum sonunda da sürecek kalıcı düzenlemeler KHK ile değil, yasayla yapılabilir. Bu konuda Anayasa Mahkemesi kararları (K.1991/1 ve K.1991/20) bağlayıcıdır. 669 sayılı KHK hukuk açısından da sorunludur.

Ulusal güvenliğimizi doğrudan etkileyen ve zayıflatan böyle bir değişikliğin kamuoyunda tartışılmadan, ilgililerin görüşleri alınmadan OHAL ortamında ivedilikle yapılması
demokrasiye aykırıdır.

Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıkları karargâhları birbirlerine yürüyüş uzaklığındadır.
Hatta Bakanlık ve Genelkurmay karargâhları bitişik binalardadır. Günümüzdeki iletişim olanakları dikkate alındığında, yakın ve eşgüdümlü çalışmalarına engel bir yerleşim söz konusu değildir. Bu karargahların Etimesgut’a taşınması durumunda şimdiki tarihsel binalar ne olacaktır?

Emir-komuta sistemindeki düzenleme ve buna uygun Pentagon benzeri altyapı ABD sistemine özenilerek yapılmaktadır. ABD silahlı kuvvetleri, o devletin küresel emperyal çıkarlarına göre örgütlenmiştir. Ana görevi yurdunu savunmak olan TSK’nın Komuta yapısı ABD’ye benzetilemez.

Cumhurbaşkanı “Ayyıldız Projesi“nin temel atma töreninde bunun “Dosta güven, düşmana korku vereceğini” söylemiştir. Dosta güven düşmana korku veren karargah binalarının görkemi değil, Ordu’nun gücüdür.

Ayyıldız Projesi, KHK ile bozulan komuta yapısındaki sakatlığı kalıcı kılmaya yöneliktir.
Bu yönü ile askerliğin temel kurallarına aykırı olduğu ölçüde, anayasaya da açıkça aykırıdır. Ulusal güvenliğimizi zayıflatıcı niteliktedir.

Sonuç ve öneriler…

  1. TSK’nın üst düzey emir-komuta ilişkileri .
  • “komuta birliği” ve “sadelik” savaş ilkelerine (harp prensiplerine) ve
  • TSK’nın görev ve geleneklerine uygun;
  • Anayasa ile uyumlu;
  • Rasyonel (akılcı);
  • Görev ve yetkilerin açıkça tanımlandığı bir yapıya dönüştürülmelidir.

2. Ayyıldız projesi iptal edilmeli, başka amaçlara yönlendirilmelidir.

3. Milli savunma Bakanlığı ve ast basamaklarında general, subay kadrolarına sivillerin atanmasına son verilmelidir.

Ulusal güvenliği doğrudan ilgilendiren bu konu hakkında, başta siyasal partiler olmak üzere demokratik kitle örgütlerince demokratik tepki gösterilmeli, kamuoyunda farkındalık yaratılmalıdır.

GDO’lu İNANÇ ya da DİNBAZLIK ve SONUÇLARI?

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Biyolojik anlamda GDO, “Genetiği Değiştirilmiş Organizma” demektir. Başka bir söyleyişle de, başlangıçta insan bedenine yararlı olan gıdaların, verimi artırma, depolama ömrünü uzatma, albenisini çoğaltma, raf ömrünü daha uzun bir süreye yayma vb. çeşitli nedenlerle gıda maddelerinin doğal-organik ve genetik yapısına insan eliyle karışıp vücuda zararlı duruma getirmektir. GDO’lu ürünleri üretimin toplumun değil, GDO’lu ürünlerin üretim ve satış tekelini elinde tutanların, halk sağlığı zararına çok para kazanıp aşırı zenginleşmeleri (varsıllaştırılması) içindir.

Peki acaba dinlerin GDO’larına yani inançsal, evrensel ve sosyal genetik yapılarına müdahaleler oluyor mu? Eğer oluyorsa bu ne anlama gelir? İnançlar ve dinlerin ilahi, özgün toplumsal yapılarını bozmak ve bu yapıları yeniden biçimlendirmek genelde kimlerce ve ne amaçla yapılmaktadır? Bir tümceyle söylemek gerekirse, siyasal ve ekonomik çıkar, saltanat, şöhret (ün) ve makam sağlama amacıyla, dinlerin özünü ve evrensel mesajlarını (iletilerini) çarpıtıp toplumu kandırmak isteyen ruhban, ulema, şeyh, hoca… takımı da GDO’cu kapitalistlerle aynı sınıfa girerler. Bu işin aslı dinbazlıktır.

Bazı küçük istisnalar hariç (ayrıklar dışında), bütün dinlerin genel amacı sevgiyi, barışı, kardeşliği, adaleti, dayanışmayı, yardımlaşmayı, huzuru (erinci), can ve mal güvenliğini… egemen kılmaktır. Bireyleri ve toplumu haksızlıktan, hırsızlıktan, kötülükten, yalandan, iftiradan, kinden, kibirden, fitneden, cebirden, şiddetten, ırk ve cinsiyet ayrımcılığından, bozgunculuk ve düşmanlıktan uzak tutmaktır.

Eğer içtenlikli olarak, yetkin insanlarca akıl ve bilim eksenli tarihsel, kültürel ve akademik ilahi iletilerin özüne uygun yeni yorumlamaları bir yana bırakacak olursak, inançlar ya da dinlerin ilahi yapılarına iki önemli nedenle müdahaleler olmaktadır. Bu amaçlardan birincisi iktidar ve saltanat sürmek, öbürü de din ve dince kutsal sayılan değerleri kötüye kullanarak çıkar sağlamaktır. Sonuçta her ikisi de aynı kapıya çıkar.

Dinlere ya da dine bozucu ve kötü amaçlı müdahaleler genelde, siyasal iktidarların, dinleri bir ahlak, vicdan, adalet, sevgi, esenlik, barış, kardeşlik ve huzur aracı olmaktan uzaklaştırıp giderek bir saltanat aracına dönüştürmeleridir. Yani dinlerin siyasal iktidarı kazanma ya da varolan iktidarı sürdürebilmek için kötüye kullanılmasıdır. Sevgi, barış, esenlik, kardeşlik ve huzur amaçlı dinlerin despotik bir korku rejimlerine dönüştürülmesidir.

Örneğin İslam Dini, Muaviye’nin hilafeti ile birlikte, Muhammedi-Kur’ani İslamdan giderek uzaklaşmış, Hz. Hüseyin ve peygamber neslini vahşice Kerbela’da doğrayarak zamanla bir saltanat aracına, Arap Krallığı ve İmparatorluğuna dönüşmüştür.

Sultan, şah, kral, halife… gibi otokratik siyasal aktörler için, dinleri siyasete alet etmenin işbirlikçileri hep rubpan ya da ulema denilen din adamları sınıfı içinden çıkmıştır. Bu tür işbirlikçi kimi ruhban ya da ulema tipler, tarihsel olarak, saltanat ya da hilafet sofralarının sürekli müdavimleri olmuşlar ve iktidar nimetlerinden beslenegelmişlerdir.

Diğer ikinci bir işbirlikçi çıkar grubu ise kimi tasavvuf ehlinin ve kimi tarikat ve cemaat örgütlenmelerinin giderek Kur’anî, uhrevi, ilahi, irfani ve ahlaksal değerlerden uzaklaşıp; dinsel, ilahi kutsalların arkasına gizlenerek, cahil ve geniş halk yığınlarının içten inançlarını kötüye kullanmaları, onları dinsel, ahlaksal, siyasal, maddi ve manevi her açıdan istismar etmeleridir.

