AĞIT YAKMAK YA DA DERİN DERİN DÜŞÜNMEK!
Zeki Sarıhan
Hürriyet’in köşe yazarlarından Sedat Ergin, bir süredir Cumhurbaşkanlığı seçimleri (AS: bize göre “Cumhurbaşkanı” seçimi demek gerek.. hem 1 kişiyi seçiyoruz hem de seçim 1 tane..) nedeniyle, Türkiye’de bugünkü siyasal mücadeleyi İslamcılarla Türkçülerin kavgası olarak niteliyor. Ona göre İslamcıları AKP temsil ediyor, Türkçülerin iki büyük partisi ise CHP ile MHP… Geri kalanı teferruat gibi!
Bu bölümleme gerçekçi midir? Üzerinde düşünülmeye değer.
Ben de 29 Nisan günü paylaştığım “Bu 175 Yıllık Bir Hikâyedir” başlıklı yazımda, günümüzdeki çekişmenin İslamcı muhafazakârlar ile Batıcı modernistler arasında cereyan ettiğini, bunun köklerinin Tanzimat’a dek uzandığını yazmıştım. Tanzimat’tan başlayarak (AS: 3 Kasım 1839) Batı’nın etkisindeki aydınlar, bürokratlar ve iş sahibi burjuvazi, Türkiye’yi yönetiyordu. Ancak Doğu’nun etkisindeki taşra kent ve kırsalında yaşayanlar buna direniyorlardı. Sonunda kırsaldan yetişen ve zenginleşen iş adamları 2002’de (AS: gene 3 Kasım!) seçimi kazanarak iktidarı Batıcılardan devraldılar ve
bir daha da vermek istemiyorlar. Devleti ve toplumu, kendi ideolojilerine göre yapılandırmak istiyorlar.
İktidar mücadelesi, sınıf mücadelesinin bir biçimidir. Darbeler, ihtilaller gibi seçimler de bunun araçlarındandır. İdeolojiler, politikalar da sınıfların damgasını taşır.
Toplum sınıflardan oluşur. Bildiğimize ve şimdiyle dek yineleyip durduğumuza göre toplum;
– işbirlikçi burjuvalar,
– toprak ağaları,
– ulusal burjuvazi,
– küçük burjuvazi,
– işçi ve köylülerden oluşur.
Küçük burjuvazinin ve köylülüğün arasında da çeşitli katmanlar bulunur. Bunların her biri, ulusal gelirden daha çok pay almak isterler. Bunun için yürüyüşler, mitingler yapar, dernek, sendika ve vakıflar kurar, gazete, dergi çıkarır, radyo, televizyonlar açarlar. Cami, mescit, cem evi, eğitim sistemi, bu sınıflardan birinin hizmetindedir. Şarkılar, türküler, masallar, romanlar, öyküler, resimler, heykeller, daha pek çok araç doğrudan veya dolaylı olarak sınıfların hizmetine koşulmuştur. Öyle ki; bir simge emekçileri
temsil ediyorken buradan alınır zenginlerin repertuvarı içine konularak tepe tepe kullanılabilir!
Bir gerici halk avcısının kürsüye çıkıp Yunus Emre’den şiirler okuduğunu düşünün!
Bir toplumu kim yönetmelidir?
Sorusuna her sınıf kendi çıkarlarını gözetecek yanıtlar bulur.
İş adamları, bürokratlar, askerler toplumu yönetmeye en yakın olmuş adaylardır.
Fakat “Toplumu kim yönetmelidir?”sorusuna verilecek esaslı bir yanıt daha vardır:
Üretenler… Yani işçiler, köylüler, kentli küçük burjuvalar ve bunların müttefikleri!
EMEKÇİLERİN HAL-İ PÜR MELALİ
Peki, toplumda bu yanıt neden karşılığını bulamıyor? Neden emekçi sınıflar, kendi siyasal partilerini kurup seçime giremiyorlar, girenlerin oyu da devede kulak kalıyor, dolayısıyla bu büyük sınıf siyasal mücadelede neden saf dışı veya teferruat halinde kalıyor?
Bunun birkaç yanıtı var.
Birincisi onlar iktidar mücadelesine giremiyorlar. Çünkü ellerinde büyük üretim araçları yok. Fabrikalar, çiftlikler, bankalar ve bankalardaki yüklü hesaplar, şirketler, basın yayın araçları onların ellerinde değil.
İkincisi, bu sınıf, örgütsüz ve dağınık, aynı zamanda zenginlerin binlere yıldır edindikleri yönetme deneyimleri bulunmuyor.
Üçüncüsü “cahil”ler. Bilgi kaynaklarına ulaşmaları zordur. İçlerinden okumuş olanlar, zenginler tarafından devşirilir ve sınıf atlatılır. Halka kaba zulüm uygulayanların çoğu, halkın içinden çıkmadır. Pir Sultan’ı asan Hızır Paşa’yı hatırlayınız.
İkinci neden, sömürücü sınıflar için en büyük tehlike, emekçilerin iktidar mücadelesine girişmeleri olduğu için bunu şiddetle yasakladılar. Bu sınıfın bilinçli öncülerini öldürdüler, hapsettiler, işkenceden geçirdiler ve onlarda iktidar için mücadele edecek bir mecal bırakmadılar. Bu sınıf, zenginlere teslim bayrağını çekti. Şimdi büyük çoğunluğu ile seçimlerde onlardan birine oy vererek düzenden kendi lehlerine bir şey koparmaya çalışıyor. Bu, köyüne yol yapılması olabiliyor, kömür veya yiyecek torbası olabiliyor. Hastanede beklediği kuyruk kısalırsa bunu büyük bir nimet biliyor ve yöneticilere dua ediyorlar.
Böylece günümüzdeki siyasal mücadele Sedat Ergin’in yaptığı tasnifle,
İslamcılarla Türkçüler arasında, benim tasnifimle Batıcı modernistlerle
İslamcı muhafazakârlar arasında cereyan eder hale geliyor.
Emekçi sınıflarla sömürücüler arasında olmuyor.
Halk hareketlerinin yükseldiği dönemde emekçiler adına en keskin sınıf tavrını alan
bazı aydınlar, baktılar ki iktidara gelmeleri için ya İslamcı ya da Türkçü veya bunların türevlerinden birini savunuyor olmak gerekiyor; sınıflarını satarak, bir bölüm
taraftarlarını da peşlerine takarak egemen sınıflardan birinin ideolojik kalıbı içine giriyor!
Oysa İslamcılık da, Türkçülük de emekçi sınıfların ideolojisi değil.
İslamcı bir yönetim, şimdi tam olarak da görüldüğü gibi emekçilere sadaka politikasını uygular ve malı esas olarak kendisi götürür. Milliyetçiliğin de emekçiler için çalıştığı görülmüş şey değildir. Milliyetçilik, bütün iktidar olduğu dönemlerde burjuvazinin ideolojisi olmuş ve onun çıkarlarını savunmuştur. Gerek İslam, gerek Türk (AS: böyle olmak zorunda değil bize göre; emekçi hangi ulusa bağlı, ulussuz mu?..
Hele Atatürk ulusalcılığı düpedüz emekten yanadır, sömürüye karşıttır..)
kavramları, sömürüyü meşrulaştırmak için kitlelerden onay alma aracıdır.
Bu durum karşısında emekçi sınıflar için iki yol var: Ya oturup içinde bulundukları
bu acıklı duruma uzun uzun ağıtlar yakmak, ya da şapkayı önüne koyup
derin derin düşünmek… (29 Mayıs 2014)