Devlet borcunu nasıl ödüyor?
hâsılatını yatırıma hemen dönüştürmeyecekse (yeni hammadde, yeni üretim araçları veya işgücü satın almayacaksa) veya bu söz konusu satın almalardan sonra yine de elinde nakit kalıyorsa, gömüleme yapmak yerine elindekini finans sitemine aktaracaktır. Hele enflasyonlu ekonomilerde gömüleme, hızlı değer kayıplarına yol açmaktadır. Finans sistemi, hem nakit ihtiyaçları için borç sağlamaya hem de geçici bir süre için bile eldeki nakitlerin değerlenmesine yarar.
Faiz oranları, genelde enflasyon oranının üzerinde belirlenir. Böylece sadece şirket sahipleri değil, tasarruf yapabilen emekçiler de, nakitlerini bankalarda faiz kazancı karşılığında mevduat olarak değerlendirirler. Nakit para, finans sisteminde sadece mevduat olarak saklanmaz; altına, dövize, tahvil ve hisse senetlerine de yatırılabilir. Böylece tasarruflar, bu yollarla finans sisteminden borç almak isteyenlerin, özellikle yatırım yapmak isteyenlerin emrine âmâde olur. Tabii ki fiyatıyla, yani faiz ödemeleri karşılığında. Faiz ödemeleri, anaparanın yanı sıra vadeler şeklinde zamana yayılarak yapılır; ki şirketler kazançlarını bu ödemeler boyunca ipotek ettirmiş olurlar. Anapara, sermaye dönüşmüş ve maddî varlıklar olarak işletmelerde üretime konu olmaktadırlar. Oysa faiz ödemeleri, şirket kârlarından ayrılan paylarla yapılmaktadır. Kısaca, emekçinin yarattığı artı değer üzerinden yapılır.
Çoğu emekçi olan tüketiciler de, ihtiyaçlarının sürekliliğini sağlamak için tüketim kredileri alırlar; yani bugün tüketmek için yarına borçlanırlar. Burada da doğrudan alınan ücretin bir kısmının, yani emekçinin emeğinin bir kısmının faiz ödemelerine gittiğini söyleyelim. Tüketim toplumunda, satın almanın sınırı yok.
Devletler ne yapar?
Peki ya devletler ne yapar? Bütçe yaparlar. Yıllık harcamalarını, gelirlerini, borçlarını hesaplar, kalem kalem bölüştürürler. Silaha şu kadar, eğitime ondan epey az, bina cephe aydınlatmasına fazlasıyla, sosyal hizmetlere bi lokma, borç ödemelerine çuvalla vs. Neo-liberal dönem denen çağımızda devlet yönetmenin ilkelerinden biri de bütçe planlamasının şu ilkesidir: Bütçe faiz dışı fazla vermelidir. Yani, devletin gelirleri ile giderleri arasındaki denge borçların faiz ödemelerini yapmadan önce gelirler lehine fazla olmalıdır. Devlet geliri nedir? En büyük kalem vergiler (kimden nasıl ne kadar vergi toplandığını bir kenara bırakalım), devlet işletmelerinin mal ve hizmet satışları, özelleştirmeler yoluyla devlet varlıklarının satışı, cezalar (örneğin trafik cezaları), harçlar, kira gelirleri vb. Devlet ne harcar? Topluma hizmet etmek için mal ve hizmet satın alır. Eğitim, sağlık, adalet, güvenlik, ulaştırma, savunma, bilumum belediye hizmeti, yaşlı, engelli, çocuk bakımı gibi sosyal hizmetler vb. işsizlik sigortası, dul ve yetim aylığı vb. Peki devlet gelirlerinin harcamaların üstünde olması için ne yapmak gerekir? Sosyal devlet uygulamalarından vazgeçmek. Böylece arta kalan bütçe fazlasıyla borçların geri ödemeleri yapılabilsin.
Devletin borç ödemeleri gelirlerinden karşılanıyorsa, bu gelirlerin büyük kısmı da vergilerden oluşuyorsa ve vergilerin büyük kısmını emekçiler ödüyorsa ne olmuş oluyor? Devlet, emekçiyi bir de kendisi sömürmüş oluyor. Kazancından vergi olarak kestiğini, sosyal hizmetler olarak tekrar ona döndürmediği gibi, plansız ve hesapsız işlerinin borcunu da ona ödetmiş oluyor. Devletin, kapitalist bir işletme gibi kâr amacıyla faaliyet sürdürmemesi gerekiyorsa sürekli büyüyen saldırgan bir piyasacı politika da izlemeyecektir. Bu durumda işletmeler gibi borç almaya yatkın da olmaması gerekir.
Devlet nasıl borçlanır? İç piyasada tahvil ve hazine bonosu çıkartarak ve bunların karşılığında faiz ödemesini garanti ederek. Bu borç senetlerini alabilmek zenginlerin harcı olduğuna göre, zenginler devlet eliyle daha da zenginleşmiş olacaklardır. İç borçlanma, gelir dağılımının zenginler lehine yeniden düzenlenmesidir. Emekçinin artı değerine el koymakla yetinmeyen kapitalist, devlet eliyle emekçinin ücretinin bir kısmına, verdiği borcun faiz geliri olarak da el koyar.
Devlet aynı zamanda dış piyasada da borçlanır. Yabancı finans kuruluşlarına, başka devletlere ve uluslararası kurumlara borçlanır. Bu sayede de ülkenin yarattığı değerin önemli bir kısmı da merkez kapitalist ülkelere yine devlet kanalıyla transfer olur. Merkez kapitalist ülkeler, faiz ödemelerinin kesintiye uğramasını istemezler. Tıpkı yakın zamanda Yunanistan’da olduğu gibi, tehditler yoluyla ülkenin ekonomi politikasına müdahale ederek borçlarını tahsil etmenin bir yolunu bulurlar. En iyi yol da, yeniden borç vermektir.
Devlet aldığı borçları nasıl kullanır? Öncelikle önceki borçlarını öder. Kötü yönetimler yüzünden ortaya çıkan döviz kuru farkının yol açtığı hasarları onarır. Çokça mal ithal eder. Enerji, teknoloji, makine, silah vs. satın alır. Kalırsa harcamalarını karşılar. Oysa ne yaparsa borcu azalacaktır; bizzat kendisinin veya destekler yoluyla özel sektörün yatırım yapması sonucunda genişleyen üretim hacmi sayesinde, geliştirilen yeni teknolojiler sayesinde vb. Tüm bu iktisadî işleyiş esnasında, devlet katında rüşvet, savurganlık, iç etme vb. şeylerin olmadığını varsayıyoruz. Yoksa borçlar daha da büyüyecektir.
Türkiye ne durumda?
Merkez kapitalist ülkelerde insanlar, ortalama olarak gelirlerinin %18-20’sini tasarruf edebilirler. Bu tasarruflar finans sistemine yönlendirilmişse, devlet veya özel yatırımların temel kaynağı da sağlanmış olacaktır. Oysa Türkiye’de tasarruf oranı sadece % 14. Gelirlerimiz o kadar az ki, ancak harcamalarımıza yetiyor veya önceki borçlarımızı ödüyoruz; fazladan tasarruf yapmak çok zor oluyor. Bu durumda dış kaynak zorunlu hale geliyor. Dış borçlanmanın asıl nedeni, ülkedeki tasarruf yetersizliği.
Türkiye’nin 2016 yılı toplam brüt borcu 405 milyar dolar. Bu borç, millî gelirimizin neredeyse yarısı kadar. Borcun 120 milyar doları devlete, 285 milyar doları özel sektöre ait. Üstelik Türkiye, uzun yıllardır hep borçlu. Merkez kapitalist devletler, Türkiye’nin batmasına razı gelir mi? Tabii ki gelmez; hele durun, önce bizim şu borçları ödeyin. Ödeyemiyorsanız, tekrar borç verelim. Geleceğinizi bize ipotek ettirin!
Daha geçen gün çıkan haberde ise şöyle diyordu: “Yastık altında bulunan tahminî 300 milyar TL değerindeki 2.200 ton altının 2-6 Ekim arasında devlet tahvillerine yatırılabileceği açıklandı.” Devlet, yeni bir tür iç borçlanmaya gidiyor böylece. Altın sahiplerine belli bir geliri garanti ederken, kendi borçlanma ihtiyacının ne kadar ciddi olduğunu da ilan etmiş oluyor. Haziran ayı itibariyle devletin iç borç stoku 500 milyar TL’ye ulaşmıştı. Demek ki, yetmiyor ve de artacak. Hazine, önümüzdeki aylardaki iç borçlanma planını açıklamış durumda zaten. Bir de buna altın karşılığı borçlanmayı ekleyin. Devlet borçlanmak için de yüksek faiz uygulamak zorunda kalıyor. Böylece emekçinin sırtından ödenen miktar da artmış oluyor.
İç ve dış borç bitmeyecek. Bu, birçok ülke gibi Türkiye için de olağan bir kapitalist işleyiş. Borçlar, emekçinin sırtından ödenmeye devam edecek ve böylece üretim esnasında sömürülen emekçi, devlet eliyle gelirin yeniden dağıtımı sayesinde bir kez daha sömürülecek. Sömürülecek… Ta ki, bu sömürü sistemi yok olana kadar…