Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Cumhuriyetin 100. yılı

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
25 Eylül 2023, Cumhuriyet

 

29 Ekim 2023 tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılı kutlanacak.

Böylesine önemli bir tarihte, bir yandan Cumhuriyetin anlamını, bir yandan da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü anlamak, herkes için yaşamsal önemde bir konudur.

13. yüzyılda kurulup 20. yüzyılda çöken Osmanlı İmparatorluğu’nda monarşi, teokrasi ve feodalizm geçerliydi.

Başka bir deyişle Osmanlı’da egemenlik, padişahta, ruhban sınıfında ve toprak ağasında idi.

Cumhuriyet ise halkın egemenliğine dayalı yönetim biçimidir.

Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte egemenlik, padişahtan, halifeden şeyhülislamdan, ulemadan, tarikattan, cemaatten ve toprak ağasından alınıp, halka devredildi.
***
Ancak Cumhuriyet düşmanı karşıdevrimci odaklar, daha Cumhuriyetin kurulma süreciyle birlikte, Cumhuriyet yönetimini yıkmak için devreye girdiler.

Çok partili serbest seçimli düzene geçildikten sonra ortaya çıkan sağ görüşlü siyasal hareketler ve partiler ne yazık ki, Cumhuriyete sahip çıkmadılar, aksine, Cumhuriyetin yıkılmasını amaçlayan odaklara büyük bir altyapı hazırladılar ve büyük tavizler (ödünler) verdiler.

Demokrat Parti, Adalet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi bu siyasal partilerin arasında yer aldılar.

Onların hazırladığı ortamın sonucunda, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi, Yeniden Refah Partisi gibi, Cumhuriyeti yıkmayı temel amaç durumuna getirmiş siyasal partiler türediler.
***
Laiklik, Cumhuriyetin özünde olan temel ilkelerden birisidir.

  • Laikliğin olmadığı bir yerde cumhuriyet olmaz.

Laikliğin olmadığı yerde ruhban sınıfının, halifenin, şeyhülislamın, ulemanın, tarikatların, cemaatlerin egemenliği olur.

  • Laikliğin olmadığı yerde cumhuriyet ve demokrasi olmaz, teokrasi olur.

Bu nedenle kendisini kâğıt üzerinde, resmi biçimde, cumhuriyet olarak nitelendiren teokratik yönetimler, aslında ve fiilen bir cumhuriyet değildir.

Laiklik karşıtı olan MSP, RP, AKP, YRP gibi siyasal partilerin cumhuriyeti savunmaları da, kategorik olarak olanaksızdır.
***
Laiklik dinin, devlet, siyaset, hukuk, eğitim işlerine karışmaması ve devletin de bu koşulla, dindar vatandaşın dinsel inanç ve ibadet özgürlüğünü ve dindar olmayan vatandaşın dünya görüşünü ve yaşam biçimini güvence altına almasıdır.

Atatürk, laiklik olmadan Cumhuriyetin yaşayamayacağını kavrayacak ölçüde bilgili ve akıllı olduğu için, laik bir düzenin sağlanması için birçok önlem aldı ve devrim gerçekleştirdi.

Bu çerçevede, 1924 yılında halifelik kaldırıldı; ayrıca tüm vatandaşların laik ve bilimsel bir eğitim sisteminden yararlanmasını sağlayan Öğretim Birliği Yasası kabul edildi.

1925 yılında, tarikatların ve cemaatlerin yuvalandığı tekkeler, zaviyeler ve türbeler kapatıldı ve bunlarla bağlantılı unvanlar (sanlar) yasaklandı.

1926 yılında, Medeni Kanun ile kadınların ve erkeklerin hukuk önünde eşit olması sağlandı ve şeriata dayalı tüm yasalar ortadan kaldırıldı.

1928 yılında, 1876 Osmanlı anayasasından kalan “Devletin dini İslamdır ifadesi anayasadan çıkartıldı; böylece devletin, tüm dinlere, mezheplere ve dünya görüşlerine eşit uzaklıkta  durması ve din konusunun vatandaşın özgür iradesine bırakılması sağlandı.

1934 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı.

1937 yılında laiklik bir anayasa maddesi haline geldi.
***
Atatürk’ün gerçekleştirdiği bu devrimler ve laiklik ilkesinin önemi anlaşılmadan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılını kutlamanın da hiçbir anlamı yoktur.

Bu çerçevenin dışında gerçekleşecek tüm kutlamalar, Cumhuriyetin özüne ve ruhuna aykırıdır.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

CHP’nin 100. yılı11 Eylül 2023

90 aydın ‘Laiklik Meclisi’ni kurdu

90 aydın ‘Laiklik Meclisi’ni kurdu

Aralarında avukat, akademisyen, yazar ve gazetecilerin yer aldığı 90 aydın, ‘Laiklik Meclisi’ni kurduklarını duyurdu. Açıklamada,

  • “Laiklik Meclisi devlet mekanizmalarını işgal eden, holdingleşen ve toplumun her tarafına yayılan tarikatların egemenliğine karşı çıkışta önemli bir direnç odağı olacaktır. Laiklik Meclisi’nin önemli mücadele başlığı yeni anayasa aracılığı ile laikliğin tasfiyesine karşı çıkış olacaktır. Bu kapsamda yürütülecek laiklik mücadelesinin aynı zamanda ülkemizin geleceğini kazanma mücadelesi olduğunun bilinciyle Laiklik Meclisi’nde buluşuyoruz.”

denildi. 25.09.2023, BİRGÜN

FOTOĞRAF: Depophotos

Aralarında avukat, akademisyen, yazar ve gazetecilerin de yer aldığı 90 aydın, bu gün ‘Laiklik Meclisi’ni kurduklarını duyurdu. Kurucuları arasında Prof. Dr. Korkut Boratav, Prof. Dr. Bilsay Kuruç, Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir, tiyatro sanatçısı Betül Arım, gazeteci Barış Terkoğlu’nun da bulunduğu Laiklik Meclisi’nin yazılı açıklaması şöyle:

“ÜLKEMİZ GERİCİ DALGANIN ÖNEMLİ BİR AŞAMASI İLE KARŞI KARŞIYADIR”

“Cumhuriyet’in 100. yılında ülkemizin, idari, hukuki ve toplumsal yapısını değiştirme amacıyla atılan adımlara ve artan saldırılara karşı verilecek mücadelede laikliğe sahip çıkılması büyük önem taşımaktadır. Ülkemiz 20 yılı aşkın süredir hız kazanmış olan gerici dalganın önemli bir aşaması ile karşı karşıyadır. Bu karşı devrim sürecinin yürütücüleri hukuki, idari, siyasi ve eğitim alanları ile birlikte toplumsal yaşamın güvencesi olan laikliği ayaklar altına almakla kalmamakta, artık açık bir biçimde tasfiye etme niyetlerini ortaya koymaktadırlar. Tarikat ve cemaatlere büyük bir mali güç kazandırılmıştır. Toplumsal yaşamı adeta belirler hale gelen bu yapılar, devlet kademeleri ile hukuki mekanizmaların en kritik noktalarını ve eğitim alanını işgal etmiştir. Eğitim dini referanslarla düzenlenmekte, Milli Eğitim Bakanı karma okullara karşı olduğunu açıkça ifade edebilmektedir. Başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere Bakanlıklar Diyanet İşleri Başkanlığı ve tarikat uzantılarıyla imzaladıkları protokolleri yaşama geçirmektedir.

“İKTİDAR ‘KADINLARI SAHİPLENDİRMEKTEN’ BAHSEDEN KARANLIĞI MECLİSE TAŞIMIŞTIR”

Kadının – erkek ile eşitliğini reddederek gericilikle kuşatan, çocukları ve gençleri tarikat ve cemaatlerin karanlığına teslim eden siyasi iktidar, ‘kadınları sahiplendirmekten’ söz eden karanlık bir odağı da Meclise taşımıştır. Kadın cinayetleri cezasız kalırken, failler adeta ödüllendirilmekte, kadın haklarını düzenleyen yasalar ve uluslararası andlaşmalar gözden çıkarılmakta, 6284 sayılı Yasa ile birlikte Medeni Yasa da hedef alınmaktadır. Bununla birlikte, Diyanet İşleri Başkanlığı, adeta şeyhülislamlık ve hatta Şer’iye Vekâleti gibi faaliyet yürütmekte olup, tarikat ve cemaatlerle birlikte devletin bütün kurumlarında belirleyici duruma gelmiştir. Diyanet İşleri Başkanı, fiilen ruhani lider konumuna taşınmıştır.