Günümüzün çoğu tarikat ve cemaat önderleri de yeterince din bilgisi olmayan halkın içten din duygularından yararlanıp onları ekonomik açıdan sömürmek ve bu yolla siyasal iktidarlardan para, makam ve meşruiyet desteği alarak hem siyasal iktidarın önemli bir ortağı ve hem de holdingleşip büyük sermaye sınıfının ihmal edilemez bir paydaşına dönüşmüşlerdir.

Dış ve iç siyasal, ideolojik beslemeli ve Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) ideolojili Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) kapsamlı bir ihtilal girişimi yaparak devleti ele geçirmeye ramak kalmış ve bu hain hareket yüzlerce cana mal olmuştu.

Şunu hiç unutmamak gerekir: Siyasal saltanat destekçisi kötü niyetli kimi dinbaz ulemanın din kisvesi altında şırıngaladıkları dinsel fikirlerin çoğu gerçek, ilahi dinle ilgili olmayan, çıkar amaçlı olarak çarpıtılmış, dinsel – sosyal genetiği değiştirilmiş GDO’lu düşüncelerdir. Kandırma ve aldatma amaçlıdır.

Aynı şeyleri yine kimi dinbaz tarikat ve cemaat önderleri için söylemek de yanlış olmaz. Zaten tarih boyunca, insanlara sunulan zehir hep bala katılarak ve altın taslar içinde sunulmuştur. Dinbaz, işbirlikçi ve çıkarcı kimi ulema ve bazı tarikat ve cemaat önderlerinin yaptıkları da budur.

Ulu Önderimiz M.K. ATATÜRK tarihsel, kötü niyetli, cehalet ve sosyo-kültürel kaynaklı bu zararlı davranışları kökten silebilmek için, “…Türkiye şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz…” demiş ve dini devlet işlerinin dışında tutmak için laik bir siyasal rejim kurmuştur. Atatürk‘ün müdahalesi dine değildir. Dinin çıkar sağlamak amacıyla, evrensel – sosyal genetiği değiştirilmiş, birey – toplum ve devlet için kötüye kullanılmaya dönüşmüş GDO’lu yanlış din anlayışına müdahaledir.

Doğru anlaşılmış bir laiklik, bireyler için artısı ve eksisi ile demokratik bir din ve vicdan özgülüğüdür.

  • Toplum için laiklik tekçi değil, çoğulcu bir inançlar demokrasisidir.

Birlikte huzur (erinç) ve güven içinde kardeşçe yaşayabilme güvencesidir. Devleti yönetenler için laiklik, din ve devlet işlerini birbirinden ayırıp, ulema ile tarikat ve cemaat önderlerini dünyevi devlet islerinden uzaklaştırıp onların bitmez, tükenmez, sonu gelmez istekleri ve siyasal baskılarından kurtulmak demektir.

Laiklik, dünyevi devletin uhrevi ruhban sınıfından kurtarılmasıdır. İşlevsel işbölümüdür.
(Halil Çivi, 26.04.2024)

Anayasa tartışmaları 

Suna Türkoğlu | Yaşam Öyküsü

Suna Türkoğlu
Emekli Danıştay Üyesi

03 Mayıs 2024, Cumhuriyet

Ülkemizde 14 ve 28 Mayıs 2023’te yapılan genel seçim ve cumhurbaşkanı seçimleri ile 31 Mart 2024’te yapılan yerel seçimler sonrasında oluşan siyasal tablo birçok yönüyle ve özellikle de siyasal, toplumsal ve sosyolojik açılardan inceleme ve değerlendirme altına alınmaya çalışılırken; sanki çok zorunlu, çok gerekli ve çok acilmiş (ivediymiş) gibi karşımıza “anayasa değişikliği” tartışmaları çıktı.

Halkın çok büyük bir bölümünün açlık ve yoksulluk sınırlarının altında yaşam mücadelesi (savaşımı) vermeye çalıştığı; ekonominin düzlüğe çıkabilmesi için iktidarın bile en iyi ihtimalle  (olasılıkla) 2026 yılına işaret ettiği, Türk Lirası’nın değer kaybının (yitiğinin) önüne geçilemediği ve yalnızca baskılanmaya çalışıldığı, milli (ulusal) eğitimin milli mi, dinsel mi olduğu tartışmalarının ayyuka çıktığı, Türkiye Barolar Birliği önderliğinde tüm avukatların, savunmanın haklarının ve hukuka uygun yargılama yapılmasının temini (sağlanması) amacıyla “Büyük Savunma Mitingi” düzenlediği, atanmayan öğretmenlerin Ankara Ulus Meydanı’nda “Cumhuriyetin 100. yılında mülakatsız 68 bin atama” istekleriyle toplandıkları… günümüzde

Anayasanın hangi maddesi bu olumsuzluklara neden oldu da acilen değiştirilmesi gerekiyor?

UYULMAYAN YEMİN

1982 yılından bu yana 19 kez değiştirilen, üstelik tüm toplum kesimlerinin üzerinde uzlaşı sağladığı bir gereklilik olup olmadığına bakılmaksızın bu acelecilik neden? Neyi kaçırmamak için yaşanan bütün somut sorunlar arka plana (düzleme) atılarak anayasayı değiştirmek için görüşmeler yapılıyor?

Bu millet (ulus) kapalı kapılar arkasında, örtülü niyetlerle, alelacele (ivecen) alınmış kararlarla yönetilmekten çok rahatsız olduğunu seçimde oylarıyla açıkça ortaya koymuşken ve bu milletin (ulusun) anayasasıyla bir derdi yokken, kimlerin derdine derman olmak için anayasa değişikliği isteniyor?

Yeni anayasada “özgürlüklerin asıl, kısıtlamaların istisna” olacağını belirtmiş MHP genel başkan yardımcısı. Bize mevcut (eldeki) anayasamızda yer alan temel hak ve özgürlüklerimizi sanki kullandırıyorlar da, eksikliği kaldı! Halk, kişi dokunulmazlığı, özel yaşamın gizliliği, haberleşme özgürlüğü, düşünce ve kanaat hürriyeti (özgürlüğü), özellikle de düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti (özgürlüğü), basın hürriyetini (özgürlüğünü) mevcut (yürürlükteki) anayasaya uygun olarak bir kullanabilse; toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına yine mevcut (varolan) anayasaya göre bir kavuşabilse, zaten (gerçekte) kimsenin içi yanmayacak.

Neredeyse her gün Resmi Gazetede yayımlanan “acele kamulaştırma” kararları karşında “mülkiyet hakkı” anayasaya uygun korunuyor mu acaba, diye sormak gerekiyor.

Anayasanın sadeleşmesi lazımmış (gerekliymiş). Hangi maddeyi anlamıyor acaba siyasiler? Anayasada yer alan milletvekili yemin metninde dokuz tane “ve” varmış, okurken zorlanıyorlarmış. Desenize o nedenle yeminlerine uymuyorlar!

“Anayasadaki il esası (temeli) korunacak, bundan taviz (ödün) verilmeyecek, bölge eyalet gibi sistemler anayasaya girmeyecek” diye açıklamış yukarıda anılan genel başkan yardımcısı. Zaten (Gerçekte) yok ki! Anayasada olmayan bir konu, olmasın diye anayasa değişikliği yapılır mı?

YASAL GÜVENCE

Kanun teklifleri (Yasa önerileri) daha kapsamlı bir biçimde tartışılacakmış. Tartışmaya engel bir anayasa hükmü (kuralı) var da biz mi bilmiyoruz? Yasa tekliflerinin (önerilerinin) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülmesinin usul ve esaslarını (ilke ve yöntemlerini) anayasaya göre zaten (gerçekte) anayasa değil, Meclis İçtüzüğü düzenliyor.

Merkez Bankası anayasal statüye (konuma) kavuşturulacakmış. Bilmeden, Merkez Bankası başkanını halk değiştiriyor, kararlarına halk müdahale ediyor galiba! O nedenle de güvence istiyorlar. Bunu takip edenler (izleyenler) öncelikle var olan yasal güvenceye saygı göstermeli.

TBMM başkanı tarafsız (yansız) olmalı, tarafsızlığı (yansızlığı) nedeniyle ihtilaflarda (anlaşmazlıklarda) arabuluculuk yapmalıymış. Anayasanın 94. maddesinin son fıkrası, başkanın ve başkanvekillerinin üyesi bulundukları siyasal partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine (etkinliklerine); görevlerinin gereği olan haller (durumlar) dışında, Meclis tartışmalarına katılamayacaklarını zaten (gerçekte) hükme (kurala) bağlayarak, tarafsızlığı  (yansızlığı) düzenliyor. Burada yapılmak istenen değişiklikteki amaç, özellikle yüksek yargı organları arasında arabuluculuk yapmasını sağlamak. Böylece güçler ayrımını tümüyle ortadan kaldırıp yargıya müdahaleyi (karışmayı) meşrulaştırmak.

1982 Anayasası’nın 136. maddesi “Diyanet İşleri Başkanlığı”nı düzenliyor. Madde,

  • Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda,
    bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi
    amaç edinerek özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.

hükmünü taşıyor. Açıkça ifade edildiği üzere Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da bütün kamu kurumları gibi anayasaya uyma yükümlülüğü var.

Türk milleti, anayasa değişikliğinden önce, siyasilerin, yöneticilerin ve tüm devlet kurumlarının anayasaya uymasını bekliyor.

Yeni “maarif” ve “müfredat” üzerine: Tümü reddedilmeli

Güncel 03.05.2024, BİRGÜN
Yeni “maarif” ve “müfredat” üzerine: Tümü reddedilmeli
Fotoğraf: ANKA

Prof. Dr. Adnan ERKUŞ
Psikolog-Psikometrist

Yeni “maarif” ve “müfredat” üzerine:
Tümü reddedilmeli!

Ülkemizdeki 22 yıllık mevcut iktidarın, ekonomiden sağlığa, hukuktan eğitime her alanda neler yaptığı ve neler yapmakta olduğu ve hatta neyi amaçladığı herkesçe bilinmektedir. Ülkemizi “dar-ül harb” ilan edenlerin nasıl davranacakları beklenen bir durumdu ve öyle de oldu. Eğitim konusundaki gerçek amaçları/niyetleri son yıllarda artık açıkça dilendirilir olmuştur ve ÇEDES ile MESEM uygulamalarıyla da gözler önüne serilmiştir. Bu sözde yeni(!) diye sunulan son eğitim-öğretim programındaki her bir program incelendiğinde, ağdalı bir dilin ve takıyyenin altında yatan gerçek amaç ne kadar örtülmeye çalışılsa da son derece açık bir şekilde görülmektedir:

  • Tüm okullarımızı imam hatiplere benzetmek ve derslerin içeriğini de dinselleştirmek!

İşte “yeni” programdan bazı inciler: “Öğrencilerden günlük hayatlarında Allah ile nasıl bir ilişki kurduklarına dair örnekler…”, “… Müminun suresinin 14 ve Zümer suresinin altıncı ayetlerinden yararlanılarak insanın anne rahminde geçirdiği evreler ve insanın oluşumu hakkında edinilen bilgiler arasında bağ kurulur…”, “… öğrencilerin manevi değerler ile ruhsal gelişimine özen göstermesi, … inançlarıyla uyumlu bir şekilde düşünerek…” gibi dinsel temaların da ötesinde artık “cihat” da programlara giriyor.  “Ders dışı etkinlikler”in ne olduğu ÇEDES’te görülmüştür.  Bu örnekler, gerçek amaçlarını ortaya sermektedir. Öyleyse, bu programın satır aralarında kaybolmak ve oyalanmak yerine bu program tümden ret edilmelidir.

Bu program tümden reddedilmelidir. Çünkü, hazırlanış yöntemi doğru değildir; sendikalar eğitbilimciler, dernekler vd aktörler sürece hiç sokulmamışlar; yer alanların da ne tür kafalar oldukları ortadadır; görüş ve öneriye sunulması da “de facto” bir duruma figüran sağlama çabasıdır. Programa uygun kitapların bile birilerine yazdırıldığı konuşulmaktadır ki doğruluk payı olabilir, daha önceki uygulamalarda örneği çoktur.

Bu program tümden reddedilmelidir

Çünkü, “MEB’in var olan uygulamaları ve bu programın temel felsefesi çağdaş, bilimsel ve laik eğitimden uzak, hatta ona karşıttır; bir tek dinin ve mezhebin istediği kindar-dindar, boyun eğici, merak etmeyen, sorgulayıcı ve araştırıcı olmayan, şükür eden, yanlışa ve “büyükleri”ne karşı çıkmayan, söz dinleyen, manevi(!) değerlerine bağlı, özgür düşünemeyen, kaderci bir mürit nesil” yetiştirmeye yöneliktir.

  • Şeriat rejimi, ümmete dayanan, Ortaçağın köleci-feodal yönetim biçimidir ve ekonomisi talan ve ganimet, ideolojisi dindir, sosyal yaşam anlayışı ve uygulaması günlük yaşamı cehenneme çevirmektir.

Felsefesi metafizik, dogmalara dayanır. Bu felsefeye göre, her şeyi bir yüce irade bir anda yaratmış, canlıların kaderini önceden belirlemiş tek nedendir; bu bakımdan olayların gerçek nedenlerini araştıran bilim yapmak günahtır; her şey fıtrattır! Eğitim de elbet bu felsefeye uygun olmalıdır: Dogmaların ezberlenmesi ve sürekli tekrar edilmesi (daimicilik), dinozorların kemiklerinin keşfiyle tarihin çöplüğüne gitmiş olan yaradılışçı görüşe uygun, bilimin olduğu gibi özgür aklın da ret edildiği, hurafelerle dolu bir medrese eğitimi! Bomboş kafalar ve bomboş bakan çocuklar, kula kulluk yapacak kıvama getirilirler. Bu yolda epey yol alınmıştı, şimdi iyice kökleştirmeye çalışıyorlar. Zaten programlarda bilim derslerinin ağırlığı azaltılmış, felsefe kuşa çevrilmişti; bu “yeni” programda şimdi tüm bilim derslerinin de içi dinselleştirilmiş durumdadır. Hangi dinin-mezhebin? Ülkemizde hemen her dinden ve mezhepten yurttaşlarımız vardır; ancak eğitim programlarında sadece bir dinin ve mezhebin anlayışı bulunmaktadır. Değerler kimin ve hangi değerler; ya evrensel değerler? Yalan söylemek, hırsızlık yapmak, talan etmek, küçücük çocukları istismar etmek nerede? Bunlar “ilimi” savunurlar bilimi değil, “âlim” de bilimci değildir!

  • Bu eğitimle ne bilim yapılabilir ve ne bilişim çağı yakalanabilir, ne de ayakta kalınabilir; sadece ve sadece bilimsel bilgi üreten kapitalist-emperyalistlerin müşterisi ve kuklası olunur ve tarikat ve cemaatlerin ‘yolunacak’ müritleri çoğalır.

21. yüzyılda, bilişim çağında, biz tonlarca kumla beton yaparken, bilimsel bilgi üretenler bir avuç kumla çip üreterek ülkelerine binlerce kat değer katmaktadır.

Ortaçağcı eğitimle tüm çocuklarımızın tertemiz beyinleri zehirlenmekte, geleceğimiz karartılmakta, bilimsel bilgi üretenlerin yemleri haline gelmektedirler. Aslında bu bile bu Ortaçağcıların, emperyalistler tarafından nasıl planlı-programlı desteklendiğinin belirtileridir.

Bu program tümden reddedilmelidir!

Çünkü, programlar ve içerikleri çocuklarımızın bilişsel, duygusal, duyuşsal, sosyal vb gelişimlerine uygun değildir. Programların hedefi yaşlardaki çocukların devlet, Allah, değerler, cihat, cennet-cehennem gibi soyut kavramları anlayabilmeleri olanaklı değildir; zaten bu nedenle, günah işlemek ve cehennemde yanmak temaları sürekli işlenerek insanın en ilkel organı olan amigdalayı harekete geçiren korku duygusu sürekli canlı tutulur. İskandinav ülkelerinin cehenneminin “buz diyarı” olduğunu hatırlatarak, yaşama umutla bakması, neşe ve oyun içinde geleceğe hazırlanması gereken tertemiz-körpe beyinler dogmalar ve korkuyla doldurularak çocuklarımızın ve elbette ülkemizin geleceği karartılmaktadır. Çocukların bilişsel (bir anlamda düşünsel) gelişimleri de basitten karmaşığa doğru gelişir; bilişsel açıdan somut işlemler döneminde olan ilkokul çocukları somut nesneler aracılığıyla düşünürler, bu nedenle fasulye ve nohut gibi nesnelerle matematik öğretilir. Bu yaş çocukları mecaz sözleri, deyimleri, soyut kavramları anlayamazlar: “Etekleri zil çalmak” deyimini, bir kadının eteklerinde gerçekten somut zil olduğu ve hareket ettikçe ses çıkardığı şeklinde anlarlar. Soyut kavramlar, 12-13 yaş sonrası o da ancak merak edici, sorgulayıcı bir eğitim verilmişse anlaşılır hale gelmeye başlar; böyle bir eğitimden geçmemiş olan yetişkinler de soyut işlemler dönemine geçemezler; özgürlük, demokrasi gibi kavramları anlayamazlar. Çocukların doğru-yanlış, hak-adalet, kurallara uyma/uymama-ceza, demokrasi gibi evrensel ahlâk gelişimi de bilişsel gelişimlerine paralel gelişir.

Bilişsel düzeyi soyut işlemler düzeyine ulaşamamış çocuklar ve yetişkinlerin başkalarının haklarına saygı, empati kurma, vicdan, acıma ve utanma duyguları da gelişemez. Yetişme süreçlerinde bağımlı oldukları kişi ve otoritelerin koyduğu kurallara uyarlar, çünkü uymazlarsa (itaat etmezlerse) cezayı hak ettiklerini düşünürler; ne zaman ki soyut işlemler dönemine doğru bilişleri gelişir, ahlâksal yargıları da değişir ve gelişir; önce sosyal düzenin devamı için kurallara uyan çocuklar yavaş yavaş “kuralları insanlar koymuştur, iyi değillerse yine insanlar tarafından demokratik olarak değiştirilebilir” düzeyine ve oradan da diğer uluslar, halklar, hayvanlar ve doğa için de evrensel ahlâk ilkelerini edinirler.

  • Ortaçağcı kafaların “ahlâk” sandıkları şeyler, bir dinin-mezhebin sosyal yaşam ritüelleri ve kültürel ‘normlar’ından başka bir şey değildir ve normlar yere, zamana ve gruba göre değişiklik gösterirler; zaten bilişleri somut işlemler dönemini, evrensel ahlaksal yargıları da geleneksel düzeyi geçemez.

“Ben hep 50TL’lik benzin alıyorum, bana ne zamdan.”, “Her köşe başında bir kişiyi sallandıracaksın, bak nasıl düzeliyor”, “Tükürürüm böyle sanatın içine!” diyenler, soyut sanattan anlamayıp yıktırıp yerlerine somut işlemler düşünce düzeyine uygun ucube limon, koyun vb. heykeller(!) dikenler, kadınları öldürenler, piknikte herkesi rahatsız edici müzik dinleyenler ve çöplerini bırakanlar, hayvanları arabalarının ardında sürükleyerek öldürenler vb. düşünce açısından somut işlemler (hatta işlem öncesi), ahlâksal gelişim açısından da geleneksel (hatta gelenek öncesi) dönemi aşamamış kişilerdir. Bu sanattan politikaya, hukuktan (şeriattan) trafikteki davranışlara dek her alanda kolaylıkla görülebilir.

İnsan Hakları Evrensel Bildrgesi’ni anlamaları ve kabul etmeleri olanaksızdır. Hani, bizlere garip gelen açıklamalar ve uygulamalar var ya işte onlar zeki düşünce ürünü taktik ve stratejiler değiller, onlar zaten öyle düşünüyor ve davranıyorlar! Bizim gibi insanlar onlarla aynı düzeyde düşünmüyor, hissetmiyor ve davranmıyoruz ve bu nedenle acı çekiyoruz…

  • Bir devlet “nasıl bir insan tipi istiyorsa”,
    eğitim felsefesi de eğitim programları da ona göre biçimlendirilir.

MEB’in bugüne dek uygulamaları, amaçlarını çoktan tescillemiştir.

Öyleyse, programların içinde ayrıntılara takılıp kalmak yerine, tam da

  • Bu Ortaçağcı felsefe ve ona dayanan dinci eğitim tüm yönleriyle reddedilmeli;
    onun yerine çağdaş, bilimsel ve laik eğitim inatla (ısrarla) savunulmalıdır.

Ancak, bu eğitime ve eğitim programlarına neden karşı çıkıldığı da bilimsel temelde ele alınarak; broşür, kitap, teve – radyo konuşmaları, konferanslar-paneller, tüm aydınlanmacı oluşumların oraya-buraya çekmeden yapacakları ortak mitingler vd. çeşitli yollarla kamuoyu ve özellikle veliler aydınlatılmalıdır.

Öte yandan, gerici eğitim sonuçlarının ve halkımızın cahil bıraktırılmasının önüne geçmek için de tüm ülke çapında, köylerden sitelere, köylülerden işçilere-esnaflara, sürekli, bilim temelli, hurafe ve dogmalardan kurtulmayı sağlayan Kent Enstitüleri, Halka Açık Dersler gibi bir uygulama ve örgütlenmeyi de bir an önce yaşama geçirmek ve sürdürmek durumunda olmalıyız.

Çünkü hammaddemiz insan ve bu ülke bizim!

Anayasa ayrışması karşısındaki Türkiye

Siyaset 02.05.2024, BİRGÜN
 

Hukuk yoluyla demokrasi” veya “anayasa yoluyla siyaset”, anayasa ve siyasal olaylar arasındaki sıkı ilişkiyi de ifade eder: Kimi toplumsal ve siyasal sorunlar Anayasa’dan kaynaklanır ama Anayasa ihlali de toplumsal ve siyasal olaylara neden olur. Bu bakımdan 1982 Anayasası bir tür “anayasa laboratuvarı”, birbirine karşıt iki yelpazeli: Anayasa’dan ve Anayasa ihlalinden kaynaklanan sorunlar ayrışması.

Bu ayrışma 30 yılda 19 değişiklik sürecinde ortaya çıktı: 1987-2004 yelpazesi ve 2007-2017 yelpazesi. Değişiklik itici güçleri, yol ve yöntemleri ile sonuçları üçlüsünde ayrışma açık.

