Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

Cumhuriyet Kadın Devrimidir

Dr. Cihangir Dumanlı
Em. Tuğgeneral, Hukukçu

Yarı sömürge durumuna getirilmiş, geri bıraktırılmış, yoksul, savaş yorgunu, hastalıklı ve cahil bir ulusu çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmayı amaçlayan Atatürk devriminin önemli bir öğesi, kadına toplumda hak ettiği yerin verilmesi ve kadın hakları konusunda yapılan devrimdir.

Bu kapsamda 05 Aralık 1934’te kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının verilmesinin 90. Yıldönümünü kutluyoruz.

Devrim Gereksinimi

Müslüman olmadan önce Türklerde kadın toplumda saygın bir konuma sahipti, ev işlerinde ve yönetimde kadınların sözü geçerdi. Müslümanlıkla birlikte Arap kültürünü aldıktan sonra kadının toplumsal konumu zamanla geriledi.

Osmanlı’nın son, cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de kadın toplumdan (üretimden) tümüyle dışlanmıştı. Evlenme ve boşanmada kadının söz hakkı yoktu. Bu da kadını çoğu kez ve çoğu yerde “bir mal gibi” alınır satılır hale getirmişti!

Kadın tek başına sokağa çıkamaz, kocası bile olsa bir erkekle yan yana yürüyemezdi.
Kadınlar evde, sokakta, mahallede her yerde erkeklerin üstlendiği ortak bir “ahlak bekçiliği”nin baskısı altında idiler. Toplu taşıma araçlarında kadınlarla erkekler bir arada oturamazdı. Okullarda kızlar ve erkekler ayrı otururlardı. Kadınlar sinema ve tiyatroda rol alamazlardı. Mirasta (Kalıtta) kız çocuğa erkek çocuğun yarısı hak verilirdi. Mahkemelerde iki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına eşitti. Siyasal hakları yoktu.

Bu durum Atatürk’ün çağdaş uygarlık hedefine uymuyordu.
Her şeyden önce yurttaş olan kadınların erkeklerle aynı haklara sahip olmaları eşitlik, adalet ve demokrasinin gereği idi.. Eşitlikten anlaşılması gereken fıtrattan (doğuştan) gelen eşitlik değil, hukuk karşısında eşitliktir. (AS: Yaşamda haklar ve onur bakımından eşitlik.. kölelik yok!)

Toplumun yarısını oluşturan kadınların toplumdan uzaklaştırılması, üretime katılmamaları ekonomik kalkınmaya engeldi. Atatürk.

  • Mümkün müdür ki bir toplumun yarısı zincirlerle toprağa bağlı kaldıkça
    diğer yarısı göklere yükselebilsin?!”
    demişti.

Kurtuluş savaşının kazanılmasında kadınlarımızın büyük özverileri olmuştu.
Zafer kazanıldığına göre Türk kadınına toplumda hak ettiği yer verilmeliydi.

Bu nedenler, kadın haklarında devrim yapmayı zorunlu kılıyordu.

Devrim

Kadın haklarında devrim, öbür devrimlerde olduğu gibi adım adım gerçekleştirildi.

1923’te toplu taşıma araçlarında kadınlarla erkekleri ayıran perdeler kaldırıldı.

Aynı yıl Nezihe Muhittin başkanlığında Türk Kadınlar Fırkası (Partisi) kuruldu.

1924’te Fırka Türk Kadınlar Cemiyeti (Derneği) olarak örgütlendi. Amaç genel seçilmede seçme ve seçilme hakkını elde etmekti.

1924’te eğitimin birleştirilmesi (tevhidi tedrisat) yasası ile okullarda kız ve erkek öğrenciler karma eğitime başladılar.

17 Şubat 1926’da İsviçre’den alınan Medeni Yasa yürürlüğe girdi.

Medeni Yasa şunları getirdi:

  • Kadın-erkek, kız çocuk-erkek çocuk eşitliği,
  • Tek evlilik,
  • Resmi nikah zorunluluğu,
  • Evlenme yaşının kişilerin fiziksel ve ruhsal gelişimlerine uygun olarak belirlenmesi,
  • Kadına boşanma davası açma hakkı,

1929’da Cumhuriyet gazetesi tarafından ilk kez Türkiye güzellik yarışması düzenlendi.
Feriha Tevfik Türkiye güzeli seçildi.

1932’de Türkiye güzeli Keriman Halis dünya ve kainat güzeli seçildi.

1932’de kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkı tanındı

1933’te muhtar seçilme hakkı tanındı.

1934’te Anayasa değişikliği ile kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanındı
ilk seçimlerde 17 kadın milletvekili TBMM’ne girdi. (oran % 5) .

1935’te dünya kadınları 12. kadınlar kongresi İstanbul’da yapıldı.

İlk kadın savaş pilotu Sabiha Gökçen, tarih Profesörü Afet İnan, Türk Kadınlar Birliği başkanı Nezihe Muhittin, Doktor Safiye Ali, opera sanatçısı Semiha Berksoy, tiyatrocu Afife Jale çağdaş Türk kadını için öncü oldular

Türk kadınına milletvekili seçme ve seçilme hakkı verildiğinde Avrupa ülkelerinin çoğunda
bu hak yoktu. Pek çok Avrupa ülkesi bu hakkı İkinci Dünya Paylaşım Savaşı’ndan sonra tanıdılar.

Değerlendirme:

Yapılan bu devrimle Türk kadını dünyaya örnek olacak şekilde ikinci sınıf yurttaş olmaktan çıktı, hakkı olan erkeklerle eşit hukuki statüye kavuştu. Çağdaş uygarlık yolunda önemli bir aşama gerçekleşti.

“Atatürk kadınlara haklarını verdi” demek yerine “Kadınların zaten insan olarak doğuştan sahip olduğu hakların kullanılmasındaki engelleri kaldırdı” demek daha doğru olacaktır.

Kadın haklarının gerçekleştirilmesi salt devrim önderliğinin yukarıdan tek yönlü verdiği bir şey değil; kadınların zamanın güç koşullarına karşın verdikleri örgütlü savaşımın sonucudur, bugüne örnek olmalıdır.

Bugün kadınlarımız iş yaşamında, bilimde, sanatta ve sporda büyük başarılar kazanıyorlarsa bunu Atatürk’ün kadın devrimine borçluyuz. Ancak siyasette ve kamu yönetiminde istenen düzeye ulaşamadık TBMM’de kadın milletvekili oranı % 20’dir. Bu oranın 90 yılda % 5’ten % 20’ye yükselmesi yetersizdir. Milletvekili sayısında ve üst düzey kamu yönetiminde kadınların oranı % 50’ye çıkartılmalıdır.

Bugün ülkemizin bir bölümünde ortaçağ benzeri feodal ekonomik ilişkinin türevi olan kadına karşı şiddet, kadın cinayetleri, küçük yaşta evlilikler, kızların okula gönderilmemesi gibi gerçeklikler Atatürk’ün çağdaş uygarlık hedefi ile çelişmektedir.

İstanbul Sözleşmesi‘ne geri dönmek başta olmak üzere, gereken önlemler alınarak bu ayıba son verilmeli, kadın haklarının kullanılmasının önündeki engeller tümüyle kaldırılmalıdır. Kadınlarımız bu ayıpların son bulması için 100 yıl önceki büyüklerinden esinlenerek örgütlü savaşım vermelidir.

Medeni Yasa’nın kabul edildiği 17 Şubat 1926 (yürürlük 4 Ekim 1926) veya kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının verildiği 05 Aralık Türkiye’de “kadınlar günü” olarak kutlanmalıdır.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 12 Aralık 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

İMAM

Binlerce öğretmen atama beklerken,
Dini Eğitim Bakanlığı imamları okullara görevlendirmeye devam ediyor.

