Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Milli ve gayri milli çatışması

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 08.08.2024, BİRGÜN

ÖZGÜRLÜK GÜVENCELERİ

‘Temel hakların özü’ (1961, m.11):

“Temel hak ve hürriyetler, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak ancak kanunla sınırlanabilir.

Kanun, .. bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz.”.

‘Temel hak ve hürriyetlerin özü, sınırlanması ve kötüye kullanılamaması’ (1971, m.11):
Ayrıntılı biçimde yeniden yazılan madde, genel sınırlama öngördü.

Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” (m.13, 1982): aynı madde yeniden yazılarak,
‘hakkın özü’ kavramı çıkarıldı… (AS: “..özlerine dokunulmaksızın” dendi)

Yoğun olarak eleştirilen 1971 değişikliği gibi 1982 gerilemesi de sürekli eleştirildi. 2001’de madde 13, eleştiri ve öneriler doğrultusunda yeniden yazıldı:

  • “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir.
    Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve
    laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”

Anayasal hak ve özgürlükler bütünü için geçerli bu güvence maddesi, kırk yıllık mücadelenin ürünü ve yerli.

ORTAK PAYDALAR

-1876 Anayasası; Parlamento ve hükümet kuruldu: ”Vekiller Heyeti, Sadrazamın başkanlığı altında kurulan, önemli iç ve dış işlerinin karar merciidir.”

-1909 değişikliği; parlamenter rejim, Meclis önünde sorumlu olan hükümet ile doğdu:
“Vekiller, Meclis-i Mebusan’a karşı, hükümetin genel siyasetinden toplu ve maiyetleri altındaki örgütlerine ilişkin işlem ve eylemlerden bireysel olarak sorumludur.” 

-Büyük Millet Meclisi, asli kurucu iktidar olarak hazırladığı ve yürürlüğe koyduğu 1921 Anayasası ile yürütmenin adı, “Büyük Millet Meclisi Hükümeti” oldu.

-29 Ekim 1923’te, Cumhuriyet ve hükümet özdeşleşti.

-1924 anayasası, Bakanlar Kurulu’nun Meclis’e karşı sorumluluk ilkesini benimsedi.
CHP, siyasal iktidarın seçimler yoluyla el değiştirmesini gerçekleştirdi (14 Mayıs 1950 seçimi).

-1961 Anayasası, Başbakanın eşitler arası birinci (primus inter pares) konumuyla,
klasik parlamenter rejimi kurdu.

-1982 Anayasası,  güçlü Yürütme statüsü ile parlamenter rejim çerçevesini sürdürdü.

Cumhuriyet Anayasaları, şu üçlü milli ortak paydada buluştu:

-Hükümetin genel siyaseti Bakanlar Kurulunca belirlenir.

-Bakanlar, bireysel ve toplu olarak TBMM’ye karşı sorumludur.

-Devleti temsil eden Cumhurbaşkanı ve Hükümet birbirinden ayrıdır.

GAYRİ MİLLİ OLAN

2017 değişikliğine göre; “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir.”  Bu değişiklik, hükümeti ve kurul halinde siyasal karar düzeneğini kaldırdı ve devlet yönetiminde 150 yılda oluşan kavramlar, kurallar ve kurumları bir çırpıda sildi.

Devlet başkanlığı ve yürütme yetkilerinin tümü Cumhurbaşkanında topladığı halde,
siyasal sorumluluk öngörülmedi.

  • Parti başkanlığı yoluyla kamu yönetimi, yasama ve yargı parti hizmetine sokuldu.

VE SAVAŞI

Özetle, 2017 kurgusu tümüyle gayri milli.
Ulusal kazanım olarak özgürlük güvenceleri (md.13), anayasal düzene sürekli meydan okuyan gayri milli kurgu ve keyfi yönetimince sık sık askıya alınabiliyor.

Bu boğma girişimi, Instagram ve Haniye vak’ası (olgusu) ile sınırlı değil: Anlık ve kısmi (sınırlı)
bir muharebe olmayıp,

  • Cumhuriyet’in dayanağı olan insan hakları birikimlerine karşı yürütülen
    amansız ve topyekün (kitlesel, bütüncül) bir savaş.

Siyaset tekelini elinde tutan  kişi, gerçekte iktidar için geçerli olan  “faşizm” kavramını sıkça muhalefet için kullanıyor:

  • Laiklik ve özgürlük savunucuları faşist!
    Milli ve milli olmayan kavramların tersyüz edilmesi gibi.

BİK, BTK, CİB ekseninde RTÜK’ten TÜİK’e bütün kamu kurumları, parti hizmetinde ve Kişi+Parti+Devlet birleşmesi için seferber.

CUMHURİYET KARARLILIĞI

Sözde “hassasiyet”ler ve gayri milli değerler üzerinden anayasal düzene karşı yürütülen topyekün savaş, geçiştirilemez ve asla kanıksanamaz.

Bu nedenle, insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyet mücadelesi de bütünlüklü yapılmalı.
====================================
Yazarın Son Yazıları

Anayasa değişiklikleri ve anayasanın içinin boşaltılması

Prof. Dr. Soyaslan: Yalçınkaya kararı bağlayıcı ve emsaldir; yargılamalar  yenilenmeli ve sanıkların beraatine karar verilmelidir - Tr724Prof. Dr. Doğan Soyaslan
Çankaya Üniv. Hukuk Fak.

07 Ağustos 2024, Cumhuriyet

1921 Anayasası ruhuna uygun yeni bir anayasa yapılacakmış.

Yeni anayasalar” uzun zaman süreci içinde ihtilaller veya ulusal bağımsızlık savaşları sonucu kurucu meclisler tarafından yapılırlar. Siyasal, askeri, ekonomik yapıyı büyük oranda değiştirirler. Teknolojik buluşlar üretim ilişkilerini, üretim ilişkileri de sosyoekonomik yapıyı değiştirir. Değişen yapı, yeni siyasal düşüncelerin doğmasına, topluma yayılmasına, bunun çevresinde yeni güçler oluşmasına neden olur. Söz konusu güçler ya halk hareketleri ya da askeri müdahalelerle iktidara gelirler. Batı Avrupa’da yeni siyasal düşüncelerin topluma yayılması ile halk kitleleri yeni istemlerle iktidara karşı tavır almış, siyasal iktidarlar ya yıkılmış
ya da halkın istemini yerine getirmek üzere temel düzenlemeler yapmıştır.

  • Ancak her durumda kişilerin iktidara karşı özgürlük alanı sürekli olarak genişletilmiştir. 

Anayasa değişiklikleri nispeten (görece) kısa zaman aralıkları içinde gerçekleştirilir. Ancak onlar da halkın önünü açan yeniliklerdir. Önümüzdeki aylarda kabul edilmesi düşünülen anayasa hükümleri, yeni anayasa niteliğinde değildir, anayasa değişikliği niteliğindedir.

2002 yılında laik hukuk devletine bağlı olduğunu açıklayarak iktidara gelen parti 2007, 2010, 2017 yıllarında anayasayı değiştirir. Her değişiklikte yürütme organı biraz daha güçlendirilir, iktidar bir kişiye teslim edilir.

  • Bir anlamda Osmanlı sultanlığı yeniden ihdas edilmiştir.
  • Oysa bu süreç tarihin akışına terstir.

Parlamentolar Avrupa’da haklarını isteyen toplumun isyanları sonucu yürütme organının yetkilerinin elinden alınması sonucu doğmuştur. Bağımsız yargı önce yürütme organının, daha sonra da parlamentoların işlemlerini denetlemek ve bu iki güce karşı özgürlükleri korumak için kurulmuştur.

  • Oysa Türkiye’deki bu değişim tarihin akış sürecine terstir.

Tarih kamu gücünün yasama, yürütme ve yargı olarak bölünmesinden, insana özgürlük ve sorumluluk, idare içinde kurumlara kimlik, sorumluluk verilmesinden, özgür, özgüvenli, sorumlu, kâşif, girişimci insanları yetiştirmekten yanadır.

Sultanlığa dönüşüm, iktidar sahiplerine ve çevrelerine, partilerine devlet-millet olanaklarından yararlanma imkânı verebilir.

  • Ancak hukuk güvenliğinin olmadığı, insanların devlet ve hukuk düzeni tarafından kendisine ne yapılacağını öngöremediği toplumlar ileri gidemez.
  • Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş nedenlerinden en önemlisi, can ve mal güvenliğinin olmayışıdır.

GÜÇLER AYRILIĞI 

1921 Anayasası’nın ruhuna uygun “yeni anayasa” düşüncesinin arkasındaki siyasal hesap, Cumhuriyetin ilanından bugüne dek kabul edilen Batılı kültür değerlerini
olabildiğince ortadan kaldıracak anayasal yapıyı oluşturmaktır.

Adı geçen anayasaya göre devletin dini İslamdır (29 Ekim 1923 tarihli 364 s. Yasa md. 2). Hâkimiyet kayıtsız şartsız millete aittir. Millet hâkimiyeti Meclis aracılığıyla kullanır. Güçler ayrılığı yoktur. Yargı bağımsız değildir. 

Her ne kadar anayasanın (1982) ilk dört maddesine dokunulmayacağı ileri sürülüyorsa da; anayasanın laikliğe, akıl ve vicdan özgürlüğüne, analitik eğitime, din özgürlüğüne, aile yapısına ilişkin maddeleri gözden geçirilecek, daha esnek duruma getirilecek, Cumhuriyeti hazmedememiş bürokrat ve yargıçlarla rejimin içi tümüyle boşaltılacaktır.

İçi boşaltılmak istenen hükümler salt anayasanın değişmez maddeleri değildir.

Türk halkının gözünü açan, uykudan uyandıran, zihnini ve yaşamını tutsaklıktan kurtaran,
Batı medeniyetine daha çabuk uyumunu sağlayan “Devrim Kanunları”dır da.

“Devrim Kanunları” anayasanın da üzerindedir.
Bunların anayasaya aykırılıkları ileri sürülemez.

CUMHURBAŞKANI SEÇİMİ

Yeni anayasa değişikliği ile yapılan ikinci hesap, cumhurbaşkanlığına adaylığın yolunu yeniden açmaktır. Son cumhurbaşkanı seçimleri anayasaya aykırı bir biçimde gerçekleştirilmiştir.
Normal olarak cumhurbaşkanı iki kezden çok seçilemez. Üçüncü kez, Meclis seçimi yenilerse aday olabilir. Anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanını ya Meclis seçecek ya da halka seçtireceklerdir. Her durumda yeni bir kural söz konusudur. Seçilmesine bir engel yoktur biçimine düşünecekler, Cumhuriyeti hazmedememiş hâkimler anayasayı ihlal suçu işleyerek adaylığını kabul edeceklerdir. Oysa demokrasilerde cumhurbaşkanı ya bir devre ya da iki devre seçilebilir. Amaç diktatörlükleri önlemek, siyasal rakiplere de devleti yönetme şansı tanımak ve böylece halkın egemenliğini pekiştirmektir. 

Yeni anayasa değişikliği ile yapılan üçüncü hesap, bugüne dek yapılan anayasa değişiklikleri dolayısıyla işlenen anayasayı ihlal suçlarını ortadan kaldırmak düşüncesidir.

Siyasal partiler iktidarı almak ve hizmet vermek için yarışan kurumlardır.
Demokrasilerde her partinin iktidara gelme şansı ve umudu olmalıdır.
İktidar partisinin iktidarda kalmak için anayasayı değiştirmeye kalkması, oyunun taraflarından birinin maçı kazanmak için oyunun kurallarını değiştirmesi anlamına gelir.
Bu durum kamu hukukunun ve anayasanın temel ilkelerine aykırıdır.
Açıkça anayasayı ihlal suçu oluşturur. 

Üniversite tercihleri yapılırken tıp fakülteleri

Güncel 02.08.2024 BİRGÜN

Üniversitelere giriş sınavları yapıldı, bugün tercihlerin son günü. Her yıl bu dönemde tıp fakültelerinin durumuna, kontenjanlarına dair bilgileri ve önerileri güncelleyerek aktarmaya çalışıyorum.

“Önceden yazdıkların ne kadar dikkate alındı?” derseniz, tabloya bakınca pek de olumlu cevap veremiyorum. Ne yazık ki Türkiye’de siyasal iktidarın kendi öncelikleri var, bunlar içinde örneğin “Türkiye’nin hangi sağlık sistemine göre, hangi alanlarda, kaç hekime ihtiyacı var?” sorusuna göre planlama yapmak yok. Alanın uzmanlarını dinlemek, bilimsel olanı yapmaya çalışmak yok. Olsun, bizim doğruyu anlatma görevimiz var, vazgeçmeden üzerinde durmamız gerekiyor.

ÖĞRENCİ SAYISINDA ARTIŞ SÜRÜYOR

Geçen yıl açılan toplam tıp öğrencisi kontenjanı 21 bin 950 idi, bu yıl 758 artışla 22 bin 708 oldu. Hatırlatmam yerindedir, Sağlık Bakanlığı’nın 2014 yılında kendi yaptığı insan gücü planlamasına göre 2017 yılından itibaren toplam tıp fakültesi kontenjanının 5 bin 250 olması gerekiyordu. Yani tıp eğitimine ve mesleğine taammüden (AS : tasarlayarak) kötülük yapıldığını söylememiz mümkün.

Ankara Tabip Odası’nın çalışmalarına göre bu yıl da Türkiye sınırları içinde kurulu 89 devlet tıp fakültesinin (sınır dışında kurulu olanlar da var) 87’si, 37 vakıf tıp fakültesinin 30’u öğrenci alıyor. Devlet tıp fakültelerinin 11 tanesi hem Türkçe hem İngilizce, 2 tanesi sadece İngilizce programlarına sahip. Vakıf tıp fakültelerinin sadece 7’si İngilizce, 12 tanesinin de hem Türkçe hem de İngilizce programları var. Böylece bu yıl toplam 117 tıp fakültesinin 140 programına öğrenci alınacak.

Devlet tıp fakültelerinin toplam kontenjanı 15 bin 737’si Türkçe, bin 624’ü İngilizce olmak üzere 17 bin 361. Vakıf üniversitelerinde ise 3 bin 261’i Türkçe 2 bin 87’si İngilizce olmak üzere toplam kontenjan 5 bin 348. Devlet tıp fakülteleri kontenjanlarının 15’i KKTC uyruklulara, 1650’si ise (yüzde dokuz) yabancı uyruklu öğrencilere ayrılmış durumda. Vakıf tıp fakültesi kontenjanlarının 2 bin 315’i (yüzde 43) yabancı uyruklular için. Vakıf tıpların İngilizce öğrenci kontenjanının ise 999’u (yüzde 48) yabancı öğrencilere veriliyor. Bunun nedenini ve işin nasıl ticarete döndüğünü aşağıda ücretlere bakınca daha net göreceğiz.

Sağlık Bilimleri Üniversitesi, dünyada eşsiz, özel vurguyu hak etmeye devam ediyor. İkisi yurt dışında, 11 tıp fakültesi bu üniversiteye bağlı. Adana, Bursa, Erzurum, İzmir, Kayseri ve Trabzon’da açılan tıp fakülteleri öğrenci almaya devam ediyor, ancak ortada eğitim veren mekân yok, öğrenciler bu illerdeki diğer tıp fakültelerine gönderiliyor.

VAKIF TIP ÜCRETLERİ UÇTU

Hem de ne uçuş! Vakıf üniversiteleri öğrencilerden bursluluk durumuna göre tamamı burslu, tamamı ücretli ya da yüzde 25 veya 50 oranında burslu seçeneklerle para alıyor. Ücretlerde geçen yıla göre artış, açıklanan enflasyonun çok üzerinde, kimi okullarda yüzde 120’yi buluyor. Geçen yıl vakıf tıp fakülteleri için ödenen ücretler bursluluk durumuna göre 115 bin TL ile 435 bin TL arasındaydı, bu yıl 210 bin TL’den başlıyor. En yüksek parayı Yeditepe Üniversitesi Tıp Fakültesi tamamı ücretli öğrencilerden talep ediyor, miktar 968 bin TL. Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi tamamı ücretli öğrenci almıyor, yüzde elli burslulardan bu yıl alacağı para yıllık 800 bin TL, yani tamamı ücretli olsa bedel 1 milyon 600 bin TL olacak. Vakıf tıp fakültelerinde özellikle İngilizce programlarda yabancı öğrenci oranları fazla tutuluyor. Önemli örnek İstanbul Medipol Üniversitesi Uluslararası Tıp Fakültesi. T.C. vatandaşı 10 burslu öğrencinin yanına ücretli olarak sadece yabancı öğrenci alıyor, toplam yabancı kontenjanı 80 ve yıllık ücret öğrenci başına 40 bin ABD Doları.

Vakıf üniversitesi tıp fakültelerinin 12’sinin kendi hastanesi yok, özel hastanelerle ortak kullanımda görünüyor, kendi hastanesi olanlar da özünde özel hastane gibi çalışıyor. Burada görülen hasta profilini, saha ile ilişkisini ve tıp öğrencilerinin toplum temelli bir eğitim alıp almadığını varın siz hesap edin.

Türkiye’de tıp eğitimini değerlendirip programların ulusal ve uluslararası ölçekte akreditasyonunu sağlayan kurum Tıp Eğitimi Programlarını Değerlendirme Ve Akreditasyon Derneği (TEPDAD). Bu yıl öğrenci alacağını belirttiğim 140 programın sadece 55’i (yüzde 39) akredite durumda. Geçen yıl bu sayı 50 idi. Akredite program sayısında artış olsa da tıp eğitiminin niteliği konusunda alınması gereken çok yol olduğu açık.

Nitelikli tıp eğitimi olmadan nitelikli sağlık hizmeti olamayacağını biliyoruz. Buradaki sorunların üzerine, tıp eğitiminin de ticarete dönmesi aileleri ve gençleri zorluyor. Sağlık hakkı mücadelesi sağlık meslek profesyonellerinin eğitiminden başlıyor. Bilimden, doğrudan saptıkça akıl dışı tablolar kaçınılmaz oluyor. Her şeyden önce ülkenin ihtiyaçlarına göre, uzman kuruluşların katılımıyla yapılacak bir insan gücü ve ona uygun eğitim planlaması gerekiyor. Yapılır mı? Halkın sağlığını düşünen siyasal iktidar olursa, evet.
===============================================
Yazarın Son Yazıları

Cibilliyet

Ataol Behramoğlu
Ataol Behramoğlu
ataolbehramoglu@gmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları
 
07 Ağustos 2024, Cumhuriyet

(Ahmet Saltık’ın notu : Ustamız, seçkin bilim ve sanat insanı, ozan-yazar
Sn. Prof. Dr. Ataol Behramoğlu, bu yazısını bizden bir alıntı ile bağlıyor. Aşkın değerbilirliği için kendilerine engin şükranlarımızı sunuyoruz.)
 

Arapça “cbl” kökünden gelen cibilliyet, yaradılıştan gelen huy, karakter demekmiş.

Bizde “cibilliyetsiz”, yani karaktersiz, soysuz, kişiliği bozuk olarak kullanılırdı.

Arapçada belki olumlu anlamda da kullanılıyor olabilir.

Ama bizde bu sözcüğün cibilliyetli, cibilliyeti düzgün vb. kullanımına rastlamadım.

Bir kimsenin yaradılıştan gelen bir karakteri, huyu olabilir mi?

Zaten yaradılış ne demek?

İnsan kişiliğinin oluşumunda fiziksel olduğu kadar ahlaki denebilecek soyaçekim özelliklerinin olup olmadığı, varsa ne ölçüde olduğu tartışma konusudur.

Bir kimseyi, giderek bir topluluğu ait olduğu aileye, soya göre değerlendirmek, kaçınılmaz olarak ırkçılığa varacak bir yaklaşımdır.

Bu nedenle de sonunda “siz” eki olmaksızın da “cibilliyet” sözcüğünün ortaya çıkış süreçlerini irdelemek ilginç olabilir.

Neyse ki dilimizde genel olarak “cibilliyetsiz” şeklinde kullanılmakta.

Daha doğrusu kullanılmaktaydı.

Cumhurbaşkanı yeniden kullanıma sokmuş oldu.
***
Hamas adını taşıyan siyasal İslamcı örgütün şefinin öldürülmesi üzerine, bildiğim kadarı ile sadece bizde ilan edilen ulusal yası eleştirenler, cumhurbaşkanına göre cibilliyeti bozuk, yani cibilliyetsiz kimselermiş.

Neden? Bunu bilmiyoruz.

Bildiğimiz, ülkemizde büyük çoğunluğun çok şükür Hamas sempatizanı olmadığı, az sayıda bilinçsiz kişi dışında Filistin davasını Hamas’la bir tutmadığı, tersine pek çok kişinin yaşanan son büyük trajedide sivil insanların canavarca katledildiği Hamas saldırısının olumsuz rolü olduğu konusunda görüş birliğinde olduğudur.

Türkiye’de tek adam rejiminin başındaki kişi Hamas ve Taliban sempatizanı olabilir.

Öyledir de.

O öyledir diye bu ülkenin bütün yurttaşları onun gibi düşünmek zorunda mıdır?

Onun gibi düşünmeyenler, hiç kuşkusuz büyük çoğunluk, cibilliyeti bozuk kimseler midir?

Türkiye’de ve bütün dünyada, devleti temsil eden kurumun başındaki kişinin, o ülkenin yurttaşlarına böyle bir hakaret savurduğu görülmüş müdür?

Söz konusu kişi istediği kadar yasa önünde sorumsuz olsun, böyle bir hakaret karşısında, üstelik ülke kurucusu tarafından cibilliyetsiz değil, “zeki”, “çalışkan”, “soylu” olarak nitelenen bir milletin büyük çoğunluğu, sonsuza kadar suskun kalabilir mi?
***
Söylenecek çok şey var. Eninde (Önünde) sonunda hepsi söylenecektir de.

Bu yazıyı değerli dostum, büyük aydın Prof. Dr. Ahmet Saltık’ın izniyle, onun yüz binlerce
(AS: milyonu aştı!) paylaşılan bir internet yazısının son paragrafıyla sonlandıracağım:

  • “Öfke denetimini ve asgari nezaketi, demokratik hoşgörüyü RTE ne zaman öğrenecek?
  • Kim öğretecek? 
  • ‘Cibilliyeti bozuk’ sözleri, kendisi gibi düşünmeyen on milyonlara söylendi.
  • Açıkça hakaret.
  • Ulusun CB’si ulusuna hakaret edemez, aşağılayamaz.
  • Biz ümmet değiliz!
  • Ben ‘yurttaş’ olarak bu hakareti reddediyorum.
  • Bu sözleri kendisine iade etmeyi terbiyeme sığdıramıyorum,
    tenezzül de etmiyorum ama bilinir ki, kem söz sahibinindir.
  • Tarih kaydediyor.”

https://x.com/profsaltik/status/1820525776279675025
http://ahmetsaltik.net/2024/08/05/cibiliyeti-bozuk-lar/ 


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Cibilliyet7 Ağustos 2024

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 07 Ağustos 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

DAVET

RTE, torununun uyarısı nedeniyle Paris’e gitmediğini açıklamıştı. Fransız basını ise davetli (çağrılı) olmadığını yazdı.

  1. RTE yoksa dünya lideri değil mi? Bizi kandırıyorlar mı?
  2. Davet edilmediğini bilmiyor mu? Bizi kandırıyor mu?

GİRİŞ

Hamas lideri Haniyye’nin öldürülmesi üzerine RTE İsrail’e meydan okudu.
Libya’ya nasıl girdiysek, Karabağ’a nasıl girdiysek öyle İsrail’ e de gireriz.” dedi.

Oralara kim ne zaman girmişti bilen var mı?

Şam’a girip Emevi Camisinde namaz kılınacaktı …

SABIR

DİB Erbaş’ın eşi kurasız olarak beşinci kez hacca gitmiş.

Vatandaşa sabır, şükür öğütleri, kendilerine dünya nimetleri…

CİBİLİYETSİZ

RTE, Haniyye için bir gün yas ilan edilmesini eleştirenlere “Cibiliyeti bozuk “dedi.

Kimin cibiliyeti bozuk anlamadım!..

MUHTAÇ

AKP Gen. Bşk. Yrd. Yusuf Ziya Yılmaz, Çorum’da İl Özel İdaresi’ne personel alımında torpil iddiaları ile ilgili soru üzerine, “Büyük resme bakın, işe alınanlar da muhtaç” dedi.

Yanıt akla muhtaç…

YAŞ

2024 YAŞ kararlarında yalakalık yapanların terfide ön aldığı görüldü.

Liyakat (yaraşırlık) yerine itaat,

Devlet yerine dev-ret…

“cibiliyeti bozuk” lar…

RTE, Haniye için sözde “milli” yas ilanına katılmayanlara “cibiliyeti bozuk” demiş…

https://twitter.com/i/status/182042772524651326
***

En başta söyleyelim : Hamas bir İslamcı terör örgütüdür!

Mısır’daki şeriatçı, köktendinci, ümmetçi örgüt Müslüman Kardeşler tarafından kurulmuştur.

ABD ve İsrail, Yaser Arafat öncülüğündeki FKÖ-Filistin Kurtuluş Örgütü’nü bölmek,
bağımsız Filistin devletinin kurulmasını önlemek için, Hamas’ın kurulmasına destek verdi.

Hamas, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki uyduları olan Suudi Arabistan ve Katar tarafından yıllarca desteklendi.

Haniyye, durup dururken 7 Ekim 2023’te neden İsrail’de sivil halka saldırı düzenledi ve
1200-1400 insan öldü?

Neden?

Bu saldırı İsrail’e mi yaradı, Gazzelilere mi?

Soru kritik.

Haniye sonuçları hesap edemedi mi?
Fatura kime?
Böyle liderlik mi olur!?
***
Ayrıca Haniyye’nin Başbakanlığı 2006-7 arasında salt 1 yıldı.
2017’de HAMAS Siyasi Büro Başkanı seçildi.

Haniye’nin Katar’daki cenazesine, hiçbir demokratik ülke yöneticisi katılmadı.

Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas bile cenazeye gitmedi!

Mısır, Tunus, Cezayir, Fas, Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, S. Arabistan gibi önde gelen Arap ülkelerinden de hiçbir devlet yöneticisi katılmadı.
Cenazede en üst düzeyde temsil Türkiye’den oldu!
Niye Erdoğan ??
***
Öte yandan                                          :

Öfke denetimini ve asgari nezaketi, demokratik hoşgörüyü RTE ne zaman öğrenecek??

Kim öğretecek?

cibiliyeti bozuk” sözleri, kendisi gibi düşünmeyen on milyonlara söylendi.

Açıkça hakarettir! Bu kaçıncı üstelik! Erdoğan’ı kim durduracak?

Ulusun CB ulusuna hakaret edemez, aşağılayamaz!

Biz ümmet değiliz!

Ben “yurttaş” olarak bu hakaret(ler)i reddediyorum.

Bu sözleri kendisine iade etmeyi terbiyeme sığdıramıyorum, tenezzül de etmiyorum.
Ama iyi bilinir ki kem söz sahibinindir.

Tarih kaydediyor.
***
RTE, arapseviciliğinden öte bir ideolojik çizgide!

Bu çıplak gerçekleri tüm halk öğrenmeli, mürit AKP’liler de.
***
Geçelim bu gündem oyunlarını da vahşi enflasyonu, bilinçli yoksullaşTIRmayı konuşalım?
Nerede reçeteniz? Milyonlar açlıkla pençeleşiyor.. Meyve fiyatları 3 rakamlı!
***
Eyyy anamuhalefet,

“6 Ok”u boyamayı bırak, gereğince muhalefet yap.

Ülkeyi yeniden kuvvayı milliye bilinciyle örgütle ve hızla seçime taşı.

Artık bir ulusal güvenlik tehdidi olan bu iktidardan kurtulma zamanı çoktan geldi ve geçiyor..

Ankara, 05 Ağustos 2024 günü tarihe not düşelim.
====================================================

İzleyen tweet (X) iletimiz                                  :

Türkiye’nin onurlu yurtseverleri!

Dün gece (5/6 Ağustos 2024) burada paylaştığımız X (tweet) iletimiz YARIM MİLYON tıklamayı aştı.. 15 saatte.. Gece boyu okundu, paylaşıldı. Okumaya ve paylaşmaya devam..

x.com/profsaltik/sta

Duyarlı yurttaşlarımıza çok teşekkür ederiz. Bu da, oyları %25’in altına düşen AKP/RTE’ye yanıt olsun.

Lütfen devam..

İki kez Yahudilerden madalya alan kişi, sureti haktan geçinerek sözde arapsevici maske ile siyonistliğini gizlemeye kalkıyor..

Bu halk da, Yeniden Refah’ın milli tabanı da yutmaz!
***
Yağ – şeker- un hazır.. Helva yapacak ANAMUHALEFET partisi gerek.

Eski deyimle “vakit kıraat etmiştir“.

Ayağa kalkıp, ülkemize tehdit olan bu iktidarı erken seçimle yollamanın koşulları olgunlaşmıştır.

Kongo, Bangladeş… bile başardı!

6 Ok” un biri DEVRİMCİLİK!

Devrim zamanıdır Atatürk’ün Türkiye’si! (06.08.2024)

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, LLM, BSc
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuk Uzm., Siyaset Bilimci
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com 

https://x.com/profsaltik/status/1820525776279675025

Bu X iletimiz 06.08.2024’te, 15 saatte YARIM MİLYON tıklanmayı aştı..
24. saatte ise 700 bini geçti.. Web sitemizden doğrudan okumalar, bizim PDF olarak yolladıklarımız, linked-in ve Facebook okumaları ile 1 milyonu aşmıştır. İnsanlar isyanda.

Saygın bilim ve sanat insanı şair-yazar Ataol Behramoğlu ustamız da Cumhuriyet‘teki köşesinde “Cibiliyet” başlığını işledi (Ataol Behramoğlu: Cibilliyet (cumhuriyet.com.tr) ve son paragrafında bizim bu yazımıza gönderme yaparak bizi onurlandırdı :

  • Bu yazıyı değerli dostum, büyük aydın Prof. Dr. Ahmet Saltık’ın izniyle, onun yüz binlerce paylaşılan bir internet yazısının son paragrafıyla sonlandıracağım:
  • “Öfke denetimini ve asgari nezaketi, demokratik hoşgörüyü RTE ne zaman öğrenecek?
    Kim öğretecek?
    ‘Cibilliyeti bozuk’ sözleri, kendisi gibi düşünmeyen on milyonlara söylendi.
    Açıkça hakaret. Ulusun CB’si ulusuna hakaret edemez, aşağılayamaz.
    Biz ümmet değiliz!
    Ben
    ‘yurttaş’ olarak bu hakareti reddediyorum!
    Bu sözleri kendisine iade etmeyi terbiyeme sığdıramıyorum, tenezzül de etmiyorum
    ama bilinir ki kem söz sahibinindir.
    Tarih kaydediyor.”

Türkiye sahipsiz değil! Ne demişti yüce ATATÜRK?

  • “Fikirlerimi inkâr edenler ve beni yerenler çıkabilir. Hatta bunlar, benim yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir. Fakat, ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidirler ki bu fikirler, Hint’ten, Mısır’dan döner dolaşır gene gelir, verimli neticeleri
    kalpleri doldurur
    .”

SİLİVRİ MAHKEMELERİ’NDEKİ MAVİ VATAN

Cem GÜRDENİZ (@cemgurdeniznet) / XCem Gürdeniz
Em. Tümamiral

Silivri-Mahkemelerindeki-Mavi-Vatan-Cem-Gurdeniz-Veryansin-TV-04.08.2024.pdf (add.org.tr) 04.08.24

Bu hafta Mavi Vatan tartışmaları ile geçti. Süreç, Somali tezkeresi ile başladı. 2020 sonrası iktidar, ABD ve AB’nin ekonomik ve siyasi baskıları üzerine Doğu Akdeniz’deki sismik ve sondaj faaliyetlerimize son vermiş, ABD’nin Somali’de aktif rol almamıza destek vermesi üzerine geçen hafta Somali’ye donanma unsurlarımızın gönderilmesine yönelik tezkereyi Meclisten geçirmişti. Tartışmalar da zaten Akdeniz’de hiçbir faaliyetimiz olmazken, gereksiz Somali tezkeresi nedeniyle başlamıştı. Ancak ana muhalefetin ABD/AB etkisinde kaldığı anlaşılan Dış İlişkilerden sorumlu milletvekili (eski Tel Aviv ve Washington Büyükelçisi) Somali kararını eleştirirken deniz hegemonyasının asla hazzetmediği Mavi Vatan’a da saldırmayı ihmal etmedi.

MAVİ VATAN MASAL MI?

Bu süreç ile başlayan tartışmalarda Mavi Vatana “masal, hikâye” diyenler, Mavi Vatan Osmanlıcı, genişlemeci, irridentist diyenler ve hatta mavi vatanı savunanlar yargılanmalı diyen meczuplar…

Ne ararsanız vardı. Ancak azınlıktaydılar. Tabii bu olay bir turnusol kâğıdı gibi herkesin Mavi Vatan’a bakışını da ortaya çıkardı. Kendini ilerici liberal sanan ve çoğunluğu dış fonlardan desteklenen düşünce kuruluşları ve haber siteleri, başta Yunan asıllı Türk düşmanı Amerikalı akademisyen Ryan Gingeras’in fikirleri olmak üzere ABD ve AB tezlerini savunmaya devam etti. Ancak gerek ekranlara çıkan gerekse yazıları ile bu sürece hasmane bir tutumla müdahil olanların bilgi eksikliği ve kahve sohbetinde bile kullanılmayacak argümanlarla öne çıkması şahsen beni önce hayrete sonra dehşete düşürdü. Hele hele kerameti kendinden menkul bazılarının Seville haritası Türkiye’nin lehine ya da kıta sahanlığı vatan değildir, demesinden sonra bu fikirlerini dinlemeyi ve dikkate almayı terk ettim. Bu kapsamda muhalefet partisinden ezici bir çoğunluk Mavi Vatan’ı sahiplendi.

En önemlisi ana muhalefet partisi, vekilin yaptığı aşağılayıcı konuşmaya rağmen tam kadro yaptığı açıklama ile geri dönülmez şekilde Mavi Vatan’a sahip çıkacağını kamuoyuna açıkladı. Bu tartışmanın başlaması aslında çok iyi oldu. İktidarın unutturduğu Mavi Vatan, muhalefetin sunduğu fırsatla tekrar gündeme geldi.

AKDENİZ’İMİZ AĞIRLIK MERKEZİDİR

Mavi vatanın gündeme gelmesinin temel nedeni Akdeniz’dir.
Halen 18 Mart 2020’de Birleşmiş Milletlere deklare edilen kıta sahanlığı koordinatlarımızı içeren harita, Türkiye’nin iktidarda kim olursa olsun savunması gereken sınırlarıdır. Mavi Vatana saldıranların en çok kullandığı argüman olan Yunanistan’ın Mısır ile 6 Ağustos 2020’de yaptığı deniz sınırlandırma anlaşmasının sahada hiçbir değeri yoktur. Tıpkı GKRY ile Mısır’ın 17 Şubat 2003’te yaptığı anlaşma ya da GKRY’nin 2 Nisan 2004’te, 21 Mart 2003’ten geçerli olmak üzere ilan ettiği MEB ilanı gibi. Dışişleri Bakanlığı 6 Ağustos 2020’de yapığı açıklamada şunları demişti: ‘’Yunanistan ile Mısır arasında deniz sınırı bulunmamaktadır. Bugün imzalandığı açıklanan sözde deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşması Türkiye için yok hükmündedir.’’ Neticede dünya üzerinde 300’den fazla kıta sahanlığı anlaşmazlığı vardır, ancak en güçlüsünden en güçsüzüne tüm devletler bu anlaşmazlıkları egemenlik sorunu olarak görmektedirler.

Zira kıta sahanlığı, hukuken başlangıçtan itibaren (ab initio) ve kendiliğinden (ipso facto) devletin egemen yetkilere sahip olduğu alanlardır. Yani denizin dibi vatanın devamıdır. Siz korumazsanız başkasının vatanı olur. Bazı meczupların savunduğu gibi ABD ve AB istiyor diye Yunanistan’a ve GKRY’ye bırakılamaz.

DENİZ BASKINLARI VE SALDIRILAR

Ne yazık ki Türkiye’yi ve çıkarlarını koruduğunu iddia edenler Yunanistan’ın ve GKRY’nin bu hukuksuz iddialarını onlar adına savunmaya devam etmekteler. Bu arada 1 Ağustos 2024’te İsrail’de yayınlanan bir makale, Mavi Vatan’ın artık İsrail için de tehdit olduğunu ortaya koydu. Mavi Vatana saldırılar bu coğrafyada yaşadığımız sürece devam edecektir. Osmanlının çöküşü, 1571’de İnebahtı Savaşında denizdeki gerileme ile başladı. Çeşme, Navarin, Sinop baskınları ile devam etti. Mutlak çöküş denizden işgaller ile tamamlandı. Anglosakson deniz hegemonyasının kontrolündeki 25 Nisan 1915 Gelibolu ve 15 Mayıs 1919 İzmir işgalleri denizden geldi. 1952 NATO üyeliğimizden sonra, deniz çıkarlarımızı Kıbrıs’ta 1963’te yaşanan kanlı Noel’e kadar Batıya teslim ettik.

Kıbrıs ve ardından yaşanan Ege kıta sahanlığı krizleri gözümüzü açtı. Ancak Soğuk savaş sonrası özellikle Karadeniz, Ege ve Akdeniz’de NATO’dan bağımsız bir güvenlik politikasına geçen Türkiye, 2002 sonrası Türk deniz tarihinin gördüğü en büyük baskına uğradı. Bu kez saldıranlar ABD ve AB adına kendi içinden çıkan, Türkçe konuşan ve Türk kimliği taşıyan hainlerdi.

MAVİ VATANA 21. YÜZYILDA İLK SALDIRI

  • Mavi Vatan’a ilk ve en büyük saldırı 11 Şubat 2011’de Silivri FETÖ Çadır Mahkemesi’nde yaşandı.

10. Ağır Ceza Mahkemesi, o gece 163 TSK mensubunu Balyoz kumpası ile tutukladı.

Bunların 52’si denizci idi. 11 emekli dışındaki, 12 muvazzaf amiral ve 29 Deniz Kurmay Albay donanmanın en kritik muharip komuta görevlerinde bulunan son derece değerli personeldi. Balyoz kumpası daha sonra dalgalarla büyüdü ve 9 Ekim 2013 tarihinde Yargıtay, 237 TSK mensubunun çoğu 18 yıl olan hapis cezasını onayladı. Bunlar arasında 41 havacı, 37 karacı, 25 jandarma general ve subayı varken, tam 134 denizci vardı. Denizcilerin 33’ü amiral olmak üzere 123’ü aktif görevdeydi. Deniz Kuvvetleri’nin bedeni kesilmişti.

Böylesi bir tasfiye ne Fransız ihtilalinde ne de Stalin’in 1937 tasfiyesinde yaşanmamıştı.

En az tasfiyeler kadar acıklı olan, en azı 3,5 yıl hapis yatan bu seçkin amiral ve subaylara FETÖ ve yandaş medya tarafından akla hayale gelmeyecek itibarsızlaştırma kampanyasının vicdana, ahlaka ve Türk örf ve adetlerine hakaret derecesinde yürütülmüş olması idi.

İftiralar ve kumpaslar üzerine kurulu olan bu yalan sistemine ne muhalefet ne yüksek komuta heyeti sesini çıkarmamıştı.

Türk tarihi bu derece alçaklığı eminim yaşamamıştır. (Başta Zaman, Samanyolu Tv, Bugün,
Haber Vaktim, Akit vb. gibi yayın organları 2007-2014 arasında özellikle denizcilere karşı her gün iftira ve yalan haberler kusmuştu.)

BALYOZ KUMPASINA SESİ ÇIKMAYAN MUHALEFET

İktidar koruması altında yapılan bu FETÖ ve itibarsızlaştırma saldırılarına ana muhalefetin de itirazı olmamıştı.

Aynen KKTC’nin varlığına son verecek Annan Planı’na 2003 yılından itibaren destek vermeleri ya da 5 Nisan 2004’te Doğu Akdeniz’de KKTC ve Türkiye’nin haklarını gasp eden GKRY’nin MEB ilanına ses çıkarmamaları gibi.

  • Bu arada, hapis cezalarına onay verenlerin ve yargılayanların bugün hepsinin
    FETÖ üyeliğinden hapiste olduklarını ekleyelim.

Mavi Vatan’a bugün saldıranlara hatırlatmak isterim ki; bu süreç acı, zorluklar, kayıplar üzerinde inşa edilmiştir.

Kumpas davalara eklenenlerin hemen hemen hepsi ABD ve AB çıkarlarına karşı milli tezlerimizi savunanlar ve Atatürkçü kimliği ile öne çıkan şahsiyetlerdi. FETÖ ve iktidar tarafından yürütülen ve muhalefetin hiçbir direnç göstermediği bu rezil süreçte pek çok kişi hastalanmış, vefat etmiş, bazıları onur intiharı ile yaşamlarına son vermiş, pek çok aile maddi zorluk ve ayrılıklar sonucu parçalanmış, pek çok eş ve çocuk psikolojik travma geçirmiştir. Bugün, Amiraller Özden Örnek, Soner Polat, Cem Çakmak, Albaylar Murat Özenalp, Ali Tatar, Ergün Balaban, Berk Erden, Nihat Altınbulak geri gelebilir mi? Bu değerli insanların tek suçu Atatürk’ün yanında olmak ve arsız Anglosakson deniz jeopolitiğine karşı Türk deniz jeopolitiğinin çıkarlarını savunmaktı. Kısacası Mavi Vatan’a sahip çıkmaktı.

Ne 11 Şubat 2011 Silivri tutuklamaları ne de 9 Ekim 2013 Yargıtay kararında onları eşleri dışında savunan kimse çıkmadı. En önemlisi muhalefetin sesi çıkmadı. İktidar zaten ortaktı.

TOPLUMSAL HAFIZAMIZ SON DERECE ZAYIF

Yaşanan acılar, çekilen zorlukları kolay unutuyoruz. Mavi Vatan’ın devam eden bir mücadele olduğunu, ana muhalefetin dış ilişkiler danışmanı milletvekili ve yakınındakiler görmüyor ve alaycı bir ifade ile küçümseyebiliyor. Zira zaten o rezil süreci sorgulamamış, jeopolitik nedenlerini irdelememiş, o mücadelenin kurumsal olarak dışında kalmış, ilgi dahi duymamıştır. Balyoz sürecinde sahte delillerle ve sahte iddianamede en çok suçlananların başındaydım. O nedenle 237 kişi içinde 10 numaralı sanıktım.

Karar duruşmasında son sözüm sorulduğunda mahkemeye

  • ‘’Sizi tanımıyorum’’ diyebilmiş bir amiral olarak savunma yapmadım.

Siyasi bir davada savunma yapmanın anlamı olmadığını ve tüm bu sürecin hedefinin Deniz ve Hava Kuvvetleri’nin komuta yapısını darmadağın ederek, FETÖ alçaklarına yer açmak ve Türkiye’yi denizlerden koparmak olduğunu bilen biriydim.

SAVUNMA YERİNE MANİFESTO

Mahkeme süreci başladıktan sonra benden önceki 9 kişi savunma yaptı. Benim sıram, 29 Nisan 2011 tarihinde geldi. FETÖ Mahkemesine 13 yıl önce içinde Mavi Vatan’ın geçtiği aşağıdaki manifestomu okudum. (Burada sadece beşte birine yer verdim.)

  • ‘’Türkiye Cumhuriyeti bir deniz devletidir. Bu devlet bir deniz devletinin sahip olması gereken deniz kuvvetinin de sahibidir. Ancak bu kuvvet, onu sevk ve idare edecek, strateji üretebilecek, geliştirebilecek Amiral ve subay kadroları kadar güçlüdür. Bugün Balyoz davası nedeni ile karşınızda 40’ı muvazzaf, 52 denizci personel vardır. Burada bulunan 12 emekli Deniz Kuvvetleri personeli aktif hizmetlerinde Deniz Kuvvetlerine sundukları katma değerler ile öne çıkmış çok seçkin şahsiyetlerdir. 12’si Amiral olmak üzere toplam 40 muvazzaf personel ise Deniz Kuvvetlerinin halen çok kritik görevlerinde bulunan ve eminim ki sicil ortalaması alınsa 100 üzerinden 100 çıkacak karat ve kalitede personelidir.
  • Bırakın ağır ceza mahkemelerinde yargılanmayı, iddia ederim ki, hayatlarında bir kez dahi disiplin cezası almamışlardır. Gölcük’ten çıkan sahte deliller ile isimleri bu seçkin gruba eklenen Amiral sayısı 12’den 27’ye, albay ve yarbayların sayısı ise 28’den, 175’e çıkmıştır. Deniz Kuvvetleri’ndeki Amiral sayısı 54’tür. Diğer taraftan bilgi notu ve eklerinde iddia makamının ifadesi ile toplam 1895 denizci personel vardır. Bu da son tahlilde herhalde tasfiyesi amaçlanan personel miktarını göstermektedir. Eğer mahşerin 4 atlısına kimse dur demez ise… Diğer bir deyişle ismi bir çetenin sahte ve iftira kaynaklı komploları ile lekelenmeye ve tasfiyeye çalışılan bu kitle, Deniz Kuvvetleri’nin geleceğidir veya Türkiye’nin ulusal çıkar odaklı denizlerdeki egemenliğinin sürekliliğinin, milli gemi TCG Heybeliada korvetinde somutlaştırdığımız savunma sanayinde kendi kendine yeterliliğinin ve liderliğin temsilcileridirler…
  • Dünyada hiçbir ülke başarılı kurumlarını göz göre göre sahte, sanal, hayali davalar ile oyalamaz ve yıpratmaz. Son 3 yıldır Deniz Kuvvetleri Poyrazköy, amirallere suikast, kafes, casusluk ve şantaj gibi dijital terör ve iftira kaynaklı davalar ile oyalanmakta ve yıpratılmaktadır. Maalesef dijital çete, ürettiği sahte deliller ile Akdeniz’in ilk 4 ve dünyanın ilk 12 Deniz Kuvvetleri arasında olan ve son 88 yılda başını asla eğmemiş, ulusal çıkarları her zaman korumuş Cumhuriyet Donanması’nın Amiral kadrosunun yarısını, albay ve yarbaylarının en verimli en seçkin şahsiyetlerini tasfiyeye teşebbüs etmektedir. Unutulmamalıdır ki, bir Amiral öğrencilikten itibaren 33 yılda, bir fırkateyn komutanı 28 yılda yetişmektedir. Bu sözde dijital terör kaynaklı davalar ile isimleri tasfiyeye eklenen personelin kaybının Türk deniz gücüne etkisini hayal bile edemezsiniz.
  • Bu kayıpların yaratacağı etki Çeşme, Navarin, Sinop ve Haliç baskınlarının kayıplarını aratmaz. Bu baskınların sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı toprak, can ve onur kayıplarını bu sefil komploları düzenleyen çete mensupları ile onlara ve olanlara sessiz kalanlar umarım, üşenmeyip tarih kitaplarından okuyarak öğrenirler. Burada yargılanan sadece bizler değiliz, maalesef, üstüne basarak söylüyorum, tasfiye amaçlı bir dava uğruna Deniz Kuvvetleri ve onun 21’inci yüzyıldaki geleceği de burada yargılanmakta, Türkiye’nin denizlerdeki varlığı sindirilmeye çalışılmaktadır. Deniz Kuvvetleri’ni ilgilendiren diğer sahte davalarda olduğu gibi burada da kurgulanan senaryo aynıdır. Tasfiye edilmek istenen isimler sözde bir plana veya ilavelerine eklenir, sahte bilişim ürünleri, beyni yıkanmış sütü bozuk çete işbirlikçileri ile bir yerlere saklanır veya servis edilir, daha sonra elle konmuş gibi bulunur ve taraflı medyaya servis edilir
  • Balyoz davası tasfiye amaçlı bir perspektifte Kara Kuvvetleri ve Jandarma Genel Komutanlığı için bir ağacın dalı ise, Deniz Kuvvetleri için ağacın ta kendisidir. Bırakın Türk Deniz Tarihi’ni, dünya deniz tarihinde amirallerinin yarısını sahte delillere dayanan hayali davalar ile tasfiyeye odaklı davalar mevcut olmamıştır… 21’inci yüzyıl enerji kaynakları mücadelesi, özellikle denizlerde şekillenecektir. Açık kaynaklarda, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin petrol olarak 60 yıl, doğal gaz olarak ise yüzlerce yıllık, benzer şekilde AB üyesi ülkelerin 70 yıllık doğal gaz ihtiyacını karşılamaya yetebilecek rezervlerin bulunduğu, yönünde haberler yer almaktadır.
  • Türkiye’nin bu kaynaklardan istifade edebilmesi ise ancak deniz yetki alanlarının ülkemiz menfaatleri doğrultusunda sahiplenilmesi, sınırlandırılması ve korunması ile alakalıdır. Hâlihazırda Doğu Akdeniz’de yaşanan son gelişmeler; Türkiye’yi, İspanya’nın Seville üniversitesi tarafından yayınlanan bir haritada gösterildiği üzere, hakkı olan deniz yetki alanının yaklaşık 5’te birine tekabül eden Antalya körfezi açıklarında dar bir deniz alanına mahkûm edebilecek son derece tehlikeli bir hal almaktadır. Son dönemdeki bu gelişmeler karşısında uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarımızı koruyacak tedbirleri almak, ekonomimize büyük katkı sağlayacak bu doğal kaynaklardan istifade etmek devlet olarak gelecek nesillere bırakabileceğimiz en büyük mirastır. Türk Deniz Kuvvetleri ise gerek uygulamaları ve gerekse fikirleri ile denizlerdeki bu mücadelede Aziz Türk Milleti’nin haklarını savunmak için var gücü ile çalışmaktadır.
  • Özellikle Doğu Akdeniz’deki bu faaliyetleri nedeniyle de 2009 AB ilerleme raporunda da açıkça ismi zikredilerek şikâyet edilmiştir. Cumhuriyet Donanması bugüne kadar çevrelendiğimiz her üç deniz alanında çıkarlarımızı korumuş, MAVİ VATAN dediğimiz, Karadeniz Ege ve Akdeniz’de ilan edilmiş veya edilmemiş deniz yetki alanlarımızı gelecek kuşaklar için sahiplenmiş, Kıbrıs’ta 20 Temmuz 1974’te başarılı bir amfibi harekât ile kıyı başını tutup, stratejik başarı sağlamış, Karadeniz’de barış ve dengeyi korumuş, Montreux Sözleşmesi’nin son 75 yılda en yakın koruyucusu ve takipçisi olmuş, Kardak’ta oluşan krizi lehimize çevirmiş, ama hepsinden önemlisi Deniz Kuvvetlerimizin savaş yeteneğini ülke yetenekleriyle oluşturmak için savunma sanayimizin lokomotifi olmuştur. Bugün dünya üzerinde 164 ülkenin Deniz Kuvvetleri vardır.
  • Ama sadece 14 ülke büyük savaş gemisi tasarım ve inşa edebilme yeteneğine sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti, Deniz Kuvvetleri sayesinde bu 14 ülke arasında yer almıştır. Bu, Türk tarihinin en önemli başarılarından biridir. TCG Heybeliada korveti Temmuz ayında kutsal sancağımızla ve MAVİ VATAN ile buluşacak ve Deniz Kuvvetlerindeki şerefli görevine başlayacaktır. Özetle Cumhuriyet Donanması tarihinden ders almasını bilmiş, geçmişteki hataları tekrar etmemiş ve son 88 yıldır aziz Türk milletine sadece başarı ve zafer hediye etmiştir. Elbette bunlar büyük Türk Milleti’nin haklarını gasp etmeye çalışanları rahatsız etmekte, önlerine engel çıkartanları, bedhahlarla işbirliği yaparak, asimetrik psikolojik ve asimetrik hukuk savaşları yolu ile engellemeye çalışmaktadır.
  • Unutulmamalıdır ki, günümüz deniz savaşları doğrudan gemi batırmaktan ziyade barış zamanından itibaren filolara ve gemilere kumanda eden personelin çeşitli boyutları ile etkisiz hale getirilmesini hedeflemektedir. Ne acıdır ki, biraz önce size özetlemeye çalıştığım, Bahriyenin tüm bu başarılı faaliyetlerinin fikir sahipleri ve uygulayıcılarının birçok emekli ve muvazzaf temsilcileri bu salonda ya da diğer sahte davaların mahkeme salonlarında bulunmaktadır. Deniz tarihimize kayıt düşülmesi maksadıyla, Bahriye üzerindeki dijital terörün dış dinamiklerini ilgilendiren başlıca sebepleri anlatmaya çalıştım. Aziz milletimiz bunları bilmeli, heyetiniz bunun farkında olmalı ve vatansever yetkililer, bu dijital terör ve iftira saldırılarını durdurarak, milletin bu fedakâr evlatlarını korumalıdır.
  • Aksi takdirde morali çökertilmiş, ulusal refleksleri köreltilmiş bir deniz kuvvetinin Çeşme, Navarin, Sinop ve Haliç baskınları sonrası yaşananları tekrar yaşaması kaçınılmaz olacaktır.
  • Biliyorsunuz Çeşme sonrası Kırım ve Boğazların tam kontrolünü,
  • Navarin sonrası Yunanistan’ı,
  • Sinop sonrası büyük ekonomik çıkarlarımızı,
  • Haliç baskını sonrası donanmasızlık nedeni ile Kıbrıs, Balkanlar, Ege adaları, 12 adalar, Girit ve Libya’yı kaybettik.
  • En önemlisi donanmasızlık nedeni ile Çanakkale’de anayurdumuz Anadolu’nun işgaline gelen armadayı denizde durduramadık ve 100 bin vatan evladını şehit verdik
  • Anadolu coğrafyasının donanmasızlığa ve tırnakları sökülmüş, ulusal koruma refleksini kaybetmiş donanmalara tahammülü yoktur. Bu dijital terör saldırısı sonunda eğer Bahriye kan kaybeder, seçkin denizcilerinin tasfiyesi başarılı olur ve bunun yansımaları gelecek günlerde denizlerimizde ulusal çıkarlarımızın aleyhine tecelli ederse, tarih ve gelecek nesiller önünde, Bahriye üzerinde bu oyunu oynayanlar kadar, bu oyuna alet olanlar ile sessiz kalanlar da suçlu olacaktır. Takdir aziz milletimizindir.“

Silivri Mahkemesinde verdiğim savunma sonrası üye hâkim Ali Efendi Peksak (halen FETÖ üyeliğinden hapiste) bana şu soruyu sormuştu:

  • ”Savunmalarınızda açık bir şekilde defalarca da belirttiniz. İftira ve düzmece olarak yapıldığı iddia edilen birçok belgede ya da var olduğu iddia edilen bu belgelerin altında dijital yollarda son kaydedici veyahut da son kez yazanın siz olduğunuz iddia ediliyor. Bu iftiralara maruz kalmanızın sizce sebebi nedir?”

Ben de cevaben şunları söylemiştim:

  • Bunu size saatlerce anlatabilirim ama tek şey söyleyeceğim. Benim savunmamda söylediğim, “MAVİ VATAN” dediğimiz denizlerimize sahip çıkmak; bu çerçevede dört ayrı Deniz Kuvvetleri Komutanı ile Türk Deniz Kuvvetleri’nin stratejisini, konseptlerini oluşturan bir denizci, bir Amiral, bir stratejist, bir deniz tarihçisi olarak kendimi yetiştirmiş ve tarihin ve kaderin beni yetiştirdiği yerde ve zamanda bu hizmetleri sunmuş olmamdır.”

TARİHİN ŞAHİTLİĞİ

Tarih, 13 yıl önce söylediklerimin ne kadar doğru olduğunu ispat etmiştir. Ancak tarihin olgularla önümüze koyduğu bu gerçekleri, iktidar ve muhalefet partileri ile yüksek komuta heyeti 2011 yılında görememiş, milletin gözü önünde TSK’nın küçük düşürülmesine, en iyi kadroların tasfiyesine ve yerlerine FETÖ militanlarının getirilmesine göz yummuşlardır.

Önce 17-25 Aralık 2013 süreci ve ardından 15 Temmuz 2016 Darbe girişimi olmasa ve Türkiye arınma sürecine girmese, belki bugün FETÖ ve iltisaklı Anglosakson mandacıları devleti tamamen ele geçirmiş olabilirlerdi. Bugün, onların artıkları her yerde ve değişik şekilde hem iktidar hem muhalefette karşımıza çıkmaya devam ediyor.

Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal’in yanında görünüp Amerikan mandasını isteyenlerin uzantıları ile Amerikan Turancıları bugün de mevcut. Milli çıkarları koruyor görünüp, yolsuzluk, usulsüzlük numunesi yüksek bürokrasi artığı zübükler de mevcut.

Ancak milletin öz evlatlarının gücü onlardan çok daha fazla.

Sakarya’yı yapan % 1, bugün çok daha kalabalık.

Anglosakson hegemonyanın ipine sarılanları Saygon’da, Kabil’de gördük.

Onların gücüne güvenerek Atatürk maskesi altında Atatürk’e, Mavi Vatan’a, Türklüğe kısacası vatanımıza saldıranlara hatırlatalım :

  • Bu topraklarda Mustafa Kemal’i yenemezsiniz.
  • Hele O’nun adını kullanarak ve takiye yaparak asla yenemezsiniz.

    Cem Gürdeniz, 04.08.2024

=====================================================

Değerli Gürdeniz Amiralim,

Bu çok değerli ve tarihsel ibret ve uyarılarla dolu yazınızı ben de web sitemde ve hesaplarımda paylaştım.

Ülkemize çok değerli hizmetleriniz için şükranlarımı sunarım.

Savaşımınızı saygı ile selamlarım.

Sevgi ve saygı ile. 06 Ağustos 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı  
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli  
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltikX : @profsaltik

https://www.instagram.com/ahmet_saltik

what’s up
iletisi olarak kendisine yazıldı ve erişkeler (linkler) yollandı. 

SEVR ANIMSATMAMIZ PARANOYA MI?

Lütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)

Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedi Lozan Antlaşması‘nın 101. yılını da kutladık.

Rivayet olunduğu gibi Lozan Antlaşması’nın “gizli maddeleri, 100.yılda son bulacağı” söylemlerinin hurafe olduğu kanıtlandı ama bazılarının Sevr hayalleri son bulmadı.

Osmanlı devleti açısından Birinci Paylaşım Savaşını noktalayan Sevr antlaşmasının 104. yılındayız. 10 Ağustos 1920 günü Paris’in Sevr kasabasında savaşın galiplerinin Osmanlı
devleti temsilcilerinin önüne koyduğu anlaşma metni hiç itirazsız imzalandı. Ancak Sevr
antlaşması asla uygulanamadı.

İstanbul hükümeti teslimiyet ve yok oluş antlaşmasını imzaladığında Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’nun bağrında isyan ateşini yakmış, Ankara’da Büyük Millet Meclisini kurmuş ve ulustan aldığı yetki ile bu meclis içinden hükümetini oluşturmuş,
direnişe başlamıştı. Ankara hükümeti daha imzalandığı ilk gün Sevr antlaşmasını bir paçavra
gibi yırtmış, üzerinden bir yıl geçtikten sonra Sakarya zaferini kazanmış, iki yıl iki ay sonra
İzmir rıhtımında zafere ulaşmış, üç yıl tamamlanmadan Türkiye Cumhuriyetinin tapu senedi
Lozan antlaşmasını imzalamıştı.

İtilaf devletleri ve sonradan onların yerini alan ABD emperyalizmi, Sevr antlaşmasını hiçbir zaman aklından çıkarmadığı gibi, Lozan antlaşmasını da kabullenemedi. Türkiye’nin
yurtseverleri bu gerçeği her fırsatta genç nesillere (kuşaklara) anımsattı. Ancak bu anımsatma kimilerini çok rahatsız etti. Sevr anımsatması yapanlara sıkılmadan “paranoyak” damgası vuruldu.

Oysa Batı’nın Sevr rüyası gören temsilcileri her şeyi açık açık yapıyordu. NATO toplantılarında
çantalarından “yanlışlıkla” Sevr haritasına uygun haritalar çıkıyordu. Bu yalan da ülkeyi
yönetenlerce yutuluyor yine “paranoya” söylemleri devreye giriyordu. Çantadan yanlışlıkla
Türkiye haritası yerine başka bir ülkenin haritası çıkması inandırıcı olabilir. Ancak “yanlışlıkla”
Sevr haritası çıkmasının inandırıcılığı yoktur. NATO’daki “stratejik ortaklarımız” tarihin
çöplüğünden bulup çıkardıkları Sevr haritasını çantalarına koymuşlar, fırsatını bulunca da
masaya sürmüşlerdi.

Eş zamanlı olarak Türkiye’de çimento fabrikaları satın alan bir Fransız firmasının ülkemizde de dağıttığı ajandanın arkasında Sevr haritasının basılı olması da yadırganmadı.

ABD tarafından ortaya atılan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) içinde eş-başkanlık görevi
aldığını söyleyen “lider” de Sevr haritası ile bire bir aynı olan (AS: epey benzeyen…) BOP haritasını görmezden geldiği gibi, Sevr Antlaşmasını hükümsüz kılan Lozan Antlaşmasını her fırsatta,
hatta Yunanistan ziyaretinde tartışmaya açtı.

13. yılına giren Suriye sorununda, Suriye’nin kuzeyi için “Kuzey Suriye” kalıbına bizi alıştıranlar, ülkemizin Güneydoğusuna da önce “Güneydoğu Türkiye” deme aşamasını çabucak atladılar. Bununla yetinmeyip, hem de TBMM kürsüsünden “Kürdistan” söylemine geçip,
Suriye’nin Kuzeyi ile birleşip 104 yıl öncenin “Büyük Kürdistan” hayallerini hortlattılar.

  • Türkiye Cumhuriyeti dünyanın en stratejik noktasında bulunuyor.

Asya ile Avrupa’nın, Avrupa ile Afrika’nın, Afrika ile Asya’nın buluşma noktası olmak dışında Ortadoğu’nun petrol ve su kaynaklarının da kavşak noktası. Ayrıca Akdeniz ile son zamanda savaş alanı olan Karadeniz’i bağlayan Boğazlara da egemen olmak gibi jeo-stratejik bir noktada konumlanmış.

  • Bu nedenle Batılı emperyalistlerin Sevr rüyası hiç bitmeyecektir.

Günümüzde bir ateş çemberine dönen Ortadoğu coğrafyası stratejik önemimizin de kanıtıdır.
Sevr hatırlatması bir paranoya değil uyarıdır. Sevr hayallerinin önünü kesecek olan da
Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedi Lozan Antlaşmasıdır.

Bu gerçeği aklımızdan çıkarmadan, Lozan Antlaşması’na ve tamamlayıcısı Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne sımsıkı sarılmalıyız.

https://www.add.org.tr/wp-content/uploads/2024/08/SEVR-ANIMSATMAMIZ-PARANOYA-MI-Lutfu-Kirayoglu-1.pdf, 5.8.24

ABD’nin Sivil Kıyımı : Atom Bombası

Cihangir Dumanlı - Medya SiyasetDr. Cihangir Dumanlı
Em. Tuğgeneral, Hukukçu, Strateji ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı

79 yıl önce 6 Ağustos 1945’te ABD, Japonya’nın Hiroşima kentine atom bombası atarak on binlerce sivilin hemen ölümüne ve kentin yok edilmesine neden oldu. Bu olay 2. Dünya Paylaşım Savaşının Pasifik cephesini sona erdirirken, karşılıklı imha yeteneğine (mutual assured destruction: MAD) dayalı nükleer denge ile soğuk savaş döneminin belirleyici ögesini başlattı.

İkinci Dünya Paylaşım Savaşı Avrupa’da yayılmacı faşist Almanya ve İtalya, Pasifik’te yine yayılmacı Japonya’dan oluşan merkez (mihver) devletlerine karşı müttefikler (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa) tarafından yürütülen, 6 yıl boyunca 70 milyon insanın ölümüne yol açan,
çok cepheli Küresel bir savaştı. Müttefiklerin stratejisi önce Avrupa’daki savaşı bitirmekti  (Europe first).

Almanya’nın Rusya’yı işgali (Barbarossa harekatı) Moskova önünde durdurulunca Hitler güneye Bakü petrollerine yönelmiş, 1942’de Stalingrad önünde bir kez daha durdurulmuştur. Stalingrad muharebesi Avrupa cephesinde doruk noktası olmuş, buradan başlayarak saldırı (taarruz) girişimi (insiyatifi) Kızıl Ordu’ya geçmiş, Kızıl Ordunun genel karşı saldırısı sonunda Alman ordusu çekilmek zorunda kalmıştır.

Öte yavandan Müttefik güçleri Haziran 1944’te Normandiya kıyılarına çıkarak Alman Ordularını doğuya doğru itelemiş; Fransa, Belçika ve Hollanda’yı Alman işgalinden kurtarmıştır. İki ateş arasında arasında kalan ve kentleri stratejik bombalama ile yıkılan Almanya’nın 8 Mayıs 1945’te koşulsuz teslim olması ile Avrupa cephesinde savaş son bulmuştur.

Pasifik Cephesi

Pasifik savaşı Amiral Yamomto komutasındaki Japon donanması ile Amiral Nimitz  komutasındaki ABD Pasifik filosu arasında Pasifik’te deniz üstünlüğünü ele geçirme mücadelesi şeklinde olmuştur. Deniz üstünlüğünü ele geçirmenin ön koşulu, zamanın önde gelen
silah sistemi olan düşman uçak gemilerini savaş dışı bırakmaktı.

Bir ada ülkesi olan ve derinliği dar bir kara ülkesine sahip olan Japonya, ülkesini ileriden savunmak amacıyla karşı kıyısındaki Çin’in Mançurya bölgesini ve kendi çevresindeki
Pasifik adalarını işgal etmiştir.

Faşist Almanya ve İtalya ile 1935’te “Anti-komüntern pakt” adıyla müttefik olan ve kendi ülkesinde petrol bulunmayan Japonya’ya karşı ABD, 1941’den başlayarak petrol kuşatması (ablukası) uygulamıştır. Japonya’nın normal kullanım için üç yıl, savaş gereksinimleri için 1,5 yıllık petrolü vardı. Bu nedenle, en yakın petrol kaynağı olan Doğu Hint Adalarına (Endonezya’nın doğu adalarına) ulaşması gerekiyordu. Bu yolda en büyük tehdit İse ABD Pasifik filosu idi.

Japon uçakları 7 Aralık 1941’de ABD Pasifik filosunun bulunduğu Hawai’deki Pearl Harbour Limanına baskınla bu filonun büyük bölümünü imha etti. Ancak 4 ABD uçak gemisi baskından kurtulmuştu.

Pearl Harbour baskınından sonra toparlanan ABD Pasifik filosu, 4 Haziran 1942’de Midway adasında Japonya’nın kalan uçak gemilerini batırarak Pasifik’te deniz üstünlüğünü ele geçirdi. Midway muharebesi, Avrupa cephesindeki Stalingrad muharebesi gibi Pasifik cephesinin
doruk noktasıdır. Bundan sonra saldırı girişimi (taarruz inisiyatifi) ABD’ye geçmiştir.

Pasifik savaşının Midway muharebesinden sonraki evresi, ABD’nin Japonya’yı teslime zorlamak için Almanya’ya yaptığı gibi Japon kentlerine yoğun hava bombalaması evresidir. Bu evrede ABD, 66 Japon kentine 29 000 uçuş (sorti) le 176 000 ton bomba attı. Salt 10 Mart 1945’te
Tokyo saldırısında 84 000 sivili öldürdü.

Japonlar bu denli ağır yitiklere karşın teslim olmamakta direniyorlardı. ABD’li askerlerin kestirimine göre Japonya’yı dize getirmek için 5 milyon askerin kullanılması ve bunların 1 milyonunun ölmesi gerekiyordu! Ayrıca bombalar –güdümlü değil– serbest düşüşlü olduğundan, hedefi vurma (isabet) oranları düşüktü. Bu da daha çok uçuş (sorti), daha çok akaryakıt, daha çok uçak yitimi ve daha uzun zaman demekti. ABD bu nedenle, pahalı olan klasik bombalama yerine tek bir bomba ile Japonya’yı teslim almayı, kısaca daha az Amerikan askeri ölsün diye daha çok Japon sivilin ölmesini yeğledi.

Atom Bombası

Savaşın başında Almanya’nın atom bombası yapma çalışmaların öğrenen ABD, Pearl Harbour baskınından sonra savaşa girince, fizikçi Openheimer başkanlığında Manhattan Projesi ile atom bombası geliştirme çalışmasına başladı ve bunun için iki milyar Dolar ayırdı.

1945’e gelindiğinde ABD atom bombası geliştirmiş ve denemişti. Japonya ise hala teslim olmuyordu. Yukarıdaki gerekçelerle ilk bombanın Japonya’ya atılmasına karar verildi.

Atom Bombası Atılıyor 

İlk hedef olarak Hiroşima kenti seçildi. Yapılan keşiflere göre kentin en kalabalık olduğu zaman saat 08:15 idi. Kaptan Paul Tibbet Gay komutasındaki üç uçaklı kol, Anola Gay (kaptanın annesinin adı) adlı B-29 bombalama uçağından, 6 Ağustos 1945 pazartesi günü saat 08:15’te  Little Boy (Küçük Çocuk) adlı uranyum 235 izotoplu 20 kilotonluk (20 bin ton dinamite eşdeğer) atom bombasını attı.

ABD bununla yetinmeyip 9 Ağustos’ta bu kez Nagazaki kentine “Fat Man” (Şişman Adam) adlı Plütonyum 239 izotoplu bombayı attı. 1941’den beri petrol ablukası (kuşatması) altında olan, Midway savaşından sonra ABD’nin yoğun hava saldırılarına hedef olan Japonya, iki atom bombasından sonra daha çok direnemeyerek, ilk bombanın atılmasından yaklaşık bir ay sonra, 2 Eylül 1945’te koşulsuz teslim oldu.

Böylece Avrupa cephesinden sonra Pasifik cephesindeki savaş da Müttefiklerin yengisi ile bitmiş oldu. Hiroşima’daki ilk saldırıda 70-80 bin kişi hemen, Nagazaki’deki saldırıda 40-75 bin sivil, çoğu enkaz (yıkıntı) altında kalarak hemen öldü. Sonraki yıllarda radyasyon etkisi ile ölenlerle birlikte toplam ölü sayısının 143 000 olduğu kestirilmektedir.

 Değerlendirme ve sonuç

1941’den beri petrol ablukası altında olan, Midway’den sonra ABD’nin kentlere yaptığı yoğun hava saldırılarında ağır yitikler veren, savaş sanayisinin büyük bölümünü yitiren Japonya,
1945 yılına gelindiğinde savaş yeteneğini ve istencini büyük ölçüde yitirmiş durumda idi.
İşte ABD bu durumdaki Japonya’ya atom bombası atarak on binlerce sivilin gereksiz yere
(askeri bir zorunluluk yokken) ölümüne neden oldu. Atom bombası atılmasaydı Japonya
kısa sürede teslim aşamasına gelmişti.

ABD’li uzmanların ileri sürdüğü klasik bombalamanın maliyeti ve risklerinin yüksek olması,
atom bombası için gerekçe olarak kabul edilemez.. Daha az Amerikan askeri ölsün diye
daha çok Japon sivilin öldürülmesi
insanlık suçu ve savaş hukukuna göre savaş suçudur.

ABD’nin atom bombası atmasının asıl gerekçesi, yıkım gücü çok yüksek yeni bir silaha sahip olduğunu göstererek, başta Sovyetler Birliği olmak üzere dünyaya güç gösterisi yapmaktır.
ABD savaş sonrası olası ekonomik rakipleri Japonya ve Almanya’ya büyük zarar vererek ekonomik üstünlük de sağlamıştır.

Bu olaydan sonra soğuk savaş döneminde (1945-1990) uluslararası güvenlik ortamının belirleyici ögesi olan nükleer silahlanma ve nükleer güç dengesi temelinde
nükleer caydırıcılık dönemi başlamıştır.

1962 Küba krizinde soğuk savaşın iki büyük oyuncusu ABD ve SSCB nükleer savaşın eşiğinden döndükten sonra, nükleer silahsızlanma çabaları başlamıştır. Buna karşın elde kalan
nükleer silahlar dünyaya büyük zarar verecek düzeydedir.

79 yıl önce on binlerce sivili öldüren ABD, bugün de İsrail’in onbinlerce Filistinli sivili  öldürmesine izleyici kalmakta, hatta desteklemektedir. İki olay arasında ABD’nin insanlığa
bakış açısında benzerlik bulunmaktadır.
***

Kız Çocuğu 

Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima’da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
Külüm havaya savruldu

Benim sizden kendim için
Hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
Kağıt gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı,
Teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.

Nazım HİKMET

Can Atalay hakkında AYM’den açık uyarı

Can Atalay hakkında AYM’den açık uyarı

Şimdi yapılması gereken, Can Atalay’ın hukuken var olmayan oluşumla elinden alınan “seçilme ve siyasi faaliyette bulunma” hakkının, “kişi hürriyeti ve güvenliği” hakkının verilmesidir.

Ali Rıza Aydın
E. Anayasa Mhk. Raportörü

Anayasa Mahkemesi (AYM), Can Atalay hakkında yapılan “milletvekilliğinin düşmesinin yok hükmünde olduğunun tespitine” bu nedenle düşme işleminin “iptaline” ilişkin başvuruları değerlendirerek kararını 22 Şubat 2024 günü vermişti. Karar, her iki istem hakkında “karar verilmesine yer olmadığına (KVYO)” olarak duyurulmuştu. Merakla beklenen gerekçeli karar, iki ayrı karar şeklinde (E.2024/45 ve E.2024/43) 1 Ağustos 2024 günlü Resmi Gazetede yayımlandı. Her iki kararın da 4 üyenin karşı oyuyla, oyçokluğuyla verildiği görülüyor.

Birinci kararda (E.2024/45), Yargıtay 3. Ceza Dairesinin TBMM’ye gönderdiği yazının TBMM Genel Kuruluna bildirilmesi işleminin iptali hakkında talep incelenip gerekçelendiriliyor. AYM, Can Atalay’ın bireysel başvuru kararındaki hak ihlallerinden söz ederek, bu hak ihlali kararından sonra Atalay’la ilgili kesinleşen bir hükmün varlığından söz etmenin hukuken mümkün olmadığını, TBMM’nin de buna uymak zorunda olduğunu, oysa TBMM’de “hakkında kesin bir mahkumiyet kararı içermediği açık olan karara yer verilen Daire yazısının TBMM’de okunmasıyla” fiili durum oluşturulduğunu, bunun Anayasa kapsamında yasama işlemi olarak değerlendirilemeyeceğini belirterek AYM’ce bu konuda karar verilmesinin olanaksızlığını vurguluyor.

AYM, “hukuken var olmayan bir işlem nedeniyle söz konusu iptal talebinin incelenmesine imkan bulunmamaktadır” diyerek KVYO kararı veriyor. Bu karardaki 4 karşı oyda “görevsizlik kararı” verilmesi gerektiği savunuluyor. (AS: Benzer sonuca varılıyor..)

İkinci kararda (E.2024/43) Atalay’ın milletvekilliğinin düşmesinin yok hükmünde olduğunun tespiti ve bu kapsamda iptal talebi incelenip gerekçelendiriliyor. Bu gerekçedeki vurgulamalar özetle şöyle:

a) Kesin hükmün bildirilmesi işlemi, milletvekilliğinin düşmesi sonucu yönünden kurucu nitelik taşır.
b) Kesinleşmiş mahkumiyet kararı bulunmazsa milletvekilliğinin düşmesi mümkün olamaz.
Bu hususta TBMM Genel Kuruluna bildirimde bulunulamaz.
c) AYM’nin, “seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı ve kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı” ihlali kararından sonra, Atalay’la ilgili TBMM’de okunması mümkün olan, kesinleşen bir hükmün varlığından söz edilemez. Bu hukuken mümkün değildir.
d) Atalay hakkında kesin bir mahkumiyet kararı içermediği açık olan karara yer verilen Yargıtay Daire yazısının TBMM’de okunmasıyla fiili durum (de facto) oluşturulmuş olup,
Anayasa kapsamında bir yasama işleminden söz edilemez.
e) Bu durumda başvurunun konusu kalmadığından, hukuken var olmayan bir oluşum
söz konusu olduğundan, AYM tarafından KVYO kararı verilmiştir.

Bu karardaki 4 karşıoyda da “yetkisizlik kararı” verilmesi gerektiği savunuluyor.

Anayasa yargısı dilinde bu tür durumlara “gerekçeli ret”, olayımızda “gerekçeli KVYO” deniliyor.

Anayasa Mahkemesi, kendi “ihlal kararı”nı, bu karara uyulması ve gereğinin yerine getirilmesini açık ve net gerekçelendiriyor. Burada, AYM’nin ilk kez önüne gelen durum hakkında karşıoylara da bir çeşit yanıt veriliyor. Bağlı olarak, TBMM’de okunan yazının “kesin mahkumiyet içermediği açık olan kararlara yer verilen” bir yazı olduğu; okunan metinde yer alan Daire kararının da; “Anayasa Mahkemesinin anılan (Can Atalay’la ilgili) bireysel başvuru kararına uyulmasına yer olmadığına ilişkin Türk hukukunda verilmesi mümkün olmayan, Anayasanın tümüyle dışında kalan ve hukuksal dayanağı bulunmayan bir karar” olduğunu yine açık ve net vurgulanıyor.

Kararın sonuç bölümünde “karar verilmesine yer olmadığına” karar verilmesi anayasa hukukçuları tarafından ne kadar tartışılırsa tartışılsın, gerekçesiyle birlikte okunduğunda -ki yargı kararları gerekçeleriyle birlikte bütündür

  • Can Atalay’ın Anayasanın, hukukun dışında özgürlüğünden ve milletvekilliği çalışmalarından yoksun bırakıldığı bir kez daha karar altına alınıyor.

Anayasa Mahkemesi bu garabet durumu gerekçelendiriyor ve “hukuken var olmayan
bir oluşum söz konusu olduğundan
” ayrıca bir karar verilmesine de yer yok diyor.
Dolanmıyor, doğrudan vurgusunu, uyarısını yaparak hukukun ne olduğunu anımsatıyor.

  • Şimdi yapılması gereken; Can Atalay’ın hukuken var olmayan oluşumla elinden alınan “seçilme ve siyasi faaliyette bulunma” hakkının, “kişi hürriyeti ve güvenliği” hakkının verilmesidir.
  • İvedi olarak özgürlüğüne ve milletvekilliğine kavuşturulmasıdır.

Bu konuda daha önce yazdıklarımızda da vurguladık. Konu hukukun satırları, hukukçuların ve yargının tartışmaları içinde erimeye bırakılamayacak derecede duyarlı ve yaşamsaldır. Tekil bir örnekten öte toplumsal ve siyasaldır. Toplumsal ve siyasal savaşımın içindedir. (