Hukuk devleti onarımı 

İtici güçler: Anayasa’daki siyasal ve örgütsel yasaklardan dil yasaklarına varan yasakların yarattığı sorunlar, değişiklik nedenlerinin başında gelir. Bu vb. yasaklara karşı verilen siyasal, sınıfsal ve etnik temelli mücadeleler 1987, 1995, 2001 ve 2004 değişiklik dinamikleri oldu. Bunlara, ulusal üstü beklenti ve etkiler de eklenmeli.

Yol ve yöntem: Bu değişiklikler, -1987’de siyasal yasakların kaldırılması için halkoylaması dışında- TBMM’de farklı siyasal partiler arası uzlaşması sonucu gerçekleştirildi.

Sonuç ve etkiler: Hukuk yoluyla demokrasi” ve “anayasa yoluyla siyaset” ereğinde değişiklikler, demokratikleşmeye ve toplumsal barışa kayda değer katkılar sağladı. 1982 Anayasası, 17 yıla yayılan değişikliklerle güvenlikçi ve otoriter özelliğinden büyük ölçüde arındırıldı.

Anayasacılıktan vazgeçme 

2007-2017 çizgisindeki değişiklikler, TBMM’de sayısal çoğunluğu bulunan AKP’nin beklenti ve hedefleri doğrultusunda oldu. Kişisel iktidar arayışı, değişikliklerin itici gücü oldu. Usul olarak, temsili organ olan TBMM’de uzlaşma yerine meşrulaştırma aracı olarak sandık kullanıldı. Sonuçları ise daha çok iktidar ve daha az özgürlük, daha çok fiili durum ve daha az hukuk, daha çok siyasal kriz ve daha az toplumsal barış oldu.

Özetle Türkiye, 2004’te anayasacılık yörüngesine girmişken, 2007’de başlayan ve 2017’de zirve  (tepe) yapan kurgu, Cumhuriyet ötesi ulusal kazanımları süpürdüğü gibi; demokratik bir anayasanın asgari (en az) standartlarını da kaldırdı.

Göstermelik ve fiili (eylemsel)

Bu bağlamda, son 17 yılda derinleşen sorunlar ve Anayasa arasındaki ilişki, göstermelik metin ve fiili (eylemli) durum ile açıklanır:

Göstermelik; çünkü iktidarı dizginleyici düzenekler kaldırıldığı için, Yasama-Yürütme-Yargı ayrılığı, biçimsel bir Anayasa sistematiğine indirgendi.

-Fiili (eylemli); çünkü Anayasa’da yazılı olmayan birçok fiili (eylemli) durum ve uygulama alanı yaratıldı: Parti başkanlığı, Yasama ittifakı ve Kabine, Anayasa-dışı alanların sacayağı.

Şu durumda, süreğenleşen siyasal ve toplumsal sorun ve bunalımlar, 2017 kurgusundan ve bu kurgu kaynaklı fiili (eylemli) uygulamaların alışkanlık haline getirilmesinden kaynaklanıyor.

31 Mart ve 1 Mayıs 

Böyle bir ortamda, TBMM başkanı üzerinden AKP ve MHP ikilisinin başlattığı Anayasa kampanyası ne anlama gelir? Bellek bobinini 14 yıl geriye saralım:

2010 değişikliği, AKP – Cemaat (sonradan FETÖ) ‘anayasal balayı’ dönemine rastlıyordu.

2017 değişikliği ise, AKP-MHP ‘Anayasa baharı’ olarak nitelenebilir.

Balayının, -251 yurttaşımızın ölümü dahil- nasıl bir “karakış” ile sonuçlandığı belleklerde. İlkbaharın son altı yılda yarattığı bunalımlar sarmalı, dün 1 Mayıs’ta fiili (eylemli) durumları sürdürme kararlılığı ile meydanlara yansıdı. Özeti şu:

Adil yargılama gerekleri doğrultusunda ayrık olarak verilebilen yargı kararlarını
Gezi’den Taksim’e– uygulamayan bir yönetim.

-Anayasa gereklerince değil, kanunsuz emirlerle (yasa dışı buruklarla) amaç dışı, doğaya ve halka karşı kullanılan kolluk: Örnekler; Akbelen’de jandarma, Taksim’de polis. Ekosisteme ve halka karşı şiddet araçları yoluyla kolluk kullanımında belirleyici olan, sınıfsal neden ve siyasal amaçlar.

TBMM, fiili (eylemli) koalisyon nedeniyle Anayasa’ya uygun yasa çıkaramıyor. 

31 Mart’ta yükselen demokrasi baharını gölgelemek için, İstanbul meydanlarında emekçilere sıkılan gaz, ‘sözde anayasa’ söylemini de süpürdü.

* Anayasal demokrasi umudunun yeşermesi dileğiyle…
***
Yazarın Son Yazıları

KURTULUŞ SAVAŞI YILLARINDA 1 MAYIS KUTLAMALARI

Zeki Sarıhan

Türk Kurtuluş Savaşı’nın verildiği 1919-1922 dönemi, sosyalizm ve işçi hareketlerinin dünyayı kasıp kavurduğu yıllardı.

1 MAYIS 1920

Dünyada 1 Mayıs kutlamaları, dünya işçi sınıfı hareketini doğal müttefiki kabul eden Anadolu basınına yansıdı. Ankara ile İstanbul arasında köprüler atılmıştı. İstanbul’da Damat Ferit Hükümeti, Kuvayı Milliye’ye karşı iç isyanları körüklemekle meşguldü. TBMM açılalı bir hafta olmuştu. Ankara’da Hâkimiyeti Milliye, Konya’da Öğüt, Kastamonu’da Açıksöz, Balıkesir’de İzmir’e Doğru gazeteleri bu kutlamalara yer verdiler.

Karabekir de gelişmeleri günü gününe not ediyordu. İstiklal Harbimiz kitabında 1 Mayıs kutlamalarından söz etti. Buna göre, Avrupa’da birçok merkezde olduğu gibi Sovyetlerde ve Kafkas ülkelerinde de kutlamalar yapılmıştı. Moskova telsiziyle yayılan ve Karabekir’in TBMM’ne, kolordulara, Trabzon ve Van illeriyle, kendi komutası altındaki 15. Kolordu birliklerine, 56. ve 61. Fırka Kumandanlıklarına gönderdiği bildiride şöyle deniyordu:

Karabekir’in genelge haline getirdiği bildiri

Ameleler! 1 Mayıs’ta elinizdeki çekicinizi örs üzerine değil, beynelmilel burjuvazi üzerine vuruyorsunuz. Darbenin kuvvetli olması nisbetinde zafer de daha yakındır. Büyük amele ordusunun askerleri için çekiç ve balta lazımdır.

Sanayi adamları! 1 Mayıs’ın kendinize yeni bir hayatın başlangıcı olmasını imkân altına almalısınız.

Dülgerler! Kerpiçlerinizle kırmızı cumhuriyet binasını inşa etmelisiniz.

Demirciler! Büyük mesai taraftarlığına ve son düşman aleyhine de silah hazırlamalısınız.

Makinacılar! Açlığa ve sefalete karşı amelelerin mücadele edebilmesi için müsait çıraklar yetiştirmelisiniz. Siz katarlarınızı büyük hürriyetin mevcut olduğu tarafa tahrik ediniz.

Köylüler! İnkişaf eden gençlik için sizin ekmeğiniz kan ve kuvvet hazırlayacaktır.

Muharrirler ve şairler! Avam muharebesi hakkında dünyaya tehdit eden mısra okumalısınız. Ve serbest mesai için hürriyetçi şiirler irşat etmelisiniz.

Kırmızı askerler! Silahlarınız elinizde olduğu halde sosyalizm aleyhine davranan düşmanlarınızla son harbinizi bitirmelisiniz. (İstiklal Harbimiz, 1969, s. 654)
***
İttihatçıların yeni döneme ayak uydurmak için kurdukları Türkiye Komünist Fırkası,
Bakü işçilerine bir bildiri yayımladı.

Ermenistan’ın birçok merkezinde çalışanlar kitle gösterileri yaparak Daşnak Partisi liderlerinin resimlerini ve örgütünün binalarını yaktılar.

“Musavatçılar yıkıldı, sıra Daşnaklarda” sloganları atıldı. Gösteriler kimi yerlerde silahlı ayaklanmaya dönüştü.

Türkiye’ye gelince: İstanbul’da işçilerin yaptığı gösteride emperyalizm aleyhine sloganlar söylendi. Trabzon’da belediye önünde yapılan gösteride işçi yaşamı ve sosyalizm konusunda konuşmalar yapıldı. İlkokul öğrencileri şehirde mızıkalarla yürüyüş yaptılar. Eskişehir’de yayımlanan İşçi gazetesi, 1 Mayıs Bayramı nedeniyle özel sayı yayımladı. İstanbul’da İleri gazetesi de “Bugün bütün dünya işçilerinin müşterek bayramıdır” diye yazdı. İkdam, “Avrupa ve Amerika’da emek hareketleri”ni konu etti. Konya’da yayımlanan Öğüt, 1 Mayıs haberlerini “Alev” başlığıyla verdi.

İSTANBUL’DA İLK KİTLESEL GÖSTERİ

1 Mayıs 1921: Bir yıl sonra 1 Mayıs, Türkiye’de daha büyük katılımlarla kutlandı. İstanbul’da Şirketi Hayriye, Haliç, Tramvay şirketleri ve bütün fabrikalar çalışanları işlerini bırakarak 1 Mayıs bayramını kutladılar.

Mavi elbiseler giyen, kırmızı boyunbağları takan işçiler Türkiye Sosyalist Fırkası’nda yapılan törene katıldılar. Burada Enternasyonal Marşı söylendi.

Bu 1 Mayıs’ın İstanbul’da ilk kitlesel kutlanmasıydı. Alemdar, Vakit, Peyamı Sabah, İleri ve İkdam gazeteleri Sosyalist Fırkası’nın bildirisini de bastılar:

  • Bugün bütün dünyada amelenin sesi işitilecek.

Ankara Hükümeti’nin işçilere 1 Mayıs armağanı

Ankara’da Sovyet Elçiliği binasının önüne “Yaşasın komünizm, kahrolsun emperyalizm ve kapitalizm” yazıları asıldı.

Ankara Hükümeti de 1 Mayıs şerefine işçilere bir armağanda bulundu: Ereğli maden işçilerinin haklarını koruyan yasa tasarısının, Meclis’te birinci görüşmesi tamamlandı. Buna göre, 18 yaşından küçük çocuklar, ocaklarda çalıştırılamayacaktı. İşçileri zorla çalıştırmak yasaklanıyordu. Patron, İşçi Yardım Sandığı’na yardım yapmak, işçileri parasız tedavi ettirmek, sakatlananlara tazminat ödemek zorundaydı.
(AS: 151 s. Ereğli Havzai Fahmiyesi Maden Amelesinin Hukukuna Müteallik Kanun, 10 Eylül 1921; Sakarya Meydan Savaşı sürerken; 23 Ağustos – 13 Eylül 1921)

Çalışma süresi sekiz saatten uzun olmayacaktı. Ocak yakınlarında işçi hamamları ve işçi koğuşları yapılacaktı. Hükümet bütün işçiler için yeni bir yasa hazırlandığını da açıkladı.

1 MAYIS 1922

Bayram artık Ankara’da da kitlesel olarak kutlanmaya başlandı. İmalatı Harbiye, Şimendifer ve Dekovil işçilerinin düzenledikleri törene kimi mebuslarla Rus Elçiliği mensupları da katıldı. Konuşmacılar, mazlum milletlere yeni bir ufuk gösteren 1 Mayıs’ın ve Türkiye’nin cephelerinde emperyalizme karşı savaşan yiğitlerin adını saygıyla andılar.

İşçiler Birliği kurulması için bir kurul seçildi. Rus Elçiliği ziyaret edilerek burada işçi Osman ve Elçi Aralof’la, Azerbaycan Elçisi Abilof birer konuşma yaptılar. İşçi heyeti tarafından İstanbul’daki sosyalist derneklere, basına ve İşçi Birliği’ne telgraflar çekilerek şöyle denildi:

  • Zalim emperyalizm ve kapitalizm önünde hakkını isteyen emekçilerin mukaddes bayramını Anadolu işçileri en derin iştiyaklarla kutlarken siz yoldaşlarımızı samimiyetle selamlar.

Gece de Millet Bahçesi’nde bir toplantı yapıldı. Sovyet Elçiliği’nde de kabul resmi düzenlendi.
İmalatı Harbiye işçileri, mebuslar, öğretmenler, gazeteci ve subaylardan oluşan 200 kişi elçiliği ziyaret etti. Fevzi Paşa, Kâzım Paşa ve diğer bazı devlet adamları elçiliğe tebrik telgrafı gönderdiler. İstanbul’da da işçiler 1 Mayıs’ı Kağıthane’de kutladılar. Bu defaki töreni Amele Sosyalist Fırkası düzenledi.
(Kurtuluş Savaşı Günlüğü (TTK yayını) kitabımdan derlenmiştir)

Tevfik Çavdar’ın Millî Mücadele Başlarken Sayılarla Vaziyet ve Manzarai Umumiye (Milliyet, 1971) adlı kitabında verdiği bilgiye göre, bu tarihlerde Türkiye’de 75 bin 500 sanayi işçisi vardı. Bunların çalıştıkları sanayi dalları ise şöyleydi:

Dokuma 35 bin 300, dericilik 18 bin, madencilik 8 bin, ağaç içleri 6 bin, besin 4 bin 500, çömlekçilik 3 bin 600.
37 bin 721 işyerinin her birine ortalama 2,3 işçi düşüyordu…
Bağımsızlık mücadelesiyle sosyalizm mücadelesinin iç-içe geçtiğini gösteren en iyi örnek,
Türk Kurtuluş Savaşı yıllarıdır. Bu birlikteliğin neden sürdürülmediği başlı başına ele alınacak bir konu… (Independent Türkçe, 3 Mayıs 2020, güncelleme 1 Mayıs 2024).

1 Mayıs 135 yaşında 

Dr. Engin ÜNSAL
Girne Amerikan Üniversitesi Hukuk Fakültesi

01 Mayıs 2024, Cumhuriyet

1 Mayıs kanla yazılmış bir emek hareketinin anma tarihidir. İlk kez 8 saatlik çalışma günü isteyen işçiler tarafından1856’da Avustralya’da eylem yapılmış bunu 1886’da 1 Mayıs günü Amerika’nın Şikago kentinde yapılan ve 4 Mayıs’a dek süren eylemler izlemiştir. Eylemlerin yapıldığı Haymarket (Samanpazarı) meydanına atılan bir bomba sonucu polis ve işçilerden ölen olmuş, olayın sorumlusu olarak beş sendikacı yargılanmış ve 1877’de idam edilmişlerdir.

1889’da İkinci Enternasyonal 1 Mayıs’ı birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kabul etmiş ve o tarihten sonra 1 Mayıs’lar tüm dünyada dayanışma ve hak isteme günü olarak anılmaya başlamıştır.

  • Bayram değildir. Emeğin en yüce değer olduğunu anımsatma günüdür.

Buna göre 1 Mayıs anmaları 135 yaşındadır. Ülkemizde uzun yıllar yasaklanmış olan 1 Mayıs, 2009’da 5892 sayılı yasa ile, bayram olarak değil, resmi tatil olarak yasal bir nitelik kazanmıştır.

EMEK BİLDİRGESİ

  • 1 Mayıs bayram değildir!
  • Sermayenin hiç dinmeyen sömürüsüne karşı
  • işçi sınıfının haklı direnişinin, dayanışmasının sergilendiği,
  • beklentilerinin yöneticilere anımsatıldığı
  • ve geçmiş acıların anılması gereken gündür.

Sömürü bugün emperyalizmin yeni adı olan küreselleşme sürecinde
çokuluslu şirketler aracılığı ile evrensel bir nitelik kazanmıştır.

Bu yeni sömürü düzenine karşı işçi sınıfı 1 Mayıs’ın artçı etkisini sürdürmek ve yeni kazanımlar elde etmek zorundadır. Çünkü henüz hak ettiği sosyoekonomik yaşam alanını kendisi için yaratamamıştır. Bunun en önemli nedeni sendikalarımızın kendilerini ücret sendikacılığı çemberine sıkıştırmış olmalarıdır. Bu nedenle, toplum içinde sayısal olarak çok önemli bir güç olan işçi sınıfı, sosyal ve siyasal ortamda etkili olamamaktadır.

Bugün 4857 sayılı İş Yasası, 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası ve 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları yasasında işçilerin çalışma güvenliği ve sendikaların özgürlüğüne karşı birçok madde vardır. Sendika yöneticilerimiz bu olumsuzluklara karşı siyasal ortamda etkili olacak eylemlerden ısrarla kaçınmakta ve bu olumsuzluklarla yaşamaya razı olmaktadırlar. Oysa demokrasi ile yönetilen tüm ülkelerin sendikaları, bu konularda son derece duyarlıdır.

Bizim siyaset fukarası sendikalarımızın kendilerini sorgulama zamanı gelmiştir.

Var olan üç işçi sendikaları konfederasyonu neden 1 Mayıs’larda ortak bir “Emek Bildirgesi(manifestosu) yayımlayarak işçi sınıfı ve sendikalar yararına yasal düzenlemeler istemezler?! Özellikle 1 Mayıs günü, gelecek iktidardan beklentilerini bir bildiri ile ilan etmeleri çok anlamlı olurdu.

  • Konfederasyonlar bu gün Taksim anıtına çelenk koyarak
    veya depremzedelere gıda yardımı yaparak işçi sınıfına olan borçlarını ödemiş sayılamazlar.

YENİ BİR SAYFA AÇILMALIDIR

Sendikalarımız bugüne dek görevlerini yerine getirememiş ve sınıfta kalmışlardır.

Eğer içinde yaşadıkları toplumun ekonomik, siyasal ve sosyal olaylarında etkili olmak istiyorlarsa, sendikacılık anlayışlarında yeni bir sayfa açmak ve bir eylem planı oluşturmak zorundadırlar. Eğer ücret sendikacılığı sarmalında kalmakta ısrar ederlerse, bir gün ancak tarih kitaplarına konu olacaklarını bilmeleri gerekir.

Ülkede değişim rüzgârları esmektedir.

Sendikaların da değişim zamanıdır. Umarız işçi sınıfının yiğit mücadelelerinin anılacağı bu önemli günde sendika yöneticileri meydanlarda geçmişi anarak işçi sınıfının beklentilerini dile getirirler.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 01 Mayıs 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

Haftanın tüm iğneleri, emeğiyle yaşamını kazanan insanlarımızın bayramını gönlünce kutlamasını kısıtlayanlara…

ONUR

Yemek yiyemediği için kilo veren fenomen Nihal hanım tahliye edildi.

Onursuzluğu hazmedemeyen Cumhuriyetin generalleri Adli Tıp Kurumu’nun kocamışlık ve sürekli hastalık raporuna karşın kin-intikam duyguları ile cezaevinde tutuluyor.
Şenay’ın şarkısını anımsayalım;

Şu Dünya’daki en olgun kişi, acıya gülendir
Şu Dünya’daki en soylu kişi, insafa gelendir
Şu Dünya’daki en zengin kişi, gönül fethedendir
Şu Dünya’daki en üstün kişi, insanı sevendir…

TASARRUF

Paçası sıkıştıkça kamuda tasarruf genelgeleri yayımlayan RTE’nin sarayının günlük gideri ayda %120 arttı.

Aleme talkın, kendine salkım…

BAYRAM

23 Nisan vesilesiyle çocuklarımızın durumu gündeme geldi.

%62’si her gün makarna yiyerek yaşıyor. Et-balık yiyen ancak %12.7

Bayram, onların hakkını yiyerek zenginleşen iktidar ve yandaşlarına…

MÜCADELE (Savaşım)

Kılıçdaroğlu, Özgür Özel’in RTE ile görüşme açıklamasına “Müzakere edilmez, mücadele edilir” eleştirisi yaptı.

Kendisi çok mücadeleci idi, hep kazanırdı!..

SAYGISIZ

Tarikatçı Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, Anıtkabir’de çelenk koyarken, çelenge el sürmedi.

Şeyh korkusudur…

MİLLİ

Milli Eğitim Bakanlığı, okul öncesi ve ilköğretimden sonra, Diyanete liselerin kapısını da (Kur’an Eğitim Merkezleri Yönetmeliği ile) açtı.

Milli olmayan Bakan Tekin’dir, ne yapsa yeridir…

DENİZ

AKP’nin devrettiği belediyelerdeki borç, savurganlık ve şatafat haberlerinden geçilmiyor.

Yiyen domuzlar…

Restorasyon dönemi

Prof. Dr. Doğan SOYASLAN | Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLMProf. Dr. Doğan SOYASLAN

29 Nisan 2024, Cumhuriyet

İhtilal, sosyoekonomik yapının zorla değiştirilmesi; restorasyon, eski kurumların yeniden kurulmasıdır. Milattan önce Yunan sitelerinde sanatta, edebiyatta, felsefede gelişmiş; özgürlük içinde yaşayan bireyci bir medeniyet oluşur. Roma’nın yıkılmasından sonra Hıristiyanlık Avrupa’ya egemen olur. 13. yüzyıldan başlayarak dinin dışında bir dünya olduğu keşfedilir. Avrupalı bilginler sanatta, felsefede, edebiyatta Yunan medeniyetini taklit ederler. Coğrafi keşiflerden sonra burjuvazi sınıfı oluşur. İngiltere’de Cromwell’in liderliğinde parlamento ile kraliyet arasında iç harp yaşanır. Kral I. Charles’ın kafası kesilir. 1649-1658 yıllarında Cromwell Cumhuriyeti kurulur. 1660 yılında Charles’ın oğlu II. Charles kral olur. Restorasyon dönemi başlar. Yüzyıllar içinde İngiliz kralının yetkileri parlamentoya devredilir.

Fransız halkı 1789 ihtilaliyle insan ve vatandaş haklarını deklare eder (açıklar). İhtilalcilerle kraliyet parlamenter monarşide uzlaşamazlar. Kral ve eşi Avusturya’ya kaçarken yakalanır, milletin özgürlüğüne ve devletin güvenliğine ihanetten yargılanır, idam edilirler. 1792’de Cumhuriyet ilan edilir. İmparator Napolyon, ihtilal değerlerini yaymak için savaşır, 1814’te yaptığı savaşı yitirir. 1815’te kraliyet ailesinden XVIII. Louis kral olur. Fransa’da restorasyon dönemi başlar. 1848 isyanı sonucu II. cumhuriyet ilan edilir. I. Napolyon’un yeğeni Louis Napolyon cumhurbaşkanı seçilir. 14 Ocak 1852’de yeni bir anayasa ve yoğun propaganda altında plebisit yapılır. III. Napolyon imparator ilan edilir. 1870’te Almanlarla yapılan savaşı Napolyon yitirir, Fransa’da III. cumhuriyet ilan edilir.