İmamistan cumhuriyeti…

KUSURSUZ

İliç’teki maden sahasında 9 işçinin toprak altında kalarak yaşamını yitirdiği heyelana (toprak kaymasına) ilişkin soruşturmada, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporlarında imzası bulunan kamu yetkilileri hakkında “kovuşturmaya yer olmadığına ilişkin” karar verildi.

AKP iktidarı, sütten çıkmış “ak” kaşıktır.

Bütün suç ölenlerdedir…

KALA KALA

RTE, Suriye’de Beşar Esad’ın devrilmesi sonrası,

  • “Şu anda da dünyada liderler arasında zaten iki kişi kaldık. Bir ben varım, bir de Vladimir Putin var.” dedi.

Hayırlısı. Umutsuz değiliz…

KATLİAM

Kaz Dağları’nda Cengiz’in ağaç katliamı sürerken Danıştay kararı bekleniyor.

Doğanın anası halledildikten sonra “Kesilemez” kararı çıkması olasıdır…

ÇÜRÜME

Rize Valisi İ. Selim Baydaş, AKP milletvekilleri ve il yöneticilerine şoförlük yapmış.

Çürük meyve yanındakileri de (devlet organları) çürütür…

TANIMA

AKP iktidarı yakıt kaçağını önlemek bahanesiyle (gerekçesiyle) yandaş müteahhide (yükleniciye) “araç tanıtım kiti” takma işi verdi.

Yöntem tanıdık…

NİTELİK

TÜİK Başkanının kardeşi nitelikli dolandırıcılıktan gözaltına alınmış.

Ağabey de nitelikli yalancılığa devam etmekte…

MUHTEŞEM

(Şeriatçı) HTŞ’nin Suriye’deki başarısını “muhteşem devrim” olarak niteleyen RTE,

“Suriye halkının özgürlüğüne, yeni Suriye yönetiminin istikrarına, kadim Suriye topraklarının bütünlüğüne yönelik her saldırı karşısında Suriye halkıyla birlikte bizi de bulacaktır.” dedi.

Herhalde Suriye’yi bütün gören sanal bir dünya var…

Aydınlanma Devrimleri ve emperyalist kurgular

Alev Coşkun
29 Kasım 2024, Cumhuriyet
(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Siyasal iktidarın sözcüleri son haftalarda epeyce çığırından çıktı. Laiklik ilkelerine kökten karşı olan Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, camilerle ilgili eski hikâyeleri (öyküleri) yeniden gündeme getiriyor.

Milli Eğitim Bakanlığı tarikatları koruyan, kollayan onlara Cumhuriyet bütçesinden kaynak aktaran bir bakanlık haline (durumuna) geldi.

Bakan Tekin kendisini TÜGVA, Ensar ve TÜRGEV gibi tarikatları koruyan bir görevli olarak kabul ediyor. Öte yandan Harbiye’den yeni mezun olmuş “Atatürk’ün askerleriyiz” diyen teğmenler, öyle anlaşılıyor ki, mesleklerini ve görevlerini yapamadan Ordu’dan çıkarılacaklar. Bunun için de Milli Savunma Bakanlığı, “Bakanlığın itibarını zedelediler” gibi insanı güldürecek bir gerekçe buldu.

Erdoğan, “Atatürk on yıl daha yaşasaydı Türkiye daha güzel olurdu” dedi. Bir yazar da buna karşı şunları söyledi: “On yıl daha yaşasaydı yeni fabrikalar kurardı, AKP de onları satardı.”

Eski bakanlardan Nihat Zeybekçi de “Atatürk yaşasaydı AKP’ye girerdi” gibi insanları güldürecek söylemler ortaya atıyor. AKP iktidarının bu çelişkilerini, Cumhuriyetin temel ilkelerini hiçe sayan laiklik karşıtı uygulamalarını saymaya kalkmak bu yazının boyutlarını aşar.

‘MEDENİYETLER (Uygarlıklar) ÇATIŞMASI’

Bunlar aslında, AKP’nin siyasal görüşleridir diye düşünenler yanılıyorlar. Türkiye’nin özellikle “BOP(AS: Büyük Ortadoğu Projesi) kararlarından sonra sürdürdüğü uygulamalar, süper güçlerin Türkiye için kurguladığı planların sonucudur.

Emperyalist devletlerin “Yeni Dünya” kuramcılarından Prof. Huntington’un 1996’da yazdığı “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabında ileriye sürdüğü düşünceler unutulmasın.

S. Huntington bu kitapta 1996’da laik demokrasinin salt Batı’ya uygun olduğunu, Müslümanların demokrasiyi beceremediğini, Türklerin de Atatürk’ten ve laiklikten vazgeçerek “ılımlı İslam” modelini benimsemesi gerektiğini ısrarla savundu. Soğuk Savaş boyunca
İslami kimlik ve hareketlerin sosyalizm karşısında güçlendirilmesi Amerika’ya radikal İslam olarak dönünce, Soğuk Savaş sonrası dönemde kontrolü mümkün (denetimi olanaklı) görülen hem de Amerikan emperyal düzenini devam ettirecek (sürdürecek) olan “ılımlı İslam” modeli oluşturuldu.

Böylece CIA (Ankara) masası şefliği de yapmış olan Graham E. Fuller, Paul Henze gibi isimler (adlar), Elizabeth H. Shakman, K. Robins, J. Esposito gibi sosyal bilimciler Türkiye’nin toplumsal gerçekliğine ters, tarih dışı bir durumu, kendi önerdikleri sisteme oturtarak anlatmaya ve savunmaya başladılar.

CUMHURİYETLE SORUNU OLANLAR

Son günlerde bu daha da yoğunlaştı. Nobel ödülü alan, Prof. Dr. Daron Acemoğlu da Atatürk hakkında yorumlar yaptı. Nobel ödülünü alan (paylaşan) Acemoğlu, daha önce Orhan Pamuk’un yürüdüğü yoldan yürüyor.

Cumhuriyetle problemi (sorunu) olan kesimler konuyu 1930’lara getirirler. Bugünkü aksaklıkları Atatürk’e, Cumhuriyet dönemine ve 1930’lara bağlarlar. Acemoğlu da şöyle diyor:

  • “Atatürk, o sırada politik sistemi açabilmek gibi elinde bir opsiyon olmasına rağmen tam tersini yapıyor. Elindeki gücü merkezileştirmeye çalışıyor. Yani mümkün müydü gerçekten daha demokratik bir şey olması? Belki de mümkündü. Niye? Çünkü Osmanlı’dan başlayarak yani
    I. Dünya Savaşı’ndan önceki parlamentolara bakarsanız daha çoğulcu bir sistem var
    .”
  • Bazı (Kimi) şeylerde empoze, çok özel zamanlarda olursa, örneğin işte Fransa’da Napolyonik, savaşlar zamanında, savaştan dolayı belki geçiyor. Ama onun dışında hemen hemen
    hiç örneği yok. O yüzden daha baskıcı değil de daha çoğulcu bir biçimde yapmanın olanaklı olduğunu düşünüyorum ben o zamanki reformların. Çünkü Türkiye demokrasisinin sorununu ben, başından beri sivil toplumun çok zayıf ve gücün de devleti kim denetliyorsa elinde merkezileşmesi olarak değerlendiriyorum.”

Acemoğlu, I. Dünya Savaşı öncesi Osmanlı Parlamentosunda “çoğulcu sistem” olduğunu söyleyecek ölçüde gerçeklerden uzaklaşabiliyor.

Bu görüş, toplumsal gelişmeler tarihine, Ortaçağı yaşayan bir toplumdan laik ilkelere bağlı ve Aydınlanma Devrimlerine dayalı çağdaş bir toplum yaratma mücadelesine (savaşımına)
bilimsel olarak ters düşüyor. Atatürk Devrimlerine ters bakan, sürekli “Tepeden bastırdı” diyen oryantalizmin yüzeysel değerlendirmelerine karşı etkin ve doğru yanıtlar veren akademisyen Prof. Dr. Seda Ünsar’ın yazdıklarına bakıyorum. Bu konuda yazdığı bilimsel makaleleri bir yana, bir edebiyat yorumcusunun belirttiği gibi “edebi ve felsefi yönü ağır basanDüşüş adlı romanında Prof. Ünsar şöyle yanıt veriyor:

BOŞ SLOGAN ve ATATÜRK

“Türkiye’nin neredeyse yüz yıldır, emperyalizmin körüklediği anti-laiklik ve üretimi baltalayıcı politikalara karşın, büyük oranda Atatürk’ün ruh kudretinin olanaklı kıldığı devrim sayesinde hâlâ ayakta durabilmesi büyük olay. Laik Cumhuriyet, Tevhid-i Tedrisat, medreselerin, tarikatların kapanması, laik hukuk, Alfabe Devrimi, Köy Enstitüleri, sosyal fabrikalar gibi, oryantalist Batı âlimlerinin bile hayranlığını gizlemediği, her biri bir yüz yıllık büyük adımların sağladığı toplumsal dönüşüm…”

“ (…) Emme basma tulumbadan çıkmış, içi boş bir slogan gibi, ‘Atatürk eskiyi kaldırırken yerine bir şey koyamadı’ diyen oryantalizm beni çıldırtıyor. Şimdi özet verelim: Yerine, yüz yıl sonra sokaklarda rüştünü (erginliğini) kanıtlayan bir sivil toplum koydu; yeni bir alfabe (abece) koydu; İslam dinine ilk defa (kez) gelenek dışında ve günah demeden felsefe, bilim, tarih, sosyoloji, antropoloji, epistemoloji açısından da bakılabilmesini koydu -hem de 1300 yıllık tarihinde ilk kez- İslam dünyasında tek olan vicdan özgürlüğü kavramını koydu; yeni, modern (çağcıl), kaderine hükmeden (yazgısını yöneten) bir benlik koydu; bilimsel düşünce, arkeoloji, tıp koydu; derslerinde çıplak modeller kullanılan güzel sanatları koydu; geometri, matematik kitaplarını bizzat (doğrudan) yazdığı bir eğitim seferberliği koydu; uçak, şeker, un, çimento, iplik ve aklına gelen her şeyi kendisi üreten, işçiye tiyatro yaptıran, ulaşımını bedava (bedelsiz) sağlayan fabrikayı koydu; Finlandiya’nın bile incelediği köy tarım modellerini koydu; dünyanın en değerli para birimini koydu; müziğin, sanatın, insanlığın evrensel değerlerini öğreten, çarıksız köylüden öğretmen, mühendis, Bakan yapan Köy Enstitülerini koydu; saz çalıp Shakespeare okuyan
köy çocuklarını koydu; hangi Ortadoğu toplumunda bale var, hangisinde Türklerdeki gibi bir laiklik kabulü, sadece (yalnızca) yasal anlamda değil, laik devlet, laik toplum, laik insan, laik bir benlik veya kimlik idrakı (algısı) var. Benim tüylerimi diken diken eden şey, bütün bunların temellerinin on beş senede (yılda) gerçekleşmesidir.” (Seda Ünsar, Düşüş, İnkılap Kitabevi, 2021, s.71-72.)

Yukarıdaki alıntı bu laiklik karşıtı ve bilimsel gerçekleri altüst eden kişiler için yetmez mi?
=======================================
Dostlar,

Biz de biz X iletimizle Prof. D. Acemoğlu’na yanıt yazmış ve tarihsel anakronizma hastalığına düşmemesi gerektiğini, yüz yıl gerisini günün ölçütleriyle irdeleme olanağı olmadığını, yaptığının temelsiz ve bilimsel yönteme uyarsız olduğunu belirtmiştik. Daron hocamıza, Prof. Aziz Sancar’ı örnek alması gerektiğini de anımsatmıştık..

  • Prof. Dr. Maurice Duverger : «Kemalist partinin birinci özelliği, demokratik bir ideolojiye sahip olmasıydı. Mustafa Kemal‘in siyasal rejimi, çoğulculuğun üstün değer olduğunu kabul ediyor ve çoğulcu devlet felsefesi içinde işlevini yerine getiriyordu. Üstelik, partisinin, yapısal açıdan da totaliterlikle hiçbir ilgisi yoktuKemalizm demokratik bir ideolojidir. Atatürk döneminde niçin demokrasinin tüm kurum ve kuralları yoktu? Olamazdı da, onun için…»

Bu değerlendirme, Prof. Maurice Duverger’in, Kemalist partinin demokratik ideolojisi ve yapısının totaliterlikle ilgisi olmadığına ilişkin belirlemeleri, 1951’de yayımlanan “Les Partis Politiques” (Siyasal Partiler) adlı yapıtında yer alıyor. Bu betikte (kitapta) Prof. Duverger, Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) yapısını ve ideolojisini irdeleyerek, Partinin demokratik değerlere sahip olduğunu ve totaliter özellikler taşımadığını belirtmiştir. Özellikle, CHP’nin üyelik yapısının herkese açık olduğunu, ihraç ve dışlama düzeneklerinin bulunmadığını, üniforma ve geçit törenleri gibi totaliter simgelerin olmadığını vurgulamıştır. Bu değerlendirmeler, Prof. Duverger’in CHP’yi totaliter partilerden farklı bir konumda gördüğünü göstermektedir.

Dr. Ahmet SALTIK
01.12.2024, Ankara

Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Adaleti beklerken kayyum uygulaması…

28.11.2024, BİRGÜN

2017 (Anayasa) Değişikliği, hem anayasal rejime hem de siyasal sisteme ilişkindi: Hükümeti kaldıran, kolektif karar alma ve siyasal sorumluluk ilke ve süreçlerini tasfiye eden bir Anayasa değişikliği, hem rejim hem de sistem değişikliği idi.

Anayasa’nın üç hali (demokratik, otoriter ve fiili-keyfi) olarak uygulama ise, değişiklik ötesi ve
bir tür rejim ve sistem yokluğu. Fiili ve keyfi yelpaze genişlediği ölçüde rejim ve sistem de sönümlenmekte.

Yöneten ve yönetilenlerin hukukça yönetilmede eşitliği olarak tanımlanan hukuk devletinin
bu özelliği bir yana, yönetilenler arasında bile açık eşitsizlik var:

  • Hayali suçlular hapiste, gerçek suçlular ise toplum içinde!

Ölçüt ne?

  • Demokrasi ve özgürlükleri savunanlara hapishane;
    iktidarın bekası (sürmesi) için çalışanlara ayrıcalık ve cezasızlık.

FİİLİ ve KEYFİ

Esenyurt’tan Halfeti’ye, Mardin’den Tunceli’ye kayyum kasırgası, çifte standardın tipik örneği:

Seçilmiş Belediye başkanı : Görevden değil yalnızca, özgürlüğünden de yoksun kılınıyor;
arama, gözaltına alınma ve tutuklanma usul ve koşulları da Anayasa’ya aykırı.

Seçilmiş Belediye meclisi : Başkan hedef alınıyor, ama Belediye Meclisi de dağıtılarak,
suçsuzluk karinesinin bireysel ihlali (başkan), kolektif ihlal (Meclis) sürecine uzatılıyor.

Belediye kurumu olarak : Anayasal dayanağı madde 2’ye dek uzanan yerel yönetim,
demokratik kimliğinden (ve kalkanından) birkaç saat içinde yoksun kılınıyor.

Seçmenlerin iradesinin yok edilmesinden, kanunsuz emire dek uzanan Anayasa dışı uygulamalar dizisi, köşe yazılarında değil, yüksek lisans ve doktora tezlerinde incelenebilir ancak.

Burada asıl sorun, Anayasa’da yazılı demokratik veya otoriter hükümlerin uygulanması değil, tümüyle Anayasa dışı ve fiili bir uygulama olup; “kayyum” adı altında yaygınlaştırılan bu alan, hukuk güvenliği ve adalet yokluğunu da teşhir ediyor.

BUZDAĞININ GÖRÜNEN YÜZÜ

Bakırköy ve Silivri ziyaretlerim, bu gözlemlerimi bir kez daha doğruladı.

Gezi tutukluları Mine Özerdem ve Çiğdem Mater’i ziyaret planımda Av. Dilek Ekmekçi yoktu. Bakırköy’e gidinceye dek O da tutuklandı.

Silivri ziyaret çizelgesinde Esenyurt Belediye Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özer, Gezi tutukluları
Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Osman Kavala ile avukatlar Selçuk Kozağaçlı, Oya Aslan, Behiç Aşçı, Bekir Kaya ve Bedirhan Sarsılmaz vardı.

Ne var ki, ziyaret gerçekleşinceye dek Nasuh Mahruki de tutuklanmıştı.

Özgürlüklerinden alıkonulmuş olan savunmanlar, siyasiler ve sivil toplum neferlerinin ortak paydaları ne?

Hiçbiri eline silah veya suç işlemeye elverişli başka bir alet almamıştı, toplumsal veya bireysel güvenliği tehdit edici söylemde, suça veya şiddete çağrıda bulunmamıştı. Ortak payda,
delilden (kanıttan) hareketle suçlandırmak değil, failin kimliğinden hareketle suç yaratmak.

Hepsi adaleti bekliyordu; Cumhuriyet’in niteliklerinin üzerine inşa edildiği adaleti (md.2).
Kimileri iddianamenin bir an önce hazırlanmasını, kimileri  Anayasa Mahkemesi (AYM) başta mahkemelerin bir an önce karar vermesini, kimisi de gerekçeli mahkeme kararlarının uygulanmasını.

Adil yargılanma hakkının bu denli sistematik olarak ihlali (çiğnemi), binlerce ‘düşünce suçlusu’ mağdurun varlığının göstergesi.

Aysbergin (buzdağının) görünen bu yüzünün öte yanında; dolandırıcılar, altın kaçakçıları, katiller, uyuşturucular, Anayasa, özgürlük ve demokrasi savunucularını sürekli hedef gösterenler,
ölüm fermanı çıkaran Devlet’in maaşlı imamları ve sözde akademisyenler,
elini kolunu sallayarak toplumda “potansiyel suç makinası” olarak gezebiliyor.

Özetle, “hayali suçlular” ile meşgul edilen yargı, gerçek suçluları aklamak veya
seyretmekle yetiniyor veya zorunda bırakılıyor.

  • Bu karamsar tablo, iyimser iradeyi asla gölgelememeli!

Adil, dürüst, düzgün ve hakkaniyete uygun yargı gerekleri için hukuksal mücadele  sürekli kılınmalı; Anayasa’ya saygı yolunda kararlılık pekiştirilmeli.

Ne var ki; siyasal olarak hesap verebilir bir yönetim öncelikli anayasal düzene dönülmediği sürece, adalet mücadelesinin göreceli kalacağı da hiçbir zaman göz ardı edilmemeli.
=========================================
Yazarın Son Yazıları

Dayanışma etkinliklerinin sosyolojisi

Şükrü Aslan

Şükrü Aslan

Güncel 27.11.2024, BİRGÜN

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

1970’li ve 80’li yılların Türkiye’sinde ve Avrupa kentlerinde ‘Dayanışma Geceleri’, daha çok politik işlevleriyle iz bırakan etkinliklerdi. Bu geceler sadece odaklandıkları temalar itibarıyla değil, katılımcıların hali, dili ve söylemiyle de birer muhalif politik gösteri gibiydi. O kadar ki sanatçıların sahnede yer alma biçimleri bile büyük ölçüde muhalif politik sembollerin bir tür fotoğrafına benziyordu. Elindeki sazı, türlü mücadelelerin nesnesi gibi tutan bazı sanatçıların, dakikalarca alkışlandıklarını hatırlarım. Dönemin hâkim siyasetinin yarattığı politik atmosfer, toplumsal kesimlerin bulunduğu yerden bir muhalif ses verme çabalarını tetikliyordu.

Geçtiğimiz Pazar günü Almanya’da Stuttgart Arena’da, Tunceli Eğitim Sağlık Vakfı yararına yapılan dayanışma etkinliğini izlerken, hemen her adımda bu deneyimleri ve sosyolojinin hem değişen, hem de genellikle görünmez kalan yüzlerini düşündüm. Elbette o salonda yerlerini alanlar da aynı şekilde toplumsal coğrafyalarına duyarlılardı. Hatta bu duyarlılığın çok daha gelişmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Atalarının yaşadığı topraklara yapılan ziyaretler, geleneğin türlü ritüellerine gösterilen saygı, geçmiş hakkında kullanılan özenli dil, kendi kültüründe, dilinde, coğrafyasında güven ortamında yaşama hayalleri vb. ortak duygu, tutum ve arzulardı. Bu durumu hemen her şekilde gözlemlemek mümkündü.
∗∗
Eğitim gerçekten de geleneksel Dersim coğrafyasının geleneğinde vardı. Daha resmi okullar yokken bu coğrafyanın çoğu köylerinde, maliyeti köyün ileri gelen ailelerden biri tarafından karşılanan enformel okullar vardı. ‘Kuş içmez kervan geçmez’ diye tarif edilen bu coğrafyada ‘eski yazı’ olarak bilinen Osmanlıcayı da, Latin alfabesini de okuyan-yazan kuşaklar vardı. Bilhassa genç neslin okuma; Türkiye ya da dünyanın iyi üniversitelerinde yer bulma arzusu ve arayışı dikkat çekiciydi.

Bu öylesine güçlü bir eğilimdi ki, coğrafyanın çocukları oldukça zor koşullarda okumuş, lise ve üniversite giriş sınavlarında çok kez başarı listelerinin üstünde yer almışlardı. Bu başarılı deneyimler giderek bir geleneğe dönüşecekti. Bugün çalışma alanlarında etkili izler bırakan akademisyenlerden Fransa’da Prof. Dr. Mehmet Ali Oturan, Prof. Dr. Hüseyin Fırat, Almanya’da Prof. Dr. Şahin Albayrak, Prof. Dr. Süleyman Ergun, Türkiye’de Prof. Dr. Müslüm Bozyiğit,
Prof. Dr. Ahmet Saltık, Prof. Dr. Kamer Kılınç ve daha niceleri bu kahırlı coğrafyanın çocuklarıydı ve zor koşullarda okumuşlardı. Şimdi de çoğunluğu üniversitelerde aktif olarak çalışan, aynı coğrafyadan yüzlerce bilim insanı onların izini sürüyor.
∗∗
Bugünün öğrencilerine bakınca da hep aynı eğilimi düşünürüm. Bütünüyle bağışlarla sağlanan desteklerle Tunceli Eğitim ve Sağlık Vakfı’nın burs verdiği 509 öğrencinin içinde başarılı bir gelecek vaat eden çok sayıda aday bulunuyor. Üstelik bu öğrenciler de tıpkı daha önceki kuşaklarda olduğu gibi toplumsal coğrafyalarının haline, diline, geleneğine ve dertlerine aşina ve yine aynı şekilde bu durumdan kaygı duyan bir kuşağı oluşturuyorlar. Yani gelenek devam ediyor ve geleceğe dair büyük umut veriyor.

