Etiket arşivi: Öykü : HADRA

Öykü : HADRA

ÖYKÜ

Hadra

Serpil ve Feridun gerekli işlemleri tamamlayıp bir oğlan çocuğu sahibi olarak ilçeden ayrıldılar. Bir an önce yaşadıkları kente varıp bu güzelliği yakınlarıyla paylaşmak istediler. Geride yüzünü görmedikleri bir baba, anne Hadra ve dört oğlan çocuğunu bırakarak. Bir de Hadra’nın bundan sonra kız doğuracağına dair kocasına verdiği söz. Baba İbrahim uzun ısrarlardan sonra, çocuğun sık sık hastalandığını görüp “marazlı bu oğlan” diye verilmesine razı gelmişti.

Serpil ve Feridun’un tüm dünyası küçük Halil oldu. Bu çocuğu çok iyi yetiştirecek, çok seveceklerdi. Kitaplar alındı en ince ayrıntılarına kadar okundu.

Halil’in ilk adım atışını, ilk kez anne deyişini mutlulukla günlüklerine yazdılar. Serpil, susturmayı beceremediği zaman kucağına alıp çocukla birlikte ağladığını, evde eşyaların yerinin Halil’e göre değiştiğini fark etmedi bile. Kimi zaman aralarında Halil’i konuşurlarken, “Onu biz mi seçtik yoksa Tanrı onun için bizi mi seçti?” sorusuna takılırlardı. Bir çocuğu yoksulluktan kurtardıklarını düşünür ama bunu aralarında hiç konuşmazlardı. Serpil başka çocuk doğurmak istemedi. Öğretmenliği bıraktı.

On iki, on üç yaşlarında, Halil mavi göz rengi ile aile çevresinde tek olduğunu fark edip ara ara düşünmeye başladı. Annesinden hep bir kız kardeşinin olmasını istiyordu. Serpil bunun için artık geç olduğunu söyledi ama onun da gerçek çocukları olmadığını bir türlü söyleyemedi. Hep erteledi.

“Sana bir şey söylememiz lazım,” deyip sonunu getiremediler. Gerçek, gölgede kalmaya devam etti.

Üniversiteye hazırlanıyordu. O gün kurstan epey geç geldi. Anne ve babasının salonda bu saatte televizyon seyretmelerine şaşırdı, sessizce kapıya dayanıp kulak verdi. Çatışma altında bir şehirdi televizyondaki. Harabeye dönmüş bir mahallede kadınlar, çocuklar yıkık bir evin kapısı önünde oturuyordu. Serpil’in yavaşça “Bizim okul da kapatılmış, Halil’in ailesi ne oldu acaba?” diye sorması, Feridun’un, “İnşallah bir şey olmamıştır,” yanıtı onu dondurdu. Midesi bulandı, duvara tutundu. Şaşırdı, deprem oluyor sandı. Nasıl yani? Benim ailem! Nusaybin!

“Kim benim ailem, siz değil misiniz? Ne demek bu?” Darbeyi ilk atlatan Serpil oldu;

“Tabii, aileniz yavrum, bak anlatayım.”

“Neyi anlatacaksınız, konuşmalarınızı duydum.” Feridun ağzını açamadı, beyazladı kaldı.

Gece boyu üç yürek kendi ateşlerinde eridi.

O saatten sonra ne söyleyeceklerini tartışan anne baba gün ağardığında onu yatağında bulamayınca, çöktüler. “Merak etmeyin, döneceğim,” yazılı kısa bir not bırakmıştı.

Halil terminalde bir süre bekleyip Nusaybin Tur otobüsüne bindiğinde yaralı bir bedeni canlı tutmaya çalışıyordu.

Önce Serpil’in görev yaptığı okulu buldu. Kapalı olan okulda bekçiye onu sordu. Bekçi güç hatırladı, oturduğu mahalleyi tarif etti. Halil bir otele yerleşip mahalleyi bulmaya çalıştı.

Kapı kapı, içerisinde hâlâ insan olan evleri dolaştı. Sonunda Serpil’i hatırlayan yaşlı bir komşusunu buldu. Kadın Serpil öğretmenin çocuğu olmadığını ama Ankara’ya dönerken bir evlatlık alıp onunla döndüğünü, çocuğun ailesinden bir tek Zelal Nine’nin kaldığını onun da yukarı mahallede oturduğunu kapı aralığından sır verir gibi söyledi.

Herkes evine çekilmişti; bazı pencerelerde bakışları azalmış, ağzını başörtüsüyle yarım kapatan ihtiyar kadınlar ve sokağa doymayan çocuklardan başka etrafta kimse yoktu.

Nice sonra Mor Yakup Kilisesi arkasındaki ara sokakta kazılmış hendek kalıntıları ardında tarif edilen eve varıp kapıyı yürek çarpıntısıyla vurdu. Tahta kapı gıcırdayarak açıldı.

“Zelal Nine’nin evi burası mı?”

“He buyur.”

Badanasız duvarlarda eski kilimler, yerde minderler, takada üzerlik otu ve aydınlatma tüpü onu bekler gibiydi. Çoluk çocuğuyla birlikte birkaç komşu peşinden doldu odaya. Bu, iyi giyimli, mavi gözlü, kara yağız, uzun saçlı yabancı delikanlının etrafında toplandılar. Oda ağzına kadar fısıltıyla doldu.

