Emperyalizmin tuzağı

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Serbest ve özgür koşullardaki bir seçimi kazanamayacağını anlayan AKP ve MHP, yine demokrasi dışı kaba ve kurnaz yöntemlerle seçimleri kazanma yolunu seçti. Terör örgütü PKK “açılımı” ve belediyelere kayyum atamaları bu yolun unsurlarıdır.

AKP ve MHP bu yolla şunları amaçlamaktadır          : 

1) Kürt kökenli vatandaşları provoke etmek (kışkırtmak). 
2) Terör örgütü PKK içindeki farklı oluşumları provoke etmek (kışkırtmak). 
3) Ülkeyi şiddet ve terör sarmalına sürükleyip, sahte ve yapay bir “beka” söylemiyle seçim kazanmak. 
4) CHP’yi “Kürt sorunu” ve DEM üzerinden bölmek. 
5) DEM’i Edirne, İmralı ve Kandil üzerinden bölmek. 
6) CHP’yi DEM ile aynı cephede göstermek, bunun üzerinden CHP’yi hedef almak. 
7) Türkiye’nin gerçek gündemini, ekonomik, siyasal, sosyal sorunları örtbas etmek, yapay gündem üretmek. 

Başka bir deyişle AKP’nin ve MHP’nin Kürt sorununu ve/veya terör sorununu çözmek gibi derdi yok.
***
Bu oyunu bozmak ve tuzağa düşmemek CHP’nin ve DEM’in elinde olsa da, her iki parti de bu tuzağa düştüler.

DEM, “Kürt sorununu” siyasetin gündemine soktu; CHP yönetimi de bu konuda DEM’in peşinden sürüklendi; CHP yönetimi hukuk dışı kayyum atamalarına karşı çıkarken DEM ile arasına mesafe koyacağına, DEM ile aynı kürsüleri paylaşarak DEM ile birlikte hareket etti.

Bu kürsülerden birisinde, Mardin’de, DEM Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan,

  • “Kürt halkının ve Türkiye halklarının”, Şeyh Sait ve Seyit Rıza “ne yaptılarsa
    , onu yapacaklarını”
    söyledi!

Şeyh Sait ve Seyit Rıza kimdir? Türkiye Cumhuriyeti’ni tanımayan, Cumhuriyet devrimlerine karşı çıkan, Britanya emperyalizmiyle işbirliği yapan, vatan haini, feodal aşiret reisleri!
(AS: Seyit Rıza’nın vatan haini olduğu görüşüne katılamıyoruz..)

Şeyh Sait hem dincidir hem de bölücüdür. Amacı İslamcı bir Kürdistan kurmaktır.

Şeyh Sait ve Seyit Rıza, terör eylemleri gerçekleştirmiş, köy, kasaba, şehir, karakol, devlet dairesi basmış, köprü uçurmuş, askerleri ve sivilleri katletmiş insanlardır.

Celal Bayar’ın başbakan olduğu dönemde, Seyit Rıza çetesinin devlet tarafından bastırılması sürecinde, güvenlik güçlerinin binlerce masum sivil vatandaşı da katlederek yanlış uygulamalar içine girmiş olmaları, Seyit Rıza’nın bir Cumhuriyet düşmanı, feodal toprak ağası ve vatan haini olduğu gerçeğini değiştirmez. (AS: Seyit Rıza’nın vatan haini olduğu görüşüne katılamıyoruz..)
***
Tuncer Bakırhan’ın, anti-emperyalist ve sosyalist bir mücadele vermiş olan Deniz Gezmiş’i aynı konuşmada aynı kategoride anması ise çelişkidir, şizofrenik bir durumdur, cehalettir.

Tuncer Bakırhan televizyonda yaptığı bir açıklamada da, neoliberaller gibi Cumhuriyeti sayılara bölmüş ve “birinci cumhuriyetin” “tekçi” olduğunu, DEM’in ise “tüm sınıfları kapsayıcı” olduğunu iddia etmiş, bu sınıfları da “Alevi, Kürt, Türkmen, Ermeni, Süryani, Arap” gibi etnik kimliklere ve mezheplere indirgemiştir.

Oysa sol ideolojide sınıflar din, mezhep ve etnik kimlikle değil; ekonomik üretim biçimleriyle açıklanır. Cumhuriyetle ilgili olarak sözünü ettiği “tekçilik” de vatandaşlıkla ilgili bir durumdur, din, mezhep ve etnik kimlikle ilgili değildir.

DEM, bir Türkiye partisi olmadığı gibi, bir sol parti olmadığını da bir kez daha göstermiştir. 

***
PKK ile müzakere, geçmişte olduğu gibi yine bir faciayla sonuçlanır. 

IRA ve ETA örneklerinin verilmesi saçmadır. Çünkü İrlanda ve İspanya, Türkiye kadar stratejik öneme sahip ülkeler değillerdir.

  • Ortadoğu’da cirit atan emperyalizm, PKK’yi Türkiye’ye karşı kullanmaktadır. 

PKK artık homojen bir yapı da değildir. İmralı’da PKK’nin kurucusu, Kandil’de Irak’ın ve İran’ın koruması altındaki PKK yönetimi ve Suriye’de PKK’nin kurup ABD’nin desteklediği PYD/YPG, farklı oluşumlardır.

PKK terörü sorunu İmralı ile çözülemeyecek kadar karmaşıktır.
=========================================================
Dostlar,

Sn. Öymen’in yazısında 2 yerde notumuz oldu :

AS: Seyit Rıza’nın vatan haini olduğu görüşüne katılamıyoruz..

Seyit Rıza eyleminin yanlışlıkları savunulabilir ancak vatan hainliği kertesinde değil..
***
Bu gün biz bir X iletisi yayınladık, Sn. Öymen’in yazısını okumadan önce..

Birçok bakımdan örtüşüyoruz Sn. Öymen’in yazısının içeriği ile.

Sevgi ve saygı ile. 11 Kasım 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

“ERDOĞAN’ın Çaresizliği” Tehdidi

Başbakan RT Erdoğan, bu görevini bırakmadan aday olduğu ve ilk kez halkoyuyla yapılan seçimde, 12. Cumhurbaşkanı oldu (10 Ağustos 2014). Anayasa m.101. halkoylaması ile değiştirilerek (2007, 4779 s. yasa), süre beş yıla çekilmiş ancak
2. kez adaylık yolu açılmıştı. Öne alınan 24 Haziran 2018 seçiminde bir daha seçildi. 1982 Anayasası 2017’de 19. kez çok kapsamlı değişiklikler gördü (6771 s. yasa) ama m.101’e dokunulmadı.

Anayasa değişikliği ve yeni anayasa yapımında sanırız üstümüze yok dünyada.

6201 s. Cumhurbaşkanı Seçim Yasası 19.01.2012’de yürürlüğe girmiş ve Anayasa m.101’deki ‘Cumhurbaşkanının en çok iki kez aday olabilmesi’ kuralı aynen konmuştu.

Ne var ki, RTE ve yandaşları 2017 Anayasa değişiklikleri ile sistemin tümden değiştiğini ve öncesi dönemin sayılmayacağını öne sürdü. Oysa bir geçiş hükmü, geçici madde konmamıştı Anayasaya 2017’de ve 1982 Anayasası “yeni bir anayasa olmaksızın” yürürlükteydi. Kaldı ki, 2017 halkoylaması gerçekte “tam yasasızlık”la sakatlanarak, YSK’nin, TBMM’nin yasama erkini zoralımıyla (gaspıyla) 298 s. yasada kayıtlı (m.101/3) mühürlü zarf-oy pusulası buyurucu (emredici) kuralını çiğnemesi nedeniyle yaklaşık 2,5 milyon mühürsüz oy pusulası geçerli sayılmış; sivil darbe, Erdoğan’ın o akşam (16 Nisan 2017) “Atı alan Üsküdar’a geçti” oldubittisi ile Türkiye’ye dayatılmıştı.

  • Gerçekte bu halkoylaması sonucu ve Erdoğan’ın 2. kez CB seçilmesi
    evrensel hukuk kurallarına göre tartışmasız olarak YOK HÜKMÜNDEDİR,
    hukuk dünyasında böylesi bir sonuç doğmamıştır
    !

Saygın ve kıdemli hukukçu Prof. Sami Selçuk bu soruna ilişkin kitabında (2018) Hukuk Dünyasında Doğmayan Halk Oylaması, tüm namuslu hukukçuları şu itirazı yükseltmeye çağırmıştı :

  • “…her hukukçu, ‘2017 oylaması hukuk dünyasında doğmamıştır’ demek zorundadır.”

Açık bir sivil darbe ile RTE 3. kez CB adayı olmuş ve 28 Mayıs 2023’ten günümüze Saray rejimini, meşru olmayan biçimde “eylemli olarak dayatarak” sürdürmektedir.

O gece (16 Nisan 2017) Anamuhalefet, YSK önünde meşru toplumsal protesto-direniş başlatmamış, gayrı-meşru sonuç de facto kabul edilmiştir. Yetmemiş, Mayıs 2023 seçiminde “mağdur olmayıp aday olsun, sandıkta yeneceğiz..” siyasal kumarı oynanmış, yitirilmiştir.