TARİHSEL GELİŞİM

Fetihçi bir toplum olduğu için, Osmanlı İmparatorluğunda toprak mülkiyeti devletindir. Otoriter yapılar içe kapanık, çağından habersiz bir toplum oluşturur. Voltaire’in deyişiyle, Batılıların çıkar kavgaları Haliç’e ulaşana dek dünyadan haberleri olmaz. Tanzimat ile Batılı kültür değerleri kabul edilmeye başlanır. Osmanlının Batılı değerleri kabul etmesi içeride dindar çevrelerin tepkisini çeker. Bunlar geri kalış nedenini İslamdan uzaklaşma ile açıklar. 1876’da padişahın yetkilerini Meclisi Mebusan ile paylaştıran (AS: Meclis-i Umumi 2 kanatlı idi : Meclis-i Ayan ve Meclis-i Mebusan) bir anayasa kabul edilir. Osmanlı-Rus savaşı gerekçesiyle Meclis kapatılır. 23 Temmuz 1908’de Meclis yeniden açılır. Ancak 31 Mart 1909’da alaylı subaylar Meclisi Mebusan’ı basarlar, şeriat isterler. Selanik’ten gelen Hareket Ordusu isyanı bastırır. Darbecileri desteklediği gerekçesiyle, II. Abdülhamit tahttan indirilir. Ancak şeriat istemleri hiçbir zaman bitmez.

Kurtuluş Savaşı sonunda düşman ülkeden atılır. Yüzyıllardır değişim ve gelişimin engeli sayılan saltanat ve hilafet ortadan kaldırılır. 1923’te Cumhuriyet ilan edilir. Ancak halkın büyük çoğunluğu Cumhuriyet değerlerini anlamaktan uzak, Sultancı bir kültüre sahiptir. 1924 ve 1930 yıllarında iki muhalif (karşıt) siyasal parti kurulur, Cumhuriyet için tehlike oluşturan bu partiler kapatılır. 31 Mart Vakası belleklerdedir. Türk halkına din dışında bir dünya keşfettirilir. İnancın salt vicdan için olduğu kabul edilir. Kamu yaşamına sokulması yasaklanır. Eğitimde her şeyin neden-sonuç ilişkisi içinde birbirine bağlılığı temel kabul edilir. Kurucu babalar kamu gücünü bölmekten, iktidarı dağıtmaktan, insanlara ve kurumlara sorumluluk vermekten yanadırlar. Çünkü ülkeyi akılcı, sorumluluk ve liyakat sahibi insanların ileri götüreceğine inanmaktadırlar.

1946’da çok partili siyasal yaşama geçilir. Ancak çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra, Cumhuriyet hükümetleri oy alabilmek için Cumhuriyet düşmanı kadroları yetiştirirler. 1970’li yıllardan başlayarak siyasal İslamı hedefleyen partiler kurulur.

NEHİRLERİN ÖNÜNDEKİ SET

14 Ağustos 2001’de, kapatılan partiler çizgisinde AKP kurulur. 2002’de iktidara gelir, hukuk devletinden uzaklaşılır. Parlamentoya, yönetsel bürokrasi ve yargıya dinsel nedenlerle Cumhuriyetle sorunu olanlar yerleştirilir. Metafizik değerler okullara ve yaşamın her alanına egemen olur. 2007’deki anayasa değişikliği ile “Osmanlı sultanlığına” doğru ilk adım atılır. 2008’den başlayarak kimi subaylar siyaseten hapsedilirler. Mahkemelere, istenilecek kararı verecek yargıçlar atanır. Doğal yargıç ilkesi ortadan kaldırılır. 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği ile yüksek mahkemelere Cumhuriyetle sorunu olan yargıçlar yerleştirilir. Tek yanlı propaganda ve ihtilal mağdurluğu altında

  • 16 Nisan 2017’de yeni anayasa halkoyuna sunulur.
  • Halk iradesini (istencini) koruyan mühürsüz oylar geçerli sayılarak
    Yasama, Yürütme, Yargıyı bir kişiye bağlayan anayasa kabul edilir.
  • Gerçekte yapılan işlem yok hükmündedir, çünkü işlemin kurucu unsuru (mühür) yoktur.

Böylece cumhurbaşkanlığı özü bakımından sultanlığa dönüşür.

Köylü çocukları, demokratik yollarla iktidara gelirler, halka ait olan iktidarı halkın elinden alırlar.

Tarihsel süreç içinde bakılırsa, Cumhuriyetten 80 yıl sonra restorasyon dönemine geçilmiştir.

  • Adı cumhurbaşkanı olsa da iktidar, bir kişiye ve çevresine bağlanmıştır.

Kraliyet İngiltere’de restorasyon sonrasında halkın temsilcileri ile anlaşarak yetkilerini devretmiş, monarşik demokrasiyi yerleştirmiştir.

Fransız halkı restorasyondan 32 yıl sonra II. Cumhuriyeti ilan etmiş, dört yıl aradan sonra imparatorluğa geçmiş, 1870 yılında savaşın yitirilmesiyle imparatorluktan III. Cumhuriyete geçmiştir.

  • Türkiye’de restorasyonun ne zaman biteceği belli değildir.
    Ama birkaç yıl daha süreceği anlaşılmaktadır.

Restorasyon dönemleri özgür, sorumlu, özgüvenli, sorgulayıcı ve girişimci insanların oluşturduğu nehirlerin önüne çekilen bir set gibidir.

Biriken suyun baskısı er geç seti yıkacaktır.

Em. Org. Çetin Doğan’a Mektup

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

 

 

Em. Org. Çetin Doğan’a mektup

Komutanım,

​Öncelikle size ve benzer durumdaki komutanlara yapılan büyük haksızlığı en şiddetli biçimde kınıyor ve lanetliyorum.

​Sizler görevde iken biz astlarınıza mesleksel ve kişisel yaşamlarımızda örnek oldunuz, yine de dik duruşunuzla örnek olmayı sürdürüyorsunuz.

​Başınıza gelenlerin devrim – karşı devrim savaşım (mücadele) sürecinde
Atatürk ilke ve devrimlerini savunduğunuz için olduğunu biliyorum.

Bu savaşım (mücadele) bitmeyecek ve sizler savaşımın “devrim” cephesinin simge adı
olarak anılacaksınız.

​Bunlar benim kişisel duygu ve düşüncelerim ama Harbiye ruhu ve vicdan sahibi
her Türk subayının aynı duygu ve düşünceleri paylaştığından emin olabilirsiniz.

Karşı devrimci iktidarın atanmış Milli Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanının “rütbelerinizin geri alındığı” açıklaması bizim için anlamsızdır.

Siz, sürekli biz astlarınızın komutanı olarak kalacaksınız.

Sizden aldığımız askeri terbiye bunu gerektirir.

Eşiniz saygıdeğer hanımefendi de tüm asker eşlerine örnek davranışları ile büyük takdir ve teşekkürü hak ediyor.

​Size ve öbür komutanlarıma sağlıklı güzel günlerin en kısa zamanda gelmesini,
haksızlığın son bulmasını ve haksızlık yapanların adalet önünde hesap vermelerini bekliyor, geçmiş olsun dileklerimi ve saygılarımı sunuyorum. 30 Nisan 2024, Ankara.