Cumhuriyetin ikinci yüz yılına açık alınla çıkabiliyor muyuz?

Doç. Dr. İhsan TAYHANİ
Cumhuriyet Tarihçisi
28 Ekim 2023, Bağlıköy – Lefke / KKTC

Cumhuriyetin ikinci yüz yılına açık alınla çıkabiliyor muyuz?

Cumhuriyet, düşünceli, bilgili, kültürlü, sağlıklı ve yüksek karakterli koruyucular ister.” (Mustafa Kemal ATATÜRK/ 25.07.1924)

Cumhuriyetin onuncu yıl dönümü nedeniyle Giresun mebusu Hakkı Tarık Bey ve dört arkadaşı, TBMM’ye bir yasa önergesi vererek kapsamlı bir kutlama programı yapılması isteminde bulunurlar. Verilen önerge, Meclis görüşmeleri sonunda 11 Haziran 1933’te kabul edilir ve 26 Haziran 1933 tarihli Resmi Gazetede yayımlanır. Anılan yasa; “Cumhuriyetin onuncu yıl dönümünün üç gün boyunca kutlanacağı, bu sürede resmi dairelerin tatil olacağı, kutlama işlerini düzenlemek üzere merkezde Başvekâlete (Başbakanlık) bağlı bir yüksek Kurul, vilayetlerde komite ve heyetlerin oluşturulacağı ve bu örgütlenmenin haberleşmesinin ücretsiz yapılacağı” yolundaki pek çok çalışma alanını kapsar.

Öngörülen komisyon çalışmaları sırasında; “Cumhuriyetin on yıllık başarılarına sevinen ve devrimin heyacanıyla coşan gönüllere, bu sevinci hep bir ağızdan haykırma olanağı verecek” bir marşın hazırlanması düşüncesi de genel kabul görür ve dönemin birkaç şairine bir “marş güftesi” hazırlama görevi verilir. Böylece ortaklaşa güftesi, Faruk Nafiz Çamlıbel ile Behçet Kemal Çağlar’a, bestesi ise Cemal Reşit Rey’e ait olan olağanüstü güzellikteki “Onuncu Yıl Marşı” kabul görür.[1]

“Çıktık açık alınla on yılda her savaştan; On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan” gibi gerçekçi ve gurur aşılayan dizelerle başlayan onuncu yıl marşındaki; “Türküz: Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi” ve “Bir hızda kötülüğü geriliği boğarız” ya da “Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız” şeklinde, gelecek kuşaklara kararlılık aşılayan ve özgörev yükleyen dizelere özellikle dikkat edilmeli ve bir söylem çözümlemesi yapılmalıdır.

Atatürk’ün Türk ulusuna emanet ettiği en büyük eseri Cumhuriyetin, ikinci yüzyılına ulaşmış bulunuyoruz. Bir devletin, onuncu yıl benzeri katlamalı yıl dönümleri kuşkusuz önemlidir. Hele bu devlet, 620 yıllık bir monarşiden sonra büyük bir devrimle erişilmiş, laik-demokratik bir Cumhuriyetin yüzüncü yıldönümü ise çok daha önemlidir ve önemli olmalıdır. Ne ki, anayasa izin vermese de yasaları kişilere uydurarak iktidarda tutulan, Cumhuriyetle, Cumhuriyetin kazanımları ile kavgalı, tek kişiye indirgenmiş bugünkü siyasal iradenin – son yirmi yılda olduğu gibi – söz konusu öneme ilişkin herhangi bir kaygısı yoktur. Önemli günlerdeki anma ve / veya kutlamalardan kaçınmak için şimdiye değin yaratılan sıradan gerekçelere, şimdi bir yenisi eklenmiş ve 7 Ekim’de başlayan kanlı Gazze-İsrail Savaşı, Cumhuriyetin yüzüncü yıldönümü kutlamalarından kaçışın başka bir gerekçesi yapılmıştır.

Durum bu iken, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı sayfasındaki yüzüncü yıl sekmesine bakıldığında; Atatürk’ün adının geçirilmediği, Cumhuriyetin niteliklerine değinmeyen, aksine Türkiye Yüzyılı temasının (mottosunun) öne çıkarıldığı, yüz yıllık Cumhuriyetin yalnızca son yirmi yılına vurgu yapan, ayrıca cumhurbaşkanına özgü bir serginin açılacağını bildiren açıklamalara yer verildiği ve iktidarın düşünsel yapısını yansıtan kimi olası etkinliklerin düzenlenmiş olduğu görülüyor.

Eğer İletişim Başkanlığı internet sayfasında yer alan söz konusu duyurularda Cumhuriyetimizin, akla ve bilime dayalı olup dogmatik hiçbir dinsel, ırksal ya da siyasal ideolojiye dayanmadığı, Cumhuriyetin ana niteliğinin laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti olduğu, ülke sınırları içinde yaşayan herkesi kucaklayan, birleştirici, toparlayıcı, vatan sevgisini önde tutan bir ulusalcılığın (milliyetçiliğin) benimsendiği, katılımcı, gerçek bir demokrasinin savunulduğu vurgulanıp; Cumhuriyetin kuruluş felsefesine bağlılıktan ve kurucu babaya saygıdan söz edilmiyor ve arkasında durulmuyorsa, o Cumhuriyet, kuruluş felsefesinden koparılmış demektir.