Bu kabul edilemez fahiş politik hatalar gerçekten masum siyasal seçimler midir,
ardalan epey karanlıktır!

2024 sonbaharında RTE ve ittifakını ateş basmış, “bir daha” sanrısı (hezeyanı) akılları kuşatmıştır. Oysa Erdoğan gerçekte çoook “çaresiz” ve çoook da güçsüzdür. “Bir daha” ve olanaklı ise “ölene dek sultanlıkLeviathan’ın kursağındadır! Thomas Hobbes mezarından kalkıp gelse RTE’ye yardım edesi değildir.

Bu yakıcı çaresizlik, o ölçüde “yıkıcı” girişimlere yol vermektedir ne yazık ki. İktidar hırsı ve suçluluk algısı, sağduyu ve serinkanlılığı kör kuyulara atmıştır. 31 Mart 2024 yerel seçimi ardından “ağır yaralı” iken, anamuhalefet bu kez bir daha tarihsel hata ile “yumuşama-normalleşme” can simidini uzatarak adeta yaşam öpücüğü vermiştir RTE’ye.. Derlenme hızlı olmuş ve sıra gene dişlerini göstermeye gelmiştir.

Dış dünyaya verilen ve bedeli acımasızca ülkeye-halka ödetilen sözlerle (başta milyonlarca göçmene depo olma, Irak-Suriye’de üstlenilen BOP eşbaşkanlığı görevi, haraç-mezat özelleştirme ve anormal enflasyonla kaynak aktarımı..) sağlanan “çok önemli” destek kaldıraç yapılmış, Türkiye kamuoyuna ve barışına açıkça “rest” çekilmiştir. Fotoğraf, 7 Haziran 2015 genel seçimi sonrası iktidar olamayan AKP=RTE’yi çağrıştırıyor. 45 gün boyunca koalisyon hükümeti kurulmasını engelleyen CB Erdoğan, seçimi yineletmiştir. Ancak 2015 Kasım’a dek her ne oldu ise, birden bire Güneydoğuda “hendek politikası” ateşlenmiş ve birkaç ay kan gövdeyi götürmüş, toplumsal psikoloji açıkça ve ne pahasına olursa olsun, “kanla terörize edilerek
algılar yönlendirilmiş ve yinelenen genel seçimde, insanlık dışı siyaset mühendisliği ile AKP oyları dokuz puan artırılarak %49’a ulaşmış, RTE gene iktidar kılınmıştır. Demokrasi gene, feci biçimde ayaklar altındadır.

Bu kez AKP=RTE ve ittifakı daha güçsüz ancak daha gözü karadır, tüm gemileri yakmaya kararlıdır. Çağdışı Saray rejimi ayakta kalacak, ülkenin başkalaştırılarak yozlaştırılması sürdürülecek, iktidarın ekonomik rant talanı olanağı dibine dek kullanılacak, “rejim” en azından bir beş yıl daha pekiştirilecektir. AKP=RTE ve ittifakı ile A takımı yargılanmayı ve hesap verme riskini asla göze alamayacaktır.

On milyonların katlanılmaz-sürdürülemez yoksullaştırılması, adaletin yıkılması, iç çatışma
(hatta savaş!) riski bile göze alınmıştır.

Halkın meşru, eylemli direnişinin tırmanması, RTE için Allah’ın lütfu olacaktır; OHAL ilanı! Unutulmasın, OHAL CBK’ları AYM denetimi dışındadır.

Bu cehennemden Kürt yurttaşlara da köfte-ekmek çıkmaz! Çünkü ipler Batı’nın elinde. Emperyalizmle işbirliğiyle özgürlük savaşı akıl dışıdır, tarihte örneği yoktur, Kürt kardeşlerimize yakışmaz, onursuzdur.

Anamuhalefet herkese bu yaman kurguyu açıklıkla anlatmalı, gerekirse önceki stratejik hataları için özür dilemeli ve yeni savaşım hattı sil baştan örülmelidir.

(Cumhuriyet gazetesi, 07 Kasım 2024 tarihli köşe yazımız..
Gelecek yazı 21 Kasım 2024)
===============================
Yazımızın pdf biçimi : “ERDOĞAN’ın Çaresizliği” Tehdidi 7.11.24

O’nu, Yüce Atatürk’ü Aramızdan Bedensel Ayrılışının 86. Yılında Niçin Anıyoruz?

Dostlar,

Aramızdan bedensel olarak ayrılışının 86. yılında, Yüce Atatürk‘ü bir kez daha, ölçüsüz bir özlem ve bilimsel kavrayışla anıyoruz. Başta AB-ABD, siyasal iktidar AKP, kimi iç ve dış güçlerin O’nu ve O’nun fikirlerini yok etme, modası geçmiş gösterme çalışmalarına karşın, hele içinde bulunduğumuz kritik koşullarda, O’nu yalnızca duygusallıkla anarak değil; düşüncelerine, yapıtlarına, eylemine tarih bilinciyle sahip çıkarak, beynimiz ve gönlümüzle derinlemesine kavrayarak, ülkemize ve insanlığa doğru ve aydınlık yolu gösterme çabasında olmamız gereği, –üstelik düne göre daha yoğunlukla– bu yazının ana temasıdır.

  • Son 80-90 yıl, ATATÜRK’ün tüm öngörülerini doğrulamıştır.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, yurtsever bir asker, bir aydın, yengin (muzaffer) bir komutan. Demokrasi ve barış aşığı, bir Aydınlanmacı.. Ölümlü bedeni aramızdan ayrılalı 83 uzun, gerçekte “kısa” (!) yıl oldu. Ama anısı ve yapıtları hâlâ dipdiri, canlı. Yeryüzünde kaç insana nasip oldu böylesi bir gönül tahtı? Çünkü O, ancak ulusuna hizmet edenin ulusunun efendisi olabileceği gerçeğini biliyordu. Tarihsel görevini son anına dek bilimsel akılcılıkla ve sebatla, tüm engelleri zorlayarak, özveri ile, Ulusu ile el ele yerine getirdi. Şu sözleri O’nu ne güzel anlatıyor :

  • Ben, gerektiği zaman en büyük armağanım olmak üzere, Türk Ulusuma canımı vereceğim.

Verdi de! Sakarya Savaşını kırık kaburgalarıyla, -kimi zaman, dayanılmaz acısını bastırmak için yan yatarak- yönetti. Yaşamsal tehlikeyi hiçe saydı. Hatta, “İyi ki kaburgalarımız kırıldı da uyumadık, savaşı idare ettik..” diyebildi! Cephelerde iki kez sıtmaya yakalandı ve doğru dürüst sağaltımı yapılamadığından, ayakta, uykusuz geçirdi. Yineleyen sıtma atakları yüzünden kullandığı yüksek doz Kinin karaciğerini bozdu ve Banti sendromu adı verilen karaciğer yetmezliği nedeniyle çok erken, 57 yaşında yaşamını yitirdi.

O’nu her geçen yıl daha da özleyerek ve anlayarak anıyoruz. Çünkü O, UNESCO‘nun 1979’da O’nun 1981’deki 100. doğum yılına armağan olmak üzere 156 ülkenin oybirliği ile aldığı kararda şöyle anlatılıyordu :

  • “ ULUSLARARASI ANLAYIŞ ve BARIŞ İÇİN ÇABA HARCAMIŞ ÜSTÜN BİR KİŞİ, OLAĞANÜSTÜ BİR DEVRİMCİ, SÖMÜRGECİLİK ve EMPERYALİZME KARŞI SAVAŞAN İLK ÖNDER, İNSAN HAKLARINA SAYGILI, DÜNYA BARIŞININ ÖNCÜSÜ, İNSANLAR ARASINDA HİÇBİR RENK, DİN, IRK AYRIMI GÖZETMEYEN EŞSİZ DEVLET ADAMI; TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN KURUCUSU.”

O, biz Anadolu halkını yok edilmekten kurtardığı için kendisine sonsuz vefa borçluyuz, onun için anıyoruz :

  • Sevr Antlaşması, salt yenilen bir ulusa dayatılan yenilgi anlaşması değildi. Yüzyıllardan beri Türk Ulusunu tarih sahnesinden yok etmek için hazırlanan bir suikast planı idi.. (SÖYLEV)

Bizi mahvetmek isteyen emperyalizm ve yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşarak, dahası, bu savaşımı (mücadeleyi)meslek edinerek” tam bağımsız Türkiye Cumhuriyet’ini kurma gibi inanılmaz bir tarihsel tansığın (mucizenin) yaratıcısı olduğundan anıyoruz. Bize, bu 2 kadim düşmanla sürekli savaşı, yüksek öngörüsüyle bir meslek olarak öğütlediği için anıyoruz.

Saltanat ve Hilafet gibi, ulusumuz üzerinde mutlak baskı kuran, yüzyılların acımasız ve
artık köhnemiş kurumlarını tasfiye ederek “Cumhuriyet” denen erdem (fazilet) rejimini,
halk yönetimini bizlere en büyük yapıtı olarak armağan ettiği için ölçüsüz şükran duyuyor, onurlanıyor, O’nu özlüyor, arıyor ve anıyoruz.

Ulusuna başöğretmen olduğu, bizi çağdaş uygarlık düzeyinin de ötesine taşımak için gerçekleştirdiği amansız Aydınlanma Devrimlerinden dolayı derinden sayıyor ve anıyoruz. O’nun ağzından, ülke ve ulusun nasıl yok olmanın eşiğinden döndürüldüğünü ve
Türk Devrimi’nin temel amacını paylaşalım :

  • “Uçurumun kenarında yıkık bir ülke, türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar. Yıllarca süren savaş. Ondan sonra içerde ve dışarda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için amansız devrimler. İşte Türk genel devriminin kısa bir anlatımı.”

Bize, kendi yazdığı belgesel tarih SÖYLEV‘de Cumhuriyetimizi, sonsuza dek tam bağımsız ve özgür, onurlu ve uygarca yaşatma gereğini öğrettiği, çağdaş uygarlık düzeyinin de ötesini devingen (dinamik) hedef gösterdiği,

  • Uygar olmayan insanlar, uygar olanların ayakları altında ezilmeye mahkumdurlar..”

acı gerçeğini öğrettiği; us ve bilimi biricik tinsel (manevi) kalıt (miras) olarak bıraktığı için
derin bir minnetle anıyoruz.

Bize sürekli devrimciliği, bilim ve tekniğin en gerçek yol gösterici olduğunu öğrettiği için de anıyoruz ve arıyoruz..

Anadolu Aydınlanmasının (Rönesansı’nın) önünü açtığı, YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ öğüdü verdiği, “Türk öğün, çalış, güven” diyerek Osmanlı’nın aşağıladığı özgüvenimizi geri kazandırdığı için, “NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE!” öğüdü ile kulluktan – ümmetten kurtulup çağcıl uluslaşmayı öğrettiği için pek haklı bir özlem duyuyoruz.

Anadolu’da yaşayan mazlum ve yüzyıllarca sömürülmüş tüm insanları, kendi deyimiyle “Anadolu ahalisini, Anadolu halkını” hiçbir etnik, dinsel vb. ayrım gözetmeden sosyolojik – tarihsel bir üst kimliğe davet ederek birleştirdiği ve kaynaştırdığı için çok borçluyuz O’na. 1930’larda dünyada ve çevremizde pek çok ülkede diktatörlükler kurulurken, O, “Yurttaş İçin Medeni Bilgiler” adlı kitap yazdı ve demokrasiyi, insan haklarını, yurttaşlık bilgilerini ulusuna belletmek istedi.
O kitapta üç yerde, kendi el yazısıyla tarihsel ve sosyolojik temelde “Türk Milleti“ni tanımladı :

  • “Türkiye Cumhuriyetini kuran Anadolu ahalisine / Anadolu halkına Türk Milleti denir.”

Bu barışçıl, insancıl, yurtsever ve tarihsel – bilimsel olarak çok yerinde yaklaşım 1924 Anayasasına da kondu (m.88). Ulusal birliğimizin çimentosudur ve mutlaka korunmalıdır.
***
Neydi Atatürk’ü öbür önderlerden ayıran?

O’nun şu sözleri bize, kendisinin çok özen gösterdiği özelliklerini ve halkını arkasına alan
bütün önderlerde bulunması gereken nitelikleri açıklar :

  • “Ulusun başkanı olan kişinin, halka doğruyu söylemesi ve aldatmaması,
    halkı genel durumdan haberdar etmesi son derece önemlidir.” 

Günümüzde, iktidar, saray rejimini sürdürmek için türlü ayrımcı politikalarla Anayasayı çiğniyor!

Oysa ATATÜRK, son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in onayladığı, yok oluşumuzu hedefleyen Sevr Andlaşmasını TBMM’de yok sayarak, bağıtlayanları HAİN ilan etmiş ve ülkemizi paramparça eden emperyalist 7 düvele karşı kurtuluş savaşı vererek Cumhuriyeti kurmuş ve amansız devrimleri ile genç Cumhuriyeti kurumsallaştırarak ayakta kalma, sonsuza dek yaşatma
(payidar kılma) yollarını göstermiştir. Yineleyelim :

  • “ Uçurumun kenarında yıkık bir ülke.. Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar…
    Yıllarca süren savaş… Ondan sonra içerde ve dışarda saygı ile tanınan yeni vatan,
    yeni toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için amansız devrimler…
    İşte Türk genel devriminin kısa bir anlatımı…”  

O’nun “Batılılaşmak” tan kastı, Batı’nın kopyası ya da uydusu olmak değildir. Bilim ve aydınlığın yoludur, Çağdaşlaşmadır. Yüce Atatürk’ün, 29 Ekim 1930’da, Türkiye Cumhuriyeti’nin 7. yıldönümü kutlamasında, AP muhabiri Amerikan gazeteci Dorothy Ring’in sorduğu;

“Türkiye ne zaman Batılılaşacak, Amerikanlaşacak?” sorusuna yanıtı ibret vericidir :

  • “ Türkiye bir maymun değildir. Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye
    ne Amerikanlaşacak, ne Batılılaşacaktır. O, yalnızca ÖZ – LE – ŞE – CEK – TİR! ”
    (Ankara, Türkocağı, Cumhuriyet Balosu, Associated Press Muhabiri ABD’li D. Ring’e yanıtı..)

Avrupa Birliğini ülkenin kurtuluşu olarak görenlere ve bunu Atatürk’e maledenlere şu sözleri yanıt olacaktır :

  • “.. Artık durumu düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri
    Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi ..
    anlayışlar belirdi. Halbuki;
  • HANGİ BAĞIMSIZLIK VARDIR Kİ YABANCILARIN ÖĞÜTLERİYLE; YABANCILARIN PLANLARIYLA YÜKSELSİN? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir.”
    (Gizli oturumda milletvekillerine, 6 Mart 1922).

Ulusun kendini kendini yönetmesi gereğini bize öğretti.
Egemenliğin kaynağı -sözde- gökten yeryüzüne indirildi :

“Egemenlik, bağsız koşulsuz ulusundur, yüksek bilginize..”
“ Türkiye halkı bağsız koşulsuz egemenliğine sahip olmuştur.”

  • “Egemenlik hiçbir renkte, hiçbir biçimde, hiçbir anlam ve yolla pay-la-şım ka-bul et-mez ! ”
  • “ Eşitliğin, hürriyetin ve adaletin dayanağı Milli Hâkimiyettir.
    Hakimiyet-i Milliye ise milletin namusudur, haysiyetidir ve şerefidir. “
  • “Ulusal Egemenlik öyle bir nurdur ki; onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, mahvolur. Ulusların tutsaklığı üzerine kurulmuş kurumlar her tarafta yıkılmaya mahkûmdur.”
  • “Yeni Türk Devleti’nin yapısal özü Ulusal Egemenliktir.” (1 Nisan 1923)

***
Temel amaç çağdaşlaşma, uygarlaşma olarak kondu. Kemalizm veya Atatürkçü Düşünce Sistemi, özünde bir Çağdaşlaşma Tasarımı‘ dır, bir Uygarlık Projesi‘dir, kadın ve kültür devrimidir. Ata’nın deyimleriyle “Us ve bilim” O’nun tek manevi mirasıdır ve ‘sürekli devrimcilik‘ ile kendini sonsuza dek yenilemesi de kesin güvencesidir. Bu nedenlerle ölümsüzdür, yaşıyor!

  • “Uygar olmayan insanlar, uygar olanların ayakları altında ezilmeye mahkûmdurlar..”

Dinin kötüye kullanılmasına ve siyasete alet edilmesine şiddetle karşı çıktı :

  • “Bizi yanlış yola sevk eden soysuzlar, bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler,
    saf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldatagelmişlerdir.
    Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden,
    harabeden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülüklerden gelmiştir.”

    (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. 2, syf 127, 1923)

***
Atatürkçü düşünce sisteminin dış politikası

  • “Bizim dış politikamız basit ve doğrudur. Herkesle dostluk kurmak isteriz..
    Fakat hiç kimse ile ittifak ve bloklaşma yapmayız.”
    (Dr. Tevfik Rüştü ARASAtatürk’ün 12 yıl kesintisiz Dışişleri Bakanı.[1])

Yurtta barış, dünyada barış!” ilkesi ile Bir ulusun yaşamı tehlikeye girmedikçe savaş cinayettir. Türkiye Cumhuriyeti dünya barışının korunması için elinden geleni yapacaktır.” diyerek, bir asker olmakla birlikte barışı yüceltmiştir. Ülkemizin dünya barışına katkı vermesi gibi saygın ve evrensel bir politika hedefini önümüze koymuştur.

  • “Hiçbir ulusun karşısında olmayan ve Türkiye’nin güvenliğini öncelikle amaçlayan
    barışçı bir tutum, Türkiye’nin sürekli ilkesi olacaktır. Türkiye, ulusal bir siyaset izleyecektir. Ulusal siyaset şudur : Sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı korumak ve ulus ve yurdun gerçek mutluluğu ve esenliği için çalışmaktır..”
    değerlendirmesiyle özgüvenimizi pekiştirmiş ve hiçbir ulusun karşısında olmamak üzere ulusalcı-bağımsız, denge politikaları izlememiz gerektiğinin altını çizmiştir.

Atatürk neler yapmadı               ?

O, dini siyasete alet ederek din bezirgânlığı yapmadı. Günde 8 vakit (!) namaz kılmadı.
O, Devlet kadrolarını ve olanaklarını yakınlarına peş keş çekmedi.
     (nepotizm – yandaş kayırmacılık)
O, Devlet ve Ulus düşmanları ile işbirliği içinde olmadı.. (BOP eşbaşkanlığı)
O, aile yakınlarına, dostlarına ve arkadaşlarına geriye dönüşü olmayan krediler açmadı.
O, eroin satıcılarını, usulsüzlük ve yolsuzluktan yargılananları Meclis’e sokmadı.
O. zenginlerin yatlarında ve yalılarında tatil yapmadı..
O, Ülkesini 500+ milyar $ borçlandırmadı, öldüğünde ülkemiz yoksul ama borçsuz,
onurlu, 15 yıllık toplam enflasyon salt %2.2 (iki!) idi! Ekonomi 15 yılda 2’ye katlanmıştı.
Bir yandan çok ağır Osmanlı borçları ödendi. Köylünün belini büken aşar kaldırıldı.
O, Tam Bağımsızlık, özgürlük ve ulusal egemenlikten hiç ödün vermedi.
O, Yurtiçi ve yurt dışı bankalarda gizli hesaplar açmadı. Kalıtını Türk Tarih Kurumu,
Türk Dil Kurumu.. gibi yaşamsal önemli ulusal kurumlara bıraktı (vasiyeti).
     (Son yıllarda İŞ Bankası kârından bu 2 Kuruma aktarılacak pay engelleniyor..)
O, dar kadroculuk anlayışıyla, ‘Bu bizdendir diyerek Devlet kadrolarını yeteneksizlerle
doldurmadı.
O, bedevi çadırında Arap bedevisinden azar işitmedi, yabancı devlet başkanlarının
kapısında beklemedi, bekletilmedi.. Yurt dışına hiç çıkmadı ama hep O’na geldiler.
O, Benim vatandaşım işini bilir.” diyerek rüşvet ve yolsuzluğu meşrulaştırmadı.
O, eski bir Cumhurbaşkanı gibi,Ben hesabımı mahkeme-i kübrada veririm..” diyerek
halka hesap vermekten kaçınmadı. Tersine, 10. Yıl Söylevinde Ulusuna açık açık,
yüzünün akıyla hesap verdi :

  • “Büyük Türk Ulusu! On beş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde başarı vaadeden
    çok sözlerimi işittin. Mutluyum ki, bu sözlerimin, hiçbirinde,
    Ulusumun, hakkımdaki güvenini sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım.

O, Dönemin güçlü devlet başkanları karşısında el pençe divan durup icazet almadı.
     O’na hiçbir devlet başkanı “aptal olma” diye açıkça ve çok ağır biçimde aşağılayıcı
mektup yaz(a)madı!
O, Yasayla kapatılan tarikat ve tekke şeyhleriyle Devlet konutunda yemek yemedi.
Dizlerinin dibinde çökerek poz vermedi.
O, Kamu ihalelerine aracılık yapmadı. Ülkesini pazarlamadı, Türkiye’yi bir A.Ş. gibi
yönetmeyi (!?) düşünmedi!
O, Yurt dışında mülk edinmedi. Ölçüsüz ve hukuksuz
malvarlığı yüzünden ABD tarafından şantaj görmedi ve kullanılmadı.
Borsa oynayarak, annesinin çıkınından çıkan paralarla (!?) zenginleşmedi.
O, Ülke ekonomisini iflas eşiğine sürükleyip yabancı denetiminde finans şebekelerine
teslim etmedi. Ulusunu yoksullaştırmadı, EKONOMİ MUCİZESİ dendi yaptıklarına.
O, Türkleri tarih sahnesinden ve Anadolu’dan silmeyi öngören Sevr’i yırtarak
bağıtlayanları HAİN saydı. SEVR kalsaydı Türk milleti tarihten silinecekti!
O, sömürge valisi edasıyla Türkiye’de istedikleri yerde denetleme yapmak isteyen
büyükelçi ve yabancı kurullara izin vermedi.
O, Ülkesini ve Ulusunu, sonu yıkımlarla bitecek tehlikeli dış politika serüvenlerine
sürüklemedi. Göçmen kabul politikası son derece planlı ve düzenli, sınırlıydı.
O, Devletin saygınlığını, Türk Ulusunun onurunu zedelemedi ve zedeletmedi; yüceltti.
O, güçlü devletlerin diplomatik veya eylemli tehditlerine karşı kişiliksiz bir politika
izlemedi; Montrö’yü kopardı, Hatay’ı diplomasi ile anavatana kattı.
Ama s
on yılarlarda Ege’de çok sayıda adamız işgal edildi, iktidar sessiz!?
O, sanatı ve sanatçıyı hor görmedi. İçine tüküreyim böyle sanatın demedi, dedirtmedi,
tersine sanatı ve sanatçıyı yüceltti, bu alanda da Devrimlerle kurumlaşma sağladı.
O, himaye ve mandacılığı reddetti, asla teslimiyetçi olmadı; İSTİKLALİ-İ TAMME
     (Tam Bağımsızlık) aşığı idi. 
Yüce Atatürk’ün şaşmaz hedefi idi.

  • “..Bu ise mali bağımsızlıkla gerçekleşebilir. Mali bağımsızlığın korunması için ilk koşul; bütçenin ekonomik bünye ile denk ve uygun olmasıdır. Herhalde Türk yurttaşı kesin olarak bilmelidir ki; bir ulusun insanlık ve uygarlık dünyasında yükselmesi ve başarılı olması yalnız ve ancak kendi gücüne dayanarak özgürlük ve bağımsızlığını dokunulmaz bulundurmasıyla olasıdır. Bunun başka çözüm yolu yoktur.”
    diye TAM BAĞIMSIZLIĞIN vazgeçilmezliğini vurguladı, denk bütçe yaptı, borç almadı.

Reçete gerçekte yalın                                     :

  • Devrimin hedefini kavramış olanlar, daima onu koruyabilecek güçtedir.”

diyerek yüreklendirdiği, tüm mazlum uluslara öncü ve örnek olduğu,

“İNSAN” ve “GERÇEK” olduğu için O’nu özlüyor ve anlayarak – anlatarak anıyoruz, anacağız..

İnsanlığın yolu Aydınlanma yönündedir. Tarihsel süreç bu olgunun net ve kesin kanıtıdır. Devrim ve ilkeleri günümüzde de Türkiye’mizin ve tüm mazlum ulusların özgürlüğü ve bağımsızlığı için geçerli ve güvencedir! Tarihin tekerleği, asla geri döndürülemeyecektir.

  • Yüce ATATÜRK’ümüz; “Seni bilimle-tarihle anlıyoruz ve tüm insanlığa da anlatacağız!

Biz, yani Atatürk’ün ardılları, yurtsever devrimciler, aydınlanmacılar us ve bilim ile,
örgütlü Ulusumuzla gene kazanacağız.

Sevgi ve saygı ile. 10 Kasım 2024 / 86. Yıl, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Kamu Yönetimi Siyaset Bilimci (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik  X : @profsaltik     

[1] T. Rüştü Aras Tıp Doktorudur ve dönemin Birleşmiş Milletler örgütü olan Cemiyet-i Akvam Başkanlığı da yapmıştır.
Yazımızın PDF biçimi aşağıdadır
O’nu, Yüce Atatürk’ü Aramızdan Ayrılışının 86. Yılında Niçin Anıyor ve Arıyoruz

https://x.com/profsaltik/status/1855411679128928316
https://add.org.tr/wp-content/uploads/2024/11/Onu-Yuce-Ataturku-Aramizdan-Ayrilisinin-86.-Yilinda-Nicin-Aniyor-ve-Ariyoruz.pdf
(ADD Genel Merkez web sitesinde de yayınlanmıştır)

Atatürkçülük yaşıyor

Dr. Cihangir Dumanlı
Em. Tuğgeneral, Hukukçu, Strateji uzmanı

Ölümünüm 86. yılında büyük bir saygı ve özlemle andığımız cumhuriyetimizin kurucusu, büyük asker ve büyük devrimci Atatürk, ölümlü bir insan olarak aramızdan ayrıldı ama ülküleri ve yapıtları ile yaşamakta ve sürekli yaşayacaktır.

Atatürk’ün ve Atatürkçülüğün ölmeyeceğinin başlıca nedenleri aşağıda incelenmektedir:

  1. Dinamik bir hedef gösterdi

Atatürk, kurduğu cumhuriyete ve bizlere “çağdaş uygarlığa ulaşmak ve geçmek
ulusal hedefini göstermiştir.
Çağdaş uygarlık durağan bir şey değildir, sürekli ilerlemektedir.
Çağdaş uygarlığa ulaştık, burada duralım” denilemez, duran geri kalır.
Bu nedenle Atatürk‘ün bu ülküsü sürekli yaşayacaktır.

  1. Bilimi yol gösterdi

Bilime inanan ve ülke sorunlarına bilimsel çözümler üreten Atatürk,
bilimi en gerçek yol gösterici olarak tanımlamıştır.

Bilim de durağan değildir. Bilim kuşku ile başlar (bilimsel kuşkuculuk / scientific sceptisizm).
Kuşku duyan insan aklı araştırır, bulur.
Zamanla bulduğundan da kuşku duyar, yine araştırır, yeni şeyler bulur.
Bilim böyle gelişir.
Bu nedenle bilimi temel alan Atatürkçülük ölmez, her zaman canlı kalır.

  1. Emperyalizme karşı savaşım verdi

Atatürk’ün önderliğinde zamanın en gelişmiş emperyalist devletlerine karşı yapılan
Türk kurtuluş savaşı emperyalizme ilk ve en büyük darbeyi vurmuştur.
Sömürge altındaki öbür “mazlum uluslar” Türkiye’yi örnek alarak anti-emperyalist
bağımsızlık savaşımları vermiş ve bağımsızlıklarına kavuşmuşlar,
böylece dünya siyasal coğrafyası değişmiştir.

Emperyalizm doymak bilmez, öç alır, uzun vadeli (erimli) hedefler peşinde koşar,
hedefleri değişmez, zamana ve ülkeye göre yöntemleri değişir.

Dünyada emperyalizm bitmedikçe anti-emperyalist savaşım da sürecektir..

Bu nedenle de “tam bağımsızlığı” hedefleyen Atatürkçülük ölmez ve ölmeyecektir.

Araçsallaştırılan yargı

Dr. Enver Kumbasar
Yargıç

08 Kasım 2024, Cumhuriyet

Marksist öğretide hukuk bir üst yapı kurumu olarak nitelendirilmekle birlikte, hukuk ile ekonomik düzen arasında diyalektik bir ilişkinin olduğu da açıktır. Devletler hukuk aracılığıyla, hukuku kullanarak ekonomik düzene, toplumsal ve siyasal yapılara, insan ilişkilerine yön verebilmektedir.

Bu durum hukukun düzen işlevinin de doğal sonucudur. Buradan hareketle dünyada ve ülkemizdeki gelişmeler ışığında, ekonomik düzen ile yönetim, hukuk ve yargı arasındaki ilişkiye, bu ilişkideki hukukun payına kısaca değinmeye çalışacağız.

Yetmişli yılların sonundan itibaren (başlayarak) dünyada Milton Friedman’ın düşünsel öncülüğünü yaptığı parasalcı, küreselci, neoliberal ekonomik politikalar egemen olmaya başladı. Devam eden yıllarda ortaya çıkan Samuel Huntington’ın uygarlıklar çatışması ile Francis Fukuyama’nın tarihin sonu tezleri neoliberalizmin adeta ideolojisi haline geldi.

NEOLİBERALİZMİN YIKICILIĞI

Seksenli yıllardan başlayarak dünyada egemen olan neoliberal yeni kapitalist düzen ile kamusalcı / karma ekonomik sistem yerini serbest piyasa ve özelleştirmelere bıraktı. Bu sürecin hızlanmasında ve yerleşmesinde sosyalist sistemlerin reel politik olarak çökmesinin sağladığı kolaylaştırıcı etki de göz ardı edilemez.

Geçen yarım yüzyıllık süreçte kimi ülkelerde görece ekonomik sıçramalar yaşanmasına karşın, neoliberal kapitalist düzen ülkelere ve toplumlara huzur getirmedi.

Neoliberal kapitalist düzen, küresel ve yerel düzeyde büyük ekonomik bunalımların yaşanmasına, kuzey – güney gelir uçurumunun artmasına, çalışan sınıfların yoksullaşmasına, sosyal devletin neredeyse yok edilmesine, dolayısıyla insanların mutsuz olmasına yol açtı. İddia edildiğinin aksine tarihin sonu gelmediği gibi, ulus devletler de ortadan kalkmadı. Tam tersine, yeni düzen mikro milliyetçilikleri tetikleyerek dinsel/mezhepsel ve etnik çatışmalara, bölgesel savaşlara yol açtı. Dahası, evrensel bir terör dalgasının yaşanmasına neden oldu.

ARTAN BASKI

Neoliberalizm olarak adlandırılan bu yeni kapitalist düzene karşı dünyanın çeşitli ülkelerinde toplumsal direniş hareketleri yükseldi. Direniş hareketleri şiddetle bastırıldı.

Hukuk kullanılarak özgürlüklerin kısıtlanması yoluna gidildi. Düşman ceza hukuku uygulamaları sıkça görüldü. ABD, İngiltere, Fransa gibi en gelişmiş demokrasinin yaşandığı kabul edilen ülkelerde bile terör ve direnişler gerekçe gösterilerek özgürlük/güvenlik dengesinde özgürlük alanını daraltan düzenlemelerin yapılmasının önü açıldı.

Ekonomik bunalımların, terörün, çatışmaların, direnişlerin yaygınlaşması birçok ülkede yönetimlerin siyasal olarak otoriterleşmesine yol açtı. Daha az özgürlük ve refah, daha çok otorite!

ADALET TALEBİ (İstemi) ve DİRENİŞ

Direnişleri kırmak ve etkisizleştirmek, toplumu baskı altında tutabilmek için otoriterleşen yönetimler, bağımsız olması gereken hukuku ve yargı kurumlarını denetimleri altına alma, böylece bu kurumlar aracılığıyla toplumu baskılama yoluna gittiler. Polonya’da, Macaristan’da, en son İsrail’de olan budur. Bu ülkelerde ve diğerlerinde yurttaşların özgürlük, refah ve adalet talepleri (istemleri) dinmedi, dinmiyor.

Ülkemizde de benzer süreçler yaşanmıştır. Seksenli yılların başından itibaren (bu yana) uygulamaya konan neoliberal ekonomik politikalar kamusal ekonominin ve sosyal devletin zayıflatılmasına, üst üste yaşanan ekonomik bunalımlar ise diğer etkenlerle birleşerek toplumsal huzur ve barışın bozulmasına yol açmıştır. Böyle bir süreçte toplumun hak, hukuk, adalet beklenti ve talebi (istemi) daha da yükselmiş; çeşitli toplum kesimleri açık bir biçimde direnç göstermeye başlamıştır. 2013 Gezi olayları bu direncin zirvesidir (doruğudur). Dünyada olduğu gibi ülkemizde de bu tür hareketler en sert ve hukuksuz bir biçimde bastırılmıştır.

HUKUKUN PAYI

Temel hak ve özgürlüklerin güvencesi ve demokrasinin gereği olan güçler ayrılığı ilkesi, 2017 anayasa değişikliği ile ortadan kaldırılmış, yasama organı (TBMM) siyasal partiler ve seçim yasalarındaki düzenlemelerle, yargı kurumları ise Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) yeni yapısıyla (üyelerinin büyük çoğunluğunun doğrudan ve dolaylı yollarla partili cumhurbaşkanı tarafından belirlenmesi) adeta yürütme organına (Cumhurbaşkanlığı) bağlanmıştır. Böylece anayasada yer alan hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı ilkeleri, yaşanan bir dizi hukuksuzluk ve yargısal uygulamalarla anlamsız duruma getirilmiştir.

Bu bağlamda, anayasa hükümlerinin bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesi bir yana itilerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmadığı (Örneğin Atalay, Demirtaş, Kavala davaları) kişiye göre yargısal uygulamaların yapıldığı (İmamoğlu davası örneği), liyakatin önemsenmediği (örneğin Fidan’ın AYM üyeliği), ölçüsüz tutuklamaların (örneğin Dilruba Kayserilioğlu olayı) ve temel insan haklarına aykırı gözaltıların (Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer örneği) yaşandığı bir hukuk ve yargı düzeni (AS: düzensizliği!) oluşturuldu.

  • Açıktır ki; ülkede hukuk devleti, yargı bağımsızlığı ve hukuk güvenliğinden
    söz etme olanağı artık kalmamıştır.

Neoliberalizmin yarım yüzyıllık uygulaması sonunda hukukun payına düşen maalesef araçsallaştırılmış (AS: alet edilmiş!) bir yargı düzeni olmuştur.

Harf Devrimi  

Dr. Cihangir Dumanlı
Em. Tuğgeneral, Hukukçu, Strateji uzmanı

Yarı sömürge durumuna getirilmiş, geri bıraktırılmış, yoksul, savaş yorgunu, hastalıklı ve cahil bir ulusu çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmayı amaçlayan Atatürk devriminin temeli kültür devrimidir.

Kültür devriminin önemli bir öğesi ise, 96 yıl önce Arap abecesinden Latin harflerine dayalı Türk abecesine geçiştir : 1 Kasım 1928.

Devrim Gereksinimi

Türklerin Müslümanlaştırılmasından sonra yaklaşık bin yıldır kullanılmakta olan Arap harfleri Türkçeye uyumlu değildi. Türkçe ünlü harfler bakımından zengin iken, Arapça ünsüzler  bakımından zengindi, Arapçada kimi ünsüz harflerin birden çok yazılışı vardı. Örneğin iki çeşit ”t”, üç çeşit “h”, dört çeşit “z”, iki çeşit “k” vardı. Buna karşılık a, u ve ı olmak üzere üç adet ünlü  harf bulunuyordu.[1] Türkçede ise sekiz adet ünlü harf bulunmaktadır. Arap harfleri bitişik yazılmakta; kelimenin başında, ortasında sonunda veya tek başına yazıldıklarında farklı yazılmakta ve okunmakta idi. Arap harfleri ile eser basmak, pek çok karakterin dizilmesini gerektirdiğinden zordu. Bu nedenlerle hem kitap sayısı çok az hem de Arap harfleri ile Türkçeyi okumak-yazmak zordu, Okur-yazar oranı erkeklerde %7, kadınlarda % 0.4 düzeyinde idi. Okur-yazarların büyük bölümünü subaylar, memurlar, öğretmenler ve azınlıklar oluşturuyordu. Biri Osmanlı’nın Enderun sınıfının kullandığı yazılan ama konuşulmayan Türkçe, öbürü ulus dili olarak konuşulan ama yazılamayan Türkçe olmak üzere iki ayrı dil oluşmuştu.[2] Bu durum ulusal birliğe ve Atatürk’ün kurmak istediği çağdaş cumhuriyete uymuyordu.

Devrim

Büyük devrimci Atatürk, Arap abecesi  yerine Latin harflerine dayalı bir Türk abecesine geçmeyi çok önceden düşünmüş, öbür devrimlerde yaptığı gibi zamanı ve yeri gelince adım adım uygulamaya koymuştur.

Cumhuriyet ilan edildikten (1923), halifelik kaldırıldıktan (1924), giysi (kıyafet) devrimi yapıldıktan (1925) ve hukuk devriminden (1926) sonra sıra harf devrimine gelmiştir.

Harf devrimi iki aşamada geçekleşti:

Birinci aşamada konu uzmanların görüşleri alınarak geliştirildi, kamuoyuna anlatıldı ve benimsetildi, yeni harflerle okuma-yazma seferberliği başlatıldı.

İkinci aşamada yasa çıkartarak, resmi yazışmalarda, okullarda uygulanarak ve Millet Mektepleri kurularak devrim kurumsallaştırıldı.

Harf devriminin gelişimi şöyledir:

8 Ocak 1928’de Atatürk, Mahmut Esat Bozkurt’a Türk Ocağında Türk harfleri konusunda bir konferans verdirdi. Atatürk Yeni alfabeye “Latin abecesi ” değil “Türk abecesi” diyordu. Latin abecesinden Türkçeye uymayan q, x, w gibi harfler ile ch, sc, sch gibi ikili üçlü harfler  alınmamıştı.

24 Haziran 1928’de Atatürk, Latin harflerinin Türkçeye uyumunu incelemek amacıyla Ankara’da bir komisyon (abece komisyonu) kurdu. Büyük önder, “Ben ordunun memleketi ve milleti bir sonuca götüreceği noktalarda emir verebilirim ama bilim ve özellikle sosyal bilim alanına giren işlerde ben komut veremem. Bu alanda isterim ki, beni bilim adamları aydınlatsınlar.” diyordu.”[3]

1 Ağustos’ta Abece Kurulu 20 dolayında ülkenin Latin harfleri temelli abecelerini incelemiş ve 41 sayfalık bir rapor hazırlamıştı.[4] Falih Rıfkı Atay, Kurulun bulgularını İstanbul’da Atatürk’e sundu. Kurul, Latin harflerine geçişin beş – on beş yıl alacağını değerlendirmişti. Atatürk “Ya üç ayda olur ya da hiç olmaz[5] diyerek devrimci yaklaşımının ortaya koydu.

9 Ağustos’ta CHP’nin Sarayburnu’ndaki eğlence gecesinde Atatürk, “Arkadaşlar asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz.” dedi. [6]

11 Ağustos’ta Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’nda ilk yeni abece dersini verdi.

21 Ağustos’ta çeşitli devlet dairelerinde yazı kursları açıldı.

21 Eylül’de Atatürk Cumhurbaşkanı sıfatı ile Başbakanlığa yeni harfler hakkında bir yazı gönderdi.

29 Eylül’de ”Yeni Harfler Marşı (abece marşı)” bestelendi.

8-25 Ekim’de memurlar yeni harfler konusunda sınava girdiler.[7]

Dolmabahçe Sarayına karatahtalar yerleştirildi. Atatürk kendisini ziyarete gelenlere, memurlara, dostlarına, yanında çalışanlara ders veriyordu.[8] Saray bir bilim akademisi durumuna gelmişti. Dilciler, tarihçiler, şairler, yazarlar, milletvekilleri, bakanlar her gün salonlarda toplanıyorlar büyük önderin başkanlığı altında tartışmalar yapıyorlar ve önderin masası önünde harf sınavından geçiyorlardı.[9]

Böylece bilim insanlarının önerisine uygun bir abecenin kamuoyuna benimsetilmesi sağlanmış, ulus yeni harfleri coşku ile benimsemişti. Sıra ikinci aşama olan yasal düzenlemeye gelmişti.

1 Kasım 1928’de TBMM’nin yeni yasama yılına başladığında açılış töreninden sonra gerekli komisyon derhal toplandı konuyu kararlaştırdı. Tasarı hazırladı. Bu yeni harfli yasa tasarısı aynı gün toplanan genel kurula gönderilerek oybirliği ile kabul edildi.[10] 3 Kasım 1928 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi. 1 Ocak 1929’dan başlayarak resmi yazışmalarda eski harflerle yazmak yasaklandı, yeni harfleri kullanmak zorunlu oldu.1928-1929 eğitim yılından başlayarak okullarda yeni harflerle eğitim verilmeye başlandı.

24 Kasım’da Mili Eğitim Bakanı Mustafa Necati tarafından hazırlanan “Millet Mektepleri Yönetmeliği” Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi. 24 Kasım öğretmenler günü ilan edildi. Aynı gün Atatürk’e Bakanlar Kurulu tarafından “Başöğretmen” sanı verildi.[11]

Atatürk’e 5 Ağustos 1921’de verilen başkomutan sanı 20 Temmuz 1922’de süresiz uzatıldığından, büyük önder tarihte eşine rastlanmayacak biçimde hem başkomutan hem başöğretmen sanlarını birlikte taşıyordu.

Millet mektepleri 1 Ocak 1929’da açıldı. Millet mekteplerinin yönetmeliğini hazırlayan Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati aynı gün ölmüştü. 16-45 yaşları arasında olan okuma-yazma bilmeyenlerin millet mekteplerine katılması zorunlu kılındı. Mekteplerde 20 bin öğretmen görev aldı.

Millet Mektepleri 1936’da Halk Evlerine devredilinceye dek 2.5 milyon yurttaşa okur-yazar belgesi verdi.[12]. Okur-yazar oranı %7’den %20’ye çıktı. Aynı dönemde (1928-36) nüfus da 13 milyondan 16 milyona çıkmıştı.[13] TSK da bünyesinde açtığı 16 er okuma-yazma okulunda (Ali Okulu) 532 266 ere okuma-yazma öğreterek okuma-yazma seferberliğine katıldı.[14]

Yeni harflerin kabul edilmesinden sonra, nüfusun artmasına karşın, sürekli büyüyen okur-yazar oranı günümüzde % 90’ı aştı.

1932 yılında Harf Devriminin devamı ve tamamlayıcısı niteliğindeki Dil Devrimi yapılarak Türkçemiz Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırıldı. Böylece Türkçemizi Türk abecesi ile okur- yazar olabildik. Kimi karşı devrimcilerin söylediği gibi Atatürk dilimizi ve yazımızı değiştirmedi, bize ait olmayan abece ve dil yerine Türk abecesini ve Türkçeyi getirdi.

Harf Devrimi’nden sonra basılan kitap sayısı da hızla arttı.

Anayasamızın 174. maddesine göre 1 Kasım 1928 tarihli Türk Harflerinin Kabulü Hakkındaki Yasa, koruma altına alınan Devrim yasalarındandır; Anayasaya aykırılığı ileri sürülemez.

Değerlendirme

Arapçaya, olmayan bir kutsallık yükleyen karşı devrimcilerin savladığı gibi Harf Devrimi ile ulus bir günde cahil olmadı. Zaten cahildi. % 7 (kadınlarda %0.4) olan okur-yazar oranı nüfus artışına karşın zamanla bu günkü tama yakın düzeyine ulaştı. Mezar taşlarını okuyamasa bile onlarca kitap okuyan kuşaklar yetişti.

Harf Devrimi ile Türk ulusu, çağdaş uygarlık yolunda önemli bir atılım yapmış oldu.

1928’de ilan edilen 24  Kasım  öğretmenler gününde ilk ve orta öğretim öğretmenleri anılmakta ve kutlanmaktadır. Bunun nedeni 1928’de daha üniversite reformunun yapılmamış olması ve devrimde ilk ve orta öğretim öğretmenlerinin öncü rol oynamasıdır.

Bugün gelinen noktada aynı işleve sahip üniversite öğretim elemanları da öğretmenler gününde anılmalı ve kutlanmalıdır.

24 Kasımların “öğretmenlerin sorunlarını dile getirme günü” olmaktan çıkartılması ve gerçek anlamı ile kutlanması dileği ile tüm öğretmenlerin öğretmenler günü kutlu olsun.

Kaynaklar 

[1] Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Yayını, İstanbul, 2013, s.202.
[2] Lord Kinross, Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Altın Kitaplar, İstanbul, 2013, s.511
[3] Aydemir, a.g.e., s.297
[4] Turgut Özakman, Cumhuriyet Türk Mucizesi İkinci Kitap, Bilgi  Yayınevi, İstanbul, 2010, s.313
[5] Mango, a.g.e. s.465
[6] Özakman, a.g.e. s.316
İ[7] Aydemir, a.g.e. s.301
[8] Kinross, a.g.e. s.514
[9] Maarif vekaleti, a.g.e. s.254
[10] a.g.e. s.301
[11] ttps://www.sozcu.com.tr/2015/kultur-sanat/basogretmen-mustafa-kemal-ataturk-ve-24-kasim-993434, erişim: 5 eylül 2018
[12] Sina Akşin Kısa Türkiye Tarihi,  Türkiye İş Bankası Yayını, İstanbul, 2013, s.203
[13] Mango, a.g.e. s.467
[14] http://tr.yenisehir.wikia.com/wiki/Okuma-Yazma_ %C3%87al%C4%B1%C5%9Fmalar%C4%B1n%C4%B1n_Tarih%C3%A7esi, Erişim 6 Eylül 2018

Sistemsizliği sürekli kılma hamleleri

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset, BİRGÜN 07.11.2024

Ne kadar çabuk geride kaldı rejim ve sistem tartışması. Aslında 2017 Anayasa değişikliği sırasında da rejim ve sistem tartışması bilimsel düzlemde yapılamamıştı. Değişikliği dayatanlar, “biz sistem değişikliği ile yetiniyoruz” savunması yaparken; değişikliğe karşı çıkanlar, “bu bir rejim değişikliği” diyorlardı.

Oysa, siyaset biliminin rejim ve sistemi tanımına göre, her ikisi de değiştiriliyordu. Hatta, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CBHS) adlandırmasının anayasal gerçeklikle bağdaşmadığını, Hükümet’in kaldırılmış olması ve Anayasa md.103 normu ile bağdaşmadığı halde Cumhurbaşkanı’nın parti başkanı olması, adlandırmayı sanal kılıyordu. Siyasal sorumluluk yokluğu ve hukuki güvenlik sorunu ise sistemden söz etmeyi zorlaştırıyordu.

Daha somut anlatımla, Yasama ve Yürütme yapılanması ve ilişkileri üzerine anayasa kuralları rejim, bunun işleyiş ve uygulanma biçimi sistemi ortaya koyduğuna göre; kamu makamlarının yetkilerini anayasal çerçevede kullanmaları ölçüsünde hukuki güvenlik ve sistemden söz edilebilirdi. Ne var ki, “yurttaşların güne hangi ortam ve koşullarda başlayacağı”, uygulamada giderek belirsiz bir durum almakta idi.
∗∗
Hatırlayalım: Haziran 2015 seçimlerini yineleyerek ancak yeniden siyasal çoğunluğu elde eden AKP, 2019 yerel seçimlerinin rövanşını yine Anayasa’ya aykırı biçimde kayyum uygulaması ile alma yoluna gitti.

2023 seçimlerini “resmi dezenformasyon videoları” ile alan Cumhur İttifakı, 2024 yerel seçimleri yitirmenin hıncını bu kez, kayyum yelpazesini genişleterek almaya çalışıyor.

Gerçi, Anayasa Mahkemesi’nin 27 Ekim 2023 günlü C. Atalay kararından, TBMM’de 16 Ağustos 2024 günlü kavgalı oturumu arasındaki zaman diliminde yaşananlar, “Anayasa suçu” nun ne olabileceği üzerine yeterli fikir vermişti. Ama TBMM’nin 1 Ekim’de açılması ile başlatılan siyasal süreç, sistemsizliğin ülkeyi, toplumu ve devleti nerelere savurabileceğini de gösterdi.
∗∗
Keyfi anayasal alanlar” genişledikçe, toplumda, “yöneticiler, yeter ki Anayasa’ya uysun; biz otoriter düzenlemelere de rıza gösteririz” algısı doğabilir. Ancak, keyfi uygulamanın temel taşlarının demokratik olmayan Anayasa hükümleri ile atıldığı da göz ardı edilmemeli.  “Demokratik/otoriter/fiili-keyfi” olarak “Anayasa’nın üç hali”nin “üçüncü yelpazesi” sürekli genişliyor ve belirsizleşiyor.
∗∗
Öyle ki, üzerinde yoğunlaşma gereği bulunan Anayasa hukuku alanı fikri tartışmasına sıra bile gelmiyor. Üç katmanlı Anayasa hukuku alanı: Norm olarak Anayasa metninde yazılı kurallar, ulusal hukuka dahil edilen uluslararası sözleşmeler ve hukuk –hukukun genel ilkeleridir.

Hukuku etkili kılmak için bu tartışmaları yapabilmek bir yana, Anayasal bilgi kirliliği eşliğinde sürekli hale getirilen “sözde anayasacılık” söylemleri ve Anayasa dışı uygulamaların yaygınlaşması, “sistemsizliği sürekli kılma” iradesi (istenci) ile örtüşmekte.

Bu nedenle, asıl odaklanılması gereken, siyasal sorumluluk ve hesap verebilir bir yönetim yokluğudur. Hesap vermekten ve siyasal sorumluluktan bağışık Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme  (PBDBY), kendini Anayasa-üstü ve dışı bir mecraya (katmana) konumlandırmış bulunuyor. Öyle ki; bu işleyişte, Cumhuriyet’in temel organları olarak Yasama-Yürütme-Yargı’dan çok Cumhur İttifakı, ama daha çok İttifak bileşeni iki parti yöneticisi öne çıkıyor.
∗∗
Bu ortam ve koşullarda Yasama, Yürütme ve Yargı faaliyetlerini, Anayasa ve hukuk merceğine tabi tutma ve Anayasa’ya saygı yükümlülüğünü sürekli işleme gereği yaşamsaldır. Öyle ki,  anayasal dezenformasyonu aşmaya ve Anayasa’ya saygıyı sağlamaya yönelik çabalar kurumsal temellere oturtulamaz ve sürekli kılınamaz ise, “sistemsizliği sürekli kılma” hamleleri (girişimleri)  kurumsallaşır.

İnsan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyet” savunucuları, “Anayasa’ya saygı içinde siyaset ve hukuk yoluyla demokrasi” ereğinde dayanışma içinde olmalı; TBMM önünde sorumlu ve hesap verebilir bir Hükümet hedefini sürekli gündemde tutmalı.
=========================
Yazarın Son Yazıları

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 07 Kasım 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

ÖZENTİ

RTE‘nin danışmanı Uçum, 29 Ekim mesajında, “Atatürk’ün pratiği ve vizyonu olan ülke liderliği, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ihya oldu.” yazdı.

Kıskançlıktan çatlayacaklar…

FESLİ

Mahdum Bilal’in TÜGVA’sı, Cumhuriyet Bayramı’nda Atatürk düşmanı ve Yunan hayranı fesli Kadir’in konuşmasını paylaştı.

Ataları…

SAYGISIZLAR

Her törende olduğu gibi, yine bir grup bindirilmiş yalayıcı kıta, Anıtkabir’de “RTE” sloganları attı.

Anıtkabir’den atılacakları günler yakındır…

KINIK

Kızılay eski başkanı Kerem Kızık’ın kızı Zehra, bir kişiyi öldürmek, iki kişiyi yaralamakla suçlandığı davada tutuksuz yargılanırken, ilk duruşmada adli kontrol tedbiri de kaldırıldı.

Kınık, deprem zamanı Kızılay çadırlarını satmakla ünlenmişti.

Katilden sorumlu kızının kurtarılması ile ününe ün katabilir…

TARİKAT

Sincan’daki  Suffe Derneği isimli İsmailağa Tarikatı yurdunda, çocuk yaştaki 20 öğrencinin eğitmenler tarafından sık sık darp edildiği ve olayın yurt yönetimince örtbas edildiği öğrenildi.

Tarikatların suç işleme özgürlüğü dönemi…

HUKUK

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı için Özgür Özel’in “Sen RTE’nin Zekeriya Öz’üsün” demesi üzerine Adalet Bakanı Tunç, “T.C. bir hukuk devletidir. Kimsenin yargıyı tehdit etmek hakkı da haddi de değildir.” dedi.

Benim bildiğim hukuk devletinde yargı, iktidarın güdümüne girmez…

OLMASAYDI

AKP Sakarya milletvekili Lütfi Bayraktar, “AKP olmasaydı ekmek bulamazdınız, vatanınız olmazdı, cennete gitmenin yolu AKP ‘den geçiyor.” dedi.

At martini Debreli Hasan, dağlar inlesin!..

ÖLÇÜ

AKP iktidarı 2025 için harçlara %44, maaşlara ise %12-16 zam yapıyor.

Ekonomistin ölçeği…

TÜRK

Mardin Belediye başkanı Ahmet Türk’ün yerine üçüncü kez kayyum atandı.

Adamın adaylığını onaylayanları kutlarım…

DEM eşbaşkanı Tuncay Demirhan’ın tehlikeli konuşması

Türkiye Kamuoyuna,

DEM eşbaşkanı Tuncay Demirhan’ın aşağıdaki konuşması çok hatalı ve çok da tehlikeli.

https://pic.x.com/M9WNtLmMaR 

Öfke sağduyuyu bastırmış. AKP’nin işine yarar, gerilim tırmanırsa OHAL gündeme gelebilir.

  • “…Şeyh Saitler ne yaptıysa, Sakineler ne yaptıysa
    Kürt halkı da onların yaptığını yapacaktır.”


    sözleri açıkça suç.
    Halk isyana teşvikten farksız.
    Asla kabul edilemez.
    Şeyh Sait isyanı İngiliz güdümlüydü ve Musul’u yitirdik (1925).
    Günümüzde biz 86 milyon kardeşiz.

“Kürt sorunu” adı altında “özerklik” veya “federasyon” istemi ve buna yol açacak istemler anayasaya ve Türkiye’nin tekil (üniter) yapısına aykırıdır. Anayasaya göre dini, mezhebi,
etnik kimliği, dünya görüşü ne olursa olsun, herkes zaten eşit yurttaş. (Anayasa m.10 ve 66)

Ek olarak Kürt etnik kimliğine ayrıcalıkla “Kürtlere eşit yurttaşlık” istemi anlamsız.

Türkiye’de salt Kürt etnik kimliği yok, onlarca etnik kimlik var. Darmadağın olur Türkiye!

Anadilde eğitim” ile “anadil eğitimi” de aynı şey değil. “Anadilde eğitim” Türkiye’nin tekil (üniter) yapısına ve anayasaya aykırı. “Anadil eğitimi” konusunda eksikler üniter (tekil) yapı içinde giderilir.

HDP’li – DEM’li politikacıların AİHM kararlarına karşın tutuklu olmaları; DEM’li seçilmiş belediye başkanlarının yerine, hukuka aykırı kayyum atanması da çözülmesi gereken sorunlardır.

CHP oyuna gelmemeli, emperyalist kışkırtmalara ve iktidarın gerilime çanak tutmasına hayır demlidir!

Bunun ötesinde, üniter (tekil, bütüncül) yapıya aykırı bir “Kürt sorunundan” söz etmek, emperyalizme hizmet etmektir.

Hiç ama hiç unutulmasın, tarih kaydetmemiştir                      :

1. Emperyalizmle işbirliği yapılarak özgürlük savaşımı (mücadelesi) verilemez;
eşyanın doğasına aykırıdır!
2. Emperyalizmin herhangi bir halkı – topluluğu – ulusu özgürlüğüne kavuşturduğu görülmemiştir.
3. Kürt yurttaşlarımız Batı emperyalizmi ile müttefik olarak Anadolu’daki öbür kardeşlerine silah kullan(a)mazlar, bunu onurlarına yakıştıramazlar. Kurtuluş savaşında birlikte döğüştük!

4 Kasım 2024, Dr. Ahmet SALTIK @profsaltik
https://x.com/profsaltik/status/1853513931915956286

Sevgi ve saygı ile. 04 Kasım 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

‘Kürt sorunu’ sorunu

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
,
04 Kasım 2024, Cumhuriyet

 

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, terör örgütü PKK’nin feshedildiğini açıklaması koşuluyla PKK’nin kurucusu Abdullah Öcalan’ın TBMM’de konuşması çağrısı faciasından sonra yeni bir facia daha yaşandı ve CHP’li Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer tutuklandı, yerine de bir kayyum atandı.

Ahmet Özer’in siyasal görüşlerine katılıp katılmamak ayrı bir konudur, görüşü ne olursa olsun, hukuk ve adalet dışı uygulamalara karşı çıkmak ayrıdır. Hukuka sahip çıkmanın ölçütü kişilerin siyasal görüşlerini paylaşmak olamaz. Olursa, hukuk devleti yıkılır, “hukuk” siyasal çıkarların aracına dönüşür. AKP’nin ve MHP’nin yaptığı da budur.

Ahmet Özer hakkındaki iddianamede, belediye başkanlığı öncesine ait kimi olaylar anlatılmış. Ahmet Özer seçimlerden önce suç işlediyse, suç işlediği için hüküm giydiyse veya suç işlediğine ilişkin ciddi bir bulgu varsa, seçimde aday olmasına resmen nasıl izin verildi?

Ahmet Özer bir suçtan dolayı hüküm giymiş birisi değil.

İddianamede aleyhindeki söylemler ve eylemler de AKP’nin Kürt sorununa” yönelik sözde “çözüm sürecine” denk gelmektedir ve bu dönemde, AKP’li siyasetçilerin birçoğu da benzer söylemler ve eylemler içinde olmuşlardır.

Anayasada belirtildiği gibi hukuk ve yasalar herkese eşit uygulanacaksa, insanların iktidarda olup olmamasına, siyasal görüşüne, üyesi oldukları siyasal partiye göre uygulanmayacaksa, Ahmet Özer’in tutuklanması nasıl açıklanabilir?!

Bu uygulamanın “Ergenekon”, “Balyoz”, “Casusluk”, “Oda TV”, “Gezi”, “28 Şubat” gibi hukuk dışı bir kumpas olduğu, anayasanın yargı bağımsızlığıyla ilgili 138. maddesinin ihlali (çiğnemi) ve
halk egemenliğinin gasp edilmesi anlamına geldiği açıktır.
***
Kürt sorunu olarak anılan konunun, emperyalizmin bunu suiistimal ettiği bilindiği halde, yapay biçimde, AKP’nin ve MHP’nin provokasyonuyla gündeme sokulması da ayrıca bir sorundur.

  • Türkiye’nin ekonomi, adalet, hukuk, eğitim, sağlık gibi birçok yaşamsal sorunu varken,
    bu konu durduk yere neden gündeme gelmiştir?

CHP yönetimi ve muhalefet bu konuda tuzağa düşmemelidir.

CHP, AKP’nin ve MHP’nin gölgesinde siyasetini sürdürürse ciddi oy kaybına uğrayacaktır. 

Ayrıca Kürt sorunu ifadesiyle neyin kast edildiği de somut biçimde ortaya konmalıdır.

Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının etnik ve kültürel kimliklerinin ve Kürtçe dilinin, geçmişte, onlarca yıl reddedildiği ve bu çerçevede Kürtlerin uzun yıllar baskı altında kaldıkları gerçektir. Ancak bu sorun yakın geçmişte büyük ölçüde çözülmüştür; kültürel haklar konusundaki eksikler de zaman içinde giderilmelidir. CHP’nin parti programında ifade edildiği gibi;

  • Üniter (tekil) yapı korunarak, Kürt kökenli vatandaşların kültürel asimilasyona uğratılması önlenebilir. 

Ancak “Kürt sorunu” adı altında “özerklik” veya “federasyon” istemi ve buna yol açacak uygulamalar söz konusu ise,
bu anayasaya ve Türkiye’nin üniter yapısına aykırıdır. 

Anayasaya göre dini, mezhebi, etnik kimliği, felsefi görüşü ne olursa olsun, herkes zaten eşit vatandaştır. Buna ek olarak Kürt etnik kimliğine ayrıcalık yapılarakKürtlere eşit yurttaşlık” ifadesine başvurmak anlamsızdır.

Çünkü Türkiye’de salt Kürt etnik kimliği yoktur, onlarca farklı etnik kimlik vardır.

“Anadilde eğitim” ile “anadil eğitimi” de aynı şey değildir.

“Anadilde eğitim” Türkiye’nin üniter yapısına ve anayasaya aykırıdır. 

“Anadil eğitimi” konusundaki eksikler de üniter (tekil) yapı korunarak giderilebilecek şeylerdir.

HDP’li/DEM’li kimi siyasetçilerin AİHM kararlarına aykırı biçimde tutuklu olmaları;
DEM’li seçilmiş belediye başkanlarının yerine, hukuka aykırı biçimde, kayyum atanması da çözülmesi gereken sorunlardır.

Bunun ötesinde, üniter (tekil, bütüncül) yapıya aykırı bir “Kürt sorunundan”
söz etmek, emperyalizme hizmet etmektir.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları