Onur ÖYMEN : “İhsanoğlu’ndan beklenen taahhüt”


Cumhurbaşkanı seçimi                   :

“İhsanoğlu’ndan beklenen taahhüt”

Portresi_ATA_ile

 

Onur ÖYMEN
AYDINLIK
, 16.7.14

 

 

Cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili görüş ve önerilerim
bugünkü Aydınlık gazetesinde

  • “İhsanoğlu’ndan beklenen taahhüt”

başlığı altında yayınlandı. Yazının metni şöyle:

*****

Cumhurbaşkanı seçim sürecinde muhalefet partilerinin çatı adayı
Partilerin yetkili kurullarında tartışma yapmadan ilan etmeleri haklı eleştirilere yol açtı. 

CHP ve MHP’nin ortak adayının her iki partinin temel yaklaşımlarının ortak çizgisini temsil etmesi beklenirdi.

Seçilen adayın kimliği ve şimdiye dek dile getirdiği düşünceler bu iki partinin
ortak görüşlerinin uzağındaydı. 


Sayın İhsanoğlu‘nun dünya görüşünün, özü bakımından, Başbakanınkinden pek farklı olmadığı anlaşıldı. Kuşkusuz yolsuzluklarla mücadele gibi konularda farklı yaklaşımları vardı ama bu farklılık Cumhurbaşkanı seçiminde tek başına bir tercih nedeni olamazdı. 

Özetle devletin dinsel esasları öncelikle dikkate alarak yönetilmesini isteyenlerin
gönül huzuruyla oy verecekleri aday vardır. Bir terör örgütünün etkisi altında kalarak ulus devlet ve tek millet anlayışına sahip çıkmayanların benimseyecekleri bir aday da vardır.

Ama
– Atatürk’ün ilke ve devrimlerini özümsemiş,
çağdaşlığı, laikliği vazgeçilmez bir yaşam biçimi sayan,
– dış baskılara kararlılıkla direnmek gerektiğini savunan,
terör örgütüyle müzakere edilmesine karşı çıkan

vatandaşlarımızın gönül huzuruyla oy verebilecekleri bir aday yoktur.

Cumhuriyetin ilanından bu yana ilk kez Türk vatandaşları bir seçime
gerçek anlamda Atatürkçü bir seçenekten yoksun olarak katılacaklardır.

Bu durumda ne yapılmalıdır?

Bazıları, bütün sakıncalarına karşın, salt Erdoğan’ın seçilmesini engellemek için
herkesin Sayın İhsanoğlu’na oy vermesi için çağrıda bulunuyor.
– Bazıları en iyi seçeneğin seçimlere katılmamak olduğunu söylüyor.
Katılıp da geçerli oy vermemeyi savunanlar da var.

Bu seçeneklerin her biri vatandaşların demokratik hak ve özgürlüğüdür.
Kimse bu hakkı vatandaşların elinden alamaz ve bu seçeneklerin herhangi birini benimseyenleri suçlayamaz.

Vatandaşların önemli bir bölümü kararsızdır. Onlar üzerinde büyük baskı yapılıyor. Farklı düşünenleri adeta bir suçluluk psikolojisi içine sokmak isteyenler var.
Bence en yanlış olan da budur. Vatandaşın özgür iradesiyle yapacağı tercihe
herkes saygı duymalıdır. Bu süreçte şimdiye dek yaşanan olumsuzlukların sorumlusu halk değildir.


– İzlediği yanlış politikalarla çağdaş Cumhuriyetin hedeflerinden sapmasına
yol açan,

– Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu için Anayasa Mahkemesince
mahkum edilen,
– Ülkede birlik ve ulusal bütünlük anlayışına zarar veren,

– Türk milleti sözünü kullanmaktan bile kaçınan,
– T.C. simgesinin ve Atatürk’ün ünlü sözlerini meydanlardan kaldıran,
– Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yapılanları her vesileyle kötüleyen,
– Terör örgütüyle siyasi pazarlık yapan,
– Dış politikada ülkemizin çıkarlarına ve saygınlığına zarar veren bir iktidarın

en büyük sorumluluğunu taşıyan bir adayın seçilmesini önlemenin yolu nedir?

Bence bu yol, muhalefet partilerinin kendi güçlerinin esasını oluşturan milyonlarca vatandaşın özlemlerini ve beklentilerini bir yana bırakarak, onların oylarını çantada keklik sayarak, din sömürüsü üzerine politika yapan partilerin tabanından,
onların söylemlerini kullanarak oy toplamaya çalışmak değildir


Bence bu aşamada Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu‘na büyük görev düşmektedir.
O’nun, genel vaatlerin ötesinde çok açık taahhütlerde bulunması beklenmektedir.


Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu,

1. Atatürk ilke ve devrimleriyle devletimizin kurucu iradesinin benimsediği
dünya görüşüne tümüyle sahip çıkacağını,
2. Bütün vatandaşların dinsel görüşlerine saygı göstereceğini, ancak dinsel düşünce ve söylemlere atıfta bulunmadan devleti yöneteceğini,

3. Yüksek Yargıç, Rektör ve Vali gibi üst düzey devlet görevlerine yapılacak atamalarda, hiçbir partinin etkisi altında kalmadan yalnızca yetenek ve deneyime öncelik vereceğini, 
4. Yargı bağımsızlığını yeniden sağlamak ve yaşanan hukuksuzlukları ortadan kaldırmak amacıyla Anayasanın verdiği yetkileri kullanacağını,
5. Basının üzerindeki baskıların kaldırılıp ülkemizdeki basın özgürlüğünü dünyanın
en ileri ülkeleri düzeyine ulaştırmak için çaba göstereceğini,

6. Kadın-erkek eşitliğinin tam olarak sağlanması ve kadına yönelik şiddetin önlenmesi için bütün gücüyle çalışacağını,
7. İşçilerin haklarını, sağlık ve güvenlik koşullarını çağdaş ülkelerin düzeyine ulaştırmak için gerekli adımları atacağını, 
8. Yolsuzlukla mücadele konusunda uluslararası kuruluşların ve çağdaş ülkelerin
kabul ettikleri kuralların tümüyle benimsenmesi için çalışacağını,

9. Terör örgütüyle müzakerelerde bulunulmasına karşı çıkacağını ve bunu engellemek için çaba göstereceğini,
10. Başta Kıbrıs konusu olmak üzere, dış politika konularında dış baskılarla
Türkiye’yi tek yanlı ödünler vermeye zorlayan girişimlere karşı çıkacağını,

11. Bütün bu konularda Hükümeti uyarıp yönlendirmeye çalışacağını, Hükümetin aksi yöndeki tutum, yaklaşım ve girişimlerini engellemek için bütün yetkilerimi kullanacağını,
12. Bu hedefler doğrultusunda makul bir süre içinde sonuç alamazsa
görevinden istifa edeceğini… 


taahhüt eden bir açıklama yapması durumunda, bugün Cumhurbaşkanlığı seçiminde kararsız kalan milyonlarca seçmenin hiç değilse bir bölümünün tutumunu etkileyebileceğini düşünüyorum.

Onur ÖYMEN : “İhsanoğlu’ndan beklenen taahhüt”” hakkında 3 yorum

  1. Arda Civelek

    Sayın Büyükelçi’nin yazısını da, Aydınlık’ın son günlerde Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarına ayırdığı
    Özgürlük Meydanındaki öbür görüşleri de ilgiyle okudum. Ben de çiçeği burnunda bir seçmen olarak,
    oyumu alan parti/adaylara kerhen oy verdiğim sinir bozucu birkaç seçimden sonra,
    ehven-i şer olanı seçmekten usanmış bir yurttaş olarak,
    Büyük Kurtarıcı’ya yüklenen “Ehven-i şer, şerlerin en kötüsüdür.” sözünü anımsamaktan kendimi alamıyorum.

    Öncelikle Prof. İhsanoğlu’nun “laik” olmaktan çok “seküler” biri olduğu kanaatindeyim.
    Bu iki kavram arasındaki farkı Niyazi Berkes, hiç kuşkusuz “opus magnum”u sayılabilecek
    “Türkiye’de Çağdaşlaşma” adlı yapıtında çok güzel açıklar. Kısaca ifade etmek gerekirse seküler yaklaşım,
    din ve devletin birbirlerinin alanlarına girmemesini öngörürken; laik yaklaşım, dinin,
    devlet otoritesine tabi olması anlamına gelir. Prof. İhsanoğlu, zannediyorum Ekşi Sözlük suserleriyle buluşmasında,
    bir soru üzerine, “Dinin devlet işlerine karıştırılmayacağı gibi, devletin de dine karışmayacağının” altını çizmiş ve
    bu kanaatimi pekiştirmiştir. Bu, eksi bir puandır.

    Bunca hararetli tartışmanın içinde kuvvetle olası birçoğumuzun gözden kaçırdığı,
    ancak Prof. İhsanoğlu’nun zihin yapısına ilişkin çok önemli ipuçları veren bir yazı,
    CBT’de Sayın Osman Bahadır’ın köşesinde yayımlandı (İlgili yazıyı derhal arşivledim). Yazıda, Baron de Tott’un
    anılarından bir alıntıyla, İhsanoğlu’nun Osmanlı’ya bakışı anlatılıyor. Baron de Tott, öğrenci seçmek amacıyla
    yapılan bir mülakatta, öğrencilere, bir üçgenin iç açılarının toplamının kaç derece olduğunu sorar.
    Öğrencilerin yalnızca biri, mütereddit bir halde, “Üçgenine göre değişir.” yanıtını verince Baron de Tott
    bu mülakat işinden cayar. Prof. İhsanoğlu ise, bu anekdotu, kör gözüm parmağına bu cehalete bir bilgelik
    yüklemek yoluyla bu komik yanıtı veren öğrencinin esasen Öklidçi olmayan geometriyi temel aldığından
    bu hataya düştüğünü, kendi içinde tutarlı olduğunu iddia etmiş. Prof. İhsanoğlu’nun bilim tarihçisi kimliğine
    ve tarafsızlığına gölge düşürür derecede içselleştirdiği Osmanlı hayranlığını da yadırgadığımı ifade etmek durumundayım.

    Ortak aday hakkında söylenecek daha çok şey var. Ama, ortak adayın kimliğinden çok Prof. İhsanoğlu adını
    ortaya atan Bay Kılıçdaroğlu üzerinde durmak gerekli. Parti organlarına danışmaksızın, Cumhuriyetçileri,
    gönül rahatlığıyla oylarını verebilecekleri bir adaydan yoskun bırakıp, başına buyruk bir biçimde hareket edip,
    ağzından duymayı garipsediğimiz birtakım tuhaf demeçlerle bizi sandığa sevk etmeye çabalamak olarak
    özetlenebilecek bu performans, maalesef Kemal Bey’in ilk olayı değil. Cumhuriyet’in köküne kibrit suyu ekme çabalarının,
    Cumhuriyet’i kuran parti eliyle sürdürülüyor olmasını ibretle izliyoruz. Y-CHP’nin kullandığı bir sloganla
    “90 yıllık bir Çınar’ın” gövdesinden çatırt diye yarılması da yakındır. Cumhuriyet’e sadaketle bağlı olan
    gerçek Cumhuriyetçilerin, Cumhuriyet’in restorasyonu için kullanabilecekleri birincil araç olan CHP’nin
    kaptan köşkü adeta işgal altında.

    Bu koşullar altında sandığa gitmeyi düşünmüyorum. (19.7.14)

    Cevapla
    1. Ahmet SALTIK Yazar

      Sevgili Arda,

      Hep olduğu gibi dolu dolu içerikli nitelikli yorumlarına sitemizin değerini artırmaktasın..Üstelik daha 20’li yaşların baharında..
      Sağolasın.. Yine hep olduğu gibi biraz Türkçeleştirmek gerekti.

      “Magnum opus” ta sözcükler yer değitirdi hoşgörünle..

      SANDIĞA GİTMEME…

      Malum kişiye 2 oy vermek demektir..
      Pire için yorgan yakmak desek??

      “Lanet olsun” diye diye duygularımızı bastırmamız gerekecek..

      Bu dayatmanın hesabını daha sonra sormak üzere..

      Bir de 18.7.14 günü AYDINLIK’ta çıkan ve bizim de sitemizde yayaımladığımız Sn. Semih Koray’ın yazısını iyi okumak…

      Sevgi ve saygı ile.
      19.7.2014, Ankara

      Dr. Ahmet Saltık
      http://www.ahmetsaltik.net

      Cevapla
  2. Arda Civelek

    Saygıdeğer Hocam,

    Öncelikle gecikmeli yanıtım için affınıza sığınıyorum. Malumunuz, sitedeki yorumlara gelen cevaplar, e-ileti aracılığıyla yorum sahiplerine bildirilmediğinden, yanıtınızı görebilmek için sayfayı yeniden ziyaret etmek gerekiyor.

    Bu vesileyle, hak ettiğimi düşünmediğim, nazik iltifatlarınız için de teşekkürlerimi sunuyorum. Bahsettiğiniz programı da en kısa zamanda izleyip, naçizane düşüncelerimi sizinle bilahare paylaşacağım.

    Boykot seçeneğinin, seçim aritmetiği çerçevesinde ne anlama geldiğinin ayırdındayım. Elbette, sandığa gitmeyen her seçmen, indirekt olarak Sayın Başbakan’ın oy yüzdesinin artmasına katkı sağlayacak.

    Gelgelelim, bu tutumun “pire için yorgan yakmak” kadar da basit olmadığı samimi inancındayım. Takdir edeceğiniz üzere, görünürde iki büyük parti arasındaki uzlaşıyla aday gösterilmiş Sayın İhsanoğlu’nu cansiperane savunan bir de Fethullahçı Örgüt var ki, bu gevşek koalisyonun en tehlikeli üyesi de bu örgüt. CHP’nin başına çirkin bir operasyonla, partiyi köklerinden koparma misyonunu üstlenmesi şartıyla getirildiğini, yakın tarihin en kritik zamanlarındaki tutumlarıyla kezlerce ispatlayan Sayın Kılıçdaroğlu’nun ve Y-CHP’nin nadide isimlerinin, başta Meclis çatısı altında olmak üzere, öyle ya da böyle yok olmanın eşiğine gelmiş bu örgüte nasıl stepne olduğunu derin bir öfkeyle takip ediyorum. En büyük muhalefet partisinin liderinin, bir başka deyişle, ülkeyi yönetmeye talip olmuş bir ismin, mahalli seçimlerden hemen önce Alman Die Zeit haftalık gazetesine verdiği demece bir göz atmak, Fethullahçı Örgüt ile mücadelede, Sayın Kılıçdaroğlu ve ekibine niçin asla güvenilemeyeceğinin açık bir kanıtı değil midir? Alman muhabirin Gülen cemaati hakkındaki ısrarlı sorularına, yasak savarcasına, “Elbette biz de devlet içinde bir devlet yapılanmasına müsaade edemeyiz.” demesine karşın, öte yandan “Cemaat hakkında pek bir bilgim yok, gazetelerden takip edebildiğim kadarıyla bir fikir sahibiyim.” deyişi, asgari bir mantık sahibi herkesin zihninde, “Yahu, bu adamların emniyet ve yargıdaki uzantıları, bu ülkenin milli ordusunu hacamat etmedi mi? Bu adamlar değil miydi sabahın köründe İlhan Selçuk gibi bir çınarı gözaltına alanlar?” sorusunun belirmesine neden olmayacak mıdır?

    (Kendi tercümemle aktardığım röportajın ilgili kısmı şöyle:

    ZEIT: Ist die Gülen-Bewegung wirklich so mächtig, wie es jetzt überall heißt?

    Kılıcdaroğlu: Ich kann es Ihnen nicht sagen. Ich habe meine Informationen auch nur aus der Zeitung. Die Bewegung hat eigene Medien, sie betreibt Schulungen, sie hat eigene Arbeitgeberverbände. Natürlich wollen auch wir von der CHP keinen Staat im Staate oder eine Vereinigung, die sich nicht an die Gesetze hält.)

    Sayın İhsanoğlu ise, varlıklarını devlete yönelik bir tehdit olarak algılamıyor olacak ki, F tipi örgütün televizyon kanallarında arz-ı endam eyleyip, düne kadar pırıl pırıl subaylarımızı yaka paça göz altına alan polislerin maruz kaldığı muamelenin “reva-yı hak” olmadığını iddia edebilmektedir. Uzun zamandır beklenen Paralel Devlet operasyonunu “Yargı ve Emniyet’e kara çalınıyor.” diye yorumlayabilmektedir. Halbuki bugün tutuklanan isimlerinin hiçbirine kara çalınmasına zerrece ihtiyaç yoktur. Zaten tümü halihazırda kapkaradır.

    Yukarıda değindiğim, 17-25 Aralık operasyonlarının yanısıra, Silahlı Kuvvetler personeli başta olmak üzere, Türkiye’nin aydınlık güçlerini hedef alan isimli davaların kotarılmasında da en büyük rolü oynayan emniyetçilere yönelik operasyonun, gerek Bay Kılıçdaroğlu, gerek Prof. İhsanoğlu tarafından telin edilmesi ve F-tipi örgütün, çatının altındaki iki büyük partinin kurmaylarınca alenen korunması, birçok saygın kişi tarafından dillendirilen çekincelerin ne ölçüde isabetli olduğuna sağlam bir kanıt teşkil etmektedir.

    İhsanoğlu ismine, aday belirleme süreci devam etmekteyken şiddetle muhalefet edenlerin, bugün, stratejik zekanın gereği olarak, hedef tahtasına Sayın Başbakan’ı oturtmalarının doğru olmadığını da belirtmeliyim. Aklımızdan asla çıkarmamız gereken hakikat şudur: F-tipi örgüt, devlet kurumlarına handiyse 40 yıldır planlı bir şekilde sızmaktadır ve yarım asra dayanan hikayelerinin yalnızca bir bölümü Erdoğanlı yıllara tekabül etmektedir. Pensilvanya’da “self-imposed” bir sürgünde olan kişinin, öbür dünyada evvela Ecevit’ten şefaatçi olacağını dile getirdiğini unutmamak gerekir. F-tipi, her dönemde kendisine bir müteffik bulmuş ve kervanını yürütmüştür. Bugün, son derece gecikmeli de olsa, F-tipi örgütün Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne sokulacağının tartışılması, bu kararın arkasındaki siyasi iradeden bağımsız olarak son derece olumlu bir gelişmedir.

    Marcel Proust, anıtsal eseri “À la recherche du temps perdu”de, Dreyfus Davasından önceki yıllardaki profesörleri, “altın püsküllü başlıklarının altında, tıpkı başrahipler gibi, katı, softaca fikirlere hapsolmuş” olmakla suçlar. Bugün Türkiye, yıllar süren kollektif bir akıl tutulmasından kendisini kurtarmaya çalışmaktadır. Yüzbaşı Dreyfus’ün trajedisinin ardından geçen bir asrı aşkın süre, ülkemizin, yeni Dreyfuslerin ortaya çıkamayacağı bir hukuk devleti kurmasına yetmemiş ve yüzlerce subayımız esir edilmiştir. Sorumlular gün gibi ortadadır ve bugün çeşitli suçlamarının hedefi olmuşlardır. Ayarını bozdukları kantar tarafından tartılacakları günün erkenden gelip çatıvermesinin, isimli davalarda yaptıkları hukuksuzluklardan ötürü değil, 17-25 Aralık operasyonlarında, ellerindeki gücü iktidara yöneltmiş olmalarından ileri geldiğini bilmeyecek kadar naif değilim. Ancak bu süreçte, sanıkların, hakikaten işledikleri suçların da hesabını vermek zorunda kalacaklarından ve mağdur subaylarımızın da, açılacak davalara müdahil olacaklarından eminim. Üzgünüm, ama, bugünkü fotoğraf, Sayın İhsanoğlu’nun Çankaya’ya çıkması halinde, adaletin tecellisine engel olacağını düşündürmektedir.

    Sayın İhsanoğlu, şayet seçilirse, Silahlı Kuvvetler’in başkomutanı olacaktır. Peki, Türkiye’nin son altı yılına damgasını vuran isimli davalar sonucunda tasfiye edilmiş Atatürkçü subayların yerini dolduran Cemaatçi subaylar hakkında nasıl bir tavır alacaktır? Bu kişilerin TSK’dan tard edilmelerine engel olacak mıdır? Bana kalırsa, evet, olacaktır. Birkaç sene evvel Pensilvanya’daki büyük zata saygılarını gönderen bir kişinin, onun TSK’daki ve diğer devlet kurumlarındaki sızmalarını korumayacağının garantisini kim verebilir?

    Sayın İhsanoğlu, İsmet Paşa’yı diktatörlükle suçlamıştır. Menderes’i rahmetle anmış, 27 Mayıs Devrimi’ni lanetlemiştir. Özal’ın kabrinde gözyaşı dökmüştür. Anlaşılır bir şekilde Atatürk devrimlerinden yana görünüyor olması, gerçek resmi kaçırmamıza sebep olmamalıdır. (être ou paraître?) Yüce Atatürk bizleri, modern görünümlü gericilere karşı uyarmıştır.

    Burada bir parantez açıp, Sayın İhsanoğlu’nun, aynı gelenekten geldiğini ikrar ettiği seleflerinden biri nezdinde, demokrasi kahramanı Demokrat Parti’nin, kendi aileme yaşattığı bir adaletsizliği de, anneannemden dinlediğim kadarıyla, nakletmek isterim:

    16 Mayıs 1950’de Demokrat Parti iktidara geldiğinde, rahmetli anneannem Üsküdar Amerikan Kız Kolejinde son sınıf öğrencisidir. Babasıysa, prensiplerine uymayan uygulamalar karşısında birkaç kez memuriyette istifa edip, dostlarının ısrarlarıyla bürokrasiye geri döndüğünden, gecikmeli olarak valiliğe terfi etmiş, çiçeği burnunda bir validir. DP iktidara gelir gelmez, CHP’ye yakın olduğunu değerlendirdiği isimleri kızak görevlere çekmeye başladığından, bu kıyımdan nasibini alacağı da mukadderdir. Kendisinin aynı zamanda Tek Parti döneminde milletvekillerinden, Büyük Taarruz’da alay komutanlığı da yapmış emekli bir generalin damadı oluşu da tabiatıyla açık hedef haline gelmesini sağlamıştır. Sonuçta, kendisi önce Ankara, sonra İstanbul’da pasif görevlere atanmış, maaşında, kızlarından ikisi kolejde, biri de üniversitede okuyan tek maaşlı bir ailenin bütçesine ciddi bir darbe indirecek hatırı sayılır bir düşüş olmuş; eşinin memuriyetinden dolayı öğretmenliğe ara vermiş refikası da zorunlu olarak çalışmaya başlamış; bu talihsiz hikayenin sonunda da büyük dedem, maruz kaldığı “mobbing”e daha fazla dayanamayıp, sağlığındaki bozulmanın da etkisiyle, genç yaşta emekliye ayrılmak zorunda bırakılmıştır. Kişisel olarak, Bay İhsanoğlu’nun kutsadığı bu sözümona demokratlara bakış açım, elbette bu olaylardan da etkilenmiştir.

    Bay İhsanoğlu unutmamalıdır ki, Demokrat Parti’yi demokrasi kahramanı olarak göstermek, Menderes tarafından yerlerde sürüklenmiş, kara cüppeli diye aşağılanmış, anneannemin, anlatırken gözlerinin nemlendiği, İstanbul Hukuk Fakültesinden hocası Sıddık Sami Onar’ın maruz kaldığı bu muameleye onay vermek demektir. 27 Mayıs’a vahşet demek, ihtilal bildirisini okuyan Albay Türkeş’in, bir başka deyişle kendisini aday gösteren iki partiden birinin kurucusu Başbuğ Türkeş’in hatırasına saygısızlık etmek demektir.

    Claude Lévi Strauss, Tristes Tropiques adlı eserinin “How I became an anthropologist” adlı 6. bölümünde, doğruluğun kendini gizleme eğiliminde olduğunu ve doğru gerçekliğin asla en aşikar olan, en kolay seçilen gerçeklik olmadığını anlatır. Sayın İhsanoğlu’nun gerçekte neleri temsil ettiğini anlamak için, Lévi Strauss’un yazdıkları ışığında, kendimizi zorlamalı ve gerçeğe tam manasıyla vakıf olmak için İhsanoğlu’nun zihnine adeta “nüfuz” etmeliyiz. Kendi adıma konuşacak olursam, ben, Ekmeleddin İhsanoğlu ismini ilk olarak, meşhur bir Ankara sahafında, Saygıdeğer Hocam Prof. Dr. H. C. Mult. Celal Şengör’den duymuştum. Celal Hoca, cumhurbaşkanlığı seçimi ufukta gözükmezken yaptığı değerlendirmede, İhsanoğlu hakkında pek müspet olmayan görüşlerini benimle paylaşmıştı. Adaylığı açıklandıktan sonraysa, Sayın İhsanoğlu hakkında birçok yeni şey öğrendik ve öğrendiklerimiz, Celal Hoca’dan dinlediklerimden farklı değildi.

    Sonuç olarak Ekmel Bey’e oy veremem. Sayın Başbakan’la aralarında, yukarıda altını çizdiğim noktalar dikkate alındığında, hiçbir fark olmadığı kanaatindeyim. Benim için asıl mesele, Kılıçdaroğlu ve ekibinin CHP’den uzaklaştırılması ve Y-CHP denen sakalet örneğinin de tarih olmasıdır. Ekmel Bey’in 40%’larda seyredecek bir oyla seçimi kaybetmesi, partinin başına “hakiki” Cumhuriyetçilerin gelmesini kolaylaştıracaktır.

    Cevapla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir