Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Adaletsizliğin kaynağı

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
23 Aralık 2024, Cumhuriyet

Türkiye, AKP iktidarı döneminde dünyada, düşüncelerinden ve hükümete karşı eleştirilerinden ötürü hapishaneye en çok insanın atıldığı ülkelerden birisi durumuna geldi.

“Gezi” kumpas davasından dolayı Osman Kavala yaklaşık yedi yıldır, Tayfun Kahraman,
Can Atalay, Çiğdem Mater, Mine Özerden
 yaklaşık iki buçuk yıldır hapishanedeler.

HDP’nin eski eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ, yaklaşık 8 yıldır hapishanedeler. Onlarla birlikte onlarca HDP’li siyasetçi ve yönetici yıllardır hapishanede.

Türkiye’nin de tarafı ve üyesi olduğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, hem Gezidavasındaki hem de söz konusu HDP davalarındaki kararların hukuka aykırı olduğunu ve hak ihlalinin
söz konusu olduğunu karara bağladı. Böylece tutuklular hakkındaki “terör örgütü üyeliği”, “darbecilik”, “hükümeti yıkmak” gibi iddialar da en üst mahkemede hukuken geçersiz duruma geldi.

Daha önce de, yine AKP iktidarı döneminde, “Ergenekon”, “Balyoz”, “Casusluk”, “Oda TV” ve
“28 Şubat” kumpas davalarında, aralarında Mustafa Balbay, Tuncay Özkan,
Merdan Yanardağ, Soner Yalçın, Doğan Yurdakul, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan,
Ergün Poyraz, Ferit İlsever, Hikmet Çiçek, Doğu Perinçek, Mehmet Haberal,
Kemal Alemdaroğlu, Yalçın Küçük, Erol Manisalı, Mustafa Yurtkuran, Kemal Gürüz,
Emin Gürses, İlker Başbuğ, Çetin Doğan, Özden Örnek, İbrahim Fırtına, Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Çevik Bir, Vural Avar, İlhan Kılıç, Erol Özkasnak, Levent Ersöz, Dursun Çiçek, Ahmet Zeki Üçok, Ali Tatar
’ın da bulunduğu onlarca asker, gazeteci, yazar, akademisyen, siyasetçi yıllarca hapishanelerde yatmıştı.

Daha yakın bir geçmişte, “Montrö” kumpas davasından dolayı, aralarında Türker Ertürk,
Cem Gürdeniz, Atilla Kıyat
’ın da bulunduğu emekli amiraller gözaltına alındı; gazeteciler ve yazarlar Müyesser Yıldız, Murat Ağırel, Sedef Kabaş, Nasuh Mahruki tutuklandı; son olarak da gazeteciler ve yazarlar Nevşin Mengü ve Özlem Gürses gözaltına alındılar; Özlem Gürses
ev hapsi cezası aldı.
***
AKP ve MHP içinde, kendileri gibi düşünmeyenlerin hapishanede yatmasından,
eziyet çekmesinden, onlarla birlikte ailelerinin de acı çekmesinden dolayı sapıkça zevk alan,
farklı düşüncelere hoşgörüyle bakamayan bir kesim var. Buna faşizm ile sadizm arasında
bir harmanlanma süreci, başka bir deyişle sado-faşizm de denebilir. Sorun siyasal olduğu ölçüde psikolojiktir. Bunlar, normal ve sağlıklı bir ruh haline sahip insanların yapacağı şeyler değildir.

Öte yandan, söz konusu uygulamalar Anayasanın düşünceyi ifade, yayma ve basın özgürlüğüyle ilgili 25, 26 ve 28. maddelerinin; toplanma ve gösteri yapma hakkıyla ilgili 34. maddesinin;
yargı bağımsızlığıyla ilgili 138. maddesinin çiğnenmesidir (ihlal edilmesidir).

İşin garibi, teokratik (dinci) bir düzen kurmayı amaçlayan ve Anayasayı, demokrasiyi, laikliği, hukuk devletini umursamayan AKP iktidarı; bu uygulamalarıyla, salt Anayasayı değil,
İslam dininin temeli olan

  • Kuran’ın adaletle, zulüm yapmamakla, merhametle, vicdanla ilgili
    onlarca ayetini de ihlal etmektedir.

AKP’yi ve Türkiye’yi yönetenler, demokrat olmayı beceremedikleri gibi,
Müslüman olmayı da beceremiyorlar!

İşin daha da kötüsü, Türkiye’de insanlar hukuka aykırı biçimde hapishanelerde yatarken, tutuklanırken, gözaltına alınırken; bir yandan da terör örgütü PKK’nin kurucusu ve binlerce askerin, polisin, vatandaşın katili Abdullah Öcalan’ın serbest kalarak TBMM kürsüsünden konuşma yapması için AKP, MHP, DEM öncülüğünde girişimler gerçekleşiyor;
Sabiha Gökçen Havalimanı’nda 40’ı aşkın vatandaşın katledilmesi eylemine karışan
IŞİD’li teröristler serbest bırakılıyor!

Sorun siyasal, hukuksal, dinsel, psikolojik olduğu ölçüde, aynı zamanda ahlaksaldır:

  • Adaletsizliğin erdemsizlik ve ahlaksızlık olduğu anlaşılmadan,
    Türkiye’de hiçbir sorun çözülmez!

_______________________________________________

Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

Suriye bataklığı16 Aralık 2024

YAPAY ZEKA ve YARGI ETİĞİ

Dr. Enver Kumbasar / Yargıçlar / HukukbookDr. Enver KUMBASAR
Yargıç

Etik sözcüğü Yunanca “kişilik, karakter” anlamına gelen “ethos” sözcüğünden türemiş olup, doğru davranışlarda bulunmak, iyi bir insan olmak ve insani değerler hakkında düşünme pratiği olarak tanımlanmaktadır. Her ne kadar birbirlerinin yerine kullanılsalar da ahlak ve etik farklı kavramlar olarak değerlendirilebilir. Etik, daha çok felsefenin bir alanı olarak, doğru bir biçimde yaşamaya dair (ilişkin) yapılan araştırmaları ve bu alanda geliştirilmiş fikirleri kapsarken; ahlak, toplumsal kabuller, gelenekler, varsayımlar, kurallar ve yasalar üzerine kuruludur (Vikipedi Özgür Ansiklopedi “Etik” maddesi). 

Yargıda etik ilkeler ise yargıcın davranış ilkeleri olarak adlandırılmış, uluslararası belgeler (Bangalor Yargı Etiği İlkeleri) ve ulusal belgelerde (Hakimler ve Savcılar Kurulu, Türk Yargı Etiği Bildirgesi) yer almıştır. Bunlar;

-bağımsızlık,
-tarafsızlık,
-dürüstlük,
-mesleğe yaraşırlık,
-eşitlik, ehliyet ve
-özendir.

Bu ilkeler bir yargıcın görevini yerine getirirken ve görevi dışında uyması gereken yargısal (etik) ilkelerdir (Prof. Dr. Sibel İNCEOĞLU, Yargıcın Davranış İlkeleri, Beta Yayınları, İstanbul 2008).

Bir yargıcın etik davranışlarını belirleyen nitelikleri ise eski hukukta (Mecelle) belirlenmiş olup, günümüzde de geçerliğini korumaktadır. Buna göre;

  • Yargıç bilge, hak ve adalet üzerine hükmedebilen, akıllı, zeki, doğru, dürüst, güvenilir, vakarlı, saygın, sağlam, kendine güvenen olmalıdır.

Yargıcın, yargılama sürecinde yaptığı iş muhakemedir. Muhkeme, öncelikle zihinsel bir faaliyettir. Bunun için mantık kurallarından ve tecrübeden yararlanılır. Doğru düşünme kurallarına göre gerçeğe ulaşma yollarını gösteren mantığa göre hüküm verme, zihnin doğruyu yanlıştan ayırt etme işlemidir (KUNTER/YENİSEY/NUHOĞLU, Ceza Muhakemesi Hukuku, Beta, İstanbul 2009, s.625). Uyuşmazlık konusu olayda (dava), iddia (tez) ve savunmanın (karşı tez) bütün delilleri (kanıtları), hukuk kurallarıyla birlikte ve hukuka uygun biçimde yargıcın zihninde analize tabi tutulur ve sonuçta bir yargıya (sentez) varılır. Bu sonuç, hüküm ya da karar olarak ortaya çıkar. Burada yargıcın takdir yetkisi devreye girer. Hukukta hiçbir olay (dava) aynı olmadığı gibi, kişi (yakınmacı, sanık, davacı, davalı vb.) de aynı değildir. Dolayısıyla yargıcın takdiri de sonuca (hüküm/karar) etkili olabilecektir.

  • Burada yargıcı bağlayan etik kurallar söz konusudur.

Sonuç olarak yargıcın maddi gerçeği ortaya çıkarmak amacıyla, mantık ve tecrübe (deneyim) kuralları içinde, hukuka ve etik ilkelere bağlı olarak yürüttüğü zihinsel faaliyetler (çabalar) muhakeme (yargılama) olarak karşımıza çıkar.

Yapay zekanın rolü ne?

Yapay zeka (Artificial Intelligence-AI) genel olarak düşünme, anlama, yorumlama ve öğrenme gibi insan zekası ile gerçekleştirilen işlemlerin bilgisayar programları aracılığıyla gerçekleştirilmesi olarak tanımlanmaktadır. Başka bir deyişle yapay zeka, dışardan aldığı verileri yorumlama, bunlardan çıkarım yaparak öğrenme ve öğrendiklerini kullanma yetisine sahip bir sistemdir.

Bir çeşit insan zekasını taklit ederek çalışır ve bunu algoritmalarla (yazılımlarla) gerçekleştirir. Son dönemlerde yapay zeka alanındaki gelişmelerin hız kazanması  “derin öğrenme” olarak nitelendirilen, insan beyninin yapısı ve işlevinden hareketle oluşturulan yapay sinir ağlarının kullanılmasına dayanan öğrenme tekniğinin uygulamaya konulması etkili olmuştur. Dijital teknolojilerdeki olağanüstü gelişmeler sonucu yapay zeka sistemleri, yaşamın her alanında yaygın biçimde kullanılmaya başlanmıştır. O nedenle ABD, Çin ve Avrupa Birliği’nde çıkartılan yasalarla, çağımız “Yapay Zeka Çağı” olarak adlandırılmıştır.

Yapay zeka sistemlerinin hukukta kullanılması da kaçınılmaz olmuştur. Yapay zekanın hukuk alanında kullanımıyla ilgili Dergimizin (Herkese Bilim Teknoloji, 363 ve 385. sayılarında iki yazımız yayımlanmıştı. Orada da belirttiğimiz gibi, hukukta yapay zekanın kullanılması karar alma süreçlerinde önem taşımaktadır.  Bu konuda henüz yaygın bir uygulamaya geçilememiştir. ABD, İngiltere, Yeni Zelanda ve Çin’de kimi küçük ticari uyuşmazlıklar ve trafik suçlarında yapay zeka sistemleri deneme amaçlı olarak kullanılmış ve uyuşmazlıkların yapay zekayla donatılmış makinalar (Robot Yargıç!) tarafından çözümlenmesi yoluna gidilmiştir. Bu uygulama henüz yaygınlaşmamıştır. Ancak dijital teknolojilerdeki gelişmelerle yakın gelecekte yapay zekayla donatılmış robot yargıçların yargısal karar süreçlerinde daha çok kullanılabilecekleri öngörülmektedir. Bu durum öğretide kimi tartışmalara yol açmaktadır. Özellikle makinelerin / bilgisayarların hüküm / karar verme noktasında yargı etiği ilkeleri yönüyle yaşanabilecek olumlu / olumsuz durumlar değerlendirilmektedir. Önümüzdeki sayıda bu alandaki değerlendirme ve düşüncelerimizi aktaracağız.

Çifte haysiyet sınavındaki avukatlar

İbrahim Ö. Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 19.12.2024, BİRGÜN

  • Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır.” (md.73/2).
  • Kamu idarelerinin ve kamu iktisadi teşebbüsleri dışındaki kamu tüzel kişilerinin harcamaları yıllık bütçelerle yapılır.” (md.161/1)
  • Devlet, sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin  amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir.” (md.65)

Sonra, Devletin temeli üzerine üç alıntı:

  • Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde,
    insan haklarına saygılı, … demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir
    .” (md.2)
  • “Devletin temel amaç ve görevleri, … kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya… çalışmaktır.” (md.5)
  • Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz;
    kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz
    .” (md.17/3)

Nihayet hak arama özgürlüğü, adil yargı ve etkili başvuru yolu:

  • Hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı (md.36).
  • Anayasa ile tanınmış hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkesin, yetkili makama geciktirilmeden başvurma olanağının sağlanmasını isteme hakkı (md.40).

Avukatlar, herkes için tanınmış olan bu hak ve özgürlüklerin neresinde?

Sav + savunma + hüküm sacayağının ana halkası olan avukatlar, alıntılanan anayasal güvence, yasak ve yükümlülüklerin çifte muhatabı.

Şöyle ki:  Bütçe yükümlüsünün haklarını korumakla yükümlü, ama kendisi de bütçe ödevlisi. Hukuk devletinde gerçekleşebilen adil yargılanma hakkı bileşeni ve  insan haysiyetinin bekçisi olarak ‘savunma haysiyeti’nin öznesi; sosyal hukuk devleti gereklerinin takipçisi, ama kendisi de, ‘avukat haysiyeti ile bağdaşır asgari yaşam standardı’ öznesi…

Avukatın, anayasal hükümler karşısındaki görev, sorumluluk, yükümlülük ve haklarına ilişkin bu çifte konumu uzatılabilir.

Barolar, savunma mesleğinin kamu kurumu niteliğindeki örgütü olup, bütçe hakkı özneleri arasında yer alır. HSK’den farkı bağımsız, demokratik ve özerk olmaları. Bir örnek: Aylık alan savcı ve yargıç adayları karşısında avukat stajyerleri, neden ‘sav + savunma + hüküm’ diyalektiğinin potansiyel adayı olarak görülmüyor?

Bu bakımdan, ‘Bağımsız ve özgür avukatın olmadığı ülkede adalet de yoktur’ ilkesi
(Avukatlık Mesleğini Koruma Üzerine Avrupa Sözleşmesi tasarısı), anılmaya değer.

Denebilir ki; derin avukat yoksulluğu, toplumun ve ülkenin yoksullaşmasının sonucu olduğundan, soruna daha genel bir gözle bakıldığında, 2017 kurgusu ve onun fiili ayrıcalık sağladığı resmi kuruluş harcamaları masaya yatırılmadan, ‘avukatların bütçe payı’ talebi, orman yerine çalı-çırpı ile uğraşmak anlamına gelir. Örneğin dünya İslam Misyonerliğine soyunan ve bütçe harcamalarında sınır tanımayan DİB veya PBDBY bekası için ideolojik aygıta dönüştürülen CİB,
– mahkemede adalet,
– toplumda adalet ve
– çevrede adalet bütçelerinin baş çalıcıları(…)

Konumuz, CMK avukatlarının maruz kaldıkları adaletsizlikler. CMK avukatı, Ceza Muhakemesi Yasası kapsamında şüpheli, sanık veya mağdurun haklarını korumakla görevli. Müvekkili iyi tanımak ve  bilgilendirmek, savcılık ve mahkeme ile etkili iletişim kurmak ve delilleri (kanıtları) iyi değerlendirmek, öncelikli görevleri. Daha genel olarak CMK avukatı, adil yargılanma hakkı gereklerinin yerine getirilmesini titizlikle izlemeli ve istemeli:
– Savunma hakkı,
– suçsuzluk karinesi,
– hukuki araçların eşitliği ilkesi,
– çabukluk ve saydamlık ilkesi,
– gerekçeli karar hakkı ve bunu uygulama yükümlülüğü…

Bütün bu görev ve sorumluluk yükümlüsü olan savunmanlar, avukat haysiyeti ile bağdaşmayan muameleden, avukat haysiyetini zedeleyen yaşam koşullarına uzanan ihlaller zinciri ile karşı karşıya bulunduğundan, CMK kapsamında zorunlu müdafilik yapan avukatların anayasal haklarının sürekli ve sistematik ihlaline neden olan uygulamalara son verilmesi amacıyla, Türkiye Barolarınca, Barolar Birliği eşgüdümünde  yürütülen imza kampanyası pek değerli. Yol ve yöntem olarak da, İstanbul Barosu sloganı ile örtüşmekte:

  • Fikir / dayanışma / eylem!
  • Şimdi, niceliksel gücü niteliğe dönüştürmek için eylem zamanı…
======================================
Yazarın Son Yazıları

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 18 Aralık 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

SİLKELE

RTE, Bakanına talimat verdi,

”CHP’li belediyeleri silkele!”

AKP’nin cumhurbaşkanı, cumhurun ayrıştırıcısı…

BOPÇU

Rus stratejist Dugin,

  • Erdoğan, ortak düşmanımıza, Türkiye’nin düşmanlarına Esad’ı devirmesi için
    yardım etmiştir
  • Şu anda Büyük Ortadoğu Projesi’nin geri dönüşünü gözlemliyoruz.
  • Ve bunun içindeki ana unsur da bağımsız Kürt devletinin kurulmasıdır.”

BOP Eşbaşkanı’nın başarısı… (!?)

SATIŞ

AB Komisyon Başkanı Leyen, Avrupa’daki Suriyelileri bize satmak için geldi.
Mülteciler için ek bir milyar avro tahsis edildiğini (ayrıldığını) açıkladı.

Gitmek istemeyen Suriyelilerin neden “..başımızın üstünde yeri var..” anlaşıldı.

Türklerden başka herkes başının üstünde, Türklerin yeri belli, ayağının altında…

KURNAZ

Rize’nin AKP’li belediyesi, festivale çok harcama yapıyor görülmemek için ihaleyi üçe bölmüş.

Vatandaşa hizmette aymaz, çalmada kurnaz

EMLAKÇI

Trump, Ankara’ya emlak kralını büyükelçi seçti.

Bizimkiyle abi-kardeş çalışırlar…

AHLAKSIZLIK

CB Yardımcısı C. Yılmaz, DİB’nın ABD’de 131 milyar liraya yaptırdığı külliyenin amacının,
ABD’deki Müslüman toplumun dini, manevi, ahlaki değerlerini güçlendirmek olduğunu söyledi.

DİB’nın başındakilerden başlansa…

PİŞMAN

RTE, “Yurt dışına gidenler pişman, dönmek istiyor.

Gidenler pantolonları indirmiş gülüyor…

Teğmenler olayında dört önemli nokta

Dr. CİHANGİR DUMANLI
Em. TUĞGENERAL, HUKUKÇU

17 Aralık 2024, Cumhuriyet

Kara Harp Okulu’nun diploma töreni sonrasında teğmenlerin kılıçlarını çekerek laik demokratik Cumhuriyete ve Mustafa Kemal’e bağlılıklarını vurgulayan geleneksel subay andını içmeleri ve bu nedenle ihraç talebiyle (atılma istemiyle) Yüksek Disiplin Kurulu’na (YDK) gönderilmeleri yakın tarihimize “teğmenler olayı” olarak geçecektir.

YDK kararı açıklanmadan ve yargı yolu tüketilmeden, iktidar yanlısı medyada teğmenler suçlu ilan edilmiş, mesleğin başlangıcında ağır psikolojik baskı altında kalmışlardır. Olay dört bakımdan analiz edilebilir: Teğmenler, iktidar, komutanlar ve kamuoyu yönünden.

TEĞMENLERİN CESARETİ (Yürekliliği)

Genç teğmenler zorlu bir eğitimi başarı ile tamamlayarak Atatürk’ün okulundan mezun olmanın coşkusu ile Mustafa Kemal’e bağlılıklarını vurgulayan geleneksel subay andını içmişlerdir. Gençlerin üzerlerine atılan “Ordu”nun itibarını zedeleme suçunu işlemekkasıtları yoktur.

  • Kasıt (suçun manevi unsuru) yoksa suç oluşmaz!

Daha önceki yazımızda (2 Kasım 2024, Cumhuriyet) belirtildiği gibi,

  • Ordu’nun itibarı AKP iktidarınca zaten büyük ölçüde zedelenmiş durumdadır.

Kaldı ki, bir suç olsa bile, Harp Okulu eğitimi süresince disiplin suçu işlemeyen teğmenlere
ilk suçlarından dolayı disiplin hukukunda yer alan en hafif cezadan başlayarak ceza verilmelidir.

İKTİDARIN KORKUSU

İktidar ve medyası teğmenlerin bu hareketini “darbe girişimi”, “darbeye hazırlık” olarak değerlendirmiş, Cumhurbaşkanı “Kılıçları kime çekiyorsunuz?” diyerek kılıçların kendisine çekildiğini kastetmiş, “Birkaç kendini bilmezin temizleneceğini” söyleyerek Yüksek Disiplin Kurulu’nca talimat olarak algılanacak söylemde bulunmuştur. Cumhurbaşkanın “Şimdi disiplinsizlik yapan teğmenlerin ileride ne yapacakları belli olmaz.” diyerek hukukta yeri olmayan potansiyel suçun cezalandırılmasını istemiştir. (AS: Ne yazık ki İktidar, “darbe paranoyası bozukluğu” içinde ve / veya alet olarak bu olguyu ölçüsüz – kasıtlı kullanıyor!!..)

Kısaca, iktidar teğmenlerden korkmuştur. Cumhurbaşkanı, Başkomutan olmadığı halde Başkomutan olduğunu iddia etmektedir. Komutan astlarından korkmaz, onlara güvenir. Başkomutanın(!) teğmeninden korktuğu bir Ordu savaşamaz. (AS: Anayasa m.117 – “Başkomutanlık, Türkiye Büyük Millet Meclisinin manevi varlığından ayrılamaz ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil olunur.” Görüldüğü gibi Cumhurbaşkanları Başkomutan değillerdir..)

Teğmenlere disiplin amirlerince hafif bir disiplin cezası vermek yerine ihraç talebiyle (atılma istemiyle) yüksek disiplin kuralına sevk edilmeleri, Ordu’nun kalan itibarını (saygınlığını) tartışılır duruma getirir ve mesleğin başlangıcında başarılı gençlerin savaşma azmini olumsuz etkiler.

KOMUTANLARA DÜŞEN GÖREV

Bir komutanın en önemli görevlerinden birisi astlarının hakkını, gerekirse üstlerine karşı savunmaktır.

TSK’nin üst komuta kademesi bu cesareti gösterememiştir. Basında yer alan haberler teğmenlerin ihracı (atılması) yönünde hazırlık yapıldığını göstermektedir.
Olması gerekenin tam tersine, teğmenler cesaret yönünden komutanlara örnek olmuştur.

KAMUOYU TEPKİSİ

Zor sınavlardan geçerek Harp Okulu’na giren ve buradaki ağır eğitimi başarı ile tamamlayan gençlere ve ailelerine yapılan haksızlık, kamu vicdanını yaralamaktadır.

Ancak üzülerek belirtmek gerekir ki; Atatürkçü, devrimci, demokrat kamuoyu genç teğmenlere sahip çıkmakta başarılı bir sınav verememiş, yapay olarak gündeme getirilen konularla uğraşırken, teğmenlere sahip çıkmak konusunda güçbirliği ve sıklet (ağırlık) merkezi (concenteration) oluşturmamıştır.

Siyasal ve toplumsal muhalefet birlik olarak daha gür ve etkili olabilecek ses çıkarmalıydı.

Bu eylemsizlik iktidarı daha da cesaretlendirecektir.

TÜRKİYE’de TOPLUMSAL GIDA GÜVENLİĞİ, SU ve SULAMA HAVZALARININ ÖNEMİ VE DOĞRU YÖNETİMİ

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski  Dekanı
Şair – Yazar

Bütün canlıların temel yaşam kaynağı sudur. Bitki, böcek, hayvan… ve insan; yani tüm canlılar, her türlü beslenme girdilerine su sayesinde ulaşır, su aracılığı ile beslenir, büyür, gelişir; yine bedenlerindeki istenmeyen çıktıları su sayesinde dışarı atarlar. Eğer su yoksa canlıların temel beslenme maddeleri yani canlı yaşam da olmaz. İnsan soyu dahil, hiçbir canlı için susuz yaşam yoktur.

Su, tükenmeyen bol bir kaynak değildir, tersine kıttır. Bu nedenle de özenli, bilinçli ve planlı kullanılmayı gerektirir

Suyun varlığının güvenli olarak sürmesi için, kendine özgü biyolojik ve fiziksel yaşam döngüsü içinde yeniden kendini üretebilmesine zarar vermemek, engel çıkarmamak gerekir. Bu nedenle, başta orman varlığı olmak üzere, akarsu havzalarının, derelerin, çayların, ırmakların ve her türlü su kaynaklarının hem özenle korunması, hem kirletilmemesi ve hem de suların israf edilmemesi gereklidir. Ayrıca, sanılanın aksine, Türkiye su zengini (varsılı) değil, su yoksulu bir ülkedir.

Ayrıca, Türkiye’de doğan ve sınır aşan Dicle, Fırat, Aras… gibi nehirlerin de ayrı bir strateji ve politika ile planlanıp doğru yönetilmeleri gerekir.

Geleceğe yönelik olarak, dünyada gözlenen yerküre ısısının (sıcaklığının) artması ve kuraklıĝa yönelen iklim değişiklikleri ve yağışların düzensiz duruma gelmesi hem suyun önemini, hem su ve gıda maddeleri üretimini ve hem de sanayileşme, kentleşme ve nüfus artışının gerektirdiği güvenli, erişilebilir gıda ve su gereksinmesini stratejik bir konuma yükseltmiştir.

Son yıllardaki yanlış ve plansız tarım politikaları ile birlikte, toplam tarım yapılabilir topraklar 27,5 milyon hektardan 24 milyon hektara gerilemiştir. Ayrıca Türkiye’de sulama potansiyeli olan tarım arazisi 8,5 milyon hektar kadardır. Bu arazinin yarısına yakını ancak sulanabilmektedir.

24 Ocak 1980 Ekonomik İstikrar Tedbirleri ve arkasından 12 Eylül 1980 askeri darbesinin siyasal ve baskıcı rüzgarı ile birlikte ortaya çıkan liberal ve küresel iktisat politikalarından sonra, Türkiye’de giderek planlı ekonomik modelden uzaklaşılmıştır. Ayrıca tarım kesimine üvey evlat davranışı başlamıştır. Bu ayrımcı politika artarak sürmektedir. Zaten tarım, özellikle de bitkisel üretim doğanın üvey evladıdır. Tarımsal üretim üstü açık fabrika gibidir. Kuraklık olur, sel basar, dolu vurur, çekirge istilasına, zararlı böceklerinin saldırısına uğrar.. Bu nedenle de tarıma devlet desteği zorunlu duruma gelir. (AS: Tarım Yasası da her yıl ulusal gelirin %1’inin bu alana destek ayrılmasını buyurur..)

Zaten tarımsal üreticilerin serbest piyasadaki rekabet gücü çeşitli nedenlerle çok zayıftır. Ayrıca devletin ya da liberalizm ve küreselleşme rüzgarına kapılan siyasal iktidarların. yeterli desteğini alamadığı için, tarımın karşılaştığı dezavantajlar ikiye katlanır. Bu kötü sonucun cezasını salt tarımsal üreticiler değil, düşük üretim, arz yetersizliği ve yüksek enflasyon nedeniyle tüm tüketiciler ve özellikle de düşük gelirli yoksullar çekerler.

Hem ülkenin gıda güvenliğinin sağlanabilmesi, yani sulanabilir tarımsal gıda üretim havzalarının artırılması ve hem de çoğalan ve büyüyen kentlerin sağlıklı su gereksiniminin karşılanabilmesi için mevcut (eldeki) su kaynakları ve havzalarının bilimsel ve akılcı belirlenmesi, ıslahı (düzeltimi), korunması ve doğru yönetimi acil (ivedi) önlemler gerektirmektedir.

Peki gıda güvenliği nedir?

Gıda güvenliği, ülkedeki her bireyin, her ailenin ve toplumun tümünün her zaman, her yerde ve her koşulda yeterli hijyenik, besleyici ve güvenli gıda ürünlerine erişebilmesi, satın alabilmesi ve tüketebilmesi demektir.

Bunun için, her yıl toplumun gereksinimi olan gıda maddelerinin üretimi, dağıtımı, erişimi ve güvence olarak da belli bir miktarının mutlaka stoklanması gerekir. Ayrıca gıda güvenliğini, istisnasız (ayrıksız) olarak, herkes için bitkisel ve hayvansal gıdalara dengeli ve yeterli erişim olarak anlamak gerekir.

Gıda maddeleri stokların varlığı da bir beslenme güvencesidir; kuraklıklar, doğal afetler, savaşlar, üretimdeki dalgalanmalar ve ekonomik krizler için gıda istikrarı sağlamaya destek olur. Ayrıca bir ülkedeki ücret düzeyinin düşüklüğü, gelir dağılımının aşırı bozukluğu, işsizliğin yaygınlığı, enflasyonun yüksekliği ve sosyal güvenlik sisteminin yetersizliği…  gibi nedenler halkın yeterli ve sağlıklı gıda maddelerine, özellikle göreceli daha pahalı olan hayvansal gıdalara erişimini engeller.

Bir ülkenin su kaynaklarının korunması, sulama havzalarının yeterliliĝi, sulama havzalarındaki sulama suyunun doğru ve etkin kullanımı ile o ülkenin gıda üretim miktarı ve gıda güvenliği arasında doğrudan, birebir ilişki vardır. Sulanan alan ve bilinçli sulama arttıkça üretim de artar. Ama su kaynaklarının doğru planlanması, doğru yönetilmesi ve sürdürülebilir olması gerekir.

Plansız bir ülke, plansız ekonomi, plansız eğitim, plansız sağlık sistemi, plansız kentleşme… ülkeyi veri tabanından yoksun, bilgisiz, rotasız, hedefsiz ve amaçsız bırakır. Bu nedenle, sal tarım kesimi, su ve sulama havzaları için değil; Türkiye’de topyekun (bütüncül) demokratik, yol gösterici bir makro (ulusal) plana ve planlama örgütüne ivedi gerek vardır. Çünkü belli olmayan hedeflerin başarıları da ölçülemez. (AS: DPT’yi AKP=RTE kapattı!)

Sürdürülebilir su yönetimi için, sulama altyapısının iyi, yeterli ve erişilebilir olması, ormanların kesilmemesi, doğanın tahrip edilmemesi, suların zehirli ve zararlı fabrika atıklarıyla kirletilmemesi, büyük ölçüde orman ve doğa tahribatına (yıkımına) neden olan vahşi (yabanıl) madencilikten vazgeçilmesi, ilkel sulamanın azaltılması, hatta yok edilmesi, her ürün ve bitki türüne uygun bilimsel sulama sistemlerinin yaygınlaştırılması ve özenle su israfından kaçınılması zorunludur.

Yazıyı bitirmeden önce bir önemli konuya daha dikkat çekmek gerekir:

Sanayileşme, suya gereksinimli fabrikaların çoğalması, kentleşme, toplam nüfusun büyümesi, konut sayısındaki hızlı artış, halkın hijyen anlayışında gelişmeler, kentlerde su gereksinimini stratejik duruma getirdi. Tüm bu vb. gelişmeler nedeniyle su havzalarındaki kaynakların kullanımında tarımsal sulama ile kentlerin su gereksinimi arasında bir yarışma ortaya çıkar. Söz konusu olgu, giderek kentlerin zorunlu su gereksinimi lehine gelişerek tarımsal sulamaların gerilemesine  neden olabilir.

Ülkedeki su yönetiminin güvenli ve sürdürülebilir olabilmesi için, kentleri ve kent nüfusunu susuz bırakmayan, ayrıca tarımsal sulama alanlarını da yeterli su miktarı ile buluşturan akılcı bir planlama ve bilimsel yönetim gerekir.

Sonuç olarak               : Bir ülkedeki su kaynaklarının akılcı, bilimsel ve doğru yönetimi, hem halkın tarım kaynaklı temel gıda güvenliği, hem sanayileşme, kentleşme, ekonomik gelişme ve hem de sağlıklı yaşam için doğru, yeterli, temiz ve israfsız su kullanımını olmazsa olmaz duruma getirir. Ayrıca yeterli suyu ve yeterli gıdası olmayan toplumların gelecekleri de güvencesiz olacaktır.

Her konuda olduğu gibi, bilimsel su yönetimi ve gıda güvenliği kosunda da, ülke yönetiminde söz sahibi olan ve olacak iktidarlara büyük sorumluluklar ve görevler düşmektedir. Hiçbir birey, hiçbir aile ve halkımızın tümü ne şimdi ne gelecekte gıdasızlık, açlık eksik beslenme ve susuzluk çekmesin diyerek konuyu noktalayalım.

Bu konuda, bilimsel, ayrıntılı doğru ve yeterli bilgi için kaynak kitap:
(×). Hasan Hüseyin Doğan ve Dursun Yıldız; TÜRKİYE’DE BÖLGE PLANMASI ve SU HAVZASI YÖNETİMİ, Palme Yayınevi, Ankara, 2024; 444 sayfa.

Suriye bataklığı

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Suriye’de Beşşar Esad yönetiminin ABD, Britanya, İsrail ve Türkiye’deki AKP hükümetinin lojistik ve stratejik desteğiyle, HTŞ adlı köktendinci terör örgütü tarafından devrilmesinden ve Suriye devletinin çökmesinden sonra, Suriye tümüyle iki terör örgütünün denetimine geçti:

  • İslamcı HTŞ ve Kürtçü PYD/YPG.

Türkiye’nin Suriye ile yaklaşık 900 km’lik bir sınırının olması ve bu sınırın, komşuları içindeki en uzun sınır olması nedeniyle, Türkiye iki büyük ulusal güvenlik tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır:

1) HTŞ ve PYD/YPG terörü
2) Yeni bir göç dalgası

El Kaide, El Nusra ve IŞİD gibi köktendinci terör örgütlerinden evrilen ve kendi içinde birçok
alt terör örgütünü de içinde barındıran HTŞ’nin, Suriye’deki tüm kesimleri, örneğin sayıları milyonları bulan Alevi ve Şii Müslümanları, laiklik ilkesini benimsemiş Sünni Müslümanları
ve Hıristiyanları kapsayan bir yönetime dönüşüp dönüşmeyeceği belirsizliğini koruyor.

Suriye’de böyle bir yönetimin ve demokratik, laik bir hukuk devletinin kurulamaması durumunda, Suriye’den Türkiye’ye yönelik yeni bir göç dalgası başlayacak, bu kez,
HTŞ ile birlikte kurulan yönetimin zulümlerinden kaçanlar Türkiye’ye, Avrupa Birliği ülkelerine, Britanya’ya ve ABD’ye göç etmeye başlayacaklardır.

İç savaş döneminde Suriye’yi terk etmek yerine Esad yönetimi altında yaşamayı tercih eden
en az 17 milyon Suriye vatandaşının durumu bu bağlamda belirsizliğini korumaktadır.

Türkiye’de günümüzde yaşayan milyonlarca Suriyeli sığınmacıya ve göçmene yönelik,
zorunlu bir geri dönüş ve sınır dışı etme planlamasının uygulanmaması; AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı gibi, “gönüllü” bir geri dönüşün öngörülmesi ve “isteyenin Türkiye’de kalması” durumunda, Türkiye bir yandan yeni bir göç dalgasıyla karşılaşırken, bir yandan da, Esad yönetiminin devrilmesinden önce gerçekleşen sığınmacı ve göçmen istilasından kurtulamayacaktır, bu nedenle ekonomik, siyasal, kültürel bir çöküş sürecine girecektir.

Erdoğan’ın, Esad engeli ortadan kalktığı halde, Suriyelilerin Türkiye’de kalmasının yolunu açması, Suriyelilerin insani gerekçelerle değil;

  • Türkiye’yi Araplaştırmak,
  • Anadolu ve Trakya kültürünü asimilasyona uğratmak ve
  • köktendinciliği, laiklik karşıtlığını, Araplar üzerinden ithal etmek amacıylaTürkiye’ye kabul edildiğinin açık bir kanıtıdır.
    ***

Öte yandan Esad yönetiminin devrilmesinin ilk sonuçlarından birisi, İsrail’in Suriye’nin
Golan bölgesindeki işgalini genişletmesi oldu. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu,
Esad yönetiminin devrilmesinin İran’a, Suriye’ye ve Hizbullah’a karşı başlattıkları operasyonun bir sonucu olduğunu kamuoyuna açıkladı.

Böylece İsrail’deki Netanyahu hükümetine karşı mücadele ettiğini iddia eden ve
Esad’ın devrilmesini “muhteşem bir devrim” diye nitelendiren Erdoğan bir anda, kendisini İsrail ile aynı kulvarda buldu.

Esad’ın bir diktatör ve zalim olduğu konusunda kuşku yok. Ancak Ortadoğu’da Arap ve Pers coğrafyasında diktatörlükle yönetilmeyen tek bir ülke zaten bulunmamaktadır. Diktatörlük ölçütüne göre başka ülkelerle dış politikada iyi ilişkilerin kurulmasına karar verilecek olsaydı, Arap ülkelerinin tümüyle ve İran ile ilişkilerin kesilmesi gerekirdi.

Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, İran gibi ülkelerdeki diktatörlere karşı çıkmayan AKP’nin ve onun propaganda aygıtı olan sahte medyanın, Esad’ın diktatör olmasına vurgu yapması, içtenliksiz, dürüstlükten uzak ve ikiyüzlü bir davranıştır.

  • AKP, diktatörlüğün her türüne karşı çıkacağına, teokratik diktatörlükleri savunmaktadır. 

Teokratik olmayan diktatörlüklere karşı çıkmaktadır, bu konuya da dinci ve mezhepçi bir açıdan yaklaşmaktadır. Çünkü

  • AKP’nin kendisi de Türkiye’de teokratik ve anti-laik bir diktatörlük kurmak için
    mücadele etmektedir ve bu diktatörlüğü önemli bir ölçüde kurmuştur.

Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

Suriye bataklığı16 Aralık 2024

Suriye’nin çöküşü ve Kürt jeopolitiği 

NEJAT ESLEN

Devlet aklı, uzun vadeli tehlikeler için alınacak önlemlerin, kısa vadeli çıkarlar için feda edilmemesini gerektirir.

Bütün olaylar sanki bir film senaryosundaki veya önceden hazırlanmış bir plandaki gibi peş peşe gelişti. Önce, Hamas İsrail’e saldırdı. Bu saldırı, İsrail ordusunun Gazze’yi yıkmasına ve çok sayıda sivili öldürmesine neden olurken Hamas ciddi darbeler yedi. Gazze’den sonra İsrail ordusu harekâtını kuzeye yöneltti, Lübnan’da Hizbullah’ın lider kadrosunu yok etti, örgütü yıprattı ve elindeki füzelerin büyük bir kısmını tahrip etti.

Daha sonra, önceden İdlib’de depolanan, silahlandırılan, eğitilen farklı cihatçı terör örgütlerinden oluşan koalisyon, HTŞ adı altında ve saçına, sakalına yeniden şekil verilmiş, asker hakisi üniforma benzeri kıyafet giydirilmiş eski El Kaide üyesi Colani liderliğinde, dağıtılmış Esad rejimi ordusunun direnci ile karşılaşmadan Şam’a kadar ilerledi ve rejimi devirdi. Bütün bu çabalar, Ortadoğu’nun ve Suriye’nin yeni haritasını İsrail’in çıkarlarına göre yeniden çizmek içindi.

YENİ HARİTA ÇİZİLİRKEN

Artık güney komşumuz Suriye coğrafyasında farklı bir durum var. İnsan haklarını, demokrasiyi geliştirmek amacı ile Suriye’de başlatıldığı iddia edilen Arap Baharı, geçen süre içinde, bu ülkeye ve ülke halkına çok zarar verdi. Suriye’de rejim değişikliği çabalarına son darbeyi cihatçı HTŞ indirdi. Suriye’deki gelişmeler, baskıcı, otoriter yönetimlerin felaketle sona erdiğini bir daha kanıtlarken İran’ın vekil güçler üzerinden direniş ekseni oluşturma ve Akdeniz’e açılma hayalleri de sonlandı.

Suriye artık bütünlüğünü yitirmiş durumda. Bu coğrafyada, ne kadar zaman sonra nasıl yeni bir Suriye haritası ortaya çıkacak henüz belli değil. Yeni Suriye haritası çizilirken nasıl bir süreç yaşanacak, başat aktörler kimler olacak, bunu zamanla göreceğiz. Şu bir gerçek ki, Suriye coğrafyasında yeni harita tamamlanıncaya dek kaos devam edecektir (karmaşa sürecektir) ve Türkiye’yi derinden etkileyecektir.

  • Artık güneyimizde istikrarlı bir komşu ülke yok ve
    Arap Baharı sayesinde bu coğrafyada iki terör örgütü ile komşu olduk.

Arap Baharı başladığında, Suriye’nin nüfusu 23 milyon idi. Kürt nüfus ise toplam nüfusun % 10’undan daha azdı.

Azınlık Kürtler artık Suriye coğrafyasında Fırat’ın doğusunu kontrol etmekte.

Suriye’de Arap Baharı, ABD ve İsrail destekli Kürt jeopolitiğine önemli fırsatlar yarattı,
önünü açtı.

  • Türkiye şimdi büyüyen bu tehdit ile nasıl başa çıkabileceğinin çarelerini aramakta.

GÜNEY SINIRINDA ARAP BAHARI

Yeni Ortadoğu haritasını hazırlayanlar, Suriye’de, Fırat’ın doğusundaki YPG varlığını güçlendirirken bu yapının Irak’ın kuzeyindeki Kürt yapısı ile birleştirmenin, Kürt jeopolitiğini genişletmenin çarelerini arayacaklardır.

Suriye’deki gelişmelerin paralelinde gündeme getirilen, “Abdullah Öcalan gelsin Meclis’te konuşsun”, “Türkiye bütün Kürtleri himayesine alsın”, “Türkiye büyük federasyona dönüşsün” söylemleri, haritası hâlâ tamamlanmayan Ortadoğu’da,

  • PKK’nin silah bırakmasının karşılığında, Türkiye’nin yayılmacı Kürt jeopolitiğini kabullenmesi anlamına gelmektedir.

Saatin sarkacı gibi bazen Batı’ya, Bazen Doğu’ya, zaman zaman da Kuzey’e veya Güney’e yönelen ve çok kimlikli yapısını sürdürmekte olan Türkiye, Suriye’de rejim değişikliği konusunda
risk alarak Batı ile işbirliğini tercih etmiştir.

Ancak, gerçek şudur ki;
artık Arap Baharı, PKK-YPG ve HTŞ ile güney sınırımıza dayanmıştır.

  • Türkiye gerçekçi olmak, jeopolitik aklını ve enerjisini, öncelikle,
    ABD ve İsrail destekli Kürt jeopolitiğinin etkilerine karşı kullanmak zorundadır.

Unutulmamalıdır ki; ABD ve İsrail destekli Kürt jeopolitiğinin asli hedefi, iklim değişikliği nedeni ile değeri giderek artmakta olan Fırat-Dicle havzalarıdır ve verilecek hiçbir taviz (ödün)
bu gerçeği değiştirmeyecektir.

Anayasa, Evrensel Bildirge ışığında okunmalı

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Güncel 12.12.2024, BİRGÜN

“Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar.” (md.1, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi-İHEB-, 10 Aralık 1948, BM Genel Kurulu).

İnsan haklarının evrenselliği sağlanamadı; ancak, Bildirge’nin esin kaynağı olduğu gelişmeler, insan hakları bilgisi ve ideolojisinin ötesine geçerek, insan hakları bilim dalı olarak ele alınmaya başladı.

İHEB, “hukuk (kuralı) olarak kabul edilen genel bir uygulama” (Uluslararası Adalet Divanı Statüsü, md.38/1.b) ile teamül (yapılageliş) gücü kazanmış ve uygar uluslarca tanınmış hukukun genel ilkeleri”nden (md.38/1,c) biridir.

Türkiye Cumhuriyeti, İHEB’in amacı doğrultusunda Bakanlar Kurulu Kararı yoluyla gereğini yerine getirdi: “Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun (…) sayılı karariyle kabul edilen ilişik “İnsan Hakları Evrensel Beyanname”sinin Resmi Gazete ile yayınlanması ve yayından sonra okullarda ve gazetelerde münasip neşriyatta bulunulması, (…) Bakanlar Kurulu’nun 6/4/1949 tarihli toplantısında kararlaştırılmıştır.” (RG 27 Mayıs 1949 -16199).

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS/1950) için de, Evrensel Bildirge esin kaynağı oldu. Türkiye Cumhuriyeti, kurucu devletleri arasında yer aldığı Avrupa Konseyi (1949) tarafından hazırlanan ve dünyanın en güçlü İnsan Hakları koruma düzeneği kuran Sözleşme’ye 1954’te taraf oldu.

Denetim düzeneği öngören iki temel belge (1966), Evrensel Bildirge’yi pekiştirdi:
Medeni ve Siyasal Haklar Uluslararası Paktı (Sözleşmesi) ve
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Paktı (Sözleşmesi).

1948 BM İnsan Hakları Bildirgesi, 1966’dan günümüze dek hazırlanan ve Bildirge, Şart, Pakt, Antlaşma, Sözleşme adı verilen belgeler için “İnsan Hakları Anayasası” işlevi gördü. Böylece İnsan hakları hukuku, insanlığın ortak mirası (kalıtı) olarak oluştu. Uluslararası ve bölgesel ölçekte hazırlanan insan hakları belgelerinin esin kaynağı olmasının ötesinde, maddeleri söz konusu belgelerle yeniden yazılmış ve zenginleştirilmiş (varsıllaştırılmış) olan İHEB, anayasaların birincil referans kaynağı ve jus cogens (uluslararası hukukta emredici norm) durumuna geldi.

  • Çevre Hakkına İlişkin Uluslararası Sözleşme yolunda yapılan çalışmaların
    bir an önce sonuçlanması beklenir.

27 Mayıs 1949’da Resmi Gazetede yayımlanan Evrensel Bildirge, 3 anayasal döneme yayılıyor: 1924, 1961 ve 1982. İnsan haklarının evrenselliği anlayışı, 1961 Anayasası’na damga vurdu: Cumhuriyet’in dayanağı olan insan hakları (md.2), öncelikle, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde yer alan insan haklarıdır. 1982 Anayasası ise, devlet ve insan haklarını, birbirinden ayrı iki olgu olarak düzenledi:

  • İnsan haklarına saygılı devlet…

2001 Anayasa değişikliği ise, “insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyet” (md.14) tanımı ötesinde, ileri hak ve özgürlük güvenceleri öngördü (md.13). 2004’te (md.90) ve 2010’da (md.148) değişiklikleri ile insan hakları uluslararası ve Avrupa hukukuna açılım sürdü.
Söz konusu açılımlar, üç katmanlı anayasal düzeni pekiştirdi:

• Anayasa’da yazılı kurallar,
• TC’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler,
• Hukukun genel ilkeleri.

Anayasa, bu üçlüde şu ilke ve haklar ışığında okunmalı:

İnsan haklarının bütünlüğü ve bölünmezliği ilkesi,
İnsan hakları kazanımlarının geriye götürülemezliği ve
maksimum (en üst) standart (daha ileri düzenlemeye açıklık) ilkeleri,
Çevre, gelişme ve barış hakları.

İnsan haklarının gerçekleşmesine elverişli uluslararası düzen, ulusal  uygulamalar için itici güç olmalı:

  1. Anayasal düzene saygı,
  2. Erkler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı.
  3. TBMM önünde sorumlu hükümet.

Bu arayış, hak ve özgürlüklerin saygı görmesine elverişli düzeni isteme hakkı olarak görülebilir. Bunun için yılda bir gün değil, insan hakları bilgisi her gün paylaşılmalı ve yayılmalı.
Hak ve özgürlük düşmanlarına karşı mücadelede şiddet, eşitsizlik,  ayrımcılık, ırkçılık, fanatizm, yoksulluk, başlıca mücadele alanları olmalı.
Anayasa hükümlerini özgürlükler lehine okumak ve yorumlamak, İHEB ve esinlendiği belgeleri sürekli öne sürmeyi gerekli kılar.

Eşitlik / özgürlük / haysiyet’ üçlüsünde bilmek, sahiplenmek, savunmak, talep etmek ve direnmek, her gün için yaşamsaldır.
===========================================
Yazarın Son Yazıları

ULUS OLARAK, ATATÜRK’Ü DOĞRU ANLAMAK ve BOZULAN TÜM ULUSAL AYARLARI YENİDEN DÜZENE KOYMAK GEREKİYOR..

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski  Dekanı
Şair – Yazar

10 Kasım’ın 86. yıldönümünü geride bıraktık.
Yurdumuzun baş kurtarıcısı, tam bağımsızlığımızın mimarı, saltanat  ve hilafeti kaldırarak ulusal egemenliğimizin yoktan var edicisi, demokratik laik ve sosyal bir hukuk devleti olan  çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devletimizin kurucusu, yüce önderimiz Mustafa Kemal Atatatürk,
bedensel olarak aramızdan ayrılalı tam 86 yıl olmuş.

Ancak Türk ulusunun Atatürk‘üne topyekün sarsılmaz bir vefa borcu ve kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek koruma, kollama ve yaşatma zorunluluğu, devredilemez ve kaçınılamaz tarihsel  bir sorumluluğu vardır.

Kanımca, aramızdan bedensel ayrılışının bu 86. yılında  bile, hâla Yüce Önderimizin anılmaktan  çok daha öteye, doğru anlaşılmaya; özgür akıl, çağdaş bilim, tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, laik ve demokratik devlet … rotasından asla  ödün vermeden, ayrıca yurtta ve dünyada barış ilkelerinden hiç  vazgeçmeden daha çok çalışmaya, daha çok üretmeye, daha adil bölüşmeye, ırkçılığa ve dinbazlığa sapmadan, halkımızı çağdaş uygarlığa kavuşturmaya çok gereksinmemiz var… Henüz başlardayız, yolumuz çok uzun.

Peki Atatürkçülük nedir?

Özgür aklın, deneysel ve eleştiriye açık  çağdaş bilimin verilerini kullanarak Türk Ulusu’nu  siyasal, hukuksal, ekonomik, sosyal, kültürel, sanatsal, bilimsel, teknik  olarak… her konuda ve her alanda çağdaşlaştırma tasarımına (projesine) Atatürkçülük denir.

Gerçek Atatürkçüler Türk Ulusu’nun birlik ve dirliğini korumaya, hukukun üstünlüğüne, anayasaya bağlılığa (sadakata), bağımsız – yansız yargı erkine, gerçek demokrasiye, sosyal adalet  ve laik devletin kaçınılmazlığına, evrensel insan haklarına; ırk, dil, din, servet, toplumsal konum  (sosyal statü), cinsiyet, asalet… vb. farklar gözetilmeksizin yasal yaptırımlar, haklar ve ödevler  karşısında herkesin eşit konumda olmaları gerektiğine inanan ve bunların gereklerini özenle  yapan hümanist ve devrimci bireyler demektir…

Bu duygu, düşünce ve eylemlerle Yüce Önderimiz ATA’MIZI SAYGI, MİNNET VE ŞÜKRANLA
bir kez daha ANIYORUM.

Ancak, “Hepimiz ulusça aynı yolun yolcusu, aynı düşünce ve eylemlerin uygulayıcısıyız” demeyi çok isterdim. Fakat umutsuz hiç değilim. 

Türkiye’de şu anda geçerli (cari) olan siyasal yönetim biçimi; laik Cumhuriyetin, hukukun üstünlüğünün, sosyal devletin, üretim, paylaşım ve tüketim düzenin, toplumsal birliğin,
çağdaş demokrasinin, eğitim ve öğretim birliğinin, gündelik yaşamın… ayarını (akordunu)
epeyce bozmuş görünüyor.

  • Fakat  anayasanın temel maddeleri ve hukuk açısından Cumhuriyet yerli yerinde duruyor.

Telli ve vurmalı çalgıların, örn. bağlamanın akordu da bozulabilir. Düzgün notalarla ses vermesi için arada icracısınca yeniden akort yapma gereği ortaya çıkar. Aynı biçimde, eğer egemenlik bağsız (kayıtsız) ve koşulsuz ulusa (millete) ait olduğuna göre, devletin sahibi de ulustur.

Demokrasi kuralları içinde kalarak bozulan ayarı (akordu) yeniden düzene koymak,
yine ulusun görevidir.

Son sözün her zaman ve her koşulda ulusa, halka ait olduğu gerçeğinden hareketle,

demokratik – laik cumhuriyete ve parlamenter sisteme yeniden dönmek gerekiyor.

Türk ulusu, tarihsel olarak, doğru rotayı (yönelimi) ve doğru akordu (ayarı) yeniden oluşturma ve  yaşatma deneyimine, birikimine ve gücüne sahiptir.

Enseyi karartmayalım. Ancak kendimize düşen ulusal görevlerden de asla kaçınmayalım.

Atatürkçülük, ulus olarak ve ulusal çıkarlar için asla akıl ve bilim yolundan ayrılmamaktır.
Zaten, akıl ve bilim rotasından ayrılan ulusların da geleceği yoktur.