Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Yeni adli yıl başlıyor

Dr. Enver Kumbasar / Yargıçlar / HukukbookDr. Enver Kumbasar
Yargıç

02 Eylül 2024, Cumhuriyet

Anayasaya göre Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına saygılı bir hukuk devletidir (m.2). Yargı yetkisi, Türk milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır (m.9). Hâkimler (Yargıçlar) görevlerinde bağımsızdırlar; anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler (m.138/1).

Çağdaş demokrasilerde hukuk devleti ilkesinin yaşama geçirilmesinin temel koşulu, Güçler Ayrılığının gereği olarak yargı bağımsızlığının eksiksiz sağlanmasıdır. Anayasada yer alan yargı bağımsızlığı, dolayısıyla hukuk devleti ilkesinin tam anlamıyla yaşama geçirilmesi, yargının yönetiminden sorumlu Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun mevcut (verili) yapısıyla (Üyelerinin büyük çoğunluğunun partili cumhurbaşkanı tarafından belirlenmekte, anayasa m. 159.) olanaklı değildir.

  • Toplumdaki genel algı yargının adeta vesayet altında olduğu, siyasallaştığı ve araçsallaştırıldığı yönündedir.

Geçen adli yıldaki pek çok yargısal uygulama maalesef (ne acı ki) bu algıyı oluşturacak nitelikte görülmüştür.

Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığına ilişkin anayasanın açık hükmüne (m.153/son) aykırı olarak Hatay milletvekili Av. Can Atalay hakkında Anayasa Mahkemesince verilen hak ihlali kararları adli mahkemelerce hukuka, anayasaya ve vicdanlara adeta meydan okurcasına yerine getirilmemiştir, getirilmemektedir. Benzer durum anayasa 90/son hükmüne karşın Gezi tutuklusu Osman Kavala hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin vermiş olduğu hak ihlali kararının gereğinin yerine getirilmemesinde de görülmüştür.

İlk derece mahkemelerinin hukuka ve anayasaya aykırı bu ve benzer uygulamaları karşısında Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun sessiz kalarak müdahale etmemesi yargı bağımsızlığı, hukuk devleti ve demokrasimiz bakımından kabul edilemez.

YARGIDA ÇÜRÜME

Geçen adli yılda da haksız, hukuksuz ve kamu vicdanını yaralayan gözaltı ve tutuklamalar artarak sürmüştür. Son örnek, İzmir’de sokak röportajında bir kadın yurttaşın söylediği sözler nedeniyle cumhurbaşkanına hakaret ile halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme suçlarından tutuklanmasıdır.

Geçen adli yılda bazı (kimi) yargı mensuplarının (üyelerinin) zaman zaman verdiği görüntü de içler acısı niteliktedir. Gün geçmiyor ki görsel, yazılı ve sosyal medyada yargıç ve savcılarla ilgili rüşvet, kayırma vb. haberler yer almasın. Örneğin İzmir’de bir adalet komisyonu başkanı yargıcın makam odasının duvarında silah koleksiyonu bulundurmuş, silahların önünde kendisini denetlemekle yetkili Teftiş Kurulu başkanıyla birlikte görüntü vermiş ve fotoğraf medyada yer almıştır. Bu görüntüler yargının düşürüldüğü hazin durumun en çarpıcı örnekleridir.

Bu ülkede bugüne kadar (dek, değin) yargının hızlandırılması ve adaletin gerçekleştirilmesi amacıyla çıkarılan sekiz yargı paketine (reform) karşın istenen hedefe ulaşılamadığı açıktır. Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvuruların ve verilen hak ihlali (çiğnemi) kararlarının büyük çoğunluğu makul sürede yargılanma (adli yargılanma) hakkının ihlaline (çiğnemine) ilişkin olması bunun en önemli göstergesidir.

HUKUK DEVLETİ

Bütün bunların sonucu olarak toplumda yargıya olan güven %25 düzeyine inmiştir. Hukukun üstünlüğü sıralamasında ise dünyadaki 174 ülke arasında 148. sırada yer almaktayız. Bu sonuçlar ülkemiz için acı verici ve düşündürücüdür.

Yeni adli yıl başlarken hukuk devleti, yargı bağımsızlığı ve adil yargılanma hakkı bakımından umutlu olmayı gerektirir herhangi bir neden bulunmamaktadır.

  • Siyasallaşmış ve araçsallaştırılmış bir yargı düzeninin hukuk devleti, yargı bağımsızlığı ve adaleti sağlaması olanaklı değildir.

Böyle bir düzende insanlar kendilerini güvende hissedemezler. Hukuk güvenliğinin olmadığı bir yerde toplumsal barış ve huzurdan da söz edilemez. Bu durum sürdürülebilir değildir.

  • Hukuk devletinin yaşama geçirilmesi,
    yargı bağımsızlığının tam olarak sağlanması ile olanaklıdır.

Bunun için öncelikle Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun yapısının bunu sağlayacak biçimde yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Yargıçların da hukuka uygun ve vicdanlarına göre adil kararlar vermeleri zorunludur. Bunların gerçekleştirilebilmesi ancak sivil toplumu oluşturan bütün kişi ve kurumların dayanışma içinde verecekleri demokratik mücadele ile olanaklı olabilecektir.

Ülkemizin beka sorunu: Sığınmacılar

Prof. Dr. Kaya Özgen
İTÜ Em. Öğretim Üyesi

29 Ağustos 2024, Cumhuriyet
(AS: Bizim katkımız, derin sayısal çelişkiler yazının altındadır..)

ABD’nin girdiği her ülkeye büyük zararlar vererek ayrıldığı biliniyor. Afganistan ve Irak’ın işgali, son olarak Suriye’deki varlığı. Bu bağlamda bizim yöneticileri de “BOP eş başkanlığı” diye dolduruşa getirip bir bataklığa sürüklediler. Nasıl çıkılacağı da belirsiz bir bataklık. “Kardeşim Esad” bir anda “katil Esed”e dönüştü. Oysa Esad, devletinin kimliğini korumaya çalışıyordu.

Ortaya çıkan kargaşada iktidar, başını sonunu düşünmeden “ensar” diye diye sınırları açtı; akın akın kontrolsüz “büyük göç” başladı. Sığınmacı almanın belli kuralları vardır. Sayıları sınırlı ve kayıtlı olur. Bizim durumumuzda kesin sayı bilinmese de resmi rakamlara göre 3 milyon 105 bin 539 kişi kayıtlı Suriyeli sığınmacıdan söz ediliyor.

  • Bu durum artık bir tür istiladır.

Günümüzde yaşanan sorunların giderek artacağı, sığınmacılar geri gönderilmezlerse çok uzak olmayan gelecekte demografik yapının bozulacağı ve çok daha büyük sorunlar yaşanacağı bir gerçektir. Bu yetmezmiş gibi, birçok ülkeden kaçak göçmen, ellerini, kollarını sallayarak ülkemize girdi. ABD Afganistan’ı karıştırıp Taliban’a terk ettikten sonra, bölgede desteklediği grupların bir bölümü ülkelerine gitti; gidemeyenler İran’ı da geçerek gruplar halinde ülkemize girdi; nerede oldukları bilinmiyor, haklarında yeterli kayıt ve bilgi yok.

Belirtilen ülkelerin dışında daha az sayıda da olsa Özbekistan, Kırgızistan, Afganistan, Pakistan ve Afrika’dan gelen kaçak göçmenler de cabası!

  • Bu durumda ülkemiz adeta “Birleşmiş Milletler Mülteci Kampı”na dönüştü;
    hem de tüm yurdu kapsayacak şekilde.

Siyasal iktidar, Suriye devletine karşı ayaklanan ÖSO benzeri terör örgütlerine de destek verdi, maaşa bağladı. Şimdi yaşanan bunca kargaşanın sonunun nereye varacağı bilinmiyor. Buna karşın arada bir Batı ülkelerine “Sınırları açarız” diyerek tehdit savruluyor.

DEMOGRAFİK TEHDİT

Sığınmacılara sağlanan imkânları da unutmayalım. 2022 yılı rakamlarına göre Suriyelilere yaklaşık 97 milyon poliklinik hizmeti verilmiş, 3 milyonun üzerinde yataklı tedavi hizmeti sunulmuş, yataklı tedavi hizmetinin yanında 2.6 milyon ameliyat yapılmış. İlaçlar da ücretsiz. Türk vatandaşının sağlığına gelince 3-5 ay sonrasına gün veriliyor; ölmez de sağ kalırsa…

Klasik söylemle, ülke yol geçen hanına döndü. Öyle ki halkımız arasında,

“Araplar için darphane,
Bulgarlar için AVM,
Suriyeliler için doğumhane,
Türkler için tımarhane

söylemi yayılır oldu.

Kendi öğrencilerimizden esirgenen haklar, sığınmacı öğrencilere bol keseden veriliyor. Sınava girmeden üniversitelere giriyor, burs ve yurt olanaklarından yararlanıyorlar. Bizimkilere gelince ihtiyaç sahiplerine “kredi” veriliyor, yurtlarda yer bulmaları da çok güç.

Ülkemize daha önce Yugoslavya ve Bulgaristan’dan daha az sayıda soydaşımız göçmen olarak gelmişlerdi. Onların bile topluca bir yere yerleşmelerine izin verilmedi, yurt geneline dağıtıldılar. Onlar bizim insanlarımızdı, ülkeye hızlı uyum sağladılar. Şimdiki durumda sığınmacıların Fatih, Esenyurt, Bağcılar, Sultangazi, Küçükçekmece gibi ilçeleri adeta işgal ettikleri biliniyor. Öyle ki bu bölgelerde yurttaşlarımız tutunamaz olup taşınmak zorunda kalıyorlar. Sığınmacılar kendi marketlerini kurup tabelalarını asıyor, vergi vermeden çalışıyorlar. Tarihi Malta Çarşısı, Suriye çarşısına dönüşmüş durumda, ne denetim var ne de ceza.

Ülke çıkarları ve geleceğimiz açısından mevcut durumun sürdürülmesi mümkün değildir. Geçen aylarda Kayseri’de çıkan olaylar geleceğe ışık tutar nitelikte; toplum pimi çekilmiş bomba gibi, patlamaya hazır. Bu bağlamda 1.5 milyon nüfuslu Kayseri’de sayısı 120 bini aşan sığınmacının bulunması durumun vahametini gösteriyor.

SONUÇ

Sığınmacılara sağlanan haklar ve harcandığı söylenen milyarlara karşın, halkımızın büyük bölümünün yaşadığı yokluk/yoksulluk büyük bir çelişki. Bunun 31 Mart seçimlerine de yansıdığı kabul edilmektedir.

Ülkenin bu kadar çok sayıda sığınmacıyı barındırmayı sürdürmesi mümkün değildir; bir an önce ülkelerine geri gönderilmeleri planlanmalıdır. Vatandaşlık verilmesi olanağına da son verilmelidir.

Suriyelilerin büyük bölümünün bayramlarda ve özel günlerde ülkelerine gidip geldikleri düşünüldüğünde geri gönderilmelerinin büyük bir sorun olmayacağı kabul edilmelidir.

Bu arada Suriye Devlet Başkanı Esad, yurtdışında olup altı ay içinde malına sahip çıkmayanların mülklerine el konacağını ilan etmiştir. Bu fırsat değerlendirilmeli, zaman yitirmeden harekete geçilmelidir; bu bağlamda asıl “normalleşme”nin Suriye ile ilişkilerde olması gereği ortaya çıkmaktadır. Böylece ülkenin sırtından büyük bir yük kalkmış olacaktır. Bunca anlamsız/gereksiz didişmelerin sonunda, bir hiç uğruna verdiğimiz şehitlerimizin acısıyla kalacağız.
==================================================
Dostlar,

Bu önemli ve çok uyarıcı yazının sağlık verilerini içeren paragrafını irdelemek istiyoruz.

  • “2022 yılı rakamlarına göre Suriyelilere yaklaşık 97 milyon poliklinik hizmeti verilmiş, 3 milyonun üzerinde yataklı tedavi hizmeti sunulmuş, yataklı tedavi hizmetinin yanında 2.6 milyon ameliyat yapılmış. İlaçlar da ücretsiz. Türk vatandaşının sağlığına gelince 3-5 ay sonrasına gün veriliyor; ölmez de sağ kalırsa…”

Resmi verilerle 3,1 milyon Suriyeliye, 2022 yılında 97 milyon poliklinik hizmeti verilmesi ne demektir? 97 milyon / 3,1  milyon =  Kişi aşına 1 yılda 31 kez muayene anlamına geliyor. Bu sayı yurttaşlar için ortalama 10. Kişi başına 1 yılda 31 kez muayene kabul edilebilir bir veri değil. Yurttaşlar için aynı ortalama (yılda 10 kez hekim muayenesi / kişi) Suriyeliler için de geçerli ise, Suriyeli sayısının 3,1 değil 9,7 milyon olması gerekir.

“3 milyonun üstünde yataklı tedavi hizmeti..” 2022’de, ülkemizdeki 3,1 milyon Suriyeli’nin “hepsi” yıl içinde en az 1 kez hastaneye yatarak sağaltım (tedavi) hizmeti almışlardır, ÖYLE Mİ!?

2022 boyunca 1 yılda, 3,1 milyon Suriyeliye 2.6 milyon ameliyat yapılmış! Yoruma gerek var mı? Bu verinin çarpıklığını hatta olanaksızlığını görebilmek için hekim olmak gerekmez sanırız..

Sonuç olarak; ülkemizde “sığınmacı” sayısı, iktidar tarafından kanımızca en az %75 saklanarak, 1/4’ü düzeyinde verilmektedir. En güvenli veriyi Prof. Ümit Özdağ sunuyor… 13 milyonun üstünde!! 85 milyon yurttaş nüfusuna oranlanırsa, 98-100 milyon nüfusta her 100 kişiden en az 13’ü “sığınmacı” dır. Böylesi bir yüksek oran dünyada hiçbir ülkede yok! Bu yük kaldırılamaz!

Bu tablo, apaçık DEMOGRAFİK İŞGAL VE İSTİLADIR.
AKP İktidarının ürkünç (vahim) durumu göremeyecek ölçüde gaflet ve dalalet içinde olduğu savunulamaz. Bu politika apaçık İHANETTTİR!

İhanet içindeki bir iktidar meşruluğunu yitirmiştir.

Anamuhalefet CHP bu korkunç durumla yüzleşmeli ve gereklerini buna göre yapmalıdır. Gecikmeden, oyalanmadan..

Sevgi, saygı ve kaygı ile. 01 Eylül 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı  
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli  
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Cumhuriyet’in Yargıcı mı, Molla Kadı mı?!

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli, www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com      X : @profsaltik
facebook.com/profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Cumhuriyet’in Yargıcı mı, Molla Kadı mı?!

Kars Aile Mahkemesi, bebeğinden topuk kanı aldırmak istemeyen anababayı haklı bulan bir karar verdi (E: 2024/455, K: 2024/368; 20.08.2024).
Davacı, kamu adına, 5395 s. Çocuk Koruma Yasasına dayanan İl Sağlık Müdürlüğü.

Türkiye’de sık görülen kalıtsal-metabolik hastalıklara erken tanı koyma amaçlı Ulusal Yenidoğan Tarama Programı 1987’de başlatıldı ve günümüzde 6 hastalık kapsanıyor. Program Sağlık Bakanlığı gözetiminde. 37 yılda milyonlarca bebek tarandı ve binlerce erken tanı konarak engellilikler önlendi. Akraba evliliğinin %23 gibi anormal yüksek olduğu ülkemizde,
bu kalıtsal hastalıklara erken tanı koymak için yenidoğan taramaları yaşamsal önemde.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı da katılmalı.

Anılan mahkeme kararının hüküm fıkrasında çok ciddi bilimsel yanlışlar ve hukuk muhakemesi hataları var. Bilirkişi, Karar’a göre, seçenek (alternatif) tıp konusunda eserleri olan biri!?
Oysa bilimsel yazında (literatürde) bu kişinin herhangi bir makalesi, kitap bölümü yok!

  • Kaldı ki, Seçenek (Alternatif) Tıp bilimsel bir disiplin olmayıp,
    Tıbbın seçeneği gene Bilimsel Tıptır.

Böylesi bir karar ülke genelinde örnek (emsal) olabileceğinden, yargı yeri kurumsal bilirikişilik desteği almalıydı. Bunlar Tıp Fakülteleri (Çocuk, Halk Sağlığı, Genetik bölümleri), Tıp Uzmanlık Dernekleri, TTB (Türk Tabipleri Birliği) olmalıydı.

Türkiye’de kabaca (son 37 yılın ortalaması) yılda 1 milyon bebek doğuyor ve hepsinden birkaç damla topuk kanı örneği alınarak Ulusal Halk Sağlığı Referans Lab.’da ücretsiz inceleniyor. Milyonlarca örnek çalışıldı günümüze dek ve onbinlerce bebeğin engelli kalması önlendi.

  • Hiçbir bebek, topuk kanı alınması nedeniyle hiçbir zarar görmedi.

Bilirkişi Aidin Salih, topuk kanı almanın çocuğa yapılacak en büyük kötülüklerden olduğunu belirtmiş raporunda. Bu bir safsata! Ne yazık ki, Yargıç Muhammed Koç da bunu gerekçe yapmakta!

Kararın hüküm fıkrası aşağıda. Hukuk tarihine geçecek us ve bilim dışı, çok tehlikeli, bir karar. Binlerce bebeğin sağlıklı yaşam hakkına açık tehdit, ailelere, topluma çok ağır yük, İNSANLIK SUÇU!

Yargıç ve bilirkişi hakkında Adalet Bakanlığı, HSK, Savcılık adli-yönetsel işlem, yaptırım başlatmalı.

Anne-Babanın velayet hakkının doğası gereği topuk kanı vermeme özgürlüğüne sahip olmaları
doğal hukukun gereği olduğuna, Topuk kanı almanın çocuğun Anayasa ile korunan
yaşam ve sağlık hakkı üzerinde yapacağı olumlu sonuçlarının tıbbi otoritelerce
ispatlanmamış olması ve olası bir teşhis ve tedavinin de tıp otoritelerince hala
tartışmalı olması (Alternatif tıp uzmanı Aidin Salih’in topuk kanı almanın
çocuğa yapılacak en büyük kötülüklerden olduğunu özetle eserlerinde ifade etmiş
ve benzer tespitler pek çok STK tarafından inceleme konusu edilmiştir.),
velev ki topuk kanı ile otizmli olduğu tespit edilse dahi otizmin erken tedavisi diye
bir tedavi şeklinin olmaması veya doğmuş çocuğun akraba evliliğinin önüne nasıl geçeceği
izah edilemeyeceğinden, topuk kanı almanın esasen topluma veya toplum sağlığına da hizmet eden bir yanının olmaması ve WHO’nun (Dünya Sağlık Örgütü) güdülendirmesi ile neonatal tarama
adı altında ne için yaptığı / yaptırdığı belli olmayan bir uygulama olması nedeniyle
ve hegamonik bir dikte ile üye ülkelere dikte edilen bir uygulama olması nedeniyle talebin reddine…”

TÜRK MİLLETİ ADINA karar alan yargıç, anababanın velayet hakkını mutlak görerek, topuk kanı almanın çocuğa sağlık yararı olmayacağını, bunun tıp otoritelerince tartışmalı olduğunu savlıyor. Oysa yenidoğan taramaları tüm dünyada onyıllardır kullanımda ve yararı tartışılmak bir yana, pek çok ülkede zorunlu!

Bilirkişi Otizmi örnekliyor, topuk kanı taramasında bu hastalık yok!Başka yöntemlerle erken tanı ise çok yararlı oluyor.

Ülkemizde 6 hastalık taranıyor, bu sayı dünya genelinde 25’e dek çıkabiliyor. Gerekçede Dünya Sağlık Örgütü-DSÖ dayatmasından söz ediliyor. Bu da yanlış, DSÖ salt öneriyor, bağlayıcı değil.

Çocuk Koruma Yasası, “çocuğun üstün yararı” kavramını vurguluyor

BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne ülkemiz taraf (3640 s. yasa) ve Anayasa m.90/5 uyarınca bağlayıcı.

Anababanın red gerekçesine kararda hiç değinilmiyor? Velayet bir temel hak olmakla birlikte, sınırsız-mutlak değil ve Küçüğe zarar verecek yönde keyfi kullanılamaz.

Medeni Yasa, velayet yetkisinin sınırlanmasını-kaldırılmasını da düzenler.
Çocuk salt anababanın mutlak tasarruf nesnesi değil, toplumun da değeri, geleceğidir.
Anayasa m.12 temel hak-özgürlüklerin kötüye kullanılamayacağını, m.13 yasa ile sınırlanabileceğini içerir.

Aşılar ve bu tür koruyucu tıbbi işlemler,
2015 AYM kararı gözetilerek yasal düzenleme ile zorunlu kılınmalıdır.

Yargıç, tüm bunları gözeterek Sağlık Müdürlüğü’nün “tedbir kararı” istemini onaylamalı ve
topuk kanı alınmalıydı.

İstinaf bozma kararı, hele anababa akraba ise, tıbbi zorunluk-ivedilik nedeniyle kesinlikle gecikmemelidir.

Sağlık Bakanlığı İstinafa katılmalı, sıkı tutarak ivedi bozma istemelidir.

Bu arada taramalar, kesinleşmiş yargı kararı olmadığından, mutlaka sürdürülmelidir.

Yaşamda en gerçek yol gösterici BİLİM ve FEN’dir.
=============================
Yazının PDF biçimi için tıklayınız : Cumhuriyet’in yargıcı mı, molla kadı mı, Cumhuriyet, 29.8.24

Ülkemizde 1 damla topuk kanı örneği ile FENİLKETONÜRİ adlı ciddi doğumsal-metabolik hastalığı tarama programını başlatan saygın hekim Prof. Dr. İmran ÖZALP‘ın bu yargı kararı nedeniyle kamuoyun yaptığı AÇIKLAMA – UYARI çok önemlidir ve okunmalı, gereği yapılmalıdır.

İmran ÖZALP, KAMUOYUNA AÇIK MEKTUP 

Cumhuriyeti demokratikleştirmek için…

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu
Siyaset  29.08.2024, BİRGÜN

Kırılma ve süreklilik diyalektiğinde demokrasi kırılma, Cumhuriyet ise süreklilik halkasında yer alır. Ama bu kez Cumhuriyet de tehlikede; askeri darbeler dönemi geride kaldığı halde.

Bu, Anayasa madde 2 bağlamında Türkiye Devleti’nin tehlikede olduğu anlamına gelir. Üstelik dış düşmanların kesin yenilgiye uğratıldığı Büyük Taarruz ve Büyük Zafer’in 102. Yıldönümünde.

  • İçerideki hasımlar, Cumhuriyet’in niteliklerini açık ve sinsi biçimde kemiriyor.
    Saldırıların hedefi, Kurtuluş’un 102. yılında Kuruluş’un kurumları, kuralları ve değerleri.

Cumhuriyet kuşatması”, 2017 kurgusu ile sistematik ve sürekli bir durum aldı; şu üçlü yıkımın ardından:

  • Hükümet, siyasal karar düzenekleri ve anayasal denge-denetim düzenekleri.

Dokunamadıkları ‘Cumhuriyetin nitelikleri’ (md.2), yıkım faaliyetlerinde örtü olarak kullanılıyor.

Kuruluş kurumlarının tasfiye ve tahribini, değerlerinin birer birer yok edilişini, -çoğu kaçak- çifte Saraylar gizleyebilir mi? “Çifte” nitelemesi, Beştepe ve Ahlat hattı ile sınırlı değil; kışlık ve yazlık saray ayrımı ötesinde, Cumhurbaşkanlığı (dünyevi) ve Diyanet İşleri Başkanlığı/DİB (sözde uhrevi) saraylar yarışması ile ilgili.

Atatürk Orman Çiftliği’ndeki Saray üzerine; hukuk dışılık ve bilinmezlikler sarmalında geçen on yıl. TBMM’de gizli görüşmeleri bile saklama süresi on yıl; ne var ki, T.C. yurttaşları, T.C. Cumhurbaşkanlığı Sarayının maliyetini öğrenmek için Avrupa Mahkemesi’ne başvurmak zorunda kaldı. Ahlat Sarayı, ilgili yasa AYM’ce iptal edildiği halde yapıldı: Kaçak Saray!

Ya DİB sarayları? Vakıf yoluyla dünya genelindeki camiler?
Hepsi, Cumhuriyet’in yoksullaştırılan yurttaşlarının bütçelerinden ve boğazından eksiltilen paralarla.

Kuşkusuz, her şey gizli-saklı değil: Ahlat (Kaçak) sarayı Kabine (fiili) toplantısı vesilesi ile yurttaşların gözlerine sokulan biat veya komutanların  ‘domuz bağcılar’la görüntüleri ya da Kur’an dilini anlamakta güçlük çeken Başkan’ın kılıç kuşanması.

Kaçak Saray veya uçak filosu harcamaları yerine yangın söndürme uçakları alınsa idi, Türkiye’nin ekosistemi kurtarılabilirdi” diyen Cumhuriyet’in saf! yurttaşlarına düşen ise, kendi ebedi (sonsuz) yaşamları! için çifte saray dünyevilerinin geçici saltanatına katlanmak ve 2017 kurgusu Anayasa ve hukukun, dünyeviler iktidarının hizmetine konulmasını abartmamak, Başkan’ın bile özümseyemediği dil yerine “ana dilde ibadet ve iman” isteminde bulunmamak!

Tarihi, kültürü ve doğa yokedicilerinin, bunları israf ve şatafat eşliğinde sahipleniyor görüntüsü” altında “Yokluk ve yoksulluklar, geri gelmeyecek biçimde geçmişte kaldı.” dezenformasyonu yaratan CB, Baro Başkanını Parti Başkanlığına atayarak Kişi + Parti + Devlet birleşmesine yeni bir halka ekledi. Yasa yoluyla baroları parçalama operasyonu ardından kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları (KKNMK) ve Parti füzyonuna yönelmek,  sav+savunma+hüküm üçlüsünde tek demokratik kuruluş olan Barolara ve avukatların iradesine de saygısızlıktır.

Cumhuriyet’in nitelikleri (md.2), Devlet bileşenleri ekseninde aşındırıldı:
Halk yoksullaştırıldı;
– ülke talan edildi;
– siyasal iktidar hukuktan arındırıldı.

  • Topuk kanı yasağı, yeşil totalitarizmin Anadolu’yu kan gölüne çevirme potansiyeli olan ve dışa yansıyan topuk seslerinden.

Buraya nasıl gelindiği üzerine çok yazdım.
Kısaca; Saraylar himayesindeki

1. cemaat-tarikatlar ve
2. (onlara sivil toplum örgütü diyen) MEB ile
3. kılıçlı DİB üçlü ekseni ile.

Asıl sorun, Cumhuriyeti demokratikleştirmek:

Önce, demokratik cumhuriyetçilerin toplumda çoğunlukta, ama TBMM’de azınlıkta oldukları bilincinde olunmalı. “Toplumsal çoğunluk ve temsili azınlık” eklemlenmeli.

Sonra,  kirli bilgi yerine doğru bilgi, Anayasa ihlali yerine saygı ve
demokrasi için Anayasa değişikliği hedefi hep gözetilmeli.

Nihayet (Son olarak), farkındalık ve eylem :

TBMM’de azınlık bilinci ve Cumhuriyetçi demokratlarda çoğunluk bilinci eklemlenme halkalarında, sivil toplum örgütleri yanı sıra zinde güçler olarak en başta Barolar ve öteki KKNMK yer almalı. Baro ve Parti başkanı unvanlarının aynı kişide birleşmesi ise, başlıca itici güç.

Cumhuriyeti demokratikleştirme mücadelesi veren yurtseverlere;

26 ve 30 Ağustos kutlu olsun!
=====================================
Yazarın Son Yazıları

30 Ağustos ve Atatürk’ün Türk Ordusuna Yüklediği Özgörev

Doç. Dr. İhsan Tayhani
Cumhuriyet Tarihi Uzmanı

“Bütün millete kararlılıkla ve kalp güvenliğiyle bildiririm ki; cumhuriyet orduları, cumhuriyeti ve kutsal topraklarını güvenle koruma ve savunmaya güçlü ve hazırdır.” ٭
Gazi Mustafa Kemal / 1925

Arkasında I. ve II. İnönü utkularını (zafer) ve halen bir parça gölgede kaldığını düşündüğümüz destansı Sakarya Meydan Savaşı’nı, bu sürecin doğurduğu acıyı ve Çiğiltepe’de zirve (doruk) yapan Albay Reşat bey yurtseverliğini, hele hele başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere komuta heyetinin (kurulunun) gençlik yıllarından çok şey alıp götürmüş olan oldukça gerilimli günleri, ayları ve yılları barındıran 30 Ağustos, laik Cumhuriyete uzanan yoldaki en görkemli utku halkasıdır.

Yönetsel ve taktiksel yönleriyle Dünya Savaş Tarihi belgeliğinde kayıtlı bu eşsiz başarı, yüz yıllar geçse de her yıl dönümünde sonsuza dek anılacak ve canlı tutulacaktır! Ancak, 30 Ağustos’a ilişkin asıl öncelenmesi gereken boyut; Büyük Atatürk’ün, Cumhuriyet ilan edildikten neredeyse bir yıl sonra, 30 Ağustos 1924 tarihinde Zafertepe’de düzenlenen törende Cumhuriyetimizin temellerinin Dumlupınar’da atılmış olduğuna dikkat çekmesi, bir yıl sonra 1925’te ise –yukarıdaki alıntıda görüldüğü gibi– yurt toprakları ile birlikte Cumhuriyeti koruma ve savunma görevini Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yüklemiş olmasıdır. Çünkü Atatürk’ün kol kanat gerip üzerine titrediği bu Cumhuriyet, “Müslüman Ortaçağı”nı yırtıp aşan büyük bir devrimle kurulmuş, çağcıl felsefesi olan laik bir Cumhuriyettir. Ayrıca, Cumhuriyetin mimarı asker Mustafa Kemal’den başka, yapı harcını karanların önemli bir kesimi de yine O’nun silah arkadaşlarıdır.

Kuruluş tarihi, sembolik (simgesel) olarak Hun hükümdarı Mete’nin ilk Türk ordusunu yapılandırdığı M.Ö. 209’a dek götürülen (2235 yıl)  Türk Silahlı Kuvvetleri, 2007’de bir ihbar telefonu ile başlatılan Ergenekon, Balyoz, Ay Işığı, Casusluk, giderek Kozmik Oda gibi kumpaslarla (tuzaklarla) büyük ölçüde örselenmiş ve sarsılmış olsa da, yurdu koruma güç ve yeteneğini henüz yitirmiş değil. Ancak aynı Ordunun, 22 yılı geride bırakan bugünkü AKP iktidarının, laik Cumhuriyeti adım adım bir ortaçağ din devletine sürükleyen çekinmez girişim ve düzenlemeleri karşısında Atatürk’ün yüklemiş olduğu Cumhuriyeti koruma  özgörevini, daha da ürküncü, kaygısını yitirmiş olduğu gerçeğini de görmezden gelemeyiz!

Kuşkusuz kastımız (dememiz), AKP etkili ve yetkilileri için bir karabasana dönüştüğünden 2013 yılında yeniden düzenlenmiş olan (kendi sivil darbelerinin önünü açmak için olsa gerek!) ve Orduya, siyasal iktidarlara müdahale kapısını aralayan TSK İç Hizmetler Yasası’nın 35. maddesi değildir! Savunduğumuz, siyasal iktidarların hep olağan demokratik kurallarla değişimidir. Son siyasal gelişmeler ve toplumun farklı öbeklerinden iktidara yönelik yükselen tepkiler, anılan değişimin habercisidir ve toplumsal sağduyunun yanında, ülkenin demokrasi birikimi, bu değişimi kesinlikle gerçekleştirecektir!

Büyük Atatürk’ün Ordu’ya koruma özgörevi (misyonu) yüklediği Cumhuriyet, devrimin, yüz yıl önce yıktığı yarı teokratik (dinci) düzeni çağrıştıran bir cumhuriyet değildir. Ne var ki, özellikle 2017’den bu yana –hız kazanmış bir biçimdelaik-demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyetimizin yapı taşları bir bir yerinden oynatılırken tepkisiz kalan kurumlardan biri de Ordudur (komuta kademesi)!

Sözü edilen bu özgörevin gereği ise; rejimi tanınmaz kılan, üzerinde iyi çalışılmış yönelim doğrultusunda yaşama geçirilen uygulamalar karşısında itirazdı (karşı sözü olma) ve itiraz olmalıydı! Oysa bırakınız itirazı, seyirci duruşu sergilenmiş, böylece örtülü de olsa yıkıma ortak olunmuştur.

Dahası, dış dinamiklerin gölgesinin düştüğü kendi iç bünyesine dönük düzenlemelere karşı bile Ordu, yazık ki yine seyirci konumundadır! Kurumun dinci bir eksene çekilmesi, siyasallaşması, atama ve yükseltmelerde geleneksel hiyerarşik (katmanlı) yapının alt üst edilmesi, liyakatın (yaraşırlığın) ötelenmesine ilişkin bu yazının sınırlarını zorlayacak çok sayıda somut örnek verilebilir.

Siyasallaşmanın son çarpıcı örneği; Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Arif Çetin’in -görev süresinin bir kez daha uzatılması beklentisiyle- 15 Ağustos’ta (2024), Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi’nin mezuniyet (bitirme) töreninde, cumhurbaşkanının siyasal mitinglerinde kullandığı sloganlarla süslenmiş ve özenle “Türkiye Yüzyılı” (T.C.’nin ikinci yüz yılı değil!) vurgusu yaptığı konuşmasıdır. (işe yaramadığının görülmüş olması da bir başka dramdır!)

Oysa Büyük Atatürk’ün, askerlik yaşamı boyunca eriştiği bütün rütbelere ve sorumluluk aldığı bütün orunlara (makam) layık (yaraşır) olduğu için ve seçilerek geldiğini öncelikli olarak TSK üyelerinin anımsaması gerekir. Bilindiği gibi O, hiçbir oruna sultanları okşayarak ve biat (kişiye boyun eğerek) ederek gelmemiştir! TSK’nin özellikle omuzu kalabalık generalleri, 30 Ağustos’un 102. yıl dönümü törenlerinde Anıt Kabir merdivenlerini çıkarken, Büyük Atatürk’ün kendilerine yüklemiş olduğu ve bu yazıda dile getirilen “özgörev” eleştirisini yaparak çıkmalıdırlar.

Çok yönlü iç karartıcı bütün olumsuz gelişmelere karşın, Türk ulusunun, anayasanın 2. maddesinde tanımını bulan (laik-demokratik, sosyal bir hukuk devleti) Cumhuriyetimizi sonsuza dek koruyacağına olan inancımızla, 30 Ağustos’un 102. yıl dönümünde Başkomutan Büyük Atatürk’ü, O’nun silah ve dava arkadaşlarını, ayrıca Duatepe, Kocatepe, Zafertepe ve Çiğiltepe ile Dumlupınar’da can veren şehitlerimizi, gazileriöizi saygı ve gönül borcu ile anıyoruz.
————————————————
٭Atatürk’ün S.D. II. S. 229

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI’nın DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

30 Ağustos Zafer Bayramı, Türk Ulusunun tam bağımsızlık, ulusal egemenlik ve özgür bir toplum olarak kalabilmek için, devrin küresel ve birleşik emperyalist güçlerine karşı başlattığı bir ölüm-kalım mücadelesinin (savaşımının), kesin ve geri dönülmez zaferle (utkuyla) taçlanması ve mühürlenmesidir. Sömürgeci güçlere karşı topyekun (bütün) ulusça başlattığımız; “ya hep_ya hiç” anlamına gelen Kurtuluş Savaşımızın kesin zaferle (utkuyla) tescillenmesidir (belgelenmesidir).

Ulu (Yüce) Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk‘ün başkomutan olarak doğrudan planlayıp yönettiği ve kesin zafere (utkuya) ulaştırdığı Kurtuluş Savaşı, başta özgürlük  ve siyasal egemenliğimiz olmak üzere ülke ve ulus varlığımızın tapusunun ulusal ve evrensel boyutlardaki tescilinin (belgelenmesinin) anahtarıdır.

Kurtuluş Savaşı’mızın kazanılması ile 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi. 24 Temmuz 1923’te küresel ölçekte, ulusumuzun özgürlük, bağımsızlık ve egemenlik tapusu olan Lozan Barış Andlaşması‘nın imzalanması (bağıtlanması) ile sonuçlandı.

01 Nisan 1926 tarih ve 589 sayılı yasa ile de her yılın 30 Ağustos günü ZAFER BAYRAMI olarak kabul edildi. İçinde bulunduğumuz 30 Ağustos 2024 yılı, Kurtuluş Savaşı utkumuz için 102., bu günün Zafer Bayramı olarak ilan edilişinin de 98. yılı olacak.

Tarihsel ve askeri değerlendirmeleri uzmanlarına bırakalım…

Peki kısaca özetleyecek olursak, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması o dönemde neler sağladı?
Sonra neler oldu?

A- Küresel ve evrensel açıdan

1-Türkiye’nin sömürgeci – emperyalist güçlere karşı vermiş olduğu ve başarıya ulaştırdığı kurtuluş mücadelesi, bağımsızlık savaşı veren geri kalmış mazlum uluslar için bir moral, umut ve cesaret kaynağı oldu. Bağımsızlık hareketleri hızlandı.

2- Türkiye ile emperyalist ülkeler arasında bağıtlanan Lozan Barış Andlaşması, uluslararası ölçekte, diplomasi ve barışın önemini öne çıkardı.

3- Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına, küresel olarak, siyasal ve hukuksal varlığının tanınmasına, özgür, egemen ve bağımsız bir ülke olarak yaşamasının güvence altına alınmasına ortam ve zemin hazırladı.

B- Ulusal Açıdan

1- Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Osmanlı Devleti tarihe karıştı. Saltanat ve hilafet sona erdi. Kulluk ve ümmetçilik kuramsal da olsa ortadan kalktı. Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.

2- Dinsel hukuk, yerini halk egemenliğine dayanan çağdaş anayasal hukuk düzenine bıraktı. Anayasal, sınıfsız, ayrıcalıksız, yurttaşların eşitliği hakkı geldi.

3- Din ulemasının eğitim sistemi ve yargılama düzeni üzerindeki yetkilerine ve vesayetine (güdümüne) son verildi. Öğretim Birliği (Tevhidi Tedrisat) önem kazandı. Eğitim ve yargı çağdaşlaştı.

4- Laik Hukuk açısından Medeni Yasa’nın benimsenmesi ile birlikte, erkek egemenliği ve ayrıcalığına dayalı dinsel hukuk (Mecelle!), yerini çağdaş ve eşitlikçi bir yasaya bıraktı. Zamanla, kadınlar seçme ve seçilme haklarını da kazandılar.

5- Sosyolojik olarak toplumsal birlik, bütünleşme ve dayanışmanın önemi arttı. Dinsel, etnik ve feodal makam ve kimlikler yerine ULUS KİMLİĞİ ve ULUSLAŞMA önem kazandı.

6- Özgür aklın ve pozitif bilimin bireysel ve toplumsal yapıdaki önemi öne çıktı. Akıl, bilim ve çağdaş teknolojilerin üretim, istihdam, gelir ve ekonomik refahın (gönencin) artışındaki olumlu katkıları modern (çağcıl) üretim teknikleri ve üretim birimlerinin doğup çoğalmasına neden oldu…

C- Bu gelişmeler nasıl oldu?

Peki Kurtuluş Savaşının örgütlenmesi, yönetilmesi, kazanılması ve küresel ölçekte tescil edilmesine (onaylanmasına) ek olarak; ayrıca toplumdaki tüm bireylere, halka, ülkeye ve ulusa çok olumlu olarak yansıyan bu siyasal, hukuksal, ekonomik, sosyolojik, kültürel (ekinsel) ve hatta psikolojik önemli kazanım ve gelişmelerin baş mimarı, hiç kuşkusuz Mustafa Kemal Atatürk oldu. Bu zaferi (utkuyu), dava (ve silah) arkadaşlarını ve ikna edip peşinden sürüklediği ulusu ile birlikte başardı.

Atatürk‘ün sınırsız yurt ve ulus sevgisi, eşsiz ve yapıcı doğal karizması, vazgeçilemez nitelikteki ulusal bağımsızlık vizyonu (uzgörüsü), derin yurtseverliği, toplum sevgisi, ayrıca etkin ve doğru biçimde motive edici (güdüleyici) ve ikna edici insan yönetimi, askeri dehası; kendisini kadın ve erkek tüm halkına, silah arkadaşlarına, erinden generaline, kumanda ettiği tüm askeri birliklere kabul ettirmesi… çok önemli etkenler olmuştu.

Türkiye’nin şu andaki gelişmesi henüz beklenen düzeyin, çağdaş uygarlığın üzerine çıkamamışsa bunun en önemli nedeni Atatürk karşıtlığı, özgür aklın ve bilimin dışlanması, hatta bazan (kimi kez) Atatürk düşmanlığıdır. Devlet yönetiminde özgür aklı, bilimi, adaleti, hukuku ve hatta ahlakı bile dışlayan kimi dinbaz, yobaz, ırkçı, halk avcısı sağcı siyasal yönetimler ve onlara alan açan dış güdümlü askeri darbelerdir.

Bu durum, 75 yıldır, bazan (kimi kez) düşük yoğunluklu olarak bazan da (kimi kez de) ivme kazanarak devam ediyor (sürüyor)

Çözüm nedir ???

  • Çözüm, Atatürk gibi düşünmek ve Atatürk gibi davranmaktır.

Aklın, bilimin, adaletin, hukukun, demokrasinin yolundan gitmektir.

Anayasal düzeni bozmamaktır.

Demokratik laiklik anlayışı içinde, din ve vicdan özgürlüğüne bağlı kalarak, toplumu dinbazların, yobazların, şeyhlerin, dervişlerin ve müritlerin memleketi olmaktan kurtarıp; kula kulların değil, her alanda ve her konuda hak ve hukuk eşitliğine sahip yurttaşların ülkesi yapmaktır.

Başta ulu (yüce) önderimiz M. Kemal Atatürk olmak üzere, tüm Kurtuluş Savaşı gazi ve şehitlerinin ruhları şad, mekânları cennet olsun. Eğer onlar, gazi ve şehitlerimiz olmasa, bizler de olamazdık.

Bu düşünce ve anlayış içinde,

  • HERKESİN ZAFER BAYRAMI KUTLU OLSUN!

Eski soru(n)larla yeni öğretim yılına…

Nazım Mutlu - Telgrafhane SanatNazım Mutlu
Eğitimci

28 Ağustos 2024, Cumhuriyet

Yeni öğretim yılına girerken bakanından genel müdürüne, rektöründen okul müdürüne dek birçok “eğitimci”nin çoğu klasikleşmiş ezberlerden oluşan beylik sözlerini duyarız peş peşe. Örneğin ilk günden “Okullarda çocuklarımızı çağın gereklerine uygun olarak yetiştireceğiz.” derler. Ama bunu duyduğumuz herhangi bir yetkiliden, örneğin “çağın gereklerine uygun olarak yetişen” bu çocuklardan yüzde kaçının birkaç yıl sonra diplomasını eline aldığında kendi alanında hem mutlu olabileceği hem de insanca yaşayabileceği bir gelirle çalışabileceği konusunda herhangi bir söz duyma olasılığı var mıdır?

Yeni öğretim yılına girerken aynı ilgili ve yetkililerin herhangi birinden “Öğrencilerimizi milli ve manevi değerlerimize bağlı, güçlü birer birey olarak yetiştirmeyi hedefliyoruz.” gibi sözler duyabiliriz. Ancak bu savda olanların 22 yıllık iktidarları süresince milyonlarca “birey”i neden kendi anlayışlarınca bile yetiştiremediklerini duyabilir miyiz? Çünkü gerçek yaşamda karşılığı olmayan bu savsöz (slogan), karşıdevrimcilerin sıkça kullandıkları geleneksel bir palavradır! Aynı ağızlardan duymaya alıştığımız “güçlü bireyler” ise iktidarlarının değirmenine su taşıyanlardan olursa değerli; değilse “milliyetsiz”, “maneviyatsız”, “marjinal”dir!

Yeni öğretim yılına girerken işin en başındakilerden yine, “Kayıt sırasında kimseden bağış adı altında para alınmayacak, alan olursa bize bildirin.” gibi sözler duyarız, yıllardan beri duyduğumuz gibi. Herkes bilir ki kayıtlar sırasında uzun pazarlıklarla “zorunlu bağış” istenir! Hatta bu işlemden geçen milyonlarca veliden birkaçı durumu yüksek makamlara bildirir de. Çünkü Bakanlığın, “milli ve manevi değerleri” çocuklarımıza aşılamaları için kendilerinin “STK” dedikleri onlarca dinci vakıf ve derneğe akıtacağı milyarları vardır ama okulda görevli çalıştıracak parası yoktur!

OLUMSUZLUKLARA DİRENMEK

Yeni öğretim yılına girerken, yetişen kuşakların bugününe ve geleceğine ilişkin hiçbir gerçekçi tasarım sunamayanlar, kendi görev alanlarında dağ gibi yığılı sorun dururken, tarım ve orman bakanı gibi yıllar önce gündemden düşen başörtüsü tekerlemesini yeniden diline dolar, aynı günlerde süren orman yangınlarına su serpecek uçak bulamasa da, her yıl sürekli gerileyen tarım ve hayvancılığın gelişmesine katkıda bulunup hepimizin yüreğine su serper!

Yeni öğretim yılına girerken çağın istemlerine ve ülke gereksinmelerine uygun ders izlenceleri yerine din adına yeni hurafelerle şişirilmiş sözde “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”ni yürürlüğe sokmakla övünen milli eğitim bakanından, örneğin yıllardır anadilimiz Türkçeden 40 sorunun yarısını, tarihle matematik sorularının beşte dördünü, fizik sorularının yedide altısını, en ilginci de “zorunlu seçmeli”lerle doldurdukları din kültürü ve ahlak bilgisi sorularının altıda beşini yapamayan lise bitirmiş milyonlarca gencimize dönük yeni bir “başarı öyküsü” duyma şansımız var mıdır?

Yeni öğretim yılına girerken örneğin yıllardır atanmayı bekleyen 600 bini aşkın öğretmenin ne olacağı konusunda, asgari ücretin altında çalıştırılan on binlerce özel okul/dershane öğretmeni konusunda, en kıyıda köşedeki üniversite beldelerinde bile oda kirası 5 bin liradan başlayan üniversite öğrencilerinin barınması konusunda, beslenme çantasına artık peynir-ekmek bile konulamayan ilk ve ortaokul çocukları konusunda aynı “eğitimci”lerimizden tek sözcük duyar mıyız?

Bu ve benzer sayısız olumsuzluğa karşın, hep umudumuz olan, iktidarın tüm dayatmalarını boşa çıkaracaklarına inandığımız çocuklarımıza, gençlerimize ve öğretmenlerimize başarı dileklerimizle.

ZAFER BAYRAMIMIZ

Suay Karaman

Günümüzden 102 yıl önce, 26 Ağustos sabahı gürleyen top sesleri, özgürlüğü ve bağımsızlığı yok edilmek istenen bir ulusun kurtuluşunu müjdeliyordu. Kocatepe’den Dumlupınar’a, Çiğiltepe’den Sincanlı Ovası’na akan taarruz kolları, bağımsızlık uğruna binlerce genç insanın yaralanmasına ve şehit düşmesine neden olurken, aynı zamanda özgürlüğe giden yolu da açıyordu. Yetenekli ve kararlı komuta kurulu sayesinde kazanılan 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Savaşı sonrasında Yunan Ordusu dağılmış şekilde İzmir’e doğru kaçarken, gittikleri yerleri yakıp, yıkmıştı. Ancak sonunda emperyalizm, 9 Eylül 1922’de “dağlarında çiçekler açan” İzmir’den denize döküldü.

102 yıl önce çok zor koşullarda, büyük özverilerle dünyanın en haklı savaşlarından biri olan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanarak, vatanımızı emperyalizmin işgalinden kurtaran, özgür ve başı dik olarak yaşamamızı sağlayan başta büyük önderimiz Gazi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Kuvayi Milliye şehitlerini ve gazilerini saygıyla anmaktayız.

102 yıl önce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve taşeronlarına karşı kazanılan 30 Ağustos 1922 tarihli Başkomutanlık Meydan Savaşı, emperyalizmin yenilişini dünyaya haykırırken, aynı zamanda Türk milletinin de kurtuluşunu müjdelemekteydi. Bu büyük zafer sonucunda, Osmanlı Devleti tümüyle ortadan kalkmış, Türklere yalnızca Anadolu’nun ortasını layık görenler, Türk ordusu karşısında erimiş ve tüm hayalleri Ege’nin serin sularına gömülmüştür. Böylece Lozan’a giden yol da açılmıştır. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanan şanlı ordumuz, tarih yazmış, ülkemizin kuruluşunda önemli işlevler üstlenmiş ve tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti‘nin kuruluşunu da hazırlamıştır. Bu büyük başarı, ulusal bütünlüğü sağladığı gibi, emperyalist ülkelerin Türk gücünü kabul etmelerinin yolunu açmıştır.

İşte “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” sözlerinin ardında bu gerçeklerin bulunduğu bilinmelidir. Bizleri bugünlere ulaştırarak, özgürce yaşamamızı sağlayanlara şükranlarımızı sunuyoruz.

29 Ekim 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal’in önderliğinde az zamanda çok ve büyük işler başararak, her alanda dünyanın önemli ülkeleri arasında yer almıştır.

Tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığı ile Atatürk ilke ve devrimleriyle yeni kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik ve çağdaş bir ülke olma yolunda büyük atılımlar gerçekleştirmişti. Özellikle Atatürk döneminde yapılanlarla Türkiye Cumhuriyeti başarıdan başarıya koşmaya başlamıştır.

102 yıl önce emperyalizmi dize getiren 30 Ağustos zaferinin ardından, 102 yıl sonra yeniden emperyalizmin görünen ve bilinen oyunlarıyla parçalanmak istenen ülkemize ne yazık ki seyirci kalıyoruz.

  • Bugün devletimizin varlığı, vatanımızın bölünmez bütünlüğü tehdit altındadır;
  • Türk Milleti’nin birliğine karşı ihanet ön plandadır.

Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi” ile “Bursa Nutku”nu tekrar tekrar okumamız gereken günlerden geçiyoruz ve gereğini yapmak zorundayız; görev hepimizin.

Bu duygularla Türk milletinin 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlu olsun!

Azim ve Karar, 26 Ağustos 2024

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 28 Ağustos 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

YOKSUL

RTE, ”Yoksulluk geride kaldı.” dedi.

Tek alyansla yola çıktığı zamanlarda…

NAH

AKP’nin eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, köy nüfusunun %30-35’lerde tutulmaması ve köylerin mahalle yapılması nedeniyle AKP’ye “Nah kalkınırsınız.” dedi.

Ne yaptıysam sayın başbakanın talimatıyla yaptım.” diyerek kanunsuzlukları örtmek de “nah inandırıcıydı”…

GUGUK

Kahramanmaraş Baro Başkanı aynı zamanda AKP il başkanı oldu.

Hukuk mu, adalet mi, bağımsız yargı mı? Hangi ülkede / dönemde yaşıyorsunuz?!..

ANAYASA

AKP Gen. Bşk. Yrd. Hayati Yazıcı, birinci maddeden son maddeye kadar (A’dan Z’ye..) yeni bir anayasa yapılacağını söyledi.

İlk dört madde sıkar!..

GÖSTERİŞ

RTE, CHP’yi “gösteriş müptelası elitist” olmakla suçladı.

Saraylar, uçaklar, koruma ordusu, 5 uçakla ABD-Paris gezisi, Ahlat’ta süper lüks tekne, hanım ağaya mağaza kapatmalar vb. saymakla bitmez itibar gösterilerinin müptelasına ne der?..

POZ

Malazgirt’teki anma töreninde Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanları siyasilerle birlikte poz verdiler.

AKP’nin askerleri…

MİLLİ

Cumhuriyetimizin temel taşı 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın 102. yıldönümü kutlu olsun.

Başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere zaferde payı olan herkesi saygı ve şükranla anıyorum.

Topuk Kanı Vermeyi Red ve Aile Mahkemesinin Çağdışı Onayı

Dostlar,

Geçtiğimiz günlerde (20.8.24) Kars’ta bir Aile Mahkemesinde BİLİM DIŞI bir karar verildi.

Bebeklerinden “topuk kanı” alınmasına izin vermeyen anababa (ebeveyn) sorununda Kars İl Sağlık Müdürlüğü, mahkemeden “tedbir kararı” istedi ancak çağdışı bir gerekçe ile “reddedildi”!

Meltem TV‘de, Sayın Gülgun Feyman-Budak ile sorunu irdeledik.

Image

İzlenmesini, paylaşılmasını ve herkesin üstüne düşeni yapmasını diler ve bekleriz.

https://youtu.be/ONF0zDywUTQ

Mahkeme kararının hüküm paragrafı şöyle (2024/455 Esas, 2024/368 Karar no)

  • “Anlatılanlar ışığında tüm dosya kapsamının incelenmesinde; Anne – Babanın velayet hakkının doğası gereği topuk kanı vermeme özgürlüğüne sahip olmaları doğal hukukun gereği olduğuna, Topuk kanı almanın çocuğun Anayasa ile korunan yaşam ve sağlık hakkı üzerinde yapacağı olumlu sonuçlarının tıbbi otoritelerce ispatlanmamış olması ve olası bir teşhis ve tedavinin de tıp otoritelerince hala tartışmalı olması (Alternatif tıp uzmanı Aidin Salih’in topuk kanı almanın çocuğa yapılacak en büyük kötülüklerden olduğunu özetle eserlerinde ifade etmiş ve benzer tespitler pek çok STK tarafından inceleme konusu edilmiştir.),velev ki topuk kanı ile otizmli olduğu tespit edilse dahi otizmin erken tedavisi diye bir tedavi şeklinin olmaması veya doğmuş çocuğun akraba evliliğinin önüne nasıl geçeceği izah edilemeyeceğinden, topuk kanı almanın esasen topluma veya toplum sağlığına da hizmet eden bir yanının olmaması ve WHO’nun (Dünya Sağlık Örgütü) güdülendirmesi ile neonatal tarama adı altında ne için yaptığı/yaptırdığı belli olmayan bir uygulama olması nedeniyle ve hegamonik bir dikte ile üye ülkelere dikte edilen bir uygulama olması nedeniyle talebin reddine karar verilerek aşağıdaki şekilde hüküm kurulmuştur.”

Bu karar tümüyle BİLİM DIŞIDIR…

  • BİLİM DIŞI olan bir yargı kararı adil olamaz ve asla kabul edilemez, hukuka aykırıdır!

Kabul edilemez yanlışları gerekçeli olarak konuşmamızda açıkladık.
***
Sayın Prof. Dr. İmran Özalp, ülkemizde topuk kanı ile fenilketonüri adlı hastalığın erken tanı ve etkin sağaltım (tedavi) amaçlı başlatan kişidir.

Prof. Özalp’ın bu çağdışı kararı bilimsel olarak çürüten kamuoyuna yaptığı çok önemli açıklama aşağıdadır :

İmran ÖZALP, KAMUOYUNA AÇIK MEKTUP

İstinaf aşamasında ilgili Bölge Adliye Mahkemesince (BAM) bu kabul edilemez, hurafe temelli kararın bozularak düzeltileceğini umuyor ve diliyoruz.

Sağlık Bakanlığı davayı çok ciddi tutmalıdır.

Dosyadaki bilirkişi ve yargıç hakkında adli ve disiplin işlemi yapılmalı ve hak ettikleri yaptırımı görmelidirler.

Bu yazımız aynı zamanda, Adalet Bakanlığı, HSK ve
ilgili Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurumuzdur.

  • Sağlık Bakanlığı, henüz kesinleşmiş bir hüküm olmadığından, KARARLILIKLA,
    yenidoğan tarama programlarını sürdürmelidir.

Sevgi ve saygı ile. 28 Ağustos 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      X : @profsaltik

https://www.instagram.com/ahmet_saltik