Suriye, “savaş”, “zulüm!..”
Bağrından kaos fışkıran, öfkesi-şiddeti giderek büyüyen bir sinsi çelişkidir bu…
Nedense bu ezeli çelişkiyi yaratan küresel unsurlar, en başta da Amerika hep geri planda!..
Trump’ın Twitter üzerinden meydan okuması, “petrol için oradayız” demesi, arada sırada Türkiye’ye gözdağı vermesi, bir yandan işgalcilere göz kırpması, öte yandan Avrupa’yı masaya sürmesi sınırımızın yanı başındaki Suriye’de, İdlib ve Halep çatışmalarıyla birlikte büyüyen ve öne çıkartılan bir çelişkiden öteye gitmiyor…
İç savaşın kışkırtılmasıyla birlikte, Türkiye’yi “insani yardım“, “barış” unsuru ve sorun çözücü gibi piyasaya süren ABD ve müttefiklerinin derinleştirdiği Suriye çelişkisi, ne yazık ki öfkenin yeni versiyonlarını gündeme getirmekten öteye gitmiyor…
İşte, 9 yıldır alışılagelmiş kışkırtıcı manşetler dünkü yandaş gazetelerin 1. sayfalarında, bir kez daha “savaş” içeren sözcüklerle dışa vurmuştu…
Suriye bize ne kazandırdı-ne kaybettirdi?
Türkiye’yi bu çıkmaza sokan Amerika ne kaybetti-neler kazanmaya devam ediyor, Avrupa bu sorunun neresinde-ne yapmaya çalışıyor sorgulaması yapılmadan atılan vahim manşetlerdi bunlar…
AKP iktidarının siyasi hırsları ve Esad düşmanlığının peşinden giden; Türkiye Cumhuriyeti’ne hiçbir şey kazandırmayacağı açık olan hesapsız medya propagandalarıydı bunlar… Erdoğan’ın “savaş diyebilirim” şeklindeki açıklaması sınırdaki ateşin yükseleceğini duyururken, yandaş gazetelere dün yansıyan “zulüm durmadan çekilmeyiz” manşeti vardı ki, aynı zamanda ülkemizi geren tehlikenin büyüyeceğini de haber veriyordu!..
İşgalde süren çelişki!..”
Evet; konu AKP ve yandaş medyasının İdlib’e müdahaleye gerekçe gösterdiği “zulüm” olunca da, akıllara yine sarsıcı sorular geliyor:
2 haftada 15 şehidin açtığı yara Türkiye’yi sarsarken ve Türkiye Cumhuriyeti’ne en büyük zulüm Suriye’deki Mehmetçik kayıplarıyken; öbür yandan bir ülkenin emperyalistlerce kuşatılması, terör örgütlerince kan deryasına dönüştürülmesi komşu bir ulusa “zulüm” olarak nitelendirilmeyecek mi?..
Ve bu zulmü dağıtmak, kendi vatanını-insanlarını korumak için işgalciler ve terör örgütlerine karşı savaşan Suriye yönetiminin ve halkının, emperyalizmin baskısı altında tutulması ileride zulüm diye adlandırılmayacak mı?..
ABD ve Avrupa, Suriye’de asker yitirmezken, ekonomik olarak çok darbe almazken, 9 yıl içinde neredeyse 100 milyar $ kaybı olan Türkiye Cumhuriyeti ekonomisinin sarsılması 81 (AS: 83 m!) milyonluk bir nüfusa zulüm değil mi?..
Resmi olmayan rakamlara göre, sayıları 6 milyona ulaşan Suriyeli sığınmacıların Türkiye’de yol açtıkları demografik kaygılar, sosyal sıkıntılar, güvenlik sorunları ve istihdam haksızlıkları, son yıllarda enflasyon-zam-yaşam pahalılığı içinde ayakta durmaya çalışan milyonlarca Türk yurttaşına yönelik zulüm içermiyor mu?..
Peki; Suriye’ye huzur getirme bahanesiyle, şimdi de İdlib’te girişilen savaş bir zulmü bitirme iddiasındayken, sınırı geçerek Türkiye içinde katliamlar yapan, bombalama faaliyetlerine girişen, aralarında IŞİD ve El Kaide infazcılarının da olduğu binlerce radikal dinci militan Türk Ulusu’nun huzuruna zulüm olmuyor mu?..
ABD ve destekçilerinin Arap Baharı tezgahında; nedense yalnızca Türkiye’nin sosyo-ekonomik, politik gidişatının, güvenliğinin sürekli zarara uğratılması Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik bir zulmü kapsamıyor mu?..
“Evet”le yanıtlanabilecek yukarıdaki sorulara onlarcası daha eklenebilir, sarsıcı sorgulamalar yapılabilir ama başka kaygılara da dikkat çekmemiz gerekiyor…
Barışın çaresi masa…
Evet; bir kez daha vurgulayalım ki; konu Suriye olunca da geçmişin, geleceğin aynası olduğu şeklindeki saptama hiç değişmeyecek…
O halde soralım da, uyanır belki birileri :
Şam’ın içinde debelendiği kaosu daha önce yaşayan Irak ve Libya’da yıllardır dinmeyen keşmekeş, Suriye’nin geleceği konusunda da hoş işaretler vermezken, diplomasi neden öncelikli değil?..
İşgalcilerin, paralı askerlerin, terör örgütlerinin ve dinci örgütlerin kışkırttığı bir kargaşaya ortak olmak yerine, Suriye sorunu neden Şam yönetimiyle “masada” çözülmüyor?..
Yazının başında dikkat çektiğimiz “çelişki”nin; yani girdap ve çıkmazın, işgalin üzerinden 9 yıl geçmesine karşın bitmediğini, tam aksine büyüdüğünü gösteren işaretler niçin görülmüyor?..
Üstelik sormazlar mı;
– Şam’da, üniversite öğrencilerinin duvarlara, “doktor Esad, sıra sende” diye yazarak yaktığı isyan ateşinin Arap Baharı tezgahtarlarınca büyük bir iç savaşa dönüşmesi sırasında, ortada İran var mıydı?..
– ABD’nin sürekli kendine ileri karakol yaratma çabaları sırasında, Orta Doğu‘nun birçok ülkesinin yanı sıra, Irak ve Libya’nın adeta emperyalizmin gözetleme kulesine dönüştürülmesi yetmezmiş gibi, Suriye’yi de petrol bekçisi yapmaya çalışan Amerika’ya karşı Rusya piyasada mıydı?..
– Peki, El Kaide Irak’ta dağıtılmışken IŞİD diye bir örgüt var mıydı, paralı askerler sınırlarımızda dolaşıyor muydu, Suriye’den kaynaklanan terör olayları Türkiye’yi bu denli tehdit edebiliyor muydu?..
Tüm bu soruların yanıtları “hayır” olduğuna göre, “zulüm bitmeden çekilmeyiz” yaklaşımıyla Suriye batağında kalmakta inat etmek Türkiye’ye ne kazandıracak acaba?..
Sorunun özetine bir kez daha dikkat çekelim :
BOP işgalciliğinde Irak ve Libya’yı iç savaşa sürükleyen emperyalist tuzak, beklediğini bulamadı ve Suriye’de sert kayaya tosladı…
ABD ve ortakları işte bu yüzden taşeron (!) kullanırken, İran ve Rusya’nın desteği ile direnen Suriye tüm dış müdahalelere karşın, Halep örneğinde olduğu gibi, teröre, bölücü örgütlere, dinci yapılanmalara teslim edilen topraklarını geri almaya başladı…
Peki ya Türkiye?.. Bu memleketi seven herkesin üzerinde düşünmesi gereken asıl saptama bellidir;
- Suriye’nin işgalinde yalnızca Türkiye kaybediyor…
Bu sadece 100 milyar dolara yol açan ekonomik kayıptan ibaret değil, vatan evlatlarının Arap Baharı yalanında şehit olması gibi kahredici sonuçları da var…
O halde yeter artık!.. Suriye politikası mantıklı ve akılcı bir plana göre yürütülsün ve Türkiye daha çok yitirmesin…
Aksine; hem sınır ötesi hem sınır içinde huzuru vuran sosyo-ekonomik, askeri ve güvenlik “zulüm”ü hiç bitmeyecek!..