“YENİ ANAYASA LAİKLİĞİN TASFİYESİ ANLAMINA DA GELMEKTEDİR”

Anayasa ve yasalar ayaklar altına alınırken, adliyeler dinci uygulama yerleri durumuna getirilmektedir. Siyasal iktidar, TBMM bileşiminden de güç alarak ‘Yeni Türkiye’ ifadesiyle kurduğu rejimin Anayasası’nı hazırlama niyetini açıkça ortaya koymaktadır.

  • Yeni Anayasa’nın laikliğin tasfiyesi anlamına da geldiği gözden kaçırılmamalıdır.

Toplum, dinci kurallarla yeniden yapılandırılmakta, halkımız tarikat ve cemaat ağlarıyla kuşatılmaktadır.

– Bilim hurafelerle,
– hukuk şer’i hükümlerle,
– yurttaş tebaa,
– halk ümmet ile değiştirilmeye çalışılmaktadır.

Bütün bu gerici hamleler karşısında gericiliğe karşı laiklik ve aydınlanma mücadelesini yükseltmek, ülkemizdeki ilerici direnci büyütmek üzere ‘Laiklik Meclisi’ adı altında buluşuyoruz. Ülkemizin ilerici birikimi çok daha büyük bir zenginliğe sahiptir.

Bu nedenle çalışmalarımızın genişleyerek büyümesini ve güçlenmesini hedefliyoruz.

“LAİKLİK ÖNEMLİ BİR DİRENÇ ODAĞI OLACAKTIR”

Laiklik Meclisi gericiliğin güncel ‘açılımlarına’ karşı bir duruş sergilemekle kalmayacak, bu mücadelede bütünlüklü olarak sözünü söyleyecektir.

Laiklik Meclisi, devlet mekanizmalarını işgal eden, holdingleşen ve toplumun her tarafına yayılan tarikatların egemenliğine karşı çıkışta önemli bir direnç odağı olacaktır.

Laiklik Meclisi Türkiye’nin aydınlanmacı, ilerici birikiminin kendini ifade edeceği bir merkez olacaktır. Laiklik Meclisi’nin önemli mücadele başlığı yeni Anayasa aracılığı ile laikliğin tasfiyesine karşı çıkış olacaktır.

Bu kapsamda yürütülecek laiklik mücadelesinin aynı zamanda ülkemizin geleceğini kazanma mücadelesi olduğunun bilinciyle Laiklik Meclisi’nde buluşuyoruz.”

BİLDİRİDE İMZASI OLANLAR

  1. Abdurrahman Bayramoğlu – Avukat
  2. Dr. Ahmet Saltık – Hekim, Hukukçu, Siyaset Bilimci
  3. Dr. Ahmet Yıldız – Eğitimci
  4. Akasya Kansu Karadağ – Hukukçu, İKD GYK Üyesi
  5. Ali Güler – Tüm Yerel Sen Ankara Şube Yöneticisi
  6. Ali Özgür Dedeoğlu – Eğitimci
  7. Alper Akçam – Tıp Doktoru, Yazar
  8. Anıl Aba – Akademisyen
  9. Arzu Becerik – Avukat
  10. Atilla Hekimoğlu – Emekli Yargıç, Avukat
  11. Atilla Özsever – Gazeteci, Yazar
  12. Aydan Büyükyıldız – Emekli Yargıç, Avukat
  13. Doç. Dr. Ayhan Ural – Eğitimci
  14. Aysel Tekerek – Avukat, Siyasetçi
  15. Ayşenur Yazıcı – Sunucu, Yazar
  16. Aytaç Ural – Alevi Bektaşi Federasyonu Eğitim Sekreteri, MYK Üyesi
  17. Barış Terkoğlu – Gazeteci, Yazar
  18. Başar Yaltı -Avukat
  19. Bayram Kapucu – Emekli Yargıç, Avukat
  20. Berkay Çelen – Avukatlar Sendikası Başkanı
  21. Betül Arım – Tiyatro, Sinema ve Seslendirme Sanatçısı
  22. Bilgütay Hakkı Durna – Avukat
  23. Dr. Bilsay Kuruç
  24. Doç. Dr. Candan Badem – Akademisyen, Tarihçi
  25. Caner Beklim – Radyo Yapımcısı
  26. Cem Alptekin – Avukat
  27. Cemil Ozansü – Akademisyen, Hukukçu
  28. Ceyda Cimili Akaydın – Avukat
  29. Damla Özen – Tiyatro Sanatçısı
  30. Deniz Şenkal – Genel Sağlık İş Merkez Denetleme Kurulu Üyesi
  31. Deniz Hakyemez – Yazar
  32. Elif Yar – Avukat
  33. Engin Ayça – Sinema Yönetmeni
  34. Erendiz Atasü – Yazar
  35. Esin Köymen – Mimar
  36. Dr. Gamze Yücesan Özdemir
  37. Güldal Okuducu – Yazar, Siyasetçi, TBMM 22. Dönem Milletvekili
  38. Güldeste Dedeoğlu – Genel Sağlık İş Merkez Denetleme Kurulu Üyesi
  39. Gülsen Tuncer – Sinema ve Tiyatro Sanatçısı
  40. Güvenç Dağüstün – Müzisyen
  41. Hande Heper – Akademisyen, Hukukçu
  42. Hasan Sivri – Gazeteci, Yazar
  43. Hürriyet Yaşar – Yazar
  44. Hüseyin Gündoğdu – Birleşik Kamu İş Balıkesir İl Temsilcisi
  45. İbrahim Fikri Talman – Emekli Yargıç
  46. İlke Kızmaz – Müzisyen
  47. Dr. İlker Cenan Bıçakçı
  48. Dr. İzge Günal
  49. Dr. İzzeddin Önder
  50. Dr. Korkut Boratav
  51. Dr. Korkut Kanadoğlu
  52. Mahmut Aslan – Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı Genel Sekreteri
  53. Dr. Mehmet Tomanbay – TBMM 22. Dönem Milletvekili
  54. Mercan Erzincan – Müzisyen
  55. Merdan Yanardağ – Gazeteci, Yazar
  56. Murtaza Demir – PSAKD Kurucu Başkanı
  57. Mustafa Bağarkası – Emekli Yargıç, Avukat
  58. Mustafa Karadağ – Emekli Yargıç, Avukat
  59. Mustafa Kemal Erdemol – Gazeteci, Yazar
  60. Mustafa Köz – Edebiyatçı, Yazar
  61. Naciye Füsun Çağlar – Emekli Yargıç
  62. Namık Koçak – Gazeteci, Yazar
  63. Nazan Moroğlu – Avukat
  64. Nida Açıkalın – Avukat Hareketi Yürütme Kurulu Üyesi
  65. Ozan Çoban – Müzisyen
  66. Ömer Faruk Eminağaoğlu – Hukukçu
  67. Özgür Eryılmaz – Avukat
  68. Özkan Rona – Eğitimci
  69. Dr. Rıfat Okçabol – Akademisyen, Eğitimci
  70. Dr. Saadet Ülker – Hemşire
  71. Sadık Albayrak – Yeni Gelen Dergisi Yazı İşleri Müdürü
  72. Doç. Dr. Savaş Karabulut – Jeofizik Mühendisi – Akademisyen
  73. Selcik Ulusoy – Avukat, Ankara Barosu Cumhuriyet Kurulu Başkanı
  74. Selin Nakıpoğlu – Avukat
  75. Semiha Özalp Günal – İKD GYK Üyesi
  76. Serdar Şahinkaya – İktisat Tarihçisi
  77. Şenal Sarıhan – Hukukçu, TBMM 25. ve 26. Dönem Milletvekili
  78. Ş. Serap Çatalpınar – İTÜ BİRLİK Başkanı
  79. Dr. Şule Özsoy Boyunsuz – Akademisyen, Hukukçu
  80. Şükran Eroğlu – Avukat
  81. Tamer Akgökçe – Emekli Yargıç, Avukat
  82. Tülin Tankut – Yazar, İKD Danışma Kurulu Üyesi
  83. Türkan Kurtulmaz – Avukat
  84. Ulaş Karadağ – Akademisyen
  85. Umut Kuruç – İKD Genel Başkanı
  86. Veli Demir – Eğitimci
  87. Yavuz Alogan – Yazar, Editör, Çevirmen, Siyasetçi
  88. Yeliz Toy – Eğitimci
  89. Zöhre Aksüt – Dev-Turizm İş İzmir Şube Başkanı
  90. Zülal Kalkandelen – Gazeteci, Yazar.
    ==============================================
    Laiklik, din ile devletin tüzel ya da yasal ayrılmasından daha köklü ve kapsamlı bir dünya görüşü, etik ve varlık felsefesidir.

Dil Devrimi

Dr. Cihangir Dumanlı
E. Tuğgeneral

Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm. 

Cumhuriyet devrimlerinin hepsi önemli ve birbirini tamamlayan bir bütündür. Ancak dilimizin, Arapça ve Farsça etkisinden arındırılarak sadeleştirilmesinin ulus olma bilincinin pekiştirilmesi ve ulusun bölünmezliği aşısından önemli bir yeri vardır.

Dil Devrimi

Dil; düşünce, duygu ve isteklerin bir toplumda ses ve anlam yönünden ortak olan ögeler ve kurallardan yararlanarak başkalarına aktarılmasını sağlayan çok yönlü, çok gelişmiş bir iletişim dizgesidir.[1] Kültür (ekin) de yeniden öğrenilip aktarılması gereken tarihsel ve toplumsal bir kalıt olduğuna göre, onu oluşturan ögelerin öğrenilmesinde ve yeni kuşaklara aktarılmasında dile büyük bir gereksinim vardır.

Türk Devrimi, Aydınlanma denilen büyük düşün akımına dayanan bir kültür devrimidir.[2] Bu nedenle Türk kültürünün ana ögesi olan Türk dilinin yabancı sözcüklerden arındırılması, halkın konuştuğu dille devletin ve okumuşların dilinin birbirlerini anlayacak düzeye getirilmesi; ulusal bilincin yüceltilmesi, ulusal birlik ve kültürümüzün (ekinimizin) gelecek kuşaklara aktarılması açısından önemlidir.

Atatürk, Dili milliyetçiliğin, toplumculuğun, insan olmanın temel taşı sayıyordu. Bu nedenle Kadri Maksudi Bey’in “Türk Dili İçin” adlı kitabına el yazısı ile şöyle yazmıştı: ”Milli duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması milli duygunun gelişmesinde başlıca etkendir”[3]

Devrim İhtiyacı

Osmanlı döneminde Türk dili Arapça ve Farsça sözcüklerin saldırısına uğramış, halkın kullandığı dille okuryazar olanların ve devletin kullandığı resmi dil tümüyle farklılaşmıştı.

Osmanlı İmparatorluğu ırklar, milletler, dinler ve kültürler toplamı bir imparatorluk olduğundan, Türk dili ancak “reaya dili(Anadolu Türklerinin köylü dili) olarak yaşardı. Yönetici devlet katmanına giren kişilerin dili, Arapçadan, Farsçadan, Rumcadan, Slav dillerinden gelen varsıl (zengin) ama halkın anlamadığı bir Dil olan Osmanlıda birkaç yüzyıl boyunca gelişti. Temeli Türkçe olmakla birlikte içine Türk dilinin kökeni ve yapısı bakımından bağlı olmadığı dil ailelerinden yalnız sözcükler değil, kurallar da sokuldu. Osmanlıca, bu nedenle Türk dili konuşan halk kitlelerinin dilinden uçurumla ayrılan bir dil olmuştu.[4] Buna karşın halk kendi öz diline sahip çıkmıştı.

Atatürk Türk milleti geçirdiği nihayetsiz badireler içinde ahlakının ananelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin velhasıl bütün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir” diyordu.[5]

Özetle halk kendi öz dilini korurken yönetici ve aydınların dili halkın dilinden farklı bir biçim almış, iki kesim birbirlerini anlamaz duruma gelmişti.

Yeni, çağdaş bir ulus devlet kurulduğuna göre bu ikiliğin ortadan kaldırılması zorunlu idi. Bu aynı zamanda kültürün de gelişmesini sağlayacak, tüm ulusu ortak kültürde birleştirecekti.

 Zamanlama:

Atatürk bir zamanlama ustasıdır. Bütün devrimleri çok önceden tasarlamış, kendi deyimi ile “ulusal bir giz (sır) gibi” saklamış, yeri ve zamanı geldikçe teker teker ve aşamalı olarak yaşama geçirmiştir.

Dil Devrimi, Harf Devrimi ile bir bütündür. Atatürk Harf Devrimine karar verdiğini şu sözlerle açıklamıştı: “Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, ahenkli, zengin lisanımız yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir [6]

Türk abecesi (alfabesi) 1 Kasım 1928 tarihli yasa ile yürürlüğe girmiş, okullarda ve Millet Mekteplerinde geniş kitlelere öğretilmiş, coşku ile benimsenişti.  Yazımızı Arapçadan kurtarmıştık. Sıra Dilimizi de yabancı sözcüklerden kurtarmaya gelmişti.

Yeni Türk harfleri ile okuma – yazma başlayınca, Dilin de yabancı saldırılardan kurtarılması ve sadeleştirilmesi zorunluluğu ortaya çıktı. Çünkü Türkçe kökenli olmayan sözcüklerin çoğu türlü türlü okunuyorlardı. Böylece yazı gibi dilin de yeni ve ulusalcı bir anlayışla ele alınması gerekiyordu.[7] Ulusu bir an önce, en son bireyine dek okur-yazar yapmak için Dilin sadeleştirilmesi zorunlu idi.[8] 

Dil Devriminin Amaçları

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı gibi, Dil Devriminin amaçları şunlardı:

  1. Dilimizi yabancı ögelerden arındırarak sadeleştirmek ve geliştirmek,
  2. Konuşulan dil ile yazı dili arasındaki farkı gidermek,
  3. Halkın dili ile devletin ve okumuşların dili arasındaki farkı gidermek,
  4. Türkçeyi zenginleştirerek bilim ve kültür dili yapmak.

 Neler Yapıldı?

Türkçe’nin Arapçadan arındırılması ile ilgili ilk adımlar din alanında atıldı. Bu kapsamda 3 Şubat 1932’de Ayasofya camisinde Türkçe Kuran okutuldu. 5 Şubat 1932e Sultanahmet camisinde Türkçe hutbe okutuldu.[9] 18 Temmuz 1932’de ilk kez Türkçe ezan okutuldu.[10] 1 Eylül 1929’da okullardan Arapça ve Farsça dersleri kaldırılmıştı.

Devrimin zamanı geldiğine karar veren örgütçü önder Atatürk, ilk iş olarak 12 Temmuz 1932’de  “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” ni (TDTC, Türk Dil Kurumu) kurdurdu. Bir yıl önce benzer biçimde Türk Tarihi Tetkik Cemiyti’ni (Türk Tarih Kurumu) kurdurmuştu.

Atatürk bu iki kurum için önerilen devlet modellerini geri çevirmişti. Bu iki kurumun yönetsel ve akçal (mali) açıdan devletten ve geleceğin siyasal iktidarlarından bağımsız kalması için onları cemiyet (dernek) olarak kurdurdu ve kendi mirasçıları olarak değerlendirdi.[11] Ancak 12 Eylül 1980 darbe yönetimi tarafından bu kurumlar, özerklikleri yok edilerek Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurulu olarak örgütlenmiştir.

TDTC kuruluş çalışmaları tamamlandıktan sonra, 26 Eylül – 5 Ekim 1932 arasında Dolmabahçe sarayında Birinci Türk Dil Kurultayı her kesimden 917 kişi ile toplandı. Kurultayın tüm toplantılarını kişisel olarak izleyen Büyük Önder Atatürk, öbür devrimlerde yaptığı gibi, Dil Devriminde de konu ile ilgili bilim insanlarının ve uzmanlara danışıyor, onların bilgi ve görüşlerinden yararlanıyordu.

1. Türk Dil Kurultayının toplandığı 26 Eylül günü, Türk dil bayramı ilan edildi. Bu yıl 91. yılını kutluyoruz.

Tüm yurtta Arapça ve Farsça sözcüklerin Türkçe karışlıklarını bulmak için seferberlik başlatıldı. TDTC’ne 100 000 dolayında Türkçe sözcük fişleri gönderildi. Gazeteler kendilerine gönderilen Türkçe sözcükleri yayınladılar.

1. Türk Dil Kurultayında alınan kararların uygulanmasını gözden geçirmek amacıyla 18 Ağustos 1934’te 2. Türk Dil Kurultayı toplandı. Osmanlıca sözcüklerin Türkçe karşıklıklarını bulma çabası genişletildi ve tarama dergileri yayınlandı.

Dil konusunda bilimsel araştırmalar yapmak ve öğretmen yetiştirmek amacıyla 1935’te Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi açıldı.

1945’te anayasa ve hukuk dili Arapça ve farsça sözcüklerden arındırıldı “Teşkilatı Esasiye Kanunu”, “Anayasa” olarak değiştirildi. 1950’de Demokrat Parti ile ivme kazanan karşı devrimle  anayasa ve tüze (hukuk) dili, ile ezan yeniden Arapçaya döndürüldü.

Arapça ve Farsça sözcüklerin karşılığı Türkçe sözcükler zaten halkın kullandığı sözcükler olduğundan, kolayca ve kısa zamanda benimsendi. Böylece Türkçemiz yabancı sözcüklerden arındı ve kendi benliğini buldu.

Sonuç ve Değerlendirme

Özünde bir ekin (kültür) devrimi olan Cumhuriyet devrimi, ekinin en önemli ögesi Dil’i yabancı boyunduruğundan arındırarak sadeleştirmiş (yalınlaştırmış), zenginleştirmiş (varsıllaştırmış) ve Kültür Devriminde önemli bir aşama gerçekleştirmiştir.

Dil Devrimi ile halk ile okumuşlar arasındaki farklılık giderilerek ulus devlet bilinci ve ulusal bütünlük pekiştirilmiştir. Dil Devrimi bu açıdan ulusçuluk ilkesinin bir uygulanmasıdır.

Dil Devriminde yasa çıkartılarak zorlama yapılmamış, ulusun yeni sözcükleri benimsemesi ilkesi uygulanmıştır.

Arapça ve Farsça sözcükler yerine halkın kullandığı “öz be öz Türkçe” sözcükler getirildiğinden, Dil Devrimi geniş kitlelerce benimsenmiş, kimi karşı devrimcilerin tepkileri dışında önemli bir direnişle karşılaşmamıştır.

Zamanımızda kimi karşı devrimcilerin “Atatürk dilimizi de yazımızı da değiştirdi” savları asılsız ve yersizdir. Tam tersine bizim olmayan ögeler atılmış, bizim gerçek, duru dilimiz öne çıkartılmıştır.

Dil Devrimi ve Harf Devrimi birbirini tamamlayan bir bütündür. İkisinin ortak sonucu olarak okur-yazar oranı, kitap sayısı ve kitap okuma alışkanlığı hızla artmış, kültürümüz gelişmiştir.

Üzülerek belirtmek gerekir ki; bugün dilimiz teknolojide dışa bağımlılığın ve kültür emperyalizminin bir sonucu olarak Batı dillerinin etkisi altına girmeye başlamıştır. Özellikle gençlerimizin Türkçeyi doğru kullanamadıkları, kimi kitle iletişim araçlarınca ve yöneticilerce Türkçenin yaygın olarak yanlış kullanıldığı görülmektedir.

Kültürümüzün temel ögesi olan Dilimiz Türkçe’ye sahip çıkmak, gelecek kuşaklara doğru aktarmak her yurtseverin birincil görevidir.

[1] Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2019, s.57
[2] Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi, 9. Basım, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2019, s. 31
[3] Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri, T. İşbankası yayını, İstanbul, 2017, s. 287
[4] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY yayınları, İstanbul, 2010, s. 255
[5] Mustafa Kemal, Medeni Bilgiler, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2017, s. 23
[6] Turgut Özakman, Cumhuriyet Türk Mucizesi, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2010, s. 316
[7] Goloğlu, a.g.e. s. 287
[8]Maarif Vekaleti, Tarih IV, İstanbul, 1934, s. 263
[9] Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, 1918-1938, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1983, s. 531
[10] Turgut Özakman, Cumhuriyet Türk Mucizesi 2. Kitap, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2010, s. 448
[11] Ahmet Taner Kışlalı, Kemalzm Laiklik ve Demokrasi, İmge yayınları, ankara,1995, s. 27

UMUTLAR, UMUTSUZLUKLAR ve SİYASAL ROTALAR

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Tarihsel deneyimler ve bilimsel saptamalara göre; gelecek için, eğer toplumlarda iyimserlikler artar ve toplumsal umutlar doğru yönlendirilip örgütlenebilirse siyasal rejimlerin rotaları genellikle adalete, hukuk devletine, insan haklarına ve demokrasiye doğru yönelir.

Tersine eğer ülkeler ya da toplumlarda, geleceğe yönelik kötümserlikler artar ve umutsuzluklar yeşerir, çoğalır ve örgütlenirse siyasal rejimlerin rotası daha çok baskıcı polis devletine, otoriter, totaliter ve faşist yönetimlere dönük olmaya başlar.

Siyasal önderlerin umut ya da umutsuzluk pompalamalarına göre, devletin ve toplumun birliği ve sağkalımı (bekası), başta siyasal rejim, hukuk, adalet, ekonomik gönenç (refah), din, ırk, töre, eğitim, sağlık, sanat… değerleri olmak üzere kültürel tutum ve davranışlar hatta sağlık, sosyal güvenlik, gündelik yaşam, can ve mal güvenliği… gibi geniş alanları kapsayabilir.

Bu nedenle, demokratik önderler ve kitle partileri sürekli olarak iyimserliği, barışı ve umudu; buna karşın, otoriter ve totaliter liderler ve ideoloji partileri ise, yine sürekli olarak kötümserliği, korkuyu, kuşkuyu ve umutsuzluğu pompalayarak iktidarlarını sürdürmeye çalışırlar. Yaygın umutsuzluklar, toplumun ya da devletin geleceği ile ilgili kuşkular ve korkular çoğaldıkça otoriter önderlere ve rejimlere eğilim (rağbet) çoğalır.

Daha önce de yazmıştım; rahmetli annem “Unum tükensin, fakat umudum tükenmesin; eğer unum tükenirse gider umudumun olduğu yerden alırım. Ancak umudum tükenirse gidecek yerim kalmaz.” derdi. Çok doğruymuş.

Ancak toplumları yöneten ya da yönetmeye talip olan siyasetçilerin; dinbazlığa, ırkçılığa, kindarlığa, baskıya, korkutup sindirmeye, ayrıştırıp bölmeye … giden bir rota izlemek yerine; başta yürürlükteki anayasalar ve bu anayasaların kuruluş felsefesine bağlı (sadık) demokratik, laik ve sosyal hukuk devletini korumaya, barışa, sevgiye, kardeşliğe, evrensel insan haklarına, hukukun üstünlüğüne, ekonomik gönenci (refahı) artırmaya, işsizliği yok etmeye, enflasyonu yıllık % 5’in altına indirmeye, adil paylaşıma, gerçek demokrasiye, ayrıca eğitim rotasını da akıl ve bilim eksenine oturtmaya… giden bir rota gerekiyor.

Tıpkı bireyler gibi, toplumlar da var olan sorunlarına gelecekte inandırıcı çözümler üretebilecek partiler ve önderler konusunda umutlu olabilecekleri oranda mutlu olabilirler.

CHP’de değişim isteyenlere de bir anımsatma yapmak gerekir:

Değişim sözcüğü tek başına insanlara umut vermez. Toplumsal, ekonomik ve siyasal açıdan… En önemli konular için salt değişim değil, bu değişimin toplumun zihninde üretebileceği inandırıcı çözümlere dayalı umuttur. Eğer bu umut üretilemezse, değişim çok işe yaramaz. Toplumsal, ekonomik, kültürel… fay hatlarının onarımı ve toplumca beklenen gelişmelerin sağlanması için çözümler ve umutlar üretemeyen değişimler yalnızca slogan olarak kalır. Çok işe yaramaz.

