1 Aralık 2023, Dünya HIV / AIDS Günü

Çağımızın en ölümcül hastalığı olan AIDS’i yok etmek için kalıcı bir çözüm bulunamazken uzmanlar “Erken tanı hastalığın ilerlemesini kontrol altına alırken bir yandan da bulaşma riskini azaltır.” dedi.

Sağlık 01.12.2023, Haber Merkezi, BİRGÜN
HIV belirtisiz, uzun bir dönemi sever

Bugün 1 Aralık Dünya AIDS Günü.

Hastalığın ilk kez ortaya çıktığı 1980’den günümüze 43 yıl geçti. Bu süre zarfında (içinde) tüm dünya genelinde İnsan Bağışıklık Yetmezliği Virüsü Human Immunodeficiency Virus (HIV) ile enfekte olan kişi sayısı yüz milyona yaklaştı. AIDS’e yol açan bir virüs olan HIV, bağışıklık sistemine zarar vererek hastalığa neden olur. Çağımızın en ölümcül hastalığı (AS: Bu doğru değil..) olan AIDS’in tedavisi (sağaltımı) için kalıcı bir yöntem bulunamazken ölümler ve HIV tanısı konanların sayısı her geçen yıl artıyor.

TÜRKİYE KORKUTUYOR

Günümüzde dünyanın birçok ülkesinde HIV enfeksiyonunda yeni tanı konusunda ciddi düşüşler söz konusuyken, Türkiye’de son 10 yıldaki artış ürkütüyor. Türkiye, yeni enfeksiyonlardaki artışın en hızlı olduğu ülkelerden biri olarak göze çarparken bu artış %640 olarak biliniyor. (AS: Ülkede 10 milyonu aşkın düzensiz ve alt sosyoekonomik düzeyde insan var.. yaşam koşulları, cinsel davranışları, kayıt dışı oluşları ayrı ayrı sorun..)

ERKEN TANI ÖNEMLİ

Ülkede ilk vaka (olgu) 1985’te görüldü. Günümüze dek HIV testi yapılarak doğrulaması bildirilen olgu sayısı yaklaşık olarak 40 bin kişi. Bu rakamların sadece tespit edilebilen vakalar (yalnızca saptanabilen olgular) olduğu, gerçek oranın (sayıların) çok daha yukarıda olduğu belirtiliyor.

Tedaviye (Sağaltıma) erken başlamak ve düzenli olarak ilaç kullanmak, hastalığın ilerlemesini kontrol (denetim) altına alırken bir yandan da bulaşma riskini azaltıyor.

Uzmanlar, hâlâ en çok cinsel yolla HIV’in bulaştığını söyledi. Türkiye’de her yıl 3-5 bin kişiye HIV bulaşıyor.
∗∗∗
HIV ile AIDS ARASINDAKİ FARK NEDİR?

HIV enfeksiyonu, İnsan Bağışıklık Yetmezlik Virüsü’nün vücuda girmesiyle oluşan bir durumdur. Başlangıçta solunum yolu enfeksiyonu gibi bazen (kimi kez) lenf bezlerinin şişmesi biçiminde kendini gösterir. Kimi kez de belirtiler 2-4 hafta içinde geriler ve sessiz yani belirtisiz uzun bir dönem biçiminde gider. Ancak bu süre içinde virüs yavaş da olsa vücutta çoğalmayı ve savunma hücrelerimizin sayısını azaltmayı sürdürür.

AIDS ise bağışık sistemin ciddi biçimde zayıflamasına ve belirli enfeksiyonlara veya kanserlere karşı direncin azalmasına neden olan ileri aşamadır. Tedavi edilmeyen (Sağaltılmayan) HIV enfeksiyonu 7-15 yıl içinde AIDS’e dönüşür, ancak erken teşhis ve tedavi (tanı ve sağaltım) ile HIV’in ilerlemesi önlenebilir.
∗∗∗
NASIL BULAŞIR?

HIV, beden sıvıları aracılığıyla bulaşır. En yaygın bulaşma yolları şunlardır:

Cinsel yolla: Virüsü taşıyan bir partner (kişi) ile korunmasız cinsel ilişki sırasında bulaşma tüm dünyada en yaygın bulaşma yoludur. Tek bir cinsel ilişkinin bile bulaşma ile sonuçlanabileceği akılda (usta) tutulmalıdır.

Kan yoluyla: Kan naklinde (aktarımında) olduğu gibi, paylaşılan iğneler ile de bulaşabilir.

Anneden bebeğe bulaş:  Tedavi (Sağaltım) almayan anneden bebeğe geçiş doğum sırasında %10-30 oranında söz konusudur. Ayrıca emzirme sırasında da bebeğe bulaşma olabilmektedir. (AS: Ancak yine de bebeğin emzirilmesi öne çıkmaktadır..)

HIV; tükürük, ter veya hava yoluyla yayılmaz. Günlük sosyal ilişkiler ile tokalaşma, kucaklaşma ve öpüşme ile bulaşmaz.
∗∗∗
PATLAMA YAŞANIYOR

(Türkiye’de) Her yıl ortalama 3-5 bin kişi HIV enfeksiyonu tanısı alıyor. HIV(+) olguların %82’si erkek %18’i kadın. Yaklaşık %16’sı da yabancı uyruklu kişilerden oluşuyor.

HIV tanısı olanlar genellikle 25-35 yaş diliminde bulunuyor.
∗∗∗
HER YIL 3-5 BİN KİŞİYE HIV TANISI

HIVDER tarafından İstanbul’da düzenlenen toplantıda konuşan Prof. Dr. Dilek Yıldız Sevgi, “Günümüze kadar HIV testi yapılarak doğrulaması bildirilen vaka sayısı yaklaşık olarak 40 bin kişi. Her yıl ortalama 3-5 bin kişi HIV enfeksiyonu tanısı alıyor. Ülkemizdeki HIV vakalarının %82’si erkek, % 18’i kadın” dedi.

Toplantıda konuşan HIVDER başkanı Prof. Dr. Fehmi Tabak ise şunları söyledi:

Hastalığın en önemli özelliği bulaşma olduktan sonra belirli bir dönem sessiz olarak gitmesi. Çok ileri evrelere gelmediği takdirde hiçbir belirti ve bulgu vermemekte, yavaş yavaş ilerlemektedir.”

Hastalığın bulaş yollarını anlatan Uzman Dr. Alper Gündüz,

  • “En yoğun bulaş yolu korunmasız cinsel ilişkidir.” diye konuştu.

TÜRKİYE ve DÜNYA’DAKİ DURUM NEDİR?

HIV ilişkili hastalıklardan hayatını kaybeden (yaşamını yitiren) sayısı yaklaşık 40 milyon.
(AS: 1981’den bu yana Dünya toplamı)
• İlk çıktığı andan bugüne tüm dünyada HIV ile enfekte olan kişi sayısı yaklaşık 85 milyon.
• Dünyada 2022’de 1.3 milyon insana HIV bulaştı.
• Her yıl HIV ilişkili ölüm sayısı 630 bin. (AS: Yıllık yaklaşık ölüm tüm dünyada 57 milyon.)
• Dünyada yaklaşık 39 milyon kişi HIV ile yaşıyor. (HIV+)
• HIV ile yaşayanların yaklaşık yarısı kadın, 1,5 milyonu 14 yaş ve altındaki çocuklar.
• 2020-2022 arasında HIV enfeksiyonu Latin Amerika’da %8, Doğu Avrupa ve Orta Asya’da %49 ve Türkiye’nin de içinde olduğu Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesinde %51 artış gösterdi.
• Türkiye’de (AS: son 10 yılda) 4 kat artış saptandı. 15 Kasım 2022’ye dek toplam 36.630 kişiye tanı kondu.

ÖLÜMCÜL TEHLİKESİ VAR MI?

Günümüzde HIV enfeksiyonu DSÖ’nün ölümcül listesinden çıkmış; yaşam boyu eşlik eden hastalıklar olarak tanımlanmıştır.

Tedavi edilmeyen (Sağaltılmayan) olgular 7-15 yıl gibi bir süre sonunda AIDS gelişerek ikincil enfeksiyonlar veya kanserler nedeni ile yaşamlarını yitirirken; günümüzde eldeki gelişmiş ve tek tablete sığdırılmış çoklu ilaç tedavileri sayesinde yaşamı kısaltmayan enfeksiyon durumuna gelmiştir.
==================================

Not                  :

Yazının başında “Çağımızın en ölümcül hastalığı olan AIDS” denmişti ve biz bunun doğru olmadığını ayraç içinde belirtmiştik. Yazıyı bağlayan son tümce ile baştaki çelişik. Bu haber çok özensiz yazılmıştı Hem Türkçesi çok kötü hem yanlış içerikler hem de çelişen içerikler var.. Toparlamaya çalıştık. Ama böyle olmamalı… BİRGÜN ciddi bir gazete..)

Türkçe’ye özen göstermek hepimizin boyun borcu.
Bu bizim dilimiz.
Emperyalizme karşı isek, kültür emperyalizmine ve onun bir bölümü olan dilde emperyalizme de karşı çıkmalıyız.
Güzelim Türkçeleri varken neden Arapça – Farsça – yabacı dil (Detay : Ayrıntı!!!!) kullanırız?
Bu özensizlik, bilinçsizlik niyedir ki?? Bu ısrar nedendir??

Saygı ve üzüntü ile. 02.12.23

Dr. Ahmet SALTIK
Dil Derneği Üyesi

Prof. Abidin Kumbasar : OKUDUKLARIMDAN SAPTAMALAR

Prof.Abidin Kumbasar (@Abidin1932) / XAbidin Kumbasar
oopdsnetrS6l0u0amc812lcmfflc2493iimt93mu17270l7t6sit10fal133  · 

OKUDUKLARIMDAN SAPTAMALAR

Toplum, yönetim ve yasalar çağdaş düzeyde ve uyumlu değillerse, sorunların sonu gelmez, yönetimler topluma dayatmalar uygulamak zorunda kalırlar. (AS: Bunu doğru bulmuyoruz… Yönetimlerin topluma demokrasi dışı dayatmaları faşizmdir..)

Temel insan hakları ve gereksinimleri, yalnızca topluma egemen güçlerin hak ve gereksinimleri olarak değil, tüm insanların hak ve gereksinimleri olarak ele alınmalıdır.

Doğaüstü ve değişmez olduğu ileri sürülen kurallarla gerçekleştirilmeye çalışılan bir yönetim çağdaş olamaz. Çünkü değişen toplumları değişmeyen kurallarla yönetmek olanaksızdır.

Bir insanın uğradığı haksızlık, tüm insanlık için utanç vericidir.

Güce dayanan egemenlik her boyutta zorbalıktır.

Gelenekler ve görenekler, çağdaş aklın eleştirisinden geçmeden benimsenmiş alışkanlıklardır.

İnanç toplumları, kutsal saydıkları konularda, milliyetçiler etnik konularda duyarlık gösterirken, çağdaş insan tüm insanlığı ilgilendiren konularda duyarlıdır.

Doğal eşitsizlik, genetik yetenek farklılıklarının oluşturduğu eşitsizliktir.

İnsanlar eşit doğmazlar; uygar çağdaş topluluklar onlara (AS: hukuk önünde) eşit haklar ve koşullar sağlarlar.

Tam bir uyum içinde yaşayabilmek için insanların değer yargılarının uzlaşma içinde olması gerekir. Bu da ancak yerküre boyutunda uygulanacak çağdaş bir eğitimle gerçekleştirilebilir.

Yönetimlerin uygulamaları yönetilenlerin gereksinimlerini karşılamıyor, beklentilerine uymuyorsa, tepki kaçınılmaz duruma gelir. (AS: giderek meşru dirnme hakkı..)

Kendisini ve olayları yazgıya bağlı olarak görenler başkalarını yönetemezler.

Dürüst politikacı, politik eylemlerini kendine çıkar sağlama amacıyla yönlendirmeyen politikacıdır.

Tanrısal irade ve uhrevi adalet kavramları haksızlığa uğrayanların isyan duygularını bastırmak için kullanılmaktadır.

İlk olarak Fransa Kralı IV. Filip, 1302 yılında din adamlarını da vergi kapsamına alıp, “Patria” (Vatan) sözcüğünü kullanarak ulusal devlet kavramının gelişmesine öncülük etmiştir.

Yerkürede canlıların oluştuğu dönemden bugüne dek geçen süreyi bir yıl olarak kabul edersek, bilimsel dönem bunun içinde ancak birkaç saniye kadar yer alabilir.

Latince “Natio” sözcüğü, doğurmak anlamına gelen “Natere” fiilinden türemiştir;
millet anlamına gelen “Nation” sözcüğü de aynı kökendendir.

Birey, duygusal ve geleneksel eylemlerden uzaklaşıp ussal eylemlere yöneldikçe,
çağdaş insan kimliğine yaklaşır.

Tarih boyunca, yönetimlerin örgütlenmiş yalancılar durumuna geldiği dönemler
hep anarşiyle sonuçlanmıştır.

Bir hakkın söz konusu olabilmesi için, hakların yan tutmadan (AS: tanımlandığı ve) korunduğu bir yönetimin var olması gerekir.

Doğa’nın salt insan soyunun kullanımı için yaratıldığı inancı, kutsal kitapların yaratılış öykülerine dayanan, ortak yanılgıdır. (AS: İnsanoğlu biyolojik olarak yeyüzünde zorunlu parazittir!)

Doğa’daki gerçekleri algılayabilmek için kanıtlanamayan bilgilerden soyutlanmak gerekir.

Bir düşüncenin doğruluğu, Doğa’daki gerçeklerle özdeş olup olmamasıyla belirlenir.

Bilimsel gerçekler bireysel isteklere göre değişmezler; Doğa yasalarına göre yönlenirler ve
varsayılan doğaüstü güçlerden bağımsızdırlar.

Tüm inançlar, yazgılı bir tutumla haksızlıkları kabul ettirmek amacı güderler.

Kendilerini büyük görenler eleştiriler karşısında abartılı öfke duyarlar.

Kimlik sorunlarının çözülmesi için gelenek ve görenekler toplumundan,
çağdaş yasalar toplumuna verilmek gerekir.

“Herkes var olan her şeyin bir parçasıdır.” A. Einstein

Hiçbir haksızlık küçük, hiçbir insan önemsiz değildir.Jeremy Bentham (1748-1832)

“Ulusların üzerinde insanlık yer alır”. Goethe
=======================
Dostlar,

Meslek büyüğümüz Sayın Prof. ADr. bidin Kumbasar’ın çıkarımları çok yerinde.
Çok beğendik.. İlk paragraf dışında :

* “Toplum, yönetim ve yasalar çağdaş düzeyde ve uyumlu değillerse, sorunların sonu gelmez, yönetimler topluma dayatmalar uygulamak zorunda kalırlar.” denmekte.

Yönetimlerin topluma dayatma hakkı olamaz. Bu hiçbir biçimde meşru gösterilemez.
Oturur, uzlaşma ile demokratik devleti çerçevesinde uzlaşmacı çözümler üretirler..

Sevgi ve saygı ile. 01.12.23

Dr. Ahmet SALTIK

TTB üzerine düşünceler

featuredDr. Ceyhun Balcı yazdı…

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

TTB (Türk Tabipleri Birliği) bir kez daha gündemde.

Bu kez bir mahkeme kararıyla. Türkiye’de yaşanan pek çok şeyin ömrü kelebeğinki kadar kısa olduğu için anımsatmakta yarar var.

Yaklaşık 1 yıl önce TTB Merkez Konseyi Başkanı etnikçi terörün de destekçisi konumundaki bir yayın organında Türk Ordusu’nu (bölücü terörle mücadelesinde) kimyasal silah kullanmakla suçlamıştı. Bu açıklaması nedeniyle de başlatılan kovuşturma sürecinde bir süre tutuklu kalmıştı.

Hekim kamuoyunun bile ne denli ilgili olduğu tartışmalıdır TTB’ye ve o çatı altında olan bitene. Bölücü terör karargâhına dönüştürülen koskoca meslek kuruluşu hekimleri kendisine çekmek yerine kendisinden uzaklaştırmaktadır.

Oysa, TTB özel yasayla (6023 s. yasa, 1953) kurulmuş olan bir meslek kuruluşudur (AS: Kamu kurumu niteliğindedir ve Anayasa m.135 korumasındadır). Sendika ya da demokratik kitle örgütü değildir. Sivil Toplum Örgütü ise hiç değildir.

Hekimlerin özlük hakları, hekimler arası ilişkiler ve elbette toplumun sağlık hakkı TTB’nin üç ana ilgi alanıdır.

Türkiye’de toplumcu sağlık anlayışının öncüsü, “Tıbbiyeli” Nusret Fişek TTB’nin bence son doğru, dürüst başkanıdır. O’nu izleyerek göreve gelen tüm başkanlar/yönetimler şu ya da bu biçimde bölücü siyasetin ateşli savunucuları olmuşlardır.

Sayısız örnek verebilirim TTB’ye egemen anlayışın bölücülük tutkusuna. Bire bir tanık olduğum birisiyle yetineyim. Kasım 2014’te olağanüstü TTB genel kurulu toplanmıştı. Görünürdeki gerekçe üye ödentilerinin görüşülmesi olmakla birlikte kök gerekçe Kobani Devrimi’ni selâmlamaktı. Zaten genel kurulda bu gerekçenin tartışılmasından görünürdeki gerekçeye de sıra gelmemişti.

AKP’yi bile kıskandıracak, 30 yılı aşkın süredir bu böyledir.

Hem hekimler hem de Türkiye için kabul edilemez bu duruma karşı savaşım vermiş bir kişi olarak son gelişme üzerine bir şeyler yazmak kaçınılmaz oldu.

Yazının başında değindiğim yargı süreci dün sonuçlandı. Mahkeme TTB Merkez Konseyi üyelerinin TTB yönetiminden uzaklaştırılmasının yanı sıra kurumun başına kayyum atanmasına karar verdi.

TTB’ye egemen olan anlayış hemen harekete geçti “TTB susturulamaz!” tonunda açıklamalarla cenge dünden razı olduğunu ortaya koydu.

Konuyu Türkiye’nin güncel durumundan kopartarak irdelemek doğru olmaz.

TTB Merkez Konseyi Başkanlığına tırmanmış birinin ülkenin birliğini, dirliğini ve varlığını hiçe sayan açıklaması elbette kabul edilir gibi değildir.

Sorun, bu konunun adliyede çözülmesinde düğümlenmektedir.

Oysa, ezici çoğunluğunun Türkiye’nin birliği, dirliği ve varlığıyla sorunu olmadığı tartışılmaz olan hekimlerin bu sorunu tabip odaları ve TTB seçimlerinde çözmüş olması gerekirdi.

Uzun yıllar boyunca bu seçeneğin yaşama geçmesi için çaba göstermiş ve sonuçta başarılı olamamış bir hekim olarak beni en çok üzen noktadır hekimlerin kendi göbeğini kesememiş olması.

Gelelim bu gelişmeye hekim ve hekim dışı kamuoyunun olası bakışına.

Türkiye’de bugün gelinen noktada yargının sergilediği görünümü kısaca özetlemesek olmaz.

Üç temel güçten birisi olan yargıda buyruk altına alma dönemi geride kalmıştır. Bugün Türk yargı kurumlarında bir yargıcın ya da savcının önüne gelen dava dosyasında göz ardı edemeyeceği önemli ayrıntı, verilecek karara iktidarın tepkisidir. Hangi kararı verirsem iktidarı hoşnut kılarım ya da üzmem anlayışı yargıya alabildiğine egemendir. Bu da yargıya güveni temelinden sarsan önemli etkendir. Doğru olan yargı kararları da “acaba?” sorusuyla yüzyüze gelebilmektedir.

Bu koşullar altında TTB Merkez Konseyi’nin görevden uzaklaştırılması kararının farklı kesimlerde nasıl bir tepkiye yol açacağını kestirmek güç olmasa gerek.

TTB ortamı da Türkiye’deki kutuplaşmadan payına düşeni fazlasıyla aldı.

TTB de (hiç doğru olmayan biçimde) gündelik siyasetin ve siyasal kaygıların diri tutulduğu bir ortama dönüştürüldü. TTB’nin 30 yılı aşkın süredir odaklandığı Türkiye karşıtı tutumun Beşinci Kol etkinliğine dönüşmesi karşısında rahatsızlık duyanların bile Türkiye’deki kutuplaşma ortamının dayatmaları doğrultusunda davrandıkları, TTB’ye egemen anlayışın değirmenine su taşıdıkları görüldü.

Bu anlayışı yakından tanıyan bir hekim olarak TTB Merkez Konseyi üyelerinin çoğunluğunun ve TTB’nin başına çöken etnikçi öbekçiklerin sonsuz sevinç içinde olduklarını söyleyebilirim.

Böylesi kararların yarattığı “mağduriyet” görüntüsünün hemen her zaman kazanç sağladığı gerçeğinden hareketle önümüzdeki yıl yapılacak tabip odaları ve TTB seçimleri öncesinde maça önde başlayan takım gibi duyumsadıklarını ikilemsiz söyleyebilirim. (AS: Kayyım kurulu 1 ay içinde  yeni Merkez Konseyi seçimi yaptıracak, 2014 olağan seçimlerine dek görevde kalmak üzere..)

Bu olayın çağrışımıyla 2010 yılında TTB Genel Kurulu’nun hemen öncesinde gözaltına alınan o zamanki TTB MK Başkanı Gençay Gürsoy’un salıverildikten sonra genel kurula gelişi canlandı gözlerimin önünde. Arayıp da bulamayacağı güçle girdiği seçimden bir kez daha utkuyla çıkmanın tadını çıkarmıştı TTB’ye egemen anlayış.

Bu olayın etkisi de benzer olacaktır kanısındayım.

Keşke hekimler meslek kuruluşlarından uzak durmasalardı!

Keşke hekimler kendilerini Tabip Odalarından uzak tutmaya çalışan tuzaklara inat meslek kuruluşlarına yakın dursalardı.

Keşke hekimler meslek kuruluşlarında marjinal öbekçiklerin egemenliğine demokratik yollarla son vermiş olsalardı.

Keşke…
***

  • Son mahkeme kararıyla ekmeğine yağ sürülen etnikçi, bölücü beşinci kol,
    ilerlemekte olduğu yolda güç kazanmıştır.

Tabip Odalarına ve TTB’ye ilgi duyan sınırlı nicelikte hekim, “mağduriyet” yaşayanların çevresinde kenetlenmek için yeni ve etkileyici bir dayanak bulmuştur.
======================================
Dostlar,

Haziran 2020’de TTB Merkez organları seçimine giderken, Merkez Konseyi üyeleri, arasında şimdiki başkanın adını görünce elimizden geldiğince uyarılarda bulunduk. Dr. Fincancı’nın Uğur Mumcu cinayetinde verdiği adli tıp raporlarının yarattığı ağır sonucu (cinayetin örtülmesi!), Av. Ceyhan Mumcu kaynaklarına dayanarak bir de biz açıkladık ve web sitemizde yazdık. Bu kişinin TTB yönetimine aday olamayacağını, olmaması gerektiğini anlatmaya çabaladık. Olmadı. 11 üye belirlenince bu kez, “hiç olmazsa” Başkan seçmeyin.. uyarıları yaptık. Oligarşik yapı öyle katıydı ki, söylenenler tersine etki yapıyordu.

2 yıl sonra 2022 seçimlerinde gene aday oldu Merkez Konseyine ve oylarının azalmasına karşın blok liste kazandı. 2. kez TTB Başkanı seçilmemesi için çabaladık ama, oligarşi daha da keskindi. Geçtiğimiz yıl, Mezopotamya haber ajansına bir demeç vererek, TSK’nın emperyalizmin maşası bölücü örgüte karşı yürüttüğü operasyonda, kendisine izletilen görüntülere dayanarak kimyasal silah kullanılmış olabileceğini ima etti ancak kesin kararın yansız kuruluşların incelemesiyle olabileceğini de (ihtiyat gereği??) ekledi. Ancak demeç beklenen olumsuz psikolojik etkiyi yarattı. Ardından birkaç ay tutuklu kaldı. Web sitemizde yazdığımız yazılarda, TTB’ye zarar vermemek için istifaya çağırdık, ama dinleyen kim.
***
2020 seçiminde TTB Yüksek Onur Kuruluna aday olmak istedik. Bu görevi 1992-96 arasında 2 dönem yapmıştık. Hukuk, etik, hekimlik deneyimi isteyen bir teknik uzmanlık birimi idi bu kurul. Yüksek disiplin kurulu işlevli idi. O tarihte hekimlikte 44. yılımızdaydık. Hukuk Fakültesini de bitirmiştik. Sağlık Hukuku alanında tezli master yaparak uzmanlaşmıştık. Mülkiye’den kamu yönetimi – siyaset bilimi diploması da almıştık. Bu donanımızla, söz konusu Yüksek Onur Kurulu’nda dosyaların çözümüne birikimimizle nesnel – bilimsel katkı vermek ve genç üyelerin yetişmesini desteklemek amacında idik.. Geçmişte hukukumuz olan, kimisi öğrencimiz, kimisi asistanımız olmuş meslektaşlarımız bile şaşılası bir “kenetlenme” içinde idiler. Yanıt bile vermiyorlardı! Çelik oligarşiille de bizden olacak” kararındaydı. “Nuh” deniyor ama “peygamber” denmiyordu.

Yazında (literatürde) bu olgunun adı (haydi körü körüne direnç demeyelim..), İDEOLOJİK KÖRLÜK!

Hacettepe Tıp’tan bir sınıf arkadaşımız, bize acımış (!) olmalı ya da vicdanının isyanını bastıramamış olmalı ki, telefonla aradı ve sağolsun kimi övgü sözlerinin ardından,

  • “… ama biz bir parti gibiyiz.. sen bizim partiden değilsin, bunu anlamalısın..” dedi.

TTB’nin yakın geçmişe ilişkin bizim çektiğimiz fotoğraflarından biri böyle..

Dün, Mahkeme kararının ardından bize çok sayıda soru geldi. Konunun hukuksal boyutuna ilişkin. Bunları gece yarısına doğru yanıtladık ve tweet + what’s up iletisi olarak bir miktar paylaştık. Buraya pdf olarak alıp, yinelemeyelim :

TTB’ye Kayyım atama kararı 30.11.23

Okunmasını önerir ve dileriz. Mahkeme gerekçeli kararını en geç 15 gün içinde yazacak ve tebliğ edecektir. Tebliği izleyen 1 hafta içinde “tedbir – yürütmeyi durdurma” istemiyle İstinafa (Bölge Adliye Mahkemesine) gidilebilir. Ancak İstinaf’ın bu istemi kabul edeceğini hiç sanmıyoruz. Çünkü, 5 Oda başkanından oluşan atanmış Kayyım Kurulu, 1 ay içinde Merkez Konseyi üyelerinin seçimini yapacak / yaptıracaktır. Aynı delegelerle. Şimdiki Konsey üyelerinin aday olmasında yasal engel yoktur ancak bunun dışında çok engel vardır ve inat edilmemelidir. Düşürülen Konsey, bir, haydi bunu İngilizce yazalım (!) “Proxy Council” belirleyerek 2024 Haziran’ına dek mola alabilir. 1 ay içinde seçilecekler, eksik kalan süreyi tamamlayacaklar. 2024 Haziran’ında neler olur? Öngörmek çok zor.. Dileyelim, çok değerli ve kıdemli meslektaşımız Dr. Balcı‘nın dilediği gibi Türk hekimleri bu kez kendi göbeklerini kendileri keserek, 3 onyıldır gangrenleşmiş bu sorunu çözerler!?

Öğrencisi – asistanı olmaktan onur ve gurur duyduğum kalpaksız kuvvayı milliyecilerden
Prof. Dr. Nusret Fişek‘in 3 Kasım 1990’da ölümünden sonra, TTB yönetimleri ulusalcı çizgiden giderek uzaklaştılar, uzaklaştılar…. buralara savruldular.

TTB üyesi 103 bini aşkın hekim bu hazin tabloya duyarsız kalmayacaktır, kalmamalıdır.

Sevgi, saygı, derin üzüntü ve kaygı ile. 01 Aralık 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     X : @profsaltik

İNANÇ ve AKIL

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
ADD Bilim Kurulu Başkan V.
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      X : @profsaltik

İnançlar” konusu oldukça zor (netameli) ve kapsamlı bir konu Felsefede.
Öncelikle insanların duyuşsal alanında kaldığı için, inançlar oldukça öznel (subjektif),
neredeyse kişiye özgü.

İkinci güçlük, bize göre öznel “inanç alanı” nın tartışmaya açık olmayışı ama “kabul, saygı” istemi.
İnsanlar inançları bağlamında çok katı, direngen hatta tepkisel olabiliyorlar.

Oysa bilimsel yöntemle erişilecek değer bilgisi ile kararlar üretmek ve öznel değer yargılarını
geriye çekmek çatışma çözümünde, yarışan değerler sorunsalında vargılarımızı temellendirmek için en sağlıklı yol.

İnsanlara Felsefe, Mantık öğretilmeli. Doğru düşünme ve sorgulama yöntemleri öğretilmeli.
İnsan beyni bir donanıma benzetilebilir. Gereksindiği yazılım ise “bilimsel akılcılık” tır.

Dolayısıyla “inançlar”ı ya da “inanç alanını” belli nitemlerle (sıfatlarla) nitelemeden,
dokunulmaz kılıp tabulaştırmadan önce, yukarıda yazageldiğimiz adımlarla ilerlenmesinde
yarar var.

İnsanları şu ya da bu biçimde oluşturdukları inanç temelli konfor alanından dışarıya davet etmek gerek. “İnançları” dahil sorgulamayı yaşam biçimine dönüştürmek..

Neden? Niçin? Nasıl? Başka seçenek olabilir mi?…

gibi soruların çengellerini beyin kabuğu (korteks) oluklarına çengellemek gerek.

Uygarlığın anahtarı bu sorgulama eylemi.

Eleştirel akıl” yaratıcılığın da dinamosu.
***
Peşin (a priori) “inançlarınıza saygılıyım” söylemi de sözün sahibi için bir başka konfor alanı.

İnançlarınıza saygılıyım, ama..” yaklaşımının her 2 özne için de en doğrusu olduğunu düşünürüm.

Koşullandırma (Empozisyon) yapmadan, insan aklını düşünmeye, sorgulamaya çağırmak da
aydın sorumluluğu kapsamında kanısındayım.

Aklı dürten” sorularla..
İnanç kulübesini yıkmadan ama bir “saray inşa edip” (!) oraya çağırarak..
***
Din afyondur”, söylemine (mottosuna) gelince..

Sözün özü Karl Marx‘a aittir :

  • “Kapitalizm, dini bir afyon gibi kullanıyor.”

Karşıtları ise bu çok güçlü saptamayı püskürtmek için akıl almaz biçimde çarpıtarak,

  • “Marx, dinimize afyon dedi..”

savunusuna geçtiler. Oysa Karl Marx çok yalın bir gerçekliği vurguladı.

İnsanları acımasız kapitalizmin yabanıl (vahşi) ve çok yönlü sömürüsünden kurtaracak adımlar
bu kabulden geçiyor.

Bizi mahvetmek isteyen emperyalizm ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşımı (mücadeleyi) meslek edinmiş insanlarız… değerlendirmesi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün..
***
Biz yaşamımızda “inanma” fiilini hemen hemen hiç kullanmıyoruz.
Şu, şu, şu… verilerle çıkarımım böyle.
Şu, şu, şu… gerekçelerle şöyle düşünüyorum… kiplerini / kalıplarını kullanmayı yeğliyoruz.

Bilim gerekirci (deterministik)..

İnsanları inanç kulübelerine hapseden, olgular hakkında yeter bilimsel bilgiye sahip olmamak
değil mi!

Büyük ATATÜRK‘ün uyardığı üzere, yaşamda en gerçek yol gösterici “akıl ve bilim” ya da
bireşimi (sentezi)bilimsel akılcılık“..

İnsanlığın kurtuluşunun biricik aydınlık yolu bu : “Bilimsel akılcılık

Sevgi ve saygı ile.
01 Aralık 2023, Ankara

INANC-ve-AKIL-Prof.-Dr.-Ahmet-Saltik-ADD-Bilim-Kurulu-Baskan-V.pdf  (ADD web sitesi)

Demokratik devlet, yerel yönetimleri kapsar

Siyaset, 30.11.2023, BİRGÜN
 

Yerel seçimlere dört ay kala TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEMOKRATİK BİR HUKUK DEVLETİDİR (AY md.2) kuralı bağlamında başlıca dört sorun öne çıkıyor:

“Demokratik” sıfatının kapsamı, “Devlet Başkanı”nın konumu, demokratik toplum ve demokratik muhalefetin izleyeceği yol ve yöntem.

DEMOKRASİ KAPSAMI

Demokratik Devlet, yasama ve yürütmenin yanı sıra, yerel yönetimleri de kapsar.

Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları (KKNMK) (md. 135) da aynı kapsamda yer alır.

Siyasal partiler, demokratik toplumu ve demokratik devleti eklemleme işlevi görür (md. 68-69).

Dernekler, sendikalar ve vakıflar da demokratik toplumun (md.13) aktörleri olarak  ‘demokratik  devlet’in altyapısını oluşturur.

“DEVLET BAŞKANI”

2017 kurgusuna göre Devlet başkanı, aynı zamanda Yürütmedir; buna, uygulamada parti genel başkanlığı da eklendi. Haliyle, 14 ve 28 mayıs seçimlerinde Anayasa md. 67, 68, 69 gerekleri zedelendiği için “siyasal yarışma eşit koşullarda gerçekleşmedi”.

Seçimler sonuçlanmadan Devlet Başkanı, 31 Mart 2024 yerel seçimlerine odaklandı. Yasama seçimlerindeki Anayasa’ya aykırılıklar zincirine milletvekili adayı gösterilen Bakanların görevlerinden çekilmemesi eklendi. Yerel seçimlerde ise Anayasa’ya aykırı olarak Bakanları bu kez devlet olanaklarını seferber etmek ve AKP-MHP adaylarını desteklemek amacıyla seçim alanlarına yönlendirme olasılığı güçlü. Bu da seçim yarışmalarındaki eşitsizliği daha da derinleştirecek.

DEMOKRATİK TOPLUM

Yürütme’yi tek başına elinde tutan Devlet Başkanı ve Parti Genel Başkanı, TBMM’de Cumhur İttifakı çoğunluğu ile yetinmeksizin bütün belediyeleri de almak için çalışıyor.

KKNMK yönetimleri de hep Cumhur İttifakının hedefinde oldu.  Nitekim, Covid-19’un zirve yaptığı bir sırada Baroları parçalayan yasa dayatması, büyük Baroların AKP-MHP çizgisinde olmayan avukatlarca yönetiliyor olması nedeniyle idi. Yine, Covid-19 kıyımının neden olduğu ölüm sayısını bile hesaplayamayan yönetim, TTB sırf Saray yanlısı olmadığı için Örgütü ve tabipleri dışlamaya çalıştı.

Sorun şu: 2017’de merkezi yönetim üzerindeki demokratik denge-denetim düzenekleri kaldırıldı. (Şimdi sıra, denetimi etkisiz kılınan Anayasa Mahkemesi’ne el atmaya geldi).

Yerel yönetimlere çökme seferberliği, Merkez-çevre ilişkisinde demokratik denge işlevini de sonlandırmaya yönelik.

KKNMK üzerindeki baskı, Cumhur İttifakı karşısında demokratik denge işlevi de görmesinden.

Sivil toplumumun çekirdek örgütleri vakıf ve derneklere yönelik ayrımcılığın nedeni de aynı. “Vakıf ve dernek cumhuriyeti” olarak nitelenen yandaş STÖ’lerin akçasal varlıkları bile denetlenmiyor (BirGün, 26 Kasım, s.6).

Yasama ve Yürütmeyi elinde tutan Cumhur ittifakının, yerel ve mikro-demokrasi birimlerini ele geçirmeye çalışması, aksi halde nefes aldırmaması, demokrasiyi sönümlendirme çabasıdır.

MUHALEFETİN GÖREVİ

Demokrasiyi boğma girişimi karşısında başta CHP, HEDEP, İYİ Parti, TİP, Demokrat, Deva, Gelecek ve Saadet Partileri; öncelikle “demokrasi kapsamı” üzerine kamuoyu oluşturmaya yönelik ortak söylem oluşturabilmeli.

Sonra, süreci hukuki kuşatma altına almalı ve 14-28 Mayıs aymazlığından sürekli ders çıkararak önleyici başvuruları eksik etmemeli.

Nihayet, Anayasa’ya aykırı yerel yönetimler mevzuatı karşısında “yerel demokrasi” önerilerini sunabilmeli.

2017 Anayasa değişikliği, dar anlamda “demokratik devlet” üzerine ‘ya hep ya hiç’ kurgusunu hedefliyordu. Benzer kurgu, geniş anlamında “demokrasi” için tasarlanıyor.

Yerel seçimleri genel seçimlere çevirme stratejisi ötesinde demokrasiyi boğma iştahı, siyasal ve toplumsal egemenlik üzerinden totaliter (toptancı) rejim iradesini dışa vurmakta.

Bu nedenle demokratik devlet savunucuları, “Kişi+Parti+Devlet” birleşmesi ürünü entrikalar karşısında ortak değerlere bütünlüklü bakış gereğini sürekli gözetmeli: insan hakları ve demokrasi, ancak eşit yurttaşlığı (AS: yurttaşların eşitliği) güvenceleyen dünveyi hukuk düzeninde, ülkenin tarihsel, kültürel ve doğal varlıklarının korunduğu bir ortamda saygı görür. Dahası, eğer hukuk ve Anayasa üzerinde oydaşma yoksa demokrasi umudu, yanılsamanın ötesine geçemez.

TEKKE ve ZAVİYELER NEDEN KAPATILDI?

 Mustafa SOLAK
Tarihçi

Atatürk, Kastamonu’da 30 Ağustos 1925’te türbelerden, yalancı evliyalardan söz ederek “ölülerden yardım istemek medeni bir toplum için uygun değildir[1] demişti. Türbelerin, tekkelerin, zaviyelerin kapatılmasının ve tarikatların kaldırılmasının işaretini şu sözüyle vermişti:

  • “Var olan tarikatların amacı kendilerine bağlı olan kimseleri dünyada ve manevi olan hayatta mutluluk sahibi yapmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin, bütün kapsamı ile medeniyetin ışığı karşısında filan veya falan şeyhin uyarmasıyla maddî ve manevi mutluluğu arayacak kadar ilkel insanların Türkiye medeni toplumunda varlığını asla kabul etmiyorum.”

Tarikattaki şeyh-mürit ilişkisi, eleştirel aklı dikkate almadığı için biata neden olur. Bilimin değil, şeyhin himmeti yol göstericidir. Atatürk ise buna karşı çıkarak kendi aklını kullanan özgür yurttaşı hedeflemiştir:

  • “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.
    En doğru, en hakikî tarikat, tarikatı medeniyedir.”[2]

Dahası tarikat ve cemaatları sendika, meslek kuruluşu, dernek, vakıf gibi kurumlarla aynı kategoride değerlendiremeyiz. Tarikat ve cemaatların iç işleyişlerinin belirlendiği tüzükleri olmadığından, kural da yoktur. Kural, şeyhin ağzından çıkandır. Koşulsuz biat vardır.

Tarikatlar inançla sınırlı kalmayıp, en son FETÖ’de görüldüğü gibi, devleti ele geçirip inanç gözetmeksizin milletimize karşı silah kullandılar. Çünkü tarikatlar bahçedeki çiçekler değildir. Kendini “en doğru inanç yolu” olarak kabul ettirirler.

30 Kasım 1925’te kabul edilen “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine [Kapatılmasına] ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına [Yasaklanmasına ve Kaldırılmasına] Dair Kanun”[3] ile tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı. Dahası şeyhlik, dervişlik, müritlik, falcılık, büyücülük, vb. yapılması ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesi de yasaklandı. Bu durum yasanın 1. maddesinde şöyle belirtilmiştir:

  • “Türkiye Cumhuriyeti içinde, gerek vakıf suretiyle gerek mülk olarak şeyhin yönetimi altında gerekse başka şekillerde kurulmuş bulunan tüm tekke ve zaviyeler; sahiplerinin, diğer şekillerde haklarını kullanarak sahiplenmeleri devam etmek üzere tamamı kapatılmıştır. Bunlardan, yasal düzenlemelere uygun olarak, cami veya mescit şeklinde kullanılanların faaliyeti sürer. Genel olarak tarikatlarla, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, naiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gaipten haber verme ve isteğine kavuşturmak amacı ile nüshacılık (muskacılık) gibi unvan ve sıfatlara ait hizmet görmek ve/veya kıyafeti giymek yasaktır. Türkiye Cumhuriyeti içinde, sultanlara ait ya da bir tarikata yahut çıkar sağlamaya yönelik olanlarla tüm sair türbeler kapatılmış, türbedarlıklar kaldırılmıştır. Kapatılmış olan tekke ve zaviyeleri ya da türbeleri açanlar veyahut bunları yeniden kuranlar veya tarikat ayini yapmak için geçici bile olsa, yer verenler ve yukarıdaki unvanları taşıyanlar ya da bunlarla ilgili hizmetleri yapanlar veyahut kıyafetleri giyenler, üç aydan eksik olmamak üzere hapis ve elli liradan aşağı olmamak üzere para cezası ile cezalandırılırlar.”

10.6.1949 tarihindeki 5438/1 sayılı yasanın ek maddesi ile “Şeyhlik, babalık ve halifelik gibi, baş durumda bulunanlar altı aydan az olmamak üzere hapis ve 500 liradan aşağı olmamak üzere sürgün cezası ile cezalandırılırlar” hükmü getirilmiştir. 13/7/1965 tarih ve 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun geçici 2. maddesiyle sürgün cezası kaldırılmıştır. 1990 yılında da maddeye “Türbelerden Türk büyüklerine ait olanlarla büyük sanat değeri bulunanlar Kültür Bakanlığınca umuma açılabilir. Bunlara bakım için gerekli memur ve hizmetliler tayin edilir” hükmü eklenmiştir.[4]

Bugün ise “tekke ve zaviyelerin kapatılması ise toplanma özgürlüğü ve dernek kurmaya ilişkin evrensel ilkelere aykırıdır” diyerek açılma istemi var. Oysa ki

  • Tarikat ortamında özgürlük, çok kültürcülük, çoğulculuk değil aksine tek-tipçilik,
    biat vardır.
  • Tarikat özgürlüğü boğar.

Kuran kurslarında, tarikatlarda çocukların cinsel istismara uğraması, tekke ve zaviyelerin neden kapatıldığını bir kez daha bilincimize çıkarmamız gerektirdiğini gösterdi. (30.11.23)

Kaynaklar

[1] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.I, 3. baskı, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü yay., Ankara, 1997, s.225
[2] Aynı yer.
[3] Mustafa Solak, Şükrü Kaya (Atatürk’ün Bakanı), 3. bs., Kaynak yay., İstanbul, 2016, s.320.
[4]http://www.mevzuat.gov.tr/Metin1.Aspx?MevzuatKod=1.3.677&MevzuatIliski=0&sourceXmlSearch=Tekke%20ve%20Zaviyeler&Tur=1&Tertip=3&No=677, erişim tarihi 27.11.2018.

İstanbul Sözleşmesi Yaşatır

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

Karşı devrimciler özellikle seçim dönemlerinde kadın hakları konusunda ileri bir adım olan İstanbul Sözleşmesi’ni sıkça gündeme getirerek iptalini istemektedir.

İstanbul sözleşmesi nedir?

Sözleşmenin tam adı  “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” dir.

81 maddelik Sözleşme, kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesine ilişkin taraf devletlerin almayı üstlendikleri çok detaylı (ayrıntılı) önlemleri içermektedir.

Öyküsü

İstanbul sözleşmesi Türkiye’nin girişimi ile kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi (AK) Bakanlar Komitesi tarafından hazırlanmış, 11 Mayıs 2011’de 45 AK üyesi devlet ve Avrupa Birliği (AB) tarafından imzalanmış, 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girmiştir.

TBMM, Sözleşmenin onaylanmasını 24 Kasım 2014’te oybirliği ile (AKP oyları dahil) kabul edilen bir yasa ile uygun bulmuştur. Oturumda AKP milletvekilleri Sözleşmeyi övücü konuşmalar yapmışlardır.

Sözleşme (AS: TBMM’ce Sözleşmenin hükümetçe onaylanmasını uygun bulan yasa) aynı gün (24 Kasım 2014) Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan tarafından onaylanarak (AS: Resmi Gazetede yayınlanarak) Türkiye Cumhuriyeti’ni bağlar duruma gelmiş ve iç hukuk mevzuatı olmuştur.  Anayasanın 90/5 maddesine göre de, kendi yasalarımızla çelişki olduğunda öncelikle temel alınacaktır. Öbür yasalardan üstündür. (AS: Temel insan hak ve özgürlükleri hk. olduğu için)

Sözleşmenin onaylanmasından (yasalaşmasından) yedi yıl sonra 19 Mart 2021’de Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan yayınladığı bir “Cumhurbaşkanlığı Kararı” ile ülkemizin bu Sözleşmeden çekildiğini (Sözleşmenin Türkiye tarafından feshedildiğini) açıklamıştır.

Cumhurbaşkanı’nın TBMM tarafından bir “yasa ile” onaylanması uygun görülen uluslararası sözleşmeden çekilmesine ilişkin “Cumhurbaşkanlığı Kararı“na yapılan itiraz ve yürütmenin durdurulması istemi, 29 Haziran 2021’de Danıştay 10. Dairesince 2/3 oyla reddedilmiştir.

10.Daire kararı, itiraz üzerine, 2 Ocak 2023’te Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca onaylanmıştır. Hukuksal süreç devam etmektedir. (AS: Davacılar AYM’ye bireysel başvuru yaptı.)

Değerlendirme

Devam eden hukuksal süreçle ilgili ayrıntılı değerlendirme bu yazının kapsamı dışındadır. Ancak bize göre Ulusun toplam % 96’sının oyuna sahip TBMM’nin “yasa ile” hükümetçe onaylanmasını uygun gördüğü Sözleşmeden, Ulusun % 52 oyuna sahip Cumhurbaşkanınca çıkılması hukuka uygun değildir. Anayasanın 104. maddesinde sayılan Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri de buna izin vermez. (AS: Usulde paralellik ilkesi…)

Cumhurbaşkanının başkanı olduğu AKP Meclis grubu tarafından oybirliği ile hiçbir çekince (rezerv) konmadan uygun bulunan ve Cumhurbaşkanınca aynen yayınlanan Sözleşmeden, yedi yıl sonra aynı cumhurbaşkanı tarafından çekilmenin gerekçesi açıklanmamıştır. Çekilme kararının kadını “ikinci sınıf insan” olarak gören gerici karşı devrimci çevrelerin baskısı ile alındığı değerlendirilmektedir. Bu çekilme kararı, AKP iktidarı tarafından gerici çevrelere siyasal amaçla verilmiş çok büyük bir  ödündür.

Gericiler, Sözleşmenin aile yapımıza aykırı hükümler içerdiğini ileri sürmektedir. Oysa Sözleşmenin orijinal (özgün) metni incelendiğinde bu savın geçersiz olduğu görülmektedir. Hükümetçe imza/onay ve TBMM’ce yasa ile uygun bulma aşamalarında hiçbir çekince koymaksızın kabul ettiğimiz bu Sözleşmenin yedi yıl sonra aile değerlerimize aykırı duruma gelmesi savı inandırıcı değildir.

İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma kararının kamuoyunda serbestçe tartışılmadan, riskleri hesaplanmadan TBMM’nin onayı alınmadan tek karar verici tarafından alınması, Anayasanın 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri olarak sayılan “hukuk devleti, demokratik devlet, insan haklarına saygılı devlet” ilkelerine de aykırıdır.

 Riskler

Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere iktidar partisi yetkilileri Türkiye’nin geleceğini Batı’da gördüklerini sıkça dile getirmektedir.

Söz konusu Sözleşme, kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi’nin 46/45 üyesi ve AB tarafından imzalanmış, 34 ülke tarafından onaylanmıştır. Türkiye’nin Sözleşmeden tek yanlı çekilmesi Avrupa değerlerine aykırı görülerek yatırımlara neden olabilir. Avrupa kurumlarına ve kurallarına aykırı öbür davranışlarımız da dikkate alındığında, yaptırımlar dış kaynaklara çok bağlı ekonomimizi olumsuz etkileyebilir, Avrupa kurumlarından dışlanmamıza dek gidebilir.

İstanbul Sözleşmesinden çekilmenin Avrupa’nın tepkisinden daha önemli yanı, kendi içimizde toplumsal bir yara olan utanç verici kadın cinayetlerinin önlenmesi yolunda çağdaş dünya ile uyumlu, etkili adımların atıl(a)mayacak olmasıdır. Kadınlarımız Avrupa’ya hoş görünmek için değil, insan oldukları için korunmayı hak etmektedir. Avrupa ülkelerinden çok önce kadınlara siyasal haklar vermiş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu konuda da Avrupa’nın önünde olması gerekir.

Sözleşmeye karşı çıkanlar, Sözleşmenin kadın cinayetlerini durdurmadığını da ileri sürmektedir. Bir Sözleşme imzalanmakla ve onaylanmakla hemen etkisini göstermez. Sözleşmede öngörülen önlemlerin alınması ile zamanla etkisini göstereceği açıktır.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre 2022’de ülkemizde 334 kadın cinayeti, 245 kuşkulu kadın ölümü olmuştur. Öbür yıllardaki sayılar da bu düzeydedir. Ortalama olarak her gün bir kadın cinayeti işlenmektedir. Bu durum yüz yıl önce kadını tutsaklıktan kurtararak, eşit yurttaş yapan laik-demokratik Cumhuriyetimize hiç yakışmamaktadır.

Sözleşmeden çekilme kararı olsa olsa içeride gerici, karşı devrimci tarikatlar ve cemaatları mutlu eder. Kısa vadeli (erimli) iç politikaya yöneliktir. Ancak  yukarıdaki riskler dikkate alındığında  uzun vadede (erimde) ulusal çıkarlarımıza zarar verir. Bu yönü ile stratejik bir hatadır.

Konu, gerici / karşı devrimci çevrelerle devrimci / Atatürkçüler arasında bir savaşım (mücadele) alanı durumuna gelmiştir.

Ne Yapmalı?

Yukarıda belirtilen riskler de dikkate alınarak;

  1. Hukuksal süreç yakından izlenmeli, gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) dek götürülmelidir. (AS: AYM bireysel başvuruyu red eder ya da “uzun süre” oyalarsa) 
  2. Atatürkçü devrimci çevrelerce konu gündemde tutulmalı, toplumsal farkındalık yaratılmalıdır.
  3. Sorun yalnızca “kadın sorunu” olarak değil, bir insan hakları ve demokrasi sorunu olarak görülmeli erkeklerin de aktif (etkin) olarak katılacağı etkili demokratik tepkiler gösterilmelidir.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 29 Kasım 2023

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

TÜRK

Piyade Okulu’nda bir teğmen Atatürk fotoğrafını yakasına takmamış.

O adam Orduda kalırsa TSK olur SK …

GAZETECİ

Gazeteciler, Cezayir dönüş uçağında Bahçeli’nin 50+1 konusundaki açıklamasını RTE’ye sormamış.

Uçakta gazeteci var mıymış?..

HAİN

İzBŞB Başkanı Soyer, Vahdettin’e “hain” dediği için hakkında soruşturma açılmış.

Doğru söylemek suç mu?..

NASS

MB faizi yine artırdı.

Siz kim oluyorsunuz! Nass var Nass. RTE görevde…

ECEL

İsmailağa cemaatinden Saadettin Ustaosmanoğlu, “Hamas‘ın yaptığını biz Türkiye’de yapmalıyız. Vakti geldi, devrim olmaması için bir sebep yok” demiş.

Eceli gelen köpek cami duvarına işermiş…

FAŞİST

AKP’li Sultanbeyli Belediyesi, Atatürk’e “firavun” diyen Nuri Pakdil’in adını kütüphaneye verdi.

AKP’li vekil Yaşar Kırkpınar, Atatürk ve İnönü’ye “faşist” imasında bulundu.

Yukarı baksalar firavunu da, faşisti de görürler…

VİCDANSIZ

RTE, kirasını üçe katlayan ev sahibine, ”Bu ne vicdandır, insaf ya!” diye tepki gösterdi.

Piyasada her şey 4-5’e katlandı,

Vakıf mülklerinin kiraları 9’a katlandı,

80 yaş üzerindeki generaller adli tıp raporuna rağmen serbest bırakılmadı,

Bunlara hangi vicdansız/lar sebep oluyor?..

CUMHUR

Muhalefetin öğretmen, çiftçi, öğrenci, emekli için (AS: ücretleri) iyileştirme isteği AKP-MHP Vekillerince reddedildi.

Cumhurun (halkın) ittifakı derler, halkı ezer geçerler…

YİYİCİLER

AKP’li Şanlıurfa Belediyesi’nin meclis üyesi, Belediye Başkanı Beyazgül’ü kamu arsalarını parsel parsel satmak ve kaynakları peş keş çekmekle suçladı.

AKP belediyesidir, ne kadar yerse iyidir…

SÖZLEŞME

(Değerli kardeşim Cihangir Dumanlı’dan)

RTE:  “İstanbul Sözleşmesi kadın cinayetlerini önlemedi” demiş.

Tabii önleyemez. Uygulamadınız ki!

İNANÇLI OLMAK İYİ Mİ, KÖTÜ MÜ?

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. Eski İİBF Dekanı

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

İnançlı, dindar, olmak kötü değildir.

Ancak inancı ya da dini kötüye kullanmak kötüdür.

Dinden çıkar, makam, şöhret, gelecek (istikbal), saltanat ya da iktidar… devşirenlerin eylemleri dindarlık değildir.

Dini kötüye kullanmaktır.

Dini kötüye kullananlara da DİNDAR değil, DİNBAZ denir.

Kör cehalat yolunu tıkadığı için, dinbazlar akılcı, bilimsel ve laik eğitime her koşulda karşı olurlar.

Din afyondur” diyenlerin söylemek istedikleri de dinbazların, halkın cehaletinden yararlanarak dinleri her yönden halkı sömürme aracı olarak görüp kullanmaları ile ilgilidir.
===============================
Dostlar,

Sn. Prof. Hali Çivi bu kez oldukça kısa yazmış.
Oysa “inançlar” konusu oldukça zor (netameli) ve kapsamlı bir konu Felsefede.
Öncelikle insanların duyuşsal alanında kaldığı için, inançlar oldukça öznel (subjektif), neredeyse kişiye özgü.
İkinci güçlük, bize göre öznel “inanç alanı” nın tartışmaya açık olmayışı ama “kabul, saygı” istemi.
İnsanlar inançları bağlamında çok katı, direngen hatta tepkisel olabiliyorlar.

Oysa bilimsel yöntemle erişilecek değer bilgisi ile kararlar üretmek ve öznel değer yargılarını geriye çekmek çatışma çözümünde, yarışan değerler sorunsalında vargılarımızı temellendirmek için en sağlıklı yol.

İnsanlara Felsefe, Mantık öğretilmeli. Doğru düşünme ve sorgulama yöntemleri öğretilmeli.
İnsan beyni bir donanıma benzetilebilir. Gereksindiği yazılım ise “bilimsel akılcılık” tır.

Dolayısıyla “inançlar”ı ya da “inanç alanını” belli nitemlerle (sıfatlarla) nitelemeden, dokunulmaz kılıp tabulaştırmadan önce, yukarıda yazageldiğimiz adımlarla ilerlenmesinde yarar var.
İnsanları şu ya da bu biçimde oluşturdukları inanç temelli konfor alanından dışarıya davet etmek gerek. “İnançları” dahil sorgulamayı yaşam biçimine dönüştürmek..

Neden? Niçin? Nasıl? Başka seçenek olabilir mi?
gibi soruların çengellerini beyin kabuğu (korteks) oluklarına çengellemek gerek.

Uygarlığın anahtarı bu sorgulama eylemi.

Peşin (a priori) “inançlarınıza saygılıyım” söylemi de bu sözün sahibi için bir konfor alanı.
“İnançlarınıza saygılıyım, ama..” yaklaşımının her 2 özne için de en doğrusu olduğunu düşünürüm.
Koşullandırma (Empozisyon) yapmadan, insan aklını düşünmeye, sorgulamaya çağırmak da aydın sorumluluğu kapsamında kanısındayız.

“Aklı dürten” sorularla..

İnanç kulübesini yıkmadan ama bir “saray inşa edip” (!) oraya çağırarak..
***
“Din afyondur”, söylemine (mottosuna) gelince..

Sözüz özü Karl Marx‘a aittir :

  • “Kapitalizm, dini bir afyon gibi kullanıyor.”

Karşıtları ise bu çok güçlü saptamayı püskürtmek için akıl almaz biçimde çarpıtarak,

  • “Marx, dinimize afyon dedi..”

savunusuna geçtiler. Oysa Karl Marx çok yalın bir gerçekliği vurguladı.
İnsanları acımasız kapitalizmin yabanıl (vahşi) ve çok yönlü sömürüsünden kurtaracak adımlar bu kabulden geçiyor.
***
Biz yaşamımızda “inanma” fiilini hemen hemen hiç kullanmıyoruz.
Şu, şu, şu… verilerle çıkarımım böyle.
Şu, şu, şu… gerekçelerle şöyle düşünüyorum… kiplerini / kalıplarını kullanmayı yeğliyoruz.

Bilim gerekirci (deterministik)..
İnsanları inanç kulübelerine hapseden, olgular hakkında yeter bilimsel bilgiye sahip olmamak değil mi!

Büyük ATATÜRK‘ün uyardığı üzere, yaşamda en gerçek yol gösterici “akıl ve bilim” ya da bireşimi (sentezi) “bilimsel akılcılık“..

İnsanlığın kurtuluşunun biricik aydınlık yolu bu : “Bilimsel akılcılık

Sevgi ve saygı ile. 29 Kasım 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     X : @profsaltik

CHP’yi bekleyen devasa sorunlar 

Gani AŞIK

Emekli Müftü
Cumhuriyet, 28 Kasım 2023

 

Mahalle delegeliğinden başlayarak örgüt yöneticiliği, milletvekilliği, yüksek disiplin kurulu ve PM üyeliğine kadar hemen her kademesinde görev yaptığım CHP’nin 65 yıllık üyesiyim. Partinin arşivi ve hafızasıyım dersem bu abartı sayılmamalı. Ulus gazetesinin basım ve yayımının yasak olduğu yıllarda gizlice basılan ve satılan gazeteyi bir biçimde temin eder, polisin görmemesi için her önlemi alırdım. Himmetdede ve Yeşilhisar olaylarının içinde bulundum. Amacım, kendim için güzelleme yapmak değil, yazacaklarımın CHP’nin tarihsel izdüşümü ile tutarlı ve uyumlu olacağını vurgulamak içindir.

Partinin sorumluluğu 

Kasım ayı başında yapılan büyük kongrede CHP’de genel başkan dahil önemli bir kadro değişikliği yaşandı. Bu köklü değişiklik, yeni genel başkan ve yönetiminin şahsında umutların tomurcuklanması ve sorumluluk yükümlülüğünü de beraberinde getirdi.

Devletin hem soyulması hem de çürütülmesi ile uyumlu olarak halkın yüz kızartan sefaleti yeni CHP’nin başlıca sorumluluk alanını oluşturmaktadır. CHP lideri Özgür Özel’i ve yeni kadroyu bekleyen devasa sorunları özetlemek isterim:

Ağır hasarın onarımı

Doğal olarak öncelik çok yakın olan yerel seçimler olacaktır. Laik devletin bir beş yıl daha siyasal İslama hediye edilmesi ile yerel seçimler muhalefet, özellikle de CHP için yaşamsal bir anlam ifade eder duruma gelmiştir, maruz bırakıldığı ağır hasarın onarımı ve derin yaralarının sarılması açısından.

CHP Mart 2024 sınavından başarı ile çıkabilmeli ki güçlü bir moral ve mücadele gücü ile, Cumhuriyeti sarmalına alan cahil ortaçağ artıklarına karşı etkin bir siyasal cephe açabilsin. Henüz erken olmakla birlikte ilk izlenimler, yeni genel başkan ve kadrolarının bu demokrasi ve Cumhuriyet, başka bir ifade ile uygarlık kavgasına hazırlıklı, kararlı ve yürekli olduklarını gösteriyor.

İnönü ve Ecevit

Bu tablo, şimdiki CHP’nin, tramvaydan inme zamanı geldiğine inanan siyasal İslamın pervasızlaşan şeriat hamlelerini, İnönü ve Ecevit dönemleri gibi halkı arkasına alan karşı bir hamle ile püskürteceği; muhalefet modelini haftada bir gün grup konuşması ile sınırlı tutmayacağı, sendikalara, sivil toplum kuruluşlarına ve geniş halk kesimlerine öncülük edip demokratik muhalefeti kitleselleştirerek bir dönemi kapatacağı anlaşılmaktadır.

Atatürk mucizesi

Boş mide ve çıplak ayakla donanımlı düşmanı bu kutsal topraklardan kaçtığı yere kadar kovalayan dedelerimize komuta eden Gazi Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve silah (AS: ve dava) arkadaşlarının Batı Anadolu’da ortaya koydukları ve dünyayı hayrete düşüren mucizedir CHP.

Mahatma Gandhi’nin, “Mustafa Kemal yeninceye kadar İngilizleri Tanrı sanırdım” dediği bilinir.

CHP gibi bir partinin salt üyesi olmak bile büyük bir siyasal onurdur.

CHP’nin tarihinden utananlardan da ben utanıyorum.