İşte bu öğrencilerin desteklenmesini amaç edinen ve tümüyle gönüllü bir grubun düzenlediği ‘Stuttgart Dayanışma Etkinliği’ coğrafyanın eğitim geleneğine işaret eden pek çok onur verici yeni uygulamaya da sahne oldu. Etkinliğin gerçekleştiği mekan sahibinden başlamak üzere katılan sanatçılara, ses düzenini sağlayanlara, satış ve salon görevlilerine kadar hemen herkes gönüllüydü. Dahası çok sayıda iş insanı bu etkinliğe ve Tunceli Eğitim ve Sağlık Vakfı’nın burs çalışmasına sponsor olmuşlardı. Etkinliğin adı da yine bu gönüllü ekip tarafından belirlenmişti: ‘Karanlığa ışık, genç yüreklere umut’…

Dayanışma etkinliğinin bu türü sanki geleneğin yeni bir sesi ve türüydü. Etkinlikte konuşmacı olarak seçilenler de, alanlarında tanınan ve genç nesiller için model olan akademisyenlerdi. Öyle sanıyorum ki Stuttgart Arena’da pek çok şehrin sivil toplum ve akademi ilişkisine dair model olacak özgün bir dayanışma deneyimi gerçekleşti. Eğitimin ve geleneğin kesişiminde bu deneyimin takip edilmesini özellikle öneririm.
====================================================
Dostlar,

Bu sıcacık makalenin yazarı Sayın Şükrü Aslan Sosyoloji Profesörüdür İstanbul Mimar Sinan Üniversitesinde..

Aynı toprakların, Tunceli’nin insanlarıyız.

Ben, Tunceli’nin Hozat ilçesinin Karaca köyündenim.
Ev kadını bir anne ve emniyet başkomiserinin (1908’de görev şehidi verdik) çocuğuyum.

Yazıda da belirtildiği gibi çoooook ama çooook zor koşullardan geliyoruz bulunduğumuz yere..

Bu olgu not edilmeli, hep akılda kalmalı..
Fırsat eşitliği / eşitsizliği.. çok ama çok yakıcı bir sorun.
Sıklıkla da çok ağır olumsuz etkilerinin giderimi (telafisi) olanaksız.
Belki nehir söyleşilerle öyküleştirilmeli, kalıcılaştırılmalı ülkemiz kültüründe basılı yapıtlarla.
***
Prof. Aslan, Tunceli Eğitim Sağlık Vakfı’nın  güçlenmesi için çok emek veriyor.
Stutgart etkinliği de bu kapsamda.
509 yoksul ve gereksinimli öğrenciye burs sağlamak kolay iş değildir ve son derece saygın bir çabadır.
Bu çabaya omuz verilmesini dileriz.

Vakfı kurarak bu günlere taşıyanlara, emek ve katkı vereceklere ve Prof. Şükrü Aslan hocamıza şükran ile..

Emeklerine saygı ile.

T.C. Devletini, özellikle Anayasa m.2 ve 5’te yer alan görevlerini özenle yerine getirmeye çağırıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 28 Kasım 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Asgari ücret için çözüm önerimiz

Prof. Dr. Orhan Şener
27 Kasım 2024, Cumhuriyet

Asgari ücretin açlık ve yoksulluk sınırlarının çok altında kalması nedeniyle yapılacak zammın tutarı hep tartışılır. Asgari ücrete yapılacak zam, işverenin üretim maliyetine daha fazla yansıtılacağından enflasyon da artarak kontrol edilemeyecektir. TÜİK istatistiklerine dayanarak, enflasyon olduğundan çok daha küçük gösterilerek, daha az zam yapılırken sendikalar ve muhalefet ise açlık ve yoksulluğu temel alarak daha fazla zam yapılmasını istemektedir. Yıllardır bu tartışmalar devam eder ve bu kısır döngü kırılamamaktadır. Bizce her iki tarafın tezleri de çözüm getiremez.

Bu yazımızın amacı ise kamu ekonomisinin ilkelerine uygun olarak en tutarlı çözümü tartışmaya açmaktır. Gelişmiş ülkelerde asgari ücret sorununun olmamasının nedeni, enflasyonun kontrol altına alınmasında yatar. Bu ülkelerde maliye politikasıyla ekonomik ve sosyal altyapı gerçekleştiğinden, temel kamu hizmetlerine aile bütçesinden yapılan ödemeler azaldığından enflasyon da kontrol edilebilmektedir. Türkiye’de ise yoksulluğu önleyen ve firmaların üretim maliyetini düşüren, aşağıdaki kamu hizmetleri yeterli kalite ve miktarda üretilemediğinden enflasyon ve asgari ücret sorunu çözülememektedir.

KAMU HİZMETLERİNDE NE DURUMDAYIZ?

Eğitim hizmetlerinin  kalitesi son derece düşmüş olup ayrıca toplumun yüzde 90’ından fazlası kaliteli eğitime ulaşamamaktadır. Kalitesiz eğitim ise kalitesiz üretime neden olmaktadır. Çözümü temel eğitimin bilimsel ve laik niteliği korunarak kaliteli eğitim verenler dışındaki özel eğitimin kamulaştırılmasıdır.

Sağlık hizmetleri genel olarak son derece yetersiz, kalitesiz ve pahalıdır.
Ayrıca, yetişmiş doktorların yurtdışına gitmeleri ise hizmet kalitesini daha da düşürmüştür. Çözüm, kaliteli sağlık hizmetleri sunan özel vakıf hastanelerin dışındakilerin kamulaştırılmasıdır.

Toplu taşımacılıkta karayolu taşımacılığının sosyal maliyeti deniz yoluna göre 15, demiryoluna göre 10 ve havayolu taşımacılığına göre, yaklaşık 5 kat daha fazla olduğu tahmin edilir. Burada çözüm olarak denizyolu taşımacılığının Yunanistan örneğinde olduğu gibi artırılmalı, İspanya örneğinde olduğu gibi saatte ortalama 300 km hız yapan hızlı trenlere ağırlık verilmelidir. Böylece önemli akaryakıt tasarrufu sağlanacaktır.

Sosyal konutlar düşük gelirlilere kiralanmalı ve isteyene satılmamalıdır. Kişi başına düşen milli gelirin 62 bin dolar olduğu Viyana’daki konutların yarısına yakını sosyal konuttur. Böylece emlak rantı önlendiği gibi ayrıca sosyal konutlar ayda ortalama 500 Avro’ya kiralanmaktadır. Türkiye’de tam tersi yapılmakta olup üretilen sosyal konutların yoksullara kiralanması yerine satılması ise yoksulluğun artmasına katkıda bulunmaktadır.

SOSYAL DEVLET

Bu hizmetlerin aile bütçesindeki ağırlığı %70’lerde olup gerisi gıda harcamalarına gider.
Kamu hizmetlerinin payı yarı yarıya düşürüldüğünde enflasyon ve asgari ücret sorunu kendiliğinden çözülecektir.
Çözüm önerilerimiz kısa zamanda gerçekleştirilemeyeceğinden, etkin bir planlama uygulamasıyla birkaç yılda kendiliğinden olacaktır.
Bu nedenle başta sendikaların, CHP ve muhalefetteki partilerin Atatürk’ün başarıyla uyguladığı bu tür bir sosyal devlet politikasını savunmaları gerekmektedir.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 27 Kasım 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

LİBOŞ

CHP İstanbul Milletvekili Namık Tan, “Bakınız bugün Mavi Vatan’dan ne Dışişleri Bakanı ne Cumhurbaşkanı söz ediyor. Zira Yunanistan’la Ege’de bahar yaşanıyor. Bu fena mı? Kötü mü? Asla.”

Bu adam Yunanistan’da AKP şubesi açmalı … 

HIRSIZ

RTE’nin açtığı dava ile yargılanan Kılıçdaroğlu,

  • “Karşınıza Sayın Yargıç, ‘hırsıza, hırsız’ dediğim için çıktım… Başçalan, Hırsız ve Başhırsız’ dedim” ifadelerini kullandı ve sözlerinin hiçbirinden pişman olmadığını dile getirdi.

Nasrettin Hoca ne demişti? “Hırsızın hiç suçu yok mu?”..

KAYIP

İçişleri Bakanı Yerlikaya,150 bin 327 sığınmacının kaybolduğunu, Avrupa’ya gittikleri değerlendirildiği için kayıtlardan sildiklerini söyledi.

Bu yöntemle hiç sığınmacı kalmaz (!!)…

MAHRUKİ

Seçim dürüstlüğü anketinde 165 ülke içinde 123’üncü olan ülkemizde YSK’yı eleştiren
Nasuh MahrukiHalkı yanıltıcı bilgi vermekten ve yargı organlarını aşağılamaktan” tutuklandı.

Halkı yanıltan yargıyı kim tutuklayacak?.. 

İMAM

Öğretmen sayısı sürekli azalırken, DİB’lığı personelinin toplam memurlar içindeki payı
altı yılda binde 39.7’den binde 44.2’ye çıktı.

Ülkede ahlaksızlık neden artıyor?..

ANAMIZ

Yılda 3.5 milyar TL kar eden Çayırhan Termik Santrali yaklaşık 2 milyar TL’ye satılmaya çalışılıyor.

Alıcı adaylarından biri de Cengiz.

İktidar bir yandan, Cengiz öbür yandan milletin anasına “doyamadılar“!!…

TÜRKİYE’de EKONOMİ İLE İLGİLİ  BEN DE KONUŞMAK İSTERİM !

Nazan Savaş, koronavirüs ile mücadelenin sesi olduProf. Dr. Nazan SAVAŞ
Halk Sağlığı Uzmanı
ADD – Atatürkçü Düşünce Derneği Üyesi

  • Günümüzde Türkiye’nin ekonomisini, küreselleşmeyi belirleyen uluslararası kuruluşlardan bağımsız değerlendiremeyiz.
  • Özellikle Dünya Bankası son 40 yıllık dönemde Türkiye’nin politikalarına, toplumsal değişimine ve ekonomisine yön veren önemli bir kurumdur.
  • Dünya Bankası Grubu, son olarak 11 Nisan 2024’te 2024-28 Mali Yıl Ülke İşbirliği Çerçeve Belgesini (CPF) yayınlanmıştır.
  • Bu Belgede (dokümanda), şu andaki cari açığımızın önemli nedenlerinden olan IBRD, IFC ve MIGA’nın varolan (mevcut) kredilerine ek olarak, yeni kredi ve garantiler alınması programlanmıştır.
  • Böylece, Dünya Bankası Grubunca en çok kredi (Borç!) verilen üçüncü sıradaki ülke olarak Türkiye’nin, 17 milyar $ tutarındaki portföyüne, beş yıl boyunca 18 milyar $ düzeyinde bir kaynak daha sağlanması planlanmıştır.
  • Bunların tümü “borç” olarak Türk Milleti’nin üzerine binmektedir. Gerek kamu gerek kamu-özel ortaklı yatırımlar, gerekse özel sektör bu kredilerden yararlanmaktadır.
  • Ve maalesef bu yatırımlar üretime değil, daha çok hizmet sektörüne yöneliktir ve ödeme güvencesi (garantisi) kapsamındadır. Otoyollar, şehir hastaneleri.. gibi. Otoyolların borcu doğrudan vatandaşlarca ödenirken, şehir hastanelerinin kullanım ücretleri SGK tarafından ödenmektedir. Hastanelerde kullanılan gereçlerin (malzemelerin) ve aygıtların (cihazların) tümü yine döviz ödemeli olarak SGK kaynaklarıyla satın alınmaktadır. Böylece hem SGK’nın akçalı (mali) yükü artmakta hem de bu yüzden cari açığımız daha da büyümektedir.
  • Enerji gereksinimimizin karşılanmasında, dağıtımında ve yeni yenilenebilir enerji kaynakları yaratılmasında özelleşen elektrik şirketleri üzerinden, özellikle yine Dolar cinsinden geri ödemeli bu krediler kullanılmaktadır.
  • Öte yandan gerek tarımsal gerek endüstriyel yerli ve ulusal (milli) olan üretim alanlarımız gittikçe daralmıştır. Endüstride temel girdiler yüksek ve teknoloji ürünleri dışalım (ithal) bağımlılıkları, tarımsal üretimde melez (hibrit) tohum, dışalım (ithal) canlı hayvan… gibi yeni bağımlılıklar dayatılmıştır.
  • Bir yandan da, Dünya Bankası ve IMF’ye seçenek olarak kurulduğu belirtilen BRICS ile  Türkiye’nin görüşmeleri gerçekleşmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, BRICS için “Gelişen münasebetlerin mevcut angajmanlarımızın alternatifi asla değildir ve olamaz!” dese de, borç çıkmazından ve yüksek enflasyondan kurtulmanın yine borç alarak mücadelesini (!) vermek istediğini görüyoruz. Erdoğan’ın BRICS toplantısına katılması ile TUSAŞ’a terör saldırısının yapılmasının yakın tarihlerde olması gerçekten anlamlıdır.
  • Erdoğan bir konuşmasında, 83 BİN’den FAZLA ÇOKULUSLU ŞİRKETE ev sahipliği yaptığımızı anlattı. Türkiye’de bu şirketlerin üretim etkinliklerinin, AR-GE ve lojistik merkezlerinin olduğuna ve dışsatımımızın (ihracatımızın) %31’inin bu şirketlerce yapıldığını söyledi. Kazan-Kazan yaklaşımından söz etti. Öyle ise Sayın Erdoğan, şirket ölçeğinde Türkiye’nin kazançlarını ve yitiklerini de açıklamalı.
  • Ülkemizde çalışan SEKSEN ÜÇ BİN uluslararası şirketin döviz kazancından Türkiye Cumhuriyeti kasasına daha çok para aktarılmalı. Madem ülkemizi tercih ediyorlar ve buradan dışsatım (ihracat) gerçekleştiriyorlar, mutlaka şirket kazançları “çok yeterli” olsa gerek. ENFLASYONUN YÜKÜ, BU ÇOKULUSLU ŞİRKETLERE DAHA ÇOK AKTARILMALI.
  • Elbette Türkiye için yabancı yatırımcı da değerli, ancak bunların nicelik ve niteliği bizim çıkar ve ekonomimizi tehdit edecek boyuta ulaşmamalı.
  • Günümüzde gelinen noktada, 2024 için 10 aylık Enflasyon TÜİK eliyle %48,58 (Ekim 2024) olarak açıklanmıştır. ENAG verisinin neredeyse yarısıdır.
  • Yıllık enflasyon en çok konut, gıda, lokanta/oteller kesiminde gerçekleşmiştir.
  • Ana sanayi sektörlerinde yıllık enflasyon imalatta %32, elektrik ve gazda %20, ara mallarda %32 olarak açıklanmıştır.
  • Bu durumda, üretimde durma noktasına gelinmemesi özellikle yerli üreticiler için olanaklı gözükmemektedir. Üstelik asgari ücret belirlenmesinde enflasyon verisi temel bileşen iken.
  • Asgari ücretin artırılması konusu belki iki biçimde ele alınabilir:
    Hizmetler sektöründe çalışan çok sayıdaki asgari ücretli ile
    Reel üretim sektöründeki asgari ücretliyi ve bunların işverenlerini aynı tutmamak..
    Üretim sektörü işverenine daha çok pozitif ayrımcılık, görece en adaletli yol gibi duruyor.
  • DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) mutlaka yeniden kurulmalı ve
    Maliye Bakanlığı yine özerk olmalıdır.
  • TRT’nin yeniden özerk ve yansız olması sağlanmalıdır. Özel yayın kuruluşlarının gelirleri bağımsız Maliye Bakanlığınca denetlenmelidir. Artık basında parayı veren düdüğü çalmamalıdır. Reklam gelirleri elbet olacaktır, ancak etik olmayan biçimde aktarılan paralar özel yayın kuruluşlarını da satın alıyor ve bu durum toplumsal kutuplaşmayı daha da artırıyor. Haksız kazançlar toplumsal yozlaşmaya daha da çok neden oluyor. Akşamları TV ekranları ya toplumu uyutan dizilerle ya da yandaş kesimin sözde tartışma programlarıyla (gerçekte iktidar propagandasıyla dolduruluyor.
  • Uzayan derin EKONOMİK BUNALIM ve çok yüksek ENFLASYON, TOPLUMSAL YOZLAŞMAYI ve DUYARSIZLAŞMAYI, çürümeyi de birlikte GETİRİYOR
  • Gençler ve işsizler bu haksız yükü daha çok çekiyor.
  • Bahis (şans) oyunlarına ilgi ve bağımlılık çok yaygınlaşmış durumda.
  • Uyuşturucu madde bağımlılığı ürkütücü boyutlarda, 10-12 yaş dilimini bile sardı.
  • Milli eğitim, ulusal (milli) değil!
  • Endüstri meslek liseleri ve çıraklık okulları niteliksiz olarak değerlendiriliyor,
    gerekli biçimde düzenlenmiyor
  • Suriye’li ve öbür kayıt dışı işgücü ile nitelikli (kalifiye) emek açığı kapatılmaya çalışılıyor.
  • SURİYELİ ve öbür SIĞINMACILAR ve EKONOMİ SORUNU; salt demografimizi etkilemiyor; eğitim, istihdam, sağlık, sanayi, tarım, ekonomi ve güvenlik vb. pek çok alanı yıkıcı biçimde etkiliyor. Kimi alanlarda saçma (absürt) ve çelişkili (paradoksal) olarak yasal – yasa dışı sığınmacılardan ucuz ve sigortasız emek olarak yararlanma ve öbür sorunları görmeme miyopluğu içselleştirilmiş toplumda. Özellikle Hatay’da organize sanayi bölgeleri, inşaat ve tarım alanları Suriyeli işçiden geçilmiyor. Sağlık giderlerinden tutun, işverenin vergi kaçırmasına dek sayılamayacak düzeyde sorun birikimli olarak ekonomimizi çok olumsuz etkiliyor.
  • TERÖR SORUNU ve EKONOMİ… Dış bağlantılı dev sorun! Ardalanda (arka planda) kurumsal küresel (global) sermayenin olmamasının olanaksızlığını artık sağır sultan bile söylüyor.
  • İç cephe sıkılaşması kavramı da sanki onların icadı gibi… Bu durumla ilgili kimi kez eski kerli felli siyasetçilerden, kimi kez de halk yardakçısı (popülist) olmaya çalışan konu mankeni siyasetçilerden zaman zaman böylesi yeni kavramlar – savsözler (sloganlar) ve yeni söylemler işitsek de, son 40 yıllık sürecin devamıdır yaşananlar.

Mustafa Kemal’in askerleri

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

AKP hükümetinin, özellikle 2007 yılından beri, devletin tüm kurum ve kuruluşlarında yaptığı gibi, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni de laiklik karşıtı kadrolarla donatma girişimleri tüm hızıyla sürüyor.

AKP iktidarı bu operasyonu önce, Recep Tayyip Erdoğan’ın “başbakan” olduğu dönemde, Fethullah Gülen çetesiyle birlikte, “Ergenekon”“Balyoz” ve “Casusluk” olarak bilinen kumpas (tuzak) “davalarıyla” gerçekleştirdi.

İktidarın paylaşımı mücadelesine bağlı iç rekabetin bir sonucu olarak AKP’nin Fethullah Gülen çetesiyle yollarını ayırmasından ve 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra, AKP hükümeti aynı süreci tek başına yürütmeye devam etti.

Darbe girişimi bahane edilerek, “Milli Savunma Üniversitesi” adını taşıyan ve AKP’nin güdümünde “Milli” Savunma Bakanlığı’na bağlı yeni bir kurum oluşturuldu; Kara Harp Okulu, Hava Harp Okulu, Deniz Harp Okulu bu üniversiteye bağlanarak, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın kontrolünden (denetiminden) çıkartıldı; Genelkurmay Başkanlığı’nın yetki alanı sınırlandırılıp, AKP’li siyasetçilerin bakanlık yaptığı “Milli” Savunma Bakanlığı’nın yetkileri artırıldı; Türkiye’nin en köklü askeri liselerinden birisi olan Kuleli Askeri Lisesi kapatıldı; GATA gibi askeri hastaneler ve tıp akademileri kapatıldı, TSK tıp hizmeti açısından altyapısız bırakıldı; Jandarma Genel Komutanlığı ve okulları AKP siyasetinin güdümündeki İçişleri Bakanlığı’na bağlandı.

Böylece, TSK içindeki FETÖ kadrolaşmasını bertaraf etmekle yetinmek yerine, TSK’nin bölünüp parçalanmasının ve AKP’nin İslamcı siyaseti doğrultusunda siyasallaşmasının yolu açıldı.

Bu süreçte TSK’de, FETÖ dışındaki laiklik karşıtı dinci cemaatlerin ve tarikatların kadrolaşmasının yolu açıldı; yüksek “askeri” şuralarda, “taraf olmayan bertaraf olur” stratejisi uygulanarak, AKP yandaşı olmayan komutanlar üst kademelere  (rütbelere) atanmadılar veya emekliye sevk edildiler; siyasal partilerin güdümünde olmadan Türkiye’nin ulusal çıkarlarını koruyan askerler ve komutanlar, TSK’de edilgenleştirildiler; Montrö Sözleşmesi’nin ihlaline (çiğnenmesine) ve “sarıklı amiral” vakasına tepki gösteren emekli amiraller bile gözaltına alındılar, haklarında kumpas (tuzak) “dava” süreçleri başlatıldı.
***
Son olarak, Kara Harp Okulu mezuniyet töreninde, resmi törenin bitiminden sonra, yeni mezun olan teğmenlerin, anayasanın ikinci maddesinde yer alan demokratik, laik, sosyal hukuk devletine bağlı kalacaklarına dair (ilişkin) ant içmeleri ve Mustafa Kemal’in askerleriyiz slogan atmaları üzerine; önce AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan teğmenleri hedef aldı; arkasından “Milli” Savunma Bakanlığı, teğmenler hakkında soruşturma başlatıp, onları ihraç talebiyle (istemiyle) disipline sevk etti.

Milli Savunma Bakanlığı olmaktan çıkıp, Ümmetçi Savunma Bakanlığı gibi davranan bakanlık, geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamada, utanmadan, söz konusu teğmenlerin disiplinsizlik yaparak TSK’nin itibarını (saygınlığını) zedelediklerini iddia etti!

  • Oysa, anayasaya sahip çıkan teğmenleri disipline sevk ederek ve TSK’den ihraç etmeye çalışarak, anayasa karşısında disiplinsizlik yapan, anayasaya meydan okuyan,
    AKP hükümetinin kendisidir. 

Anayasanın değiştirilemez olan ve değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek olan ikinci maddesinde yer alan demokratik, laik, sosyal hukuk devletini yerle bir ederek anayasal düzeni yıkan, anayasanın itibarını (saygınlığını) zedeleyen, yine AKP hükümetinin kendisidir.

AKP hükümeti, anayasaya bağlı teğmenlere bir disiplin ve itibar dersi verecek konumda değildir! Ama AKP hükümetinin bu genç ve vatansever teğmenlerden alacağı çok ders vardır.

Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşımız’ın önderidir, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kurucusudur ve TSK’nin başkomutanıdır.

  • TSK üyelerinin, Mustafa Kemal’in askerleri olmalarından daha doğal
    ve doğru bir şey olamaz. 

Atatürk’ü TSK’den silmek isteyenler gaflet, dalalet ve hıyanet içindedirler ve bunun hesabını bir gün mutlaka hukuk ve tarih önünde vereceklerdir!
==========================================
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Anormal hükümet18 Kasım 2024

Düzenlemek / denetlemek ve yaptırım uygulamak

Siyaset 21.11.2024, BİRGÜN

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)


Yasama (kural koymak), yürütme (kuralları uygulamak) ve yargı (kuralları ihlal edene yaptırım uygulamak); üçlü işlev olarak devletin varlık nedenini açıklar. Bu üçlü, devlet-birey, devlet-toplum ve devlet-çevre (ülke) ilişkilerinde geçerli: Madencilik faaliyetlerinden sağlık hizmetlerine, eğitim hizmetlerinden yapı sektörüne dek, ‘düzenleme / denetleme ve yaptırım’ üçlüsü geçerli.

Bunların dayanakları, devletin olumlu yükümlülükleri bağlamında genel ve tikel olarak Anayasa’da var. Öyle ki Anayasa, Devlet için yalnızca koruyucu değil, geliştirici ve ilerletici önlemler alma yükümlülüğü de öngörmekte:

  • “Devletin temel amaç ve görevleri… kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve
    sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için
    gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”
    (md.5)

Hak ve özgürlükler bütünü için geçerli bu yükümlülükleri devlet, düzenleyerek ve örgütleyerek, ilgili hak ve özgürlüklere özgü önlemler alarak, görev + yetki + sorumluluk zincirinde aksaklık durumunda yaptırım uygulayarak yerine getirir.

Eğitim ve sağlık, bu yükümlülüklerin başında gelmekte.

Sağlıkla ilgili olanı:

  • “Devlet, insan hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi arttırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler. Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir.” (md.56)

Kuşkusuz konu ile ve insan yaşamı ile ilgili başkaca birçok hüküm var Anayasa’da.

Kamuoyunda Yenidoğan çetesi veya skandalı olarak bilinen toplu davayı, Bakırköy 22. Ağır Ceza Mahkemesi (ACM) 18 Kasım Pazartesi görmeye başladı.

Tıp tarihine geçecek vahametteki (ürkünçlükteki) bu dava, öncelikle madde 56’nın Devlet için öngördüğü “planlama tekeli” ve “denetleme” yükümlülüklerinin yerine getirilmediğini göstermekte. Bununla sınırlı olmayıp, kamu makamlarının Anayasal görev + yetki ve sorumlulukları bakımından genel zaaflarıyla bağlantılı. Devleti yönetim anlayışının payı da belirleyici.

Devletin varlık nedeni, sorunsalın merkezinde yer almakta.

İnsan haklarına dayanan Devlet mi, yoksa insan haklarına saygılı devlet anlayışı mı?

İnsan haklarına dayanan değil, devlet ve insan ilişkisi saygı bağına indirgenen Devlet, toplum yerine kolayca parti ve kişi hizmetine yönlendirilebilir. (2017’de Devleti temsil ve Yürütme yetkisinin bir kişide birleştirilmesi, aynı kişinin parti başkanlığı görevini üstlenmesi ile Devletin kamu tüzel kişiliği ve partinin özel hukuk tüzel kişiliği iç içe geçti: Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme).

2017 kurgusu, kendine özgü uygulamaları da birlikte getirdi:

Özel okullar sahibi MEB,
Özel hastaneler patronu Sağlık Bakanı,
Oteller zinciri maliki kültür ve turizm bakanı…

Öte yandan Varlık Fonu Başkanı PBDBY.

Bu ortam ve koşullarda Yenidoğan çetesi, Anayasa madde 56’nın sonucu değil, tam tersine,
bu hükmün Devlet için öngördüğü planlama, düzenleme ve denetim yükümlülüğü ihlalinin ürünü.

Hükümetin, siyasal sorumluluğun ve karar alma düzeneklerinin tasfiye edildiği bir kurguda,
görev + yetki + sorumluluk zinciri işletilebilir mi?

Daha genel olarak Devlet’in yasama, yürütme ve yargı işlevlerine denk düşen erkler ayrılığından söz edilebilir mi?

Anayasa’ya sistematik saygısızlığın ve mutlak siyasal çürümüşlüğün mahkeme salonuna yansıyan bölümü, adeta buzdağının (aysbergin) görünen yüzü.

DİB’in kılıç kuşanmasına seyirci kalan, ama teğmenleri kılıçtan yoksun kılmada kararlı
olan PBDBY, Yenidoğan çetesi ve duruşma salonuna taşınabilen uzantıları karşısında sessiz.

Duruşma başladıktan sonra, “çeteyi çökerttik” beyanı (Sağlık Bakanı) ise, çetenin ve çürümüşlüğün itirafı.

Anneler ve babalar, mağdurlar ve yurttaşlar, Bakırköy 22. ACM’den adil yargılama bekliyor.
Hangi ACM? İstanbul Barosu’nun bile davaya katılma istemini reddeden…
============================
Dostlar,

İstanbul Barosu’nun çiçeği burnunda başkanı, dostumuz, saygın hukukçu, Anayasa Hukuku ustası Prof. Kaboğlu‘nun bu yazısı, deyim yerinde ise “içimizi sızlattı“.

1971’de Hacettepe’de tıp eğitimine başlamıştık. 54. yıldayız. Hep SAĞLIK HAKKINI savunageldik. Hatta uzmanlık alanımızı da özenle – özellikle “Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği” olarak seçtik bu uğurda.. Son 21 yıldır da “Sağlıkta Dönüşüm” denen IMF-DB dayatması, kökü dışarıda sağlık politikasızlığı ile boğuştuk (özelleştirmenin – yozlaştırmanın özgün adı Health Transformation!).

Geldiğimiz yerde, adına “devlet” denilen ve ceberrutlaşan yapı, yenidoğan ve en masum –
en çaresiz – en korunaklı olması gereken bebeklerin yaşam hakkını bile koruyamıyor ve o erki
tam güç kullanan siyasal iktidar, hala akıl almaz ve asla kabul edilemez kertede hoyrat, despot!

Thomas Hobbes, “Homo homini lupus” (insan insanın kurdudur) kaygısı temelinde çok güçlü bir devlet yapılanması kurgulamıştı. LEVIATHAN adını verdiği bu “yeryüzü tanrısı” ancak bir “ölümlü tanrı” olarak insanoğlunu dizginleyebilirdi..

Gel gör halimizi beş yy. sonra Hobbes usta!

AYM‘nin (Anayasa Mahkemesi) bile frenleyemediği, 21. yy’ın şafağında siyasal tarihe örnek (!)
bir totaliterliği yaşıyoruz..

Yeni siyasal – hukuksal kuramlar geliştirmek durumundayız kanısındayız.

İnsanı insanlaştırmayı hala beceremedik.

Felsefe eğitiminden başlamalı..
Taa erken çocukluk yıllarından, aile içinde.
İnsanı insanlaştıracak değerler eğitimi..
Çok sıkı.. Adalet, insan hakları, insan sevgisi, dürüstlük, çalışkanlık, çağına sorumlu birey, demokrasi… gibi temel değerleri içselleştiren ve davranışa dönüştüren bir eğitim dizgesi.
Başaran ülkeler var yeryüzünde.. İskandinavlar, Japonlar ilk usa gelenler.
***
Bırakmak yok peşini..
Tanrı’nın sözde yeryüzü gölgesi ruhbandan – mutlak krallardan geldik günümüze..
Daha alınacak yolumuz var. Ama başardıklarımızı küçümsemeden, onların birikimi ve deneyiminden güç alarak daha, daha uygar bir yeryüzü düzenine doğru..

Homo sapiens‘i “Homo contemporaries“e dönüştürme umudunu-uğraşını hiç kesmeden..

Sevgi ve saygı ile. 21 Kasım 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik

https://www.instagram.com/ahmet_saltik