Etiket arşivi: Sedat Ergin

Haziran ortasında 500 vaka beklentisi tutmadı

Haziran ortasında 500 vaka beklentisi tutmadı

Sedat Ergin

Sağlık Bakanlığı bünyesinde koronavirüs COVID-19 salgınıyla mücadele amacıyla kurulan Bilim Danışma Kurulu’nun üyesi olan Prof. Azap, “Bizim Ankara’da takip ettiğimiz vakalarda ciddi bir artış söz konusu” diye konuşuyor.

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi olan, aynı zamanda ‘Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği’ başkanlığını da yürüten Prof. Azap’ın rahatsızlığının nedeni yalnızca vakalarda meydana gelen artışlar değil. Aynı zamanda yeni vakaların ortaya çıkış şeklinden de kaygılı.

Prof. Azap, bu konuda şunları söylüyor: “Artışlar belli odaklardan kaynaklanmıyor. Belli bir odakta kümelenme, yaygınlığa işaret etmediği için mücadele açısından daha tercih edilir bir durumdur. Oysa karşılaştığımız vakalar çok sayıda farklı odakta ortaya çıkıyor. Dolayısıyla vakalarda bir yaygınlıkla karşı karşıyayız. Bu, salgının yönetimi açısından daha sıkıntılı bir durum.

‘PLATO’DAN ‘KONTROL’ EVRESİNE GEÇİLİYORDU Kİ…

Prof. Azap’ın Ankara Üniversitesi Uygulamalı Bilimler Fakültesi’nden istatistikçi Prof. Fatih Tank ile ortaklaşa hazırladıkları bir akademik makale için geçen ayın ortasında yaptıkları modellemedeki grafik, COVID-19 salgınının seyrine ilişkin –son artış öncesindeki- tahmini içeriyor.

Bu arada Prof. Azap, “Yeni tanı konulan 1.500 hastanın nerelerde yoğunlaştığını bilebilirsek daha iyi modeller ve tahminler yapabiliriz” diye konuşuyor.
Sosyal medyada da paylaşılan bu modelleme Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı verilerden hareket edilerek salgının yaz aylarında kontrol edilebilir bir eşikte seyredeceği tahmini üzerine inşa edilmiş. İçinde bulunduğumuz haziran ayının ortalarında günlük vaka sayısının 500’ün de altına inebileceği ve sonrasında da iniş yönelişini koruyacağı öngörüsüne dayanıyor. Aslında bakanlığın verileri üzerinden yapılan başka modellemeler de büyük ölçüde aynı tahminde buluşuyor.

Oysa bütün bu tahminler altüst olmuştur. Önceki akşam itibarıyla açıklanan yeni vaka sayısı 1.592’dir. Günlük vakalar ilk kez 20 Mayıs’ta 1.000 eşiğinin altına inmiş, ardından bir süre iniş-çıkış hareketleriyle bu eşikte kilitlenmiş, bir ara 786’ya (2 Haziran) kadar indikten sonra yükselmeye başlamış ve geçen cuma günü yeniden 1.000 eşiğinin üstüne sıçramıştır.

Bu sıçrama, salgınların genel seyrinde karşılaşılan 1) Hızlı tırmanma, 2) Tepeyi görme, 3) İniş, 4) Düz platoda seyir, 5) Kontrol altına alma ve 6) Sönümlenme şeklindeki döngüde beklenen akışı bozmuştur. Çünkü (4) Platoda seyir aşamasından (5) Kontrole alma evresine geçileceği çok kritik bir dönemeçte salgın yeniden yükselişe geçmiştir. Hesaplar boşlukta kalmıştır.

HALK SAĞLIĞI UZMANLARI NE DİYOR?
Bu noktada tıpta salgınlarla mücadeledeki uzmanlıklarıyla ön plana çıkan ‘Halk Sağlığı’ alanındaki doktorların bir araya geldiği kuruluşların bakışı da çok farklı değil. Halk Sağlığı Uzmanları Derneği’nin salgının üçüncü ayının geride kalması dolayısıyla yaptığı değerlendirmede bakın ne deniliyor:
Olgularımızın (vakalar) mayıs ayının son haftalarında üç basamaklı sayılara düşmesini ve sonrasında bu düşüşün düzenli olarak devam etmesini bekliyorduk. Haziran ortalarında ise basamaklandırılmış bir yeni normalleşme sürecinin başlatılabileceğini düşünüyorduk. Oysa öyle olmadıhızlı ve erken normalleşme adımları atıldı.
Derneğe göre, binlerde seyreden ve aşağıya çekilemeyen olgu sayısı varken 11 Mayıs’ta AVM ve berber salonlarının açılması kararı ile normalleşme başlatılmıştır. Açıklamaya göre, ardından -henüz bunun etkisi izlenemeden- peş peşe yeni normale geçiş ve serbestleşme adımları devreye sokulmuştur. Bunu yeni vaka ve yoğun bakımlara yatışlardaki artışlar izlemiş ve sonuçta 14 Haziran Pazar akşamı 1.562 vaka ile mayıs ayının başındaki sayılara dönülmüştür.
Açıklamada “Bu bir yeni dalga değildir ama içinde bulunduğumuz dalgada kontrolü kaybetmiş görünüyoruz. Oysa binin altına inmek için çok emek verilmişti” deniliyor.
BAZI GERİ ADIMLAR GÜNDEME GELEBİLİR
İlginç bir ayrıntı, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği’nin başkanlığı yapan Prof. Pınar Okyay’ın aynı zamanda Sağlık Bakanlığı bünyesindeki COVID-19’la ilgili Bilim Danışma Kurulu’nun da üyesi olmasıdır. Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi olan Prof. Okyay, Bilim Danışma Kurulu içinde oluşturulan Halk Sağlığı Alt Kurulu’nun da üyesidir.

Prof. Okyay, geçen mayıs ayı başında AVM’lerin açılması kararı açıklandığında da bu adıma şaşırdığını” belirtmiş, “Bir-iki hafta beklense daha iyi olurdu” diye konuşmuştu.

Prof. Okyay’ın başında bulunduğu derneğin açıklamasında “Salgın yönetiminde özellikle normalleşme süreci ile birlikte birçok kararın erken ve hızlı alındığı” yolundaki tespit, kendisinin daha önceki sözleriyle aynı dalga boyunda görünüyor. “Endişeliyiz” denilen açıklamada şu beklenti de ifade ediliyor:

Salgın yönetiminde alınan idari kararlarda tam bir eşgüdüm sağlanmasını ve alınan kararların nedenleriyle ilan edilmesini bekliyoruz… Salgının geçmediğini bilmeliyiz. 1 Haziran ile başlayan açılmaların ilk dönemdeki etkileri bize normalleşme konusunda daha kontrollü olmamızı söylüyor. Verileri epidemiyolojik yöntemlerle çok yakından izlemeliyiz. Buna göre bazı geri adımların atılmasını gelecekte konuşmak gerekli olabilecektir…”

BİLİM ADAMLARININ BAKANLIKTAN BEKLENTİSİ

Bu derneğin açıklamasındaki en çarpıcı noktalardan biri, Sağlık Bakanlığı tarafından paylaşılan verilerin uzman ve akademisyenlerin salgının epidemiyolojik analizini yapabilmeleri bakımından yeterli olmadığına dikkat çekilmesidir. Bunun nedeni, vaka ve ölümlere ilişkin yaş ve cinsiyet grupları ile hangi il, ilçe ya da mahallede meydana geldikleri gibi temel epidemiyolojik verilerin yalnızca Sağlık Bakanlığı tarafından bilinmesidir.

Halk Sağlığı uzmanlarının duyurusunda Bilimsel Danışma Kurulu’nda görevli bilim insanlarının da bu verilere ulaşamadıkları belirtilerek, Sağlık Bakanlığı’nın verileri bilim insanları ile “gerektiği şekilde analiz edip, yorumlayıp katkı sunabilecekleri bir detayda paylaşması” beklentisi vurgulanıyor.

Bakalım Sağlık Bakanı Fahrettin Koca bu beklentilere nasıl bir karşılık verecek?

AĞIT YAKMAK YA DA DERİN DERİN DÜŞÜNMEK!


AĞIT YAKMAK YA DA DERİN DERİN DÜŞÜNMEK!

 Zeki_Sarihan_portresi

 

 

 

Zeki Sarıhan

Hürriyet’in köşe yazarlarından Sedat Ergin, bir süredir Cumhurbaşkanlığı seçimleri (AS: bize göre “Cumhurbaşkanı” seçimi demek gerek.. hem 1 kişiyi seçiyoruz hem de seçim 1 tane..) nedeniyle, Türkiye’de bugünkü siyasal mücadeleyi İslamcılarla Türkçülerin kavgası olarak niteliyor. Ona göre İslamcıları AKP temsil ediyor, Türkçülerin iki büyük partisi ise CHP ile MHP… Geri kalanı teferruat gibi!

Bu bölümleme gerçekçi midir? Üzerinde düşünülmeye değer.

Ben de 29 Nisan günü paylaştığım “Bu 175 Yıllık Bir Hikâyedir” başlıklı yazımda, günümüzdeki çekişmenin İslamcı muhafazakârlar ile Batıcı modernistler arasında cereyan ettiğini, bunun köklerinin Tanzimat’a dek uzandığını yazmıştım. Tanzimat’tan başlayarak (AS: 3 Kasım 1839) Batı’nın etkisindeki aydınlar, bürokratlar ve iş sahibi burjuvazi, Türkiye’yi yönetiyordu. Ancak Doğu’nun etkisindeki taşra kent ve kırsalında yaşayanlar buna direniyorlardı. Sonunda kırsaldan yetişen ve zenginleşen iş adamları 2002’de (AS: gene 3 Kasım!) seçimi kazanarak iktidarı Batıcılardan devraldılar ve
bir daha da vermek istemiyorlar. Devleti ve toplumu, kendi ideolojilerine göre yapılandırmak istiyorlar.

İktidar mücadelesi, sınıf mücadelesinin bir biçimidir. Darbeler, ihtilaller gibi seçimler de bunun araçlarındandır. İdeolojiler, politikalar da sınıfların damgasını taşır.

Toplum sınıflardan oluşur. Bildiğimize ve şimdiyle dek yineleyip durduğumuza göre toplum;

– işbirlikçi burjuvalar,
– toprak ağaları,
– ulusal burjuvazi,
– küçük burjuvazi,
– işçi ve köylülerden oluşur.

Küçük burjuvazinin ve köylülüğün arasında da çeşitli katmanlar bulunur. Bunların her biri, ulusal gelirden daha çok pay almak isterler. Bunun için yürüyüşler, mitingler yapar, dernek, sendika ve vakıflar kurar, gazete, dergi çıkarır, radyo, televizyonlar açarlar. Cami, mescit, cem evi, eğitim sistemi, bu sınıflardan birinin hizmetindedir. Şarkılar, türküler, masallar, romanlar, öyküler, resimler, heykeller, daha pek çok araç doğrudan veya dolaylı olarak sınıfların hizmetine koşulmuştur. Öyle ki; bir simge emekçileri
temsil ediyorken buradan alınır zenginlerin repertuvarı içine konularak tepe tepe kullanılabilir!

Bir gerici halk avcısının kürsüye çıkıp Yunus Emre’den şiirler okuduğunu düşünün!

Bir toplumu kim yönetmelidir?

Sorusuna her sınıf kendi çıkarlarını gözetecek yanıtlar bulur.
İş adamları, bürokratlar, askerler toplumu yönetmeye en yakın olmuş adaylardır.
Fakat “Toplumu kim yönetmelidir?”sorusuna verilecek esaslı bir yanıt daha vardır:

Üretenler… Yani işçiler, köylüler, kentli küçük burjuvalar ve bunların müttefikleri!

EMEKÇİLERİN HAL-İ PÜR MELALİ

Peki, toplumda bu yanıt neden karşılığını bulamıyor? Neden emekçi sınıflar, kendi siyasal partilerini kurup seçime giremiyorlar, girenlerin oyu da devede kulak kalıyor, dolayısıyla bu büyük sınıf siyasal mücadelede neden saf dışı veya teferruat halinde kalıyor?

Bunun birkaç yanıtı var.

Birincisi onlar iktidar mücadelesine giremiyorlar. Çünkü ellerinde büyük üretim araçları yok. Fabrikalar, çiftlikler, bankalar ve bankalardaki yüklü hesaplar, şirketler, basın yayın araçları onların ellerinde değil.

İkincisi, bu sınıf, örgütsüz ve dağınık, aynı zamanda zenginlerin binlere yıldır edindikleri yönetme deneyimleri bulunmuyor.

Üçüncüsü “cahil”ler. Bilgi kaynaklarına ulaşmaları zordur. İçlerinden okumuş olanlar, zenginler tarafından devşirilir ve sınıf atlatılır. Halka kaba zulüm uygulayanların çoğu, halkın içinden çıkmadır. Pir Sultan’ı asan Hızır Paşa’yı hatırlayınız.

İkinci neden, sömürücü sınıflar için en büyük tehlike, emekçilerin iktidar mücadelesine girişmeleri olduğu için bunu şiddetle yasakladılar. Bu sınıfın bilinçli öncülerini öldürdüler, hapsettiler, işkenceden geçirdiler ve onlarda iktidar için mücadele edecek bir mecal bırakmadılar. Bu sınıf, zenginlere teslim bayrağını çekti. Şimdi büyük çoğunluğu ile seçimlerde onlardan birine oy vererek düzenden kendi lehlerine bir şey koparmaya çalışıyor. Bu, köyüne yol yapılması olabiliyor, kömür veya yiyecek torbası olabiliyor. Hastanede beklediği kuyruk kısalırsa bunu büyük bir nimet biliyor ve yöneticilere dua ediyorlar.

Böylece günümüzdeki siyasal mücadele Sedat Ergin’in yaptığı tasnifle,
İslamcılarla Türkçüler arasında, benim tasnifimle Batıcı modernistlerle
İslamcı muhafazakârlar arasında cereyan eder hale geliyor.
Emekçi sınıflarla sömürücüler arasında olmuyor.

Halk hareketlerinin yükseldiği dönemde emekçiler adına en keskin sınıf tavrını alan
bazı aydınlar, baktılar ki iktidara gelmeleri için ya İslamcı ya da Türkçü veya bunların türevlerinden birini savunuyor olmak gerekiyor; sınıflarını satarak, bir bölüm
taraftarlarını da peşlerine takarak egemen sınıflardan birinin ideolojik kalıbı içine giriyor!

Oysa İslamcılık da, Türkçülük de emekçi sınıfların ideolojisi değil.

İslamcı bir yönetim, şimdi tam olarak da görüldüğü gibi emekçilere sadaka politikasını uygular ve malı esas olarak kendisi götürür. Milliyetçiliğin de emekçiler için çalıştığı görülmüş şey değildir. Milliyetçilik, bütün iktidar olduğu dönemlerde burjuvazinin ideolojisi olmuş ve onun çıkarlarını savunmuştur. Gerek İslam, gerek Türk (AS: böyle olmak zorunda değil bize göre; emekçi hangi ulusa bağlı, ulussuz mu?..
Hele Atatürk ulusalcılığı düpedüz emekten yanadır, sömürüye karşıttır..)

kavramları, sömürüyü meşrulaştırmak için kitlelerden onay alma aracıdır.

Bu durum karşısında emekçi sınıflar için iki yol var: Ya oturup içinde bulundukları
bu acıklı duruma uzun uzun ağıtlar yakmak, ya da şapkayı önüne koyup
derin derin düşünmek… (29 Mayıs 2014)