Zelal Nine neyi anlatacağını bilememişti. Uzun bir süre sustu. Gözlerini eğdi. Yüzündeki çizgiler iyiden iyiye sarkmış, bembeyaz saçları alnına dökülmüştü. Odadakiler birer minder bulup ucuna iliştiler. Bütün gözler Zelal Nine’deydi. Nine, Halil’i dinledikten sonra, annesini iyi tanıdığını Hadra’nın çok yaman bir kadın olduğunu, dört oğlandan sonra beşincinin devamlı hasta olup bir türlü iyileşmediği için evlatlık verdiğini anlattı. Konuştukça yüzündeki kilit çözüldü, sesinin çapağı açıldı. Hacılar, hocalar, efsuncular kar etmemiş, Hadra son doğumunda yine oğlan doğurmuş, doğum sırasında ölmüştü. Babası İbrahim epey önce ikinci evliliğini yapmış, terör olayları çıkınca da çocuklarını, karısını alıp ailesiyle göçmüştü.

Halil’in yaşına ağır gelen bir üzüntü omuzlarını çökertti. Ne çok, az konuştular. Komşular birer birer gittiler. Geç vakit eskiye dair hikâyelerin ondan nasıl uzak olduğunu görüp kalktı, ertesi gün uğramak üzere. O gün uyanık yastıklarda sabaha kadar uyumadı.

Aralarından salkım saçak otların boy verdiği taşlarla örülü bir patikadan geçip etrafı dikenli telle çevrili mezarlığa vardılar. Güneş tepeden vurmuş par par parlıyordu. On-on beş senelik bir çınar ağacının gölgesinde bir mezar. Toprak yığını ve üzerinde sadece Hadra yazılı soyadı okunamayan bir taş.

Halil, Zelal Nine’nin anlattığı ayrıntıları mezar taşında arar gibi baktı.

“Etrafta hiç ağaç yok, tek bu?”

“Annen bir ağaç gölgesinde dinlenemediğine yanardı hep, Biz diktik onu, dinlendiği yer hep gölge olsun diye.”

Bir anısı, hatırası olmayan anne ile beraberdi. Çınarın tepesine doğru baktı derin bir nefes aldı. Zelal Nine bir ayin yönetir gibi sağa sola sallanarak suskun ve gözlerini mezardan ayırmadan duruyordu.

Bir süre sonra arkalarında sahipsiz kalmış bir manzarayı bırakıp döndüler. İnsanın toprak üzerindeki yalnızlığının bir gün bitip, doğanın sonsuz yok oluşuyla buluşmasını düşündü.

Zelal Nine’nin kolunda, acısını büyülterek onu evine bırakıp oteline döndü. O gece hiç bu kadar yalnız hissetmedi kendini.

Doğduğu topraklardan ayrılması on gün sürdü. Biriktirdiği tüm parasını yanına aldığına sevindi. Annesine yeniden bir mezar yaptırıp adını soyadını tahmini olarak da doğum ve ölüm tarihlerini yazdırdı.

Hüzünle Başkent’e döndü. Evlerinin bahçesindeki erik ağacı çiçeğe dönmüştü. Kapıyı açıp girdiğinde, Feridun adımlarını sürüyerek, yorgun, yüzünde mahcup bir tebessüm geldi. Sarıldılar.

“Nerede?”

“Otur.” dedi, Feridun.

“Annem nerede?”

“Memleketine gitti, yarın gelecek, annesi vefat etti.”

“Anneannem mi? Ne zaman?”

“Dört beş gün önce.”

“Keşke burada olsaydım, çok üzüldü mü?”

Ertesi gün Feridun ve Halil bütün gün onu beklediler. Akşamüstü döndüğünde Serpil yorgun, bitkin bir haldeydi. Kapıyı Halil açtı, Serpil’in çantasını aldı, yere koyup onu kucakladı.

“Buldun mu onları?”

“Evet, anne.”

Bu sözcük durmak üzere olan bir kalbe vurulan hayat iğnesiydi. Halil derin bir nefes aldı, “ O beni doğurdu ama gerçek ailem sizlersiniz. Bu günlere siz getirdiniz, anneanneme çok üzüldüm.” Annelerinin yokluğu onları tek yürek olarak birleştirdi. Serpil, onun yanaklarını avuçlarına doldurdu, zayıflamıştı, niye daha önce söyleyemediğini anlattı, yanaklarından dökülen gözyaşlarını eliyle silerek.

“Seni çok seviyorum,” dedi. “Bir gün beraber gidip, görelim.”

“Artık çok geç. O şimdi bir çınarın gölgesinde uyuyor. ”

Halil başını annesinin omzuna koydu.

Naki Selmanpakoğlu

Hacıbektaş doğumlu. GATA’dan emekli olup halen bir özel hastanede Plastik ve Rekonstr. Cerrahi Uzmanı olarak çalışıyor. Öyküleri Lacivert, Sözcükler, edebiyathaber.net, Edebiyatist dergilerinde yayımlandı