Umudunuz hiç eksik olmasın.

Yitirilen Değer, Hıfzıssıhha Enstitüsü.. Sözlü Tarih Çalışması

Dostlar,

Sayın Nihan Ertem, İzmir’li genç bir gazeteci, yazar ve yapımcı.
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı / Başkan Sn. Tunç Soyer‘in desteği ile kapsamlı bir yakın tarih çalışması yaptılar.

Cumhuriyetimizin destansı devrimlerinden biri de hiç kuşku yok SAĞLIK DEVRİMİ‘dir.
İlk Meclis / 1. BMM daha 10. gününde, 2 Mayıs 1923’te Sağlık Bakanlığı’nı kurmuştur.
Dolayısıyla Sağlık Bakanlığı, bu yıl 101. yaşına girmiştir! O dönemde Osmanlı’da sağlık işleri İçişleri Bakanlığına bağlı bir genel müdürlük eliyle yürütülüyordu ve Avrupa’da çok az ülkede Sağlık Bakanlığı vardı.

Efsane Sağlık Bakanı ve Başbakan, Atatürk’ün taaa 19 Mayıs’a giderken Bandırma vapurundaki 19 yoldaşından biri (gemideki 3 hekimden 1’i!) olan Dr. Refik Saydam, genç Türkiye’ye çağcıl kurumlar kazandırma çabasındaydı. Bunlardan biri de kendi adını taşıyan Dr. Refik Sayfam Hıfzıssıhha (Sağlığı Koruma) Müessesesi (Kurumu) idi.

Bu Kurum, erken Cumhuriyet yıllarında, özellikle yoksul Anadolu halkını kırıp geçiren son derece yaygın bulaşıcı hastalıklarla savaşımında insanlık tarihine geçen görkemli başarıya yaşamsal katkılar verdi. İzleyen yıllarda da.. Taa ki 2011’de AKP iktidarı eliyle, 663 s. YGK (Yasa Gücünde Kararname) ile kapatılana ve Türkiye aşılarda tümü ile dışa bağımlı yapılana dek..

Sayın Nihan Ertem ve takımı (ekibi), bu öyküyü gün ışığına çıkarmak ve tarihe mal ederek geleceğe aktarmak üzere zorlu bir uğraşa girdiler. Birkaç yıl çabaladılar ve olayı aydınlatabilecek uzmanları bularak teker teker görüştüler. Kamera kayıtları aldılar.

Ortaya çok başarılı bir sözlü tarih çalışması çıktı. Ankara’da bizimle de görüştüler. 58 dakikalık kayıtta yer yer, parçalı olarak bizim de katkımız oldu.

Saygın bir Cumhuriyet kurumu ve armağanı olan bu Enstitü’nün / Kurumun, günümüze dek yaşatılan eskil (kadim) örnekleri örnek alınarak yeniden kurulması stratejik bir zorunluktur. Çağımızda ardışık sağlık – çevre ve bağlantılı afetler ne yazık ki kısa erimde önlenemeyecektir. Bu ardışık afetlere hazırlık, olanak ölçüsünde önleme ve karşılaşıldığında da savaşım – yönetme bu gibi Kurumlar ile yapılmaktadır. Almanya’da Robert Koch, Fransa’da Louise Pasteur, İngiltere’de Edward Jenner… Enstitüleri tipik örneklerdir ve 3’ü de yüz yılı aşan birikime – saygınlığa sahiptir. Kovit-19 salgınını başlıca bu Kurumlar bilimsel – teknik olarak yönetmişlerdir; siyasal karar vericileri yönlendirerek.

Bu değerli çalışmaya emek ve destek verenlere şükran doluyuz. 
Bize de katkı sunma olanağı sağladıkları için teşekkür ederiz.

İzlenmesini, paylaşılmasını ve gereğinin yapılmasını diliyoruz.

Çalışma, 23 ve 24 Eylül günlerinde yaklaşık yarısı boyutunda kısaltma ile KRT’de yayınlanmıştır.

Sevgi ve saygı ile. 25 Eylül 2023, Ankara
 
Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik    

 

Balcalı’nın durumu neyi gösteriyor?

Bayazıt İlhan

Dr. Bayazıt İlhan
Güncel 15.09.2023, BİRGÜN

Tam adı Çukurova Üniversitesi Balcalı Hastanesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi. Adana’da, bölgenin en önemli, köklü hastanesi. 6 Şubat ve 20 Şubat depremlerinde zarar gördüğü için boşaltıldı, hastaları diğer hastanelere nakledildi.

“Asrın felaketi” denen bir deprem yaşanmışken, 50 binden fazla yurttaş hayatını kaybetmiş, yüzbinlerce insan yaralanmış, milyonlar evsiz kalmış ve göç etmişken bölgenin en önemli hastanesinin, aradan yedi ay geçmesine rağmen büyük oranda atıl kalması nasıl açıklanabilir?

HEM BÖLGE HEM TÜRKİYE İÇİN ÖNEMLİ

Çukurova Üniversitesi’nin 2022 İdari Faaliyet Raporu’nda Balcalı Hastanesi şöyle tarif ediliyor:

“1.309 yatak kapasitesine sahip hastanemiz günlük ortalama 3.355 hastaya poliklinik hizmeti sunmakta olup, Akdeniz, Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgesinin önemli bir bölümüne (yaklaşık 20 milyon nüfusa) üst düzeyde sağlık hizmeti vermekte ve bölgenin önemli referans sağlık merkezi konumunda bulunmaktadır.”

Dikkatinizi çekerim, hizmet verdiği bu 20 milyon nüfusun neredeyse tamamı son depremlerden etkilenmiş insanları tarif ediyor. Devam edelim: “Hastanemizde 2022 yılında 1.507.650 hastaya sağlık hizmeti verilmiş ve doluluk oranı %92 olmuştur. Sağlık hizmetlerinin en zor ve ileri aşaması yoğun bakım hizmetleridir. Hastanemiz, ülkemizin en büyük yoğun bakım kapasitesine sahip hastanelerinden biridir. Modern üniteleri ile her türlü yoğun bakım hastası izlenebilmekte ve tedavisi yapılabilmektedir…2022 yılında 76.879 ameliyat yapılmıştır.”

Hastane şimdi ne durumda? 21 Şubat 2023’de boşaltıldı. Aylardır 200 yataklı Hematoloji-Onkoloji binasında hizmet üretmeye çalışıyor. Hekimler zorlanıyor. Örneğin ameliyathane ile yataklı servisler aynı binada değil, ameliyat olan hastalar yataklı kliniklere ambulansla taşınıyor. Nakil sırasında olabilecek sorunlar cerrahları korkutuyor, hele büyük ve sıkıntılı ameliyatları yapmak çok zorlaşıyor.

28 Şubat’ta Sağlık Bakanı “Çukurova Üniversitesi Balcalı Hastanesi tüm kadrosu ile Yüreğir Devlet Hastanesinde hizmete devam edecek. Hastalarımızın kıymetli bilim adamlarından almakta olduğu hizmeti devam ettirmek için gerekeni yapıyoruz.” dedi, olmadı. Geçtiğimiz hafta Yüreğir Devlet Hastanesi’nden 200 yatak, iki kat, Tıp Fakültesi’nin kullanımına verildi. Çok acayip, yarısı ikinci basamak devlet hastanesi yarısı tıp fakültesi hastanesi olarak hizmet vermeye çalışıyor.

Üniversite yönetimi hocalara, çalışanlara, öğrencilere ne depreme dayanıksızlık raporları ile ilgili ne de önümüzdeki sürecin nasıl yönetileceğine dair şeffaf bilgi vermiyor. Yaklaşık bir ay önce yönetim sosyal medya üzerinden hastanenin güçlendirilmesine başlandığını duyurduğu halde görünürde bir faaliyet yok.

Balcalı Hastanesi bu duruma düşünce başta Adana Şehir Hastanesi olmak üzere diğer hastanelerin iş yükü çok arttı, sağlık çalışanları tükendi. Göçler ve deprem bölgesinin sevk ili olmasıyla birlikte Adana’da sağlık hizmetlerine ihtiyaç çok arttı. Adana Tabip Odası kentte sağlığın tıkanma noktasına geldiğini, hastalara yatak bulunamadığını, yoğun bakımlarda ciddi sıkıntılar yaşandığını, muayene randevuları ve ameliyat sıralarının dayanılmaz noktaya geldiğini bildiriyor.

Bu koşullarda parasını denkleştirebilen hastalar özel hastanelere yöneliyor. Şüphelenmemek mümkün değil, yoksa amaç özel sağlık hizmetlerinin payının daha da artması mıdır?

Çukurova Üniversitesi hocaları haklı olarak soruyorlar. Pandemi döneminde İstanbul’da, Atatürk Havaalanı pistlerini kırıp 45 günde hastane yapan devlet nasıl oluyor da Adana’da bunca zaman geçtiği halde tıp fakültesine kullanabileceği bir hastane yapamıyor, ya da mevcut hastanesinde güçlendirme çalışmalarını başlatıp yol alamıyor? Öyle ya, 45 günde hastane yapılacaksa bunun için en gerekli yer tüm deprem bölgesinin yükünü taşıyan Balcalı değil miydi?

TIP EĞİTİMİ YÖNÜNDEN ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ

Konunun bir de yaşamsal olan mezuniyet öncesi ve sonrası tıp eğitimi boyutu var. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi 51 yıllık geçmişiyle ülkemizin en değerli tıp fakültelerinden. Fakülte’nin 2022 yılı Birim Faaliyet raporuna göre 2151 tıp öğrencisi ve yabancı uyruklu 116 tıp öğrencisi var. 175’i profesör olmak üzere 333 öğretim üyesi, 700’ün üzerinde asistan doktoru mevcut. Tıp fakültelerinde eğitim ve sağlık hizmetleri iç içedir. Hastane bu durumdayken tıp öğrencilerinin, asistanların nitelikli eğitim alabilmesi mümkün değil.

Koşullar böyleyken sayısını hiç azaltmadan öğrenci alımına devam edilmesine ne demeli? Bu yıl 15’i yabancı uyruklu olmak üzere 221 tıp öğrencisi kontenjanı açıldığını görüyoruz. Dahası, Sağlık Bilimleri Üniversitesi altında açılan Adana Tıp Fakültesi var, yeterli altyapısı olmadığı için öğrencileri Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne gönderiliyor. Oradan da bu yıl 62 öğrenci geliyor. Tıp eğitimine böyle yaklaşılması, koşulların göz ardı edilip yüksek kontenjanlardan ödün verilmemesi ayrıca can yakıyor.

Bu ülkenin sağlığını yönetenlerin önceliği deprem bölgesindeki sağlık hizmetlerini, hastaneleri, sağlık çalışanlarının durumunu düzeltmek olmalı. Hal böyleyken Ankara’da, İzmir’de bir türlü kamuoyuna açıklanmayan raporlarla, “depreme dayanıksızlık” gerekçesiyle hastane kapatma telaşına düşülmesi inanılır gibi değil.

Yapılması gerekenler açık. Balcalı Hastanesi’nin hasar durumu bilimsel raporlarla kamuoyuyla paylaşılmalı, güçlendirme ve gerekiyorsa yerinde yenilenme ivedilikle yapılmalıdır. Hastalar sağlık hizmetlerine ulaşabilmeli, tıp öğrencileri ve asistanların eğitimleri daha fazla aksamamalıdır.

CHP’nin BAŞARILI OLMASI VE İKTİDAR OLMASI GEREKİYOR

Celal TOPKAN
CHP Adıyaman 20. dönem Milletvekili
(8 Ocak 1996 – 25 Mart 1999)

Mustafa Kemal Atatürk halkla görüşerek, halkın görüş ve önerisini alarak halkçılık esaslarına dayalı olarak, 9 Eylül 1923 tarihinde Halk Fırkasını (CHP’yi) kurdu.

Mustafa Kemal Atatürk’ün yönetiminde, Halk Fırkası tarafından 29 Ekim 1923 tarihinde, 20. yüzyılın en büyük yenilik, değişim ve dönüşüm projesi olan; Halk Egemenliğine Dayanan, Laik – Demokratik – Sosyal Hukuk Devleti Türkiye Cumhuriyeti’ kuruldu.

1923 yılında dünyada halk egemenliğine dayalı yönetilen devlet yok gibiydi.

Dünyanın emperyalist ülkeleri İngiltere, Fransa, İtalya, Alman, İspanya, Portekiz krallıkla yöneliyorlardı.

Rusya, Çin proletarya diktatörlüğü ile yönetiliyordu.

Afganistan krallıkla, İran Şahlıkla yönetiliyordu.

Afrika ülkeleri, emperyalist ülkeler İngiltere ve Fransa’nın işgali ve sömürüsü altındaydı.

Güney Amerika ülkeleri İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz’in işgali ve sömürüsü altındaydı.

Doğu Asya ülkeleri Pakistan, Hindistan, Japonya, Kore, Endonezya, Malezya, Avusturalya, kuzey Amerika ülkesi Kanada, İngiltere’nin işgali ve sömürüsü altındaydı.

Dünyanın önde gelen tarihçi bilim insanları, siyaset bilimi ve siyaset sosyolojisi uzmanları Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türk Kurtuluş Savaşında Osmanlı Devleti’ni işgal eden Emperyalist ülkelerle yaptığı savaşta başarısı ve önderliğini, Kurtuluş Savaşı sonunda halkla birlikte kurduğu, Ulus Egemenliğine Dayanan Laik – Demokratik – Sosyal Hukuk Devleti Türkiye Cumhuriyeti’ni örnek aldı, örnek gösterdiler.

Emperyalist ülkelerin işgali ve sömürüsü altındaki ülkeler, Atatürk’ün önderliğini, başarılarını örnek aldılar. Ülkelerini işgal eden emperyalist işgalci ülkelere yönelik kurtuluş savaşı başlattılar. Ülkelerini bağımsızlığa kavuşturdular.

Halk Egemenliğine dayanan Türkiye Cumhuriyeti’ni örnek aldılar. Ülkelerini halk egemenliğine dayalı olarak inşa ettiler.

Siyaset; iktidar olmak, halka yarar sağlamak, sorunlarını çözmek, halkın yaşamını iyileştirmek, yaşam niteliğini yükseltmek;

Devlete hizmet etmek, sorunlarını çözmek, geliştirmek, kalkındırmak, zenginleştirmek, halkın aş ve iş sorununu çözmek, barış ve huzura kavuşturmak için yapılan iştir.

Atatürk’ün yönetiminde Cumhuriyet Halk Partisi tarafından, halk egemenliğine dayalı laik – demokratik – sosyal – hukuk devleti olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, çağdaş kurumlarla inşa edildi.

Devrimler yapıldı. Yapılan devrimlerle insanı merkez alan, insana önem ve değer veren, insanı yüceltmeyi amaçlayan toplumsal, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel değişim ve dönüşümler yaşama geçirildi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin sorunları çözüldü, gelişti, gelişti ve zenginleşti.

Halkın toplumsal, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, eğitim, sağlık, aş ve iş sorunları çözüldü, önemli gelişmeler sağlandı.

Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de ölmesinden sonra:

1950- 1980 arasında yapılan seçimlerde CHP, hiç tek başına iktidar olamadı.

12 Eylül 1980’de darbe yapan askerler, siyasal partileri kapattılar. 1980’de kapatılan CHP 1992’de yeniden açıldı. Bu tarihten sonra CHP Genel Başkanı olanlar, Parti içi iktidarla yetindiler. CHP’yi tek başlarına aldıkları kararlarla yönetmeye başladılar. Partinin ana ögesi ve gerçek sahibi olan üye ve örgütler edilgin duruma geldiler.

CHP, 1992-2023 arasında yapılan seçimlerde sürekli başarısız oldu. Atatürk’ün yönetiminde Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran CHP, 18 Nisan 1999’da yapılan seçimde %8.7 oy aldı. %10 seçim barajını aşamadı. Kurduğu Büyük Millet Meclisi’nin dışında kaldı.

1980-2023 arasında iktidar olan partiler, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuruluş ilkelerinden kopardılar. Cumhuriyeti büyük oranda din devleti yaptılar.

Halk ve ülke yoksullaştırıldı ve geriledi. Barış ve huzur bozuldu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi doğrultusunda yeniden yapılandırılması, toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel sorunlarının çözülmesi; kalkınması, gelişmesi, zenginleşmesi, halkın aş ve iş sorunun çözülmesi barış ve huzura kavuşması için, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran CHP’nin tek başına iktidara gelmesi gerekiyor.

CHP’nin iktidar olabilmesi için                                          :

Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savası sonrasında, illeri ziyaret ederek, halkla toplantılar yaparak, halka halkçılık esaslarına dayanan bir parti kurmak istediğini, kurmak istediği partiye yönelik kendi görüş ve düşüncesini anlatıp, halkın görüş düşüncesini sorup, halkın görüşünü, düşüncesini ve önerisini alarak, halkla birlikte halkçılık esasına dayalı olarak kurduğu, Halk Fırkası’nın (Cumhuriyet Halk Partisi’nin) kuruluş felsefesini benimseyen ve savunan;

Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğini, Mustafa Kemal Atatürk’ün yönetiminde, Halk Fırkası (Cumhuriyet Halk Partisi) tarafından kurulan, halk egemenliğine dayanan laik – demokratik – sosyal – hukuk devleti Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini benimseyen ve savunan, CHP’yi kuruluş felsefesi doğrultusunda yeniden yapılandırmak isteyen;

Halkta karşılığı, kafasında projeleri, arkasında başarıları olan, siyaseti halk ve ülke için yapan;

CHP’yi, Partinin anayasası olan Parti Tüzüğü ile benimsenen yapılanma ve işleyişe, ideoloji, ilke ve değerlere göre yönetecek olan;

Bilgi ve çözüm projelerine dayalı alanında uzman kişilerden ekip ve takım oluşturarak, siyaset yapacak, halka yarar sağlamak, halkın yaşamını iyileştirmek, yaşam niteliğini yükseltmek için siyaset yapacak olan;

Toplumsal, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sorunların çözümüne yönelik çözüm projeleri üretme bilgi, beceri ve yeteneğine sahip olan. Milletvekili ve belediye başkan adaylarını önseçimle belirleyecek, gücünü halktan alarak siyaset yapacak olan;

CHP’yi iktidar yapmak, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuruluş felsefesi doğrultusunda yeniden yapılandırmak isteyen. Türkiye Cumhuriyeti’nin sorunlarını çözmek, geliştirmek, kalkındırmak, zenginleştirmek, halkın aş ve sorununu çözmek isteyen bir kişinin, CHP Genel Başkan adayı yapılması ve genel başkan seçilmesi gerekiyor. Bu bir gereklilik ve zorunluluktur.

Yapılacak yeni kurultayda, bu bilgi, beceri, yetenek ve siyaset yapma anlayışına sahip olan, CHP’yi iktidar yapmak isteyen bir kişi, CHP Genel Başkanı seçilirse, CHP ilk seçimlerde başarılı olur. Halkın oyunu alır, iktidara gelir!

Türkiye Cumhuriyeti kuruluş felsefesi doğrultusunda yeniden yapılanır.

Halkın ve ülkenin sorunları çözülür.

Türkiye Cumhuriyeti gelişir, kalkınır, zenginleşir. Barış ve huzura kavuşur.

Yüz kızartıcı tükenişe doğru

MERDAN YANARDAĞ HAKSIZ- HUKUKSUZ 91 GÜNDÜR TUTUKLU

Siyaset  24.09.2023

Siyasal İslamcı iktidarın, devlete bütünüyle hâkim olduktan sonra hız verdiği yeni ve kendisine bağlı bir zenginler sınıfı yaratma amacıyla uyguladığı ilkel ve vahşi sermaye birikim modeli artık tıkanmış ve yolun sonu gelmiş görünüyor. Kamu varlıklarının yağmasına ve toplumun ortak malı olan ulusal zenginliklerin talan edilmesine dayalı bu sermaye birikim siyaseti ve modeli ülke kaynaklarını tüketmiş bulunuyor.

Bu sermaye birikim modelinin biri teolojik diğeri de sosyolojik olmak üzere iki ideolojik – tarihsel motivasyon- alanı var. İslamcı iktidar, ‘kâfirlerin devleti’ olarak gördüğü Cumhuriyeti ‘fethettiğini’ varsayarsak, kamusal birikimi ve toplumsal varlıkları – şaka gibi ama- bir anlamda ‘ganimet” ve “kılıç hakkı’ olarak görüyor. Tam bir ortaçağ hukuku olan bu zihniyetin sahipleri de kendilerinin ‘Cihad’ ettiğine inanıyor ya da bu anlayışı savunuyor.

İnanılır gibi değil ama durum budur. Değilse, ayakkabı kutularından çıkan ve rüşvet parası olduğu söylenen milyonlarca Dolar için ‘imam – hatip parası’ yani ‘Cihad için harcanacak’ denilerek aklanmaz ve bu durum İslamcı çevrelerde genel kabul görmezdi.

Bu bahiste İslamcıların samimi olup olmadıkları, söz konusu inançların gereğini yapıp yapmadıkları ayrı bir tartışma konusudur. Yaklaşım ve ideolojik-teolojik gerekçe ve arka plan budur. Ben de bu konuda bir samimiyet olmadığını biliyorum. Çünkü siyasal İslamcılar, Kutsal bir davaları ve dinleri olduğu için ahlaka ihtiyaçlarının olmadığına inanan ve böyle düşünen, hareket eden bir yapıya sahiptir. Takiyye bu anlayışın (çağımızda) ürünüdür.

AKP iktidarının – ki İslami akımlar, tarikatlar ve cemaatler koalisyonuna dayalıdır – İslami faşist bir rejim ve şeri bir düzen kurma hırsı; kasaba yobazlığına kadar savunulan değerler dünyası; Cumhuriyet ve aydınlanmaya/moderniteye yönelik derin ve bitmek bilmeyen kini, ülkenin kurumsal birikimini de çökertmiş durumda. Bugün Türkiye’nin içine sürüklendiği yıkıcı ve can yakıcı ekonomik krizin, yoksullaşma ve kuralsızlaşmanın; toplumsal dokunun ve insanın bozulmasının asıl nedeni bu tablodur.

Uygulanan sermaye birikim modeli bir ahbap çavuş kapitalizmi de yaratmış, iktidar mensupları İslamcı siyaset sınıfı ve bu kesimin aileleri (bu geniş ailedir) açıklanamaz biçimde zenginleştirmiştir. Bu anlamda AKP iktidarı, sermaye içi dengeleri ve görece var olan kurallı düzeni, dolayısıyla adaleti de bozarak dar bir kesimin, deyim uygunsa İslamcı-muhafazakâr bir oligarşinin yönetimine dönüşmüştür.

İç/ulusal kaynakları tüketen İslamcı AKP iktidarının, dış kaynak bulmaktan başka çaresi yoktur. İktidarın ‘kıl payı’ denebilecek bir farkla yalan, iftira ve kara propaganda ile ancak uzatabilen AKP-MHP koalisyonu, içeride sömürüyü daha da artıracak ve ülkeyi daha fütursuzca emperyalizme peş keş çekecek demektir.

Siyasal İslamcılık, diğer hedeflerinin yanı sıra; ulusal zenginliklerin yağma ve talan edilmesine dayalı ilkel bir sermaye birikim modelinin ideolojisi haline gelmiştir. 21.yy’da modern bir ülkeyi ve toplumu yönetme yeteneği ve kapasitesine sahip olmadığı ortaya çıkan İslamcı hareketin, tükendiği ya da iflas ettiği alanlardan biri de işte bu yağmacı ve yalana dayalı sermaye biriktirme modelidir.

Ülkenin kurumsal birikimi ve geleneğinin imha edilmesinin de ağır sonuçları olacaktır. Nitekim 6 Şubat depreminin bu kadar yıkıcı olmasının, can kayıplarının bile tam olarak tespit edilememesinin, İstanbul ve Marmara Bölgesinin kurbanlık bir koyun gibi depremi beklemesinin nedeni bile; bu kurumsal birikiminin ulusal ölçekte imha edilmesidir. Her şey, ülkenin bütün birikimi, şeri bir düzen kurma uğruna imha ediliyor.

İdeolojik bakımdan Necip Fazılcılık ile selefi Arap gericiliğinin (daha çok İhvancı anlayışın) bir sentezi diyebileceğimiz AKP İslamcılığı, bütün heyecanını yitirmiş ve yozlaşmış bir dinciliktir. Kurumsal birikiminin çöküşü, ülkenin varlığını ve geleceğini tehdit edecek boyutlara ulaşmıştır. İmha edilen sadece Cumhuriyetin yüz yıllık seküler ve modern kurumsal birikimi değil, bin yıllık Selçuklu – Osmanlı Türk devlet geleneğidir aynı zamanda. Ülke modern bir ulus devletten, aşiret düzeyine iade edilmiş gibidir. Necip Fazıl’ın İslamcı faşist ideolojik kurgusuna dayalı bir ‘başyüce’ rejimi kurulma sürecinin içinden geçiyoruz.

Bu nedenle 14-28 Mayıs seçimlerini yitirmek dünyanın sonu olmasa da, sonuçları bakımından toplumsal ve siyasal maliyeti ağır olacak bir tablo yaratmıştır. Dolayısıyla önümüzdeki yerel seçimler, olması gerekenden daha yüksek ve büyük bir anlam kazanmıştır. Yerel seçimler; adil ve demokratik olmayan 14 – 28 Mayıs’ın sağlamasının yapılması, bir anlamda rövanşının alınması ve ülkeyi bir erken seçime zorlayarak (sonuçlarına göre) bir 5 yıl daha bekleme kâbusunu aşma imkânı sunabilecektir. Tam bu noktadaki temel sorun; muhalif toplum kesimlerinin seçim yenilgisinin ardından içine sürükledikleri karamsarlık, muhalefete duyulan öfke ve ağır yenilmişlik duygusuyla siyasetten uzaklaşma tutumunu aşmayı becermektir. Asıl zor olan budur. Ama toplum mutlaka ayağa kaldırılmalıdır. Yerel seçimleri almak, 28 Mayıs’ın hemen ertesi günü başlatılan ve kişilere sıkıştırılan CHP’deki ‘değişim’ tartışmasının yol açtığı derin bozulmayı da geride bırakmayı sağlayacaktır. Çünkü, yönü ve kapsamı belli olmayan ideolojik bir oylumu bulunmayan bu tartışma (en azından başlangıçta), seçimlerin ve AKP – MHP iktidarının meşrutiyetini sorgulamayı önlemişti. Bu durum, yenilgi psikolojisinin derinleşerek hastalıklı bir toplumsal ruh haline dönüşmesine yol açtı.

Ya fikri hür nesil ya kindar nesil

Mehmet Ali Güller
Mehmet Ali Güller

Her rejim, kendi programını sürdürecek insan yetiştirmek ister.

Örneğin Cumhuriyet rejimi, “özgür” gençler yetiştirmeyi hedeflemişti. Mustafa Kemal Atatürk o hedefi “Öğretmenler, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister” diyerek ilan etmişti (Hâkimiyet-i Milliye, 26.08.1924).

Bu hedef, Atatürk’ün “Ben devrim ruhunu ondan aldım” dediği Tevfik Fikret’tendi. Büyük devrimci bir başka devrimciden esinlenmişti: Fikret kendi portresini “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim” dizesiyle çizmişti.

ALTIN NESİL – KİNDAR NESİL

Atatürk sonrasında devrimin sürdürülememesi ve “dinciliğe taviz, toprak ağalarıyla uzlaşma ve Atlantik kampına giriş” süreci en sonunda karşıdevrimi getirdi.

Devrim nasıl kendi programını uygulayacak bir nesil yetiştirmek istiyorsa, karşıdevrim de kendi programını uygulayacak bir nesil istiyordu.

Örneğin FETÖ’nün hedefi “altın nesil”di. O neslin askerlerini, polislerini, hâkimlerini, savcılarını gördük: Tezgâhlar, kumpaslar, montaj kasetler, yalanlar, iftiralar ve en sonunda darbe girişimi…

AKP’nin hedefi ise “kindar nesil.” Erdoğan, başbakanlığı sırasında Necip Fazıl’a atıfla, AKP gençlik kolları kongresinde ilan etmişti bu hedefi: “Modern, dindar bir gençlikten bahsediyorum. Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlikten bahsediyorum.”

İKİ ZIT MODEL

Devrimin ve karşıdevrimin iki zıt “nesil hedefi” modeli var:

Atatürk’ün hedefi “özgür düşünceli, özgür vicdanlı” gençlikti, Erdoğan’ın hedefi “kindar” gençlik.

Atatürk’ün ideoloğu devrimci şair Tevfik Fikret’ti, Erdoğan’ın ideoloğu karşıdevrimci Necip Fazıl.

Özgür düşünceli gençler Cumhuriyet okullarında ve Köy Enstitülerinde yetişecekti; kindar nesil ise imam hatip okullarında…

ASIL SUÇLU İKTİDARDIR

17 yaşındaki bir imam – hatip öğrencisinin, Atatürk’ün fotoğrafını cinsel uzvuna sürerek sergilediği rezil davranış, öncelikle hukukun konusu oldu ve genç tutuklandı.

Ancak konu yalnızca hukukun değil, sosyolojinin, psikolojinin, ekonominin ve en önemlisi siyaset biliminin konusudur. Hatta önemi bakımından, 17 yaşındaki bir gencin bu durumu, aslında öncelikle siyasetin konusudur.

17 yaşındaki bir genci, bu çirkin davranışından ve hakaretinden ötürü tutuklamak çözüm de değil, caydırıcı da… Çünkü esas sorun bu gençleri zehirleyen iklimdir. Çünkü bu gencin okuduğu Marmara Anadolu İmam Hatip Lisesi, düzenlediği törende Atatürk’e hakaretle anımsanıyor (Sefa Uyar, Cumhuriyet, 22.9.2023).

Yani o gençten önce öğretmenleri suçlu. O öğretmenlerle birlikte ailesi suçlu. Ama asıl suçlu o öğretmenlerden “kindar nesil” yetiştirmesini isteyen iktidardır.

İktidar Atatürk ve İnönü için “iki ayyaş” derse, hedeflediği “kindar nesil” de Atatürk’ün fotoğrafını cinsel uzvuna sürmeyi marifet sanır ve sosyal medyadan yayımlar.

ASIL MÜCADELENİN EKSENİ

150 yıldır sürüyor bu çarpışma:
– Ya devrim ya karşıdevrim,
– ya İttihat ve Terakki
– ya Hürriyet ve İtilaf,
– ya Kuvayı Milliye ya Kuvayı İnzibatiye,
– ya Kemalist Cumhuriyet ya monarşi,
– ya Köy Enstitüleri ya imam hatip okulları,
– ya laiklik ya siyasal İslamcılık,
ya fikri hür nesil ya kindar nesil…

Cumhuriyetin 2. yüzyılına gireceğiz 29 Ekim’de. Cumhuriyetin 2. yüzyılında gençlerimizi köklerine düşmanlaştıran, davalarının süngüsü yapan bu siyasal iklimi değiştirebilmeliyiz öncelikle…

Hapiste gençlere Atatürk’ü sevdirmek mümkün değil ama gençleri zehirleyen siyasal iklimi değiştirerek Cumhuriyet okullarında Atatürk’ü anlamalarını sağlayabilmek mümkün.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

Mustafa Aydınlı şiiri : KIZILIRMAK GİBİ ÇAĞLAR AKARIM

Mustafa AYDINLI
Halk Ozanı

KIZILIRMAK GİBİ ÇAĞLAR AKARIM

Köroğlu’nun yiğitliği seslenir
Karacaoğlan aşkı ile beslenir
Sanma Pir Sultan’a bakıp uslanır
Tarihlere yazılıp da gelirim
            ***
Bir kaynağım gözelerden çıkarım
Kızılırmak gibi çağlar akarım
Dünü bilir yarınlara bakarım
Yüzyıllardan süzülüp de gelirim
            ***
Güneş insanlığa doğdu doğalı
Neden hep dünyamız beyli ağalı
Zulmün eli mazlumları boğalı
Kötülüğe üzülüp de gelirim
            ***
Aydınlı’yım her tiranın sonu var
Daha yazacağım hayli konu var
Damarımda Spartaküs kanı var
Prangadan çözülür de gelirim