Zaten Cumhuriyetimizin nereye doğru evrildiğini görmek için, yüz yüze kaldığımız kimi toplumsal, ekinsel (kültürel) ve siyasal yozlaşma  ve özden uzaklaşma örneklerine bakmak yeterlidir.

Büyük Atatürk henüz Cumhuriyeti ilan etmeden, 1922 yılında, ‘Ulusumuzun bugünkü yönetimi, gerçek niteliğiyle bir halk hükümetidir.[2] demiştir. Bugün olduğu gibi “Devlet benim” diyenler de çıkabilir, ancak bu, Cumhuriyetin gerçek sahibinin -Atatürk’ün söylemiyle- tüm halk olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu nedenledir ki; Cumhuriyetin yüzüncü yıl coşkusu, Cumhuriyet kazanımlarının ayırdında olan toplumun en azından yarısını haftalardır sarıp sarmalamış bulunuyor. Yönetim erkini elinde bulunduranlar, tarihin belleğine bir bir kaydettiği tutum ve davranışlarını sürdüredursunlar, kendi Cumhuriyetine sahip çıkan halk, bayraklarını astı, caddeler ve meydanlardaki anlamlı etkinliklere katıldı ve katılıyor, yüzüncü yıla ulaşmanın olanca coşkusu ile Cumhuriyetini kutluyor ve bundan sonra da kutlayacak.

Ne var ki, yalnız kutlamak yetmiyor! Özellikle bölgesinde ayrıcalıklı bir yeri olan Atatürk Cumhuriyeti’ni korumak da gerekir! Gerçekte şimdiye değin korumak gerekirdi! İşte bize göre, bir türlü anlaşılmayan ve görmezden gelinen yakıcı sorun budur! Söz söyleyerek, bildiri imzalayıp yayımlayarak, toplantılara ve söyleşilere katılarak veya yazıp çizerek Cumhuriyete yeterince sahip çıkılamıyor! Belki kaygılar öteleniyor, dolayısıyla vicdanlar bir parça rahatlatılıyor. Ancak bir yere varılamıyor, sonuç alınamıyor ve aşınma önlenemiyor! Cumhuriyetin tuğlaları birer birer yerlerinden sökülüyor -acıdır ki- laiklik ve ulusalcılık (milliyetçilik) gibi taşıyıcı kolonları yavaş yavaş kesiliyor!

Atatürkçü, Cumhuriyetçi pek çok saygın kişinin dillendirdiği, kuşkusuz bizim de katıldığımız; “Cumhuriyet güçlüdür, yıkılmaz” diye geliştirilen bir söylem var. Atatürk’ün de altını çizdiği doğru bir savdır. Cumhuriyetimizin temelleri sağlam atıldığı için yıkıl(a)maz! Ancak günümüzdeki bu yaklaşımın, psikolojide yeri olan “insanın kendinden kaçışı” kuramı uyarınca sergilendiğine ilişkin bir kaygımızın olduğunu da söylemeliyiz. Büyük kopuşların ve onulmaz siyasal yanlışların arasından geçerek bugünlere geldiğimiz unutulmamalıdır. Savunma tepkisinin (refleksinin) yitirildiği, Cumhuriyeti kollama odaklarının (mevzilerinin) birer birer yitirildiği, bir geri çekilme sürecine girildiği, temel kurum ve kuruluşlardaki aşınmanın giderek ivme kazandığı nasıl görmezden gelinir?

Onuncu Yıl Marşı’nda öğüt niteliğinde yer alan dizeler bağlamında; “göğsümüzü Cumhuriyetin siperi” yapamadığımızı, “kötülüğü, geriliği boğamadığımızı” ve -şimdilik kaydıyla- “karanlıkların üzerine güneş gibi doğamadığımızı” da kabul etmek durumundayız. Bu kabul, yenilginin veya umutsuzluğun körükleyicisi değil, aksine umudun ve Atatürk Cumhuriyetine yeniden kavuşmanın itici gücü olacaktır.

Cumhuriyetimizin mimarı Büyük Atatürk ile Cumhuriyetin harcını karan O’nun yol arkadaşlarına sonsuz gönül borcumuzu sunuyor, onları saygı ile anıyoruz. Varlık nedenimiz Cumhuriyetimizin, daha nice yüz yıllara akmasını diliyor ve Türk ulusunun bu en büyük bayram coşkusunu yürekten paylaşıyoruz.

[1] Geniş Bilgi için bkz. Hülya Toker, “10. Yıl Marşı”, Atatürk Ansiklopedisi, https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/ (Erişim: 26. 10. 2023)
[2] Atatürk (3.1.1922), A.S.D. II, TTK, 1959, Ankara, s. 28

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir