28 Şubat’tan bugüne

Cumhur Utku
Em. Albay

28 Şubat 2024, Cumhuriyet

Laikliğin kilit taşı olduğunu ve irticanın bin yıl süreceğini unutmuştuk. Balık belleğimiz neleri unutmadı ki? 28 Şubat 1997 günkü Milli Güvenlik Kurulu’nun kararlarından önce Genelkurmay Başkanlığı tarafından cumhurbaşkanına sunulan brifingi, MİT Müsteşarlığı’nca sunulan raporları unuttuk.

İlköğretimdeki sekiz yıllık kesintisiz eğitimi kimlerin istemediğini, Aczimendi rezaletini, Bankasya’nın açılış fotoğraflarını, kasten sürdürülen türban gerginliğini, şeriatı öven nutukları, Rafsancani’nin ziyaretini, Libya’daki çadırı, başbakanlık konutunda şeyhlerin, müritlerin, dervişlerin ağırlanmasını unuttuk.

Sözde milli görüş partisinin, aşırı İslamcı radikal örgütlerle yasal ya da yasadışı temaslarını, ticarete din kisvesi bulaştırıp helalle haramın karıştığını, Ordudan ihraç edilen tarikat mensuplarının milli görüşçü ya da Nurcu ticari kuruluşlarda istihdam edildiğini, Fethullah’ın yurtdışındaki yüzlerce okulunu, onlarca şirketini, Zaman gazetesinin yurt dışı dahil bedava dağıtıldığını, Sincan’daki Kudüs gecesini, ertesi gün Ecevit, Baykal ve Mesut Yılmaz’ın canhıraş beyanatlarını (demeçlerini) unuttuk.

Dile kolay, tam 27 yıl geçmiş. Aklımızda yalnızca, Kudüs tiyatrosundan dört gün sonra Sincan’dan geçen tanklar, bir generalin 28 Şubat kararlarına “Postmodern darbe denilebilir” demesi ve başka bir generale de haksız yere atfedilen “demokrasiye balans ayarı” sözü kaldı.

NE OLDU?

Alışamadım!” diyen teğmenden “Atatürk’ü sevmek zorunda değilim!” diyen teğmene gelirken o günlerde “Ben Hizbullahım. Türkiye’nin %90’ı Hizbullahtır. Hizbullah olmayanlar ise Hizbulşeytandır” diyen Şevki Yılmaz’dan “Osmanlı’yı süren soysuzları lanetliyorum” diyen Şevki Yılmaz’a geldik.

Medyada 28 Şubat’a “darbe” kelimesi eklenerek belleklerde yanlış kaldı. “Darbe” kelimesi mahkeme tutanaklarında ve savcılık iddianamelerinde bile bu kadar fazla geçmemişti. Bu yanlış algı halen devam etmektedir. İnternette “28 Şubat” yazdığınızda birçok doğrunun arasına pek çok yalan ve yanlışın sıkıştırıldığını görürsünüz. Nedeni, MGK kararlarının 2018’deki yıldönümünde, zamanın başbakanının şu sözlerinde saklıdır: “Hukuk içinde hak ettikleri en ağır cezayı alacaklardır. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın!” İşin ilginç yanı, bu sözlere şimdiye dek hiç kimse hangi hukuk, hangi ağır ceza, hangi şüphe diye sormamış, soramamıştı.

AÇILAN DAVALAR

Koalisyon partileri içinde çekişme devam etti. İrtica odaklarının eylem ve söylemleri devam etti. Batı Çalışma Grubu kuruldu. Yasaldı. Başbakanlıkta, İrticayı Sürekli İzleme Merkezi (SİM) kuruldu. Yasaldı.

O günlerin partisiz cumhurbaşkanı (AS: S. Demirel);

  • “Şimdi 28 Şubat’a darbe diyorlar. Neresi darbe? Ne olmuş 28 Şubat’ta? Parlamento fesih mi edilmiş? Hükümet alaşağı mı edilmiş? Siyasi partiler mi kapatılmış? Milletvekilleri mi tutuklanıp götürülmüş? Ne yapılmış? Milli Güvenlik Kurulu toplanmış, kararlar almış. Bunları herkes imzalamış ve sonra da uygulanmış. Hükümet görevinin başında kalmış. Dört ay sonra istifa etmiş. Anayasaya göre yenisi kurulmuş. Buna darbe denilmez.” demişti.

Açılan intikam mahkemelerinde tanıklık yapan siyasilerin hepsi MGK kararının doğal olduğunu, kendilerine silah zoruyla bir şey imzalatılmadığını açıkça beyan etmişler (bildirmişler).

O günlerden sonra yeni atanan Genelkurmay başkanı “İrticayla mücadele irtica bitene kadar, gerekirse bin yıl devam eder” demişti. (AS : Eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu)

Yıllar sonra verilen bir dilekçeyle başlatılan soruşturma sonunda iddianame hazırlandı ve 2 Eylül 2013’te “28 Şubat” davası adıyla 103 sanık, “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini cebren devirmeye, düşürmeye iştirak”la suçlandı. Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi, Nisan 2018’de 103 sanıktan 21’i hakkında müebbet (yaşam boyu) hapis cezası verdi. 68 sanık beraat etti (aklandı). 10 sanık için zamanaşımının dolması, dört sanık için de hayatlarını kaybetmiş (yaşamlarını yitirmiş) olmaları nedeniyle dava düşürüldü. Bir numaralı sanık olan dönemin Genelkurmay başkanı 26 Mayıs 2020’de temyiz süreci devam ederken yaşamını yitirdi. (AS : Eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı)

Yargıtay 9 Temmuz 2021’de 14 sanık hakkında verilen müebbet hapis cezalarını onadı. Davada hüküm giyen emekli generallerin rütbeleri, Genelkurmay Başkanlığı’nın kararıyla söküldü.

Bir general 22 Aralık 2022’de tutuklu bulunduğu Sincan Cezaevi’nde demans hastalığı nedeniyle yaşamını yitirmişti. Altı general sağlık nedeniyle tahliye edildi (salıverildi).

Yaşı sekseni aşan, beden ve akıl sağlıkları yerinde,
beş Türk generali 925 gündür zindandadırlar.

Onlar, TSK İç Hizmet Kanunu‘nun 35. maddesi gereğince görevlerini yapan komutanlarının verdikleri yasal emirleri yerine getirmişlerdi. Siyaset adamlarının çoğu 35. maddenin askerlere müdahale hakkı verdiğini sanıyor ama komutanlar, müdahaleye yasal ve vicdani hakları olmadığını onlardan daha iyi biliyorlardı. Müdahalenin ne menem bir şey olduğunu, geçmiş her müdahaleyi yaşamış olan o günün komutanları yalnızca yasal uyarı görevlerini yerine getirmişlerdi. MGK Genel Sekreterliği 28 Şubat 1997 günü o tavsiye kararı ve 18 maddelik ekini hazırlamasaydı, tarih önünde görevi savsaklama ve kötüye kullanmakla suçlanacaklardı.

SONUÇ : 28 Şubat kararları, askeri bir darbe ya da müdahale değildir!

Bu kararlar din istismarcılarının, gericilerin Cumhuriyet düşmanlığını ortaya çıkartıp siyasal iktidarın önüne koyan bir sorumluluğun sonucudur. Askerler bu sorumlulukta davranmayıp görevlerini savsaklasalardı, 15 Temmuz kalkışması daha erken yıllarda olurdu.

O günlerden bu güne yaşadıklarımız 28 Şubat’ın bitmediğini göstermektedir.

Mücadele sürecinin bittiğini sananlar yanılırlar. Tarikatlar her gün, her ortamda pusudalar. Saklandığı yerden çıkıp açıkça saldırıya geçenlerin, hangi mevzilerden korunduğu ve nereden desteklendiği bellidir.

Din bezirgânlığı, sözde toplu mağduriyetler ve eli kılıçlı fetvalar sürmektedir.

Halkın kanını emen din tüccarlarından yararlananların eylemlerinin bin yıl süreceği varsayılarak, halk aydınları tetikte bulunmalıdır.
==============================================================
Dostlar,

Aşağıdaki tweet iletisini de biz ekleyelim… (Sn. Zafer Arapkirli’nin)

Bir de Barış TERKOĞLU‘nun bir makalesinden alıntı yapacağız (Erdoğan mı Netanyahu mu? Cumhuriyet, 27 Kasım 2023, Barış Terkoğlu: Erdoğan mı Netanyahu mu? (cumhuriyet.com.tr)

“… Bugün dava kapsamında hapiste 5 emekli general bulunuyor. Çetin Doğan 83, Fevzi Türkeri 82, Yıldırım Türker 82, Cevat Temel Özkaynak 78, Erol Özkasnak 77 yaşında.

İçeridekiler bakanın söylediği gibi birer birer Adli Tıp’a sevk edildi.

Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu, generallere ayrıntılı bir sağlık taraması yaptı. Bir dizi gel gitin ardından
5 generalin de sürekli hastalık ve kocama halleri çıktı. Raporlar nisan-mayıs aylarında savcılıklara gönderildi. Doktorlara göre de 5 general hapiste kalamazdı.

Örnek olsun. Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu, Çetin Doğan’ın hastalıklarını şöyle sıraladı:
Diabetes mellitus, hipertansiyon, koroner arter hastalığı, opere lomber dar kanal, sağ peroneal sinir hasarı, sağ düşük ayak, işitme kaybı. Doğan için oybirliği ile “kocama hali” raporu verildi.
Doğan’ın dosyası 6 Nisan’da savcılığa gönderilmiş.

İNTİKAM İÇİN İMZALAMIYOR

Dosyalar infaz savcılıklarından Adalet Bakanlığı’na oradan ise Cumhurbaşkanlığı’na iletildi.
Buradan sonrası aslında bir takdir değil, sadece görevdi. Hasta ve kocamışlığı kanıtlanmış bir mahkûm için cumhurbaşkanı “Bence öyle değil” diyemezdi. İmzayı atacak, generaller adreslerinde hayatlarının son evresini geçirecekti. Herkes de buna hazırdı. Generallerin tahliyesi sonrası kalacakları adresin tespiti bile karakollar tarafından yapılarak dosyaya eklendi.

Gelgelelim her ne olduysa burada süreç durdu. Mezarevlerde günahsız insanları işkenceyle öldüren Hizbullah davası sanığı 71 yaşındaki Mehmet Emin Alpsoy’un, Saadet Partili sandık görevlilerini katleden 75 yaşındaki Hacı Sülük’ün, Sivas’ta yazarları diri diri yakan 75 yaşındaki Hayrettin Gül’ün hapisliklerini hasta ve yaşlı diye hızla kaldıran cumhurbaşkanı, hapisteki generallerin dosyasını
6 aydır bekletiyor.
(AS: Bu gün 9 ay bitti!) Bir yıl önce Vural Avar’ın ölümünün ardından başlayan süreç bir türlü ilerlemiyor. Yaklaşık 50 yıl TSK üniformasını taşımış askerlerin çocukları ise her sabah
“Babam öldü mü” endişesiyle uyanıyor.

Nedenini tahmin etmek güç değil. Zira savaşın bile bir hukuku varken, bu hukuk Hamas-Netanyahu tarafından bile bir buçuk ayda tanınırken, bizimkilerin intikam duygusu hiçbir kural bilmiyor. İçerideki generaller için de Katar’ın ya da Sisi’nin devreye girmesi mi lazım?

İntikam önce sahibini kör eden bir zehir gibi. Herkes biraz içse gerçekler görünmez olurdu.”

Sevgi ve saygı ile. 28 Şubat 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

KOMPRADORLUK-KOMPRADOR TUTUM-DAVRANIŞLAR ve ATATÜRK

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Vatandaşlar: “Hocam, komprador ne demek, kompradorluk üzerine bilgi verir misiniz?” diye soruyor. Açıklamaya çalışalım:

Komprador sözcüğü İspanyolca “comprodor” sözcüğünden türetilmiş ve tarihsel açıdan giderek oldukça yaygın bir kullanım alanı bulmuştur. Komprador, sözcük anlamı ile işbirlikçi, sadık müşteri anlamına gelir. Geri kalmış ya da sömürge ülkelerdeki siyasal, tecimsel (ticari) ve ekonomik seçkinlerin, kendi ülkelerinin çıkarlarını göz ardı ederek, sömürgeci – güçlü ülkelere sadık, onlarla siyasal, tecimsel, ekonomik ve finansal ilişkiler kurup geliştiren yerli işbirlikçiler için kullanılır. Yerli, ama kendi çıkarları için, ülkesinin ulusal çıkarları zararına hareket eden siyaset ve sermaye sınıfını tanımlar.

Kompradör sözcüğü, tarihsel olarak, İspanya merkezi hükümeti ile İspanyol sömürgesi olan ülkelerin merkezi hükümetle olan siyasal, tecimsel ve ekonomik ilişkilerinin bağımlılığını tanımlamak için kullanılmış, daha sonra giderek merkez-çevre ilişkilerindeki tutarsızlık ve tek yönlü bağımlılığı anlatabilmek için dolaşıma girmiştir.

Marksist merkez – çevre kuramına göre, emperyalist güçlü devletlerin sermaye sınıfı Merkez’i; görece geri kalmış ekonomisi zayıf ülkeler de Çevre‘yi temsil eder. Çevre ülkelerin siyasal ve ekonomik seçkinleri, kendi öz çıkarları uğruna, ülkelerinin ulusal çıkarları zararına, merkez ülkeleri ile işbirliği yaparlar.

Gelişmiş ve az gelişmış ülkeler arasıdaki, dengesiz ya da eşit olmayan asimetrik ilişkiler siyasal, tecimsel, sınai (endüstriyel) ve finansal boyutlarda farklı bağımlılık ve kompradorluk türleri doğurur.

1- Siyasal Bağımlılık – Siyasal kompradorlar

Çevre, ya da geri kalmış ülke yöneticilerinin, emperyalist- sömürgeci ülkelerin istekleri ve yönetimlerine bağımlı bir siyasal tutum içine girmeleri; siyasal, hukuksal, tecimsel, ekonomik, finansal ve hatta kültürel (ekinsel) yapılarını emperyalizmin çıkarlarına göre yapılandırmaları anlamına gelir. Bu siyasal işbirlikçilik, gönüllü olabileceği gibi zoraki de olabilir. Ancak Merkez ile Çevre arasındaki siyasal işbirlikçilik olmadan öbür hukuksal, tecimsel, ekonomik, finansal ve kültürel (ekinsel) sömürü kanalları oluşmaz. Çünkü her konuda olduğu gibi küresel, emperyal ilişkilerde de siyaset ve siyasetçilerin rolleri başat ve belirleyicidir.

2- Tecimsel (Ticari) Komradorluk – Tecimsel (Ticari) Komprodorlar

Sanayileşmenin henüz yetersiz, ama ticari kapitalizmin yoğun ve başat olduğu dönemlerde, sömürgeleşmiş ya da geri kalmış ülkelerin ticari elitlerinin, kendi ülkesinin çıkarları zararına, emperyalist ülkelerin ticari burjuvazisi ile işbirliği yapması demektir. Daha başka bir söyleyişle yerli burjuvazi ile emperyalist burjuvazinin iş ve çıkar birliği içinde çalışmalarıdır.

3- Sınai Kompradorluk – Sanayi Komprodorları

Kendi ulusal sanayilerini kuramamış, montaj sanayisinin temel girdileri açısından dışa bağımlı olan, yeterince sanayileşememiş ülkelerdeki sanayi elitlerinin, sanayisi gelişmiş emperyalist ülkelerin sermaye elitleri ile kendi ülkelerinin kısa, orta ve uzun erimdeki çıkarları zararına da olsa, emperyalist ülkelerin sanayi elitleri ile işbirliği yapmaları demektir. Bu anlamda sınai kompradorluk, yerli sanayi burjuvazisi ile küresel sanayi burjuvazisinin çıkar birliği yapmaları demektir.

4- Finansal – Parasal kompradorluk – Finansal Komprodorlar

Genelde az gelişmiş ya da görece geri kalmış ülkelerin mali-finansal yapıları, küresel döviz kazançları, bankacılık sistemleri, para ve sermaye piyasaları, çeşitli nedenlerle, yeterince gelişememiştir. Dünyadaki büyük finansal kuruluşlar emperyalist güçlü ülkelerin parasal sermaye sınfının yönetim ve denetimi altındadır. Ayrıca dünyadaki güçlü ve büyük para babaları da yine emperyalist, gelişmiş ülkelerin yurttaşlarıdır. Bu nedenle, yeterince gelişememiş ülkelerin finansal burjuvazi sınıfı, kendi ülkelerinin zararına olsa bile, yine kendi öz çıkarları için, küresel finansal burjuvazi ile işbirliği içinde olurlar. Ayrıca güçlü emperyalist ülkelerin, siyasal ya da ekonomik nedenlerle, kendi yönetim ve denetimlerindeki büyük ve güçlü küresel finansal kuruluşları, bir şantaj aracı olarak az gelişmiş ülkelere karşı kullanmaları her zaman olasıdır.

Sonuç şudur                       :

Az gelişmişlik ya da geri kalmışlık, tarih boyunca her zaman siyasal bağımlılık ile ticari, sınai ve finansal kompradorluk hep iç içe olmuştur. Bu komprador sistem, gelişmiş merkez ülkeler ya da emperyalist Batı ile yeterince gelişememiş ülkeler arasındaki siyasal, ticari, sınai, ekonomik, sosyal ve kültürel dengesizlikler ve asimetrik güç ilişkilerinden doğan, Merkezin Çevreyi, gelişmişin az gelişmişi, güçlünün zayıfı ezip sömürdüğü bir sistemdir.

Sömürü sorununun temelinde güçlü sömürücü ülkelerin olduğu kesindir. Ancak, ülkesi ve toplumunun zararına, sömürücü ülkelerle işbirliği içindeki komprador sınıfın yüklendiği günahlar çok daha büyüktür.

Emperyalist, güçlü merkez ülkelerin ekonomik elitleri, kendi ülkelerinin çıkarları için çalışırlar. Halbuki azgelişmiş çevre ülkelerinin kompradorları, emperyalist ekonomik elitlere işbirlikçi olunca kendi ülkelerinin değil küresel sermaye için katkı sunmuş olurlar.

İşbirliği yapmak bir denge gerektirir. İçinde genelde asimetri yoktur Halbuki işbirlikçilik farklıdır. İşbirlikçilik yapmak en hafifinden, kendi çıkarı için, halkının ve ülkesinin çıkarlarını göz ardı etmektir.

Son bir anımsatma : İşbirlikçi sınıfın sorunlarını ülke ve toplum sorunları gibi takdim ederek komprador sınıfın savunuculuğuna soyunan aydınlara(!) da komprador aydın denir.

Yüce Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk ne diyordu :

  • Tam bağımsızlık benim karakterimdir… Askeri zaferler (utkular) ne denli büyük olurlarsa olsunlar, ekonomik zaferlerle (utkularla) taçlandırılmazlarsa kalıcı olamazlar.

Sivil tabipler ve sınır güvenliği

Halkı isyana çağıran PAŞA!Doğu Silahçıoğlu
Em. Tümgeneral

28 Şubat 2024, Cumhuriyet

Askeri anlatımda “zayiat” harekât alanında görev dışı kalmış olan; şehit, hasta/yaralı, esir ve kayıp olmak üzere dört grubu kapsar. 2016’da sağlık sistemi yok edilen TSK’nin sınır ötesi operasyonlarında “zayiat” sorunları ortaya çıkınca, bugün sivil tabiplerin bu amaçla görevlendirilmesine yönelik öneriler gündeme geldi.

ZORLU KOŞULLARA UYGUNLUK

Askerlik çok kapsamlı görev ve hizmetlerin bir arada yürütüldüğü bir alandır. Sivil bir kişinin bu yapı içinde yeri olamaz. Hizmet ve görevlerin ifası için yasalarla “komutan” “amir”, “emir”, “ast”, “üst”, “yükümlülük” esasları getirilmiştir. Bunlar olmadan Silahlı Kuvvetlerde herhangi bir faaliyetin yürütülmesi mümkün değildir. Bir sivili ne yaparsanız yapın bu sisteme dahil edemezsiniz. Emirlere itaat her orduda askerliğin temel kuralıdır. Buna aykırı hareket etmek; eğitimli bir askerin aklından bile geçmez. Zor koşullarda bile o; azim ve kararlılık içinde görevini yerine getirmeye çalışır. Halbuki sivil bir kişiyi böyle bir yükümlülük altına sokamazsınız. Ondan bunu beklemeniz gerçeklerle bağdaşmaz.

YOK EDİLEN SİSTEM

Geçmişte TSK’de sağlık hizmetleri de dahil olmak üzere tüm faaliyet bu anlayışla oluşturulmuş bir yapı içinde yürütülürdü. Her kademedeki sağlık personeli temel askerlik eğitiminden geçerdi. Bu programa mesleki eğitim yanında; kuramsal bilgiler, atış, spor ve muharebe eğitimi de dahildi. Her statüdeki sağlık personeli (subay, astsubay, ordu hemşiresi, erbaş ve er); içinde “Seyyar Cerrahi Hastanesi” de olan “Tugay Sıhhıye Bölüğü”nde, “Hasta ve Yaralı Ayırma Takımı” nda, “Ambulans Takımı”nda; ya da daha gerilerde kolordu ve ordu hastanelerinde ya da GATA’da görev yapardı.

Bu sistem özellikle muharebe koşullarında ve de arazideki operasyonda her askerin moral ve motivasyonu üzerinde inanılmaz derecede olumlu bir etki yaratır; özellikle tahliye ve tedavi zincirinde bir noktaya ulaştığını gören yaralı bir asker artık ölmeyeceğine inanırdı…

Bugün yok edilmiş olan bu sistemde; hiçbir askeri eğitimden geçmemiş ve rütbesi olmayan, “ast” nedir, “üst” nedir, “amir” nedir, “emir” nedir, “hizmet” nedir, “görev” nedir bilmeyen; yaşamında silah sesi duymamış, bir yerden bir yere uzun bir yürüyüşle gitmemiş, zorlu iklim ve arazi koşulları başta olmak üzere hiçbir güçlükle karşılaşmamış, kişisel ölüm tehlikesi yaşamamış, fiziki kondisyonu belirsiz sivil tabiplerle bu hizmet yapılamaz.

YENİDEN ASKERİ HASTANELER

Bir sivil tabip, bir piyade ya da komando taburuyla gece kış koşullarında 40 km yürüyemez. Üzerinden mermi geçerken direncini ve şuurunu muhafaza edemez (bilincini sürdüremez). Böyle zor koşullarda görevini yerine getirmek bir yana; içinde bulunduğu birlik için, her kademedeki komutanlar için ve hatta kendisinden hizmet bekleyenler için de sorun olur. Ayak bağı olur. Hem ondan hizmet bekleyenlere hem de kendisine yazık olur.

  • TSK sağlık sistemini yeniden kurmayı kabullenmeyen bir inat,
    vatan evlatlarının bilerek feda edilmesinden başka bir sonuç getirmez.
  • Sorunun tek çözüm yolu geçmişteki yapıyı ve sistemi yeniden oluşturmaktır.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ : 28 Şubat tuzak (kumpas) mağdurlarına

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

  • Haftanın tüm iğneleri, TSK’ne 28 Şubat davası ile kumpas kuranlara ve kin-intikam duygularına esir olarak yaşlı/hasta insanları cezaevinde tutanlara…

SOYSUZ

Şevki Yılmaz, II. Abdülhamit’in torununun düğününde “Osmanlı’yı süren soysuzları lanetliyorum” dedi ve “Selanik’ten gelen dönmeleri, onlara destek verenleri kahru perişan eyle yarabbim” diye
dua (!?) etti.

Atatürk’ün soyu belli. Şevki’ninkini bilmiyorum…

İLGİSİZ

Murat Kurum, ÇED raporunun heyelanla (toprak kaymasıyla) ilgisi olmadığını söyledi.

Hayret! Bu adamın Bakanlıkla ilgisi var mı?..

HAVZA

Kapasite artışı için istenen ÇED raporunda Devlet Su İşleri (DSİ) 8’inci Bölge Müdürlüğü’nün 2020, ‘İçme ve kullanma havzasında olmadığı’ görüşü verdiği açıklandı.

Beraber yürümüşler yağan zehire…

KOLTUK

RTE, Enerji Bakanı danışmanı Ali Oflaz’ı altıncı koltuğa atadı.

Adam mı var atasın!..

MÜSLÜMAN

DDY görevde yükselme sınavında ABD’li boksörün Müslüman olduktan sonra aldığı ad soruldu.

Yandaş olmayan elensin sorusu…

KURT

TOKİ’nin aylık geliri 16 bin liradan az olanlar için verdiği arsa, kurada AKP’li vekil Kurtcan Çelebi’ye de çıktı.

Tilkiler kurt kılığında…

ŞERİAT

Diyarbakır’da Hizbullah’a yakınlığı ile bilinen Peygamber Sevdalıları Derneği “Yaşasın Şeriat” afişleri astı.

Balığın kokulu başı başta…

AĞIT

ÇEDES uygulaması kapsamında Kars’ta bir ilkokulda sınıfa mezar maketi kondu ve öğrencilerin anneleri için ağıt yakması istendi.

Pedagoji öbür dünya için miydi?..

ETİK

Belediye seçimleri öncesi Cumhurbaşkanı, yardımcısı, Bakanları AKP adayları için devlet olanakları ve projeleri ile reklam yapıyor.

Aydınlık “Mansur Yavaş mitinglerde belediye araçlarını kullanıyor” diye manşet yapıyor.

Etik midir?

Pardon! Etik (ahlak felsefesi) ne demekti?..

BALLI

Murat Kurum’a desteğini açıklayan eski Başbakan Çiller’in Kilyos’taki arazisine Kurum’un ballı imar izni çıkardığı açıklandı.

Çıkarcı dayanışması…

Türkiye’ye şeriat gelir mi?

Berkant Gültekin

Berkant Gültekin

Siyaset 28.02.2024, BİRGÜN
Eski Refah Partisi Milletvekili Şevki Yılmaz’ın Osmanlı torunlarının düğününde Cumhuriyet ve
Mustafa Kemal’e yönelik hakaretlerinin ardından ülkede yeniden şeriat tartışması başladı.
Türkiye’ye şeriat gelir mi?

Tartışma daha ziyade, Türkiye’de resmi olarak şeriat rejimi kurulur mu kurulmaz mı eksenine sıkıştırılıyor. Laikliği savunan kimi kesimler, “güvenceyi” Anayasa’daki laiklik prensibinde arıyor. Esas çelişki, laikliğin Anayasa’da olup olmaması olarak görülüyor. Şeriat, ileride geçilebilecek bir rejim, zamanı gelince tuşa basılıp aktif hale getirilecek bir düzenmiş gibi algılanıyor. Laikliğin, Anayasa’da yazdığı sürece yaşamaya devam edeceği, iş bu aşamaya gelmediği müddetçe “büyük hamle”nin yapılmış sayılmayacağı düşünülüyor.

Meseleye dair bir diğer akıl yürütme de toplumun şeriat rejimini isteyip istemediği çerçevesinden yapılıyor. Deniyor ki, Türkiye toplumunda şeriatı isteyenler çoğunlukta değil, halk yüzde 80-90 oranında laik, çağdaş ve demokratik bir ülkede yaşamayı tercih ediyor. Bu nedenle şeriat çağrılarının da gidişatı değiştirebilme kapasitesi yok. Bu yaklaşıma göre şeriata geçiş, çok uzak bir ihtimalden ibaret. Buna ek olarak, Türkiye’deki sosyo-ekonomik yapının da şeriata izin vermeyeceği iddia ediliyor. Türkiye kapitalizminin küresel sisteme olan bağımlılığının, şeriatın serencamını mümkün kılmayacağı savunuluyor.

Bir de çok eskiden beri şeriat konusunda belli protipleri masaya yatırıp değerlendirme yapma alışkanlığı var ki o da sürecin bir parçası… İran olur muyuz, Afganistan’a döner miyiz, Suudi Arabistan’a benzer miyiz diye konuşuluyor. O ülkelerin bize yakınlıkları ya da uzaklıkları üzerinden bir siyasi muhasebeye girişiliyor.

Her şeyden önce, “Türkiye’ye şeriat gelir mi?” sorusunun günün gerçekliğine ne kadar uygun ve konuyu bu sorunun etrafında konuşmanın ne kadar doğru olduğunu düşünmek gerek. Cevabı “evet” ya da “hayır” olabilecek bu soru, gerçekten Türkiye’de laikliğin ve seküler yaşam tarzının yaşadığı kan kaybını anlatmak için ideal bir zemin mi yaratıyor, yoksa istikbaldeki bir “an”a odaklanarak toplumun “az önce”ye ve “şimdi”ye karşı körleşmesine mi neden oluyor?
***
Laikliğin güvencesini Anayasa’da aramak, hukuki açından makul görünse de siyasi açıdan aldatıcı. Çünkü laikliğin varlığını Anayasa üzerinden yorumlayan yaklaşım, mevcut tehlike ve tehditlerin kavranmasını güçleştirerek onları önemsizleştiriyor. Şöyle düşünelim, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndan laiklik çıkarılırsa ne olacak?

4-6 yaş Kuran kursları yaygınlaştırılacak, referansı din olan özgür düşünce karşıtı birtakım öğretiler eğitim alanını kuşatıp bireylerin zihnini çocuk yaşta şekillendirecek, iki okuldan biri imam-hatip yapılacak, tarikatlar ve cemaatlerin etkinlik alanını genişleyecek, her biri devlette kadrolaşacak, hukukun yerini şeyhlerin buyrukları alacak, yurttaş kula, toplum tebaaya dönüşecek, bilim itibarsızlaştırıp hurafeler dört bir yanı saracak, felaketler önlenebilir olaylar değil “kader planı” olarak açıklanacak, yaşam yadsınıp ölüm kutsallaştırılacak, din emekçi sınıfı uysallaştırmanın bir aracı olarak kullanılacak, kadınların özgürlükleri tehdit edilecek, siyasi otorite kadınların nasıl nefes alacağını, kaç çocuk doğuracağını belirleyecek, içki sosyal hayattan dışlanacak, TV kanallarında buzlanacak ve seküler yaşam alışkanlıkları topyekûn şeytanlaştırılacak mı?

Evet, tam olarak öyle, hatta bunlardan daha fazlası olacak. İşin garibi, bunlar şu an yaşanmakta olan şeylerin aynısı. Bu da demek oluyor ki Anayasa’da laiklik yazması, laikliği gerçek manasıyla korumaya yetmiyor ve şeriat uygulamalarını hayata geçirmeye, laiklik ibaresinin yer aldığı bir Anayasa engel olmuyor.

Peki, İran’a ya da şeriatın hüküm sürdüğü bir başka ülkeye benziyor muyuz? Büyük oranda hayır. Fakat tersten soralım; demokratik bir cumhuriyet olarak Avrupa’ın kuzeyindeki ülkelere, Almanya’ya, Fransa’ya ya da İngiltere’ye benziyor muyuz? Veya bizdeki başkanlık sistemi, ABD’deki başkanlık sistemiyle aynı mı? Ülkelerin ve toplumların ortak noktaları olsa da farklı tarihsel süreçlerden geçtikleri için birbirlerine tıpatıp benzemeleri de beklenmemeli. O nedenle, Türkiye’nin özgün koşullarını ve geçmiş birikimini yok sayarak İran’ı model alan bir şeriat değerlendirmesi hakikati gölgeler; “Türk tipi başkanlık sistemi” gibi “Türk tipi şeriat” düzeninin gelişimini görünmez kılar. Bu belki kitabi anlamda şeriat tanımına uymaz ancak laikliğin cenazeye dönüşmeye yüz tuttuğu, siyasal İslamcı anlayışla örülen bir atmosferi adlı adıyla tanımlar.

Toplumun şeriat konusundaki görüşü de önemli olmakla birlikte bugün yaşananı anlamlandırmaya yetmez. Siyaset, örgütsüz büyük yığınların görüş ve eğilimlerinden çok, örgütlü ve hedefe odaklanmış hareketlerin yaşamı dönüştürme kabiliyetiyle ilgili bir faaliyet. Küçük birlikler, büyük ama dağınık kitlelere üstün gelir. Günümüz Türkiye’sinde devlet mekanizmasını kontrol eden iktidarın ideolojisinden, topluma bakış açısından ve devletin şemsiyesi altında, kamu kaynaklarıyla beslenip güçlenen tarikatların politik ajandalarından bağımsız bir şeriat tartışması yürütülemez. Öte yandan toplumun algıları ve düşünceleri de zamanla dönüşebilir ve yapılan müdahalelerle süreç içinde ortaya çok farklı bir ülke sosyolojisi çıkabilir. O nedenle, “Şeriatı toplum istemiyor” argümanıyla sınırlı bir laiklik mücadelesi, mevzileri bir bir kaybetmeye ve finalde yenilmeye mahkûmdur.
***

  • Şeriat, bir anda ışınlanacak bir nokta ya da bir anda kapının zilini çalacak bir misafir değil, yıllardır adım adım inşa edilen bir düzen olarak ele alınmalı.

Türkiye zaten uzun bir süredir bu karanlık tünelin içinde; devletin kurumsal yapısı ve kamusal alan bir dönüşüm geçiriyor. Bu konuda ciddi bir mesafe alan rejim, hareketine devam ediyor. Nereye kadar gitmek istediği tartışılabilir elbette. Ancak şu bir gerçek ki ayakları yere basmayan, boşlukta sallanan, memleketteki sınıfsal-sosyal çelişkilerle ilişkilendirilemeyen ve salt bir değer olarak sahiplenilen laiklik kavramının yerine, ülkedeki sorunların çözümünde laikliği doğru yerde konumlandırabilen, ona 21. yüzyıla özgü dil ve hikâye kazandırabilen bir siyasal faaliyete hiç olmadığı kadar ihtiyaç var.

Halil Çivi şiiri; ATATÜRKÇÜLÜK : DEĞİŞMEYEN ÜLKÜ…

ŞİİR KÖŞESİ…

 

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
Halk Ozanı

ATATÜRKÇÜLÜK : DEĞİŞMEYEN ÜLKÜ…

Yurdumun, halkımın çağdaş yolusun,
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün.
Başbuğumsun, ululardan ulusun.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
XXX
Güneş olup zihnimize doğansın,
İrfan olup cehaleti boğansın,
Saltanatı, Hilafeti kovansın.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Kurtuluşla Türk Ulusu dirildi,
Kuruluşla çağdaş devlet kuruldu,
Egemenlik Türk halkına verildi.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Düşmanları kovdun, yurdu pak ettin,
Mondros’u, Mudanya’yla yok ettin,
Sevr’i yırttın, ATA’lığı hak ettin.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Uygarlık yolunda lider sen oldun,
Mazlum uluslara önder sen oldun,
Demokrasi için rehber sen oldun.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Eğitimle ülkümüzü bir ettin,
Akıl, bilim ırmağını gür ettin,
Laiklikle vicdanları hür ettin.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Dinbazların düzenini bozansın,
Cehaletin mezarını kazansın,
Ulusuna çağdaş hukuk yazansın.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Hak, hukukta kadın, erkek birleşti,
Eşit haklar gönüllere yerleşti,
Ayrımcılık bitti, toplum gürleşti.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Irkçı, dinci kimliklere sapmadın,
Birlik dirlik ekseninden kopmadın,
Haksız, adaletsiz işler yapmadın.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Cumhuriyet rejimini sen kurdun,
Ulusuna özgürlüğü sen verdin,
Yoksulluğun çemberini sen kırdın.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Atatürk’e çamur atan alçaktır,
Dinbazdır, yobazdır, beyni çoraktır,
Kapkara cahildir, vicdanı yoktur.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün.
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Halil Çivi diyor, O, Atamızdır,
Kurtardığı vatan, son yurdumuzdur,
Laik Cumhuriyet, namusumuzdur.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx


22 Şubat 2024
Prof. Dr. Halil Çivi
Çiğli / İZMİR

Hilafet, şeriat ve seçimler

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
26 Şubat 2024, Cumhuriyet

AKP genel başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’dan cesaret alan laiklik karşıtı, köktendinci, şeriatçı, hilafetçi odakların, anayasal düzeni yıkma girişimlerine hız kazandırdıkları bir dönemde, önümüzdeki belediye seçimleri daha büyük bir anlam ve önem kazandı; belediye seçimlerinin, yalnızca bir belediye ve yerel hizmet seçimi olduğunu söylemek olanağı kalmadı.

Hilafetçi ve şeriatçı Şeyh Sait’in adının caddeye konması; Filistin davası bahane edilerek gösterilerde hilafet ve şeriat çağrılarının yapılması; adliye koridorlarında şeriat sloganlarının atılması; eski milletvekillerinin ve imamların düğünlerde ve türbelerde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk’e hakaret ve “beddua” etmeleri; ÇEDES projesi bağlamında imamların eğitim kurumlarını ve okulları istila etmesi; bilimsel bir ders olan biyoloji dersinin müfredatına “yaratılış teorisi” adı altında teolojik görüşlerin eklenmesi; Milli Eğitim Bakanlığı’nın protokollerle cemaatlere ve tarikatlara teslim edilmesi; Erdoğan’ın “Diyanet Akademisi”ndeki bir törende açık bir biçimde şeriatı savunması; devlette kadrolaşmanın, siyasal söylemin ve eğitimin dinselleşmesi; kültür ve sanat etkinliklerinin yasaklanması; şeriata yönelik eleştiriler yapanların gözaltına alınması, anayasal ve laik düzeni yıkma çağrısı yapanlar için ise hiçbir hukuksal işlemin yürütülmemesi,

  • Türkiye’nin hızla bir uçurumdan aşağı sürüklendiğinin göstergeleridir.

Türkiye’de nüfusun yaklaşık yarısı Erdoğan’a oy vermediği halde ve yapılan tüm araştırmalara göre nüfusun çoğunluğu laiklik ilkesini benimsediği ve Atatürk’e saygı duyduğu halde, teokratik ve despotik yöntemlerde ısrar edilmesi, Erdoğan’ın ve AKP’nin kendi yaşam biçimini, siyasal görüşünü ve din yorumunu toplumun tamamına dayatmaktan vazgeçmemesi, Türkiye için çok ciddi bir ulusal güvenlik sorunudur.

Tarihsel olgulara bakıldığında, böyle bir dengeye sahip olan ülkelerde bu tür dayatmaların uygulanması ve yöneticilerin kapsayıcı olamaması durumunda, o ülkelerde kutuplaşmaların, bölünmelerin, parçalanmaların ve iç çatışmaların ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğu görülecektir.
***
Erdoğan’ın “sivil anayasa” adı altında teokratik bir anayasa için çalışmalar ve planlar yaptığı, laik devleti yıkarak bir din devleti kurmaya çalıştığı açıktır. Bunu hâlâ anlamayanlar gaflet, dalalet ve hıyanet içindedir.

AKP’nin belediye seçimlerini kazanması veya İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin, Antalya, Eskişehir gibi kentlerin CHP’den AKP’ye geçmesi durumunda, belediyelerin olanakları, dernek ve vakıf adı altında faaliyet gösteren dinci cemaatlerin ve tarikatların hizmetine sunulacağı gibi, seçim zaferinden cesaret alan Erdoğan ve AKP, teokrasiyi kurma ve Cumhuriyeti yıkma çalışmalarına da hız verecektir.

Bu nedenle önümüzdeki belediye seçimlerinde halkın AKP’ye bir kırmızı kart çıkarması, Türkiye’nin uçurumdan aşağı sürüklenmesi sürecine bir “dur” demesi, yaşamsal önemdedir.

Ancak muhalefet partilerinin kendi içinde bölünmüş ve bir ittifak kuramamış olmaları, bunun önündeki en büyük engeldir.

O nedenle belediye seçimlerinde, ana muhalefet partisi olan ve Türkiye’nin çoğu ilinde kazanma olasılığı daha yüksek olan CHP’nin adaylarına oy verilmesi, muhalefet oylarının bölünmesinin engellenmesi, bu çerçevede bir seçim ittifakını, seçmenin sandıkta sağlaması gerekmektedir.
***
Geçtiğimiz hafta, tüm partilerin belediye başkan adayları belirlendi.

Parti içi demokrasi, aday belirleme süreci ve partinin ilkelerine sahip çıkılması konularında CHP yönetiminde var olan sorunların artık, seçimlerden sonra ele alınması gerekmektedir.

Bu yıl gerçekleşecek tüzük kurultayında parti içi demokrasi sorunu radikal (köktenci) bir biçimde çözülürse, aday belirleme süreci ve partinin ilkelerine sahip çıkılması ile ilgili sorunlar da zaman içinde kaçınılmaz olarak çözülecektir.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İliç’te ne oldu?19 Şubat 2024

Adult & Public Health

Dear Phase 3 Students of Atılım Univ. Medical School

All medical students,
Medical residents in different branches
Allied health staff

General public and Media,

On 26th February 2024, we’ll conduct a 1 hour lecture for Phase 3 Students of Atılım Univ. Medical School with a subject of

Adult & Public Health

Here is the 40 slides PDF file (3,4 MB) : Adult & Public Health, Ahmet SALTIK


10 important public health issues related to adults                                  :

1.Chronic Diseases: Addressing conditions like heart disease, diabetes, and hypertension
is crucial. Promoting healthy lifestyles, regular screenings, and early intervention
can mitigate their impact.
2.Mental Health: Mental health disorders affect a significant portion of the adult population. Strategies to reduce stigma, improve access to mental health services, and promote well-being
are essential.
3.Tobacco Use: Smoking and other tobacco products contribute to various health problems. Public health efforts should focus on prevention, cessation programs and awareness campaigns.
4.Obesity and Nutrition: Encouraging healthy eating habits, physical activity, and
weight management is vital. Obesity increases the risk of multiple health conditions.
5.Substance Abuse: Addressing alcohol, drug, and prescription medication misuse is critical. Prevention, treatment, and harm reduction strategies are essential components.
6.Sexual Health: Promoting safe sexual practices, regular screenings, and awareness
about sexually transmitted infections (STIs) are crucial for maintaining adult health.
7.Vaccination: Ensuring adults receive recommended vaccines (e.g., flu, pneumonia,
shingles-zona…) helps prevent serious illnesses and reduces healthcare burden.
8.Health Disparities: Addressing disparities related to race, ethnicity, socio-economic status, and geographic location is essential for equitable access to healthcare.
9.Aging Population: As the population ages, addressing geriatric health issues becomes paramount. This includes falls prevention, dementia care, and promoting active aging.
10.Health Literacy: Improving adults’ understanding of health information, navigating healthcare systems, and making informed decisions is fundamental for overall well-being.

With respect and love. 26th February 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Univ. Medical School, Dept. of  Public Health
BSc in Political Sciences & Public Administration
LLM in Health Law
www.ahmetsaltik.net         
profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik       X : @profsaltik

Şeriat çıkmazı

Özdemir İnceÖzdemir İNCE
25 Şubat 2024, Cumhuriyet

Şeriatı övmek ve onu dokunulmaz saymak “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme” suçudur. Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesinin birinci bendi bu suçu şöyle tanımlar: “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

Bunu bir kenara yazalım. Yazdık! Bir de şu satırları okuyalım: 8 Nisan 1924 tarihli ve 469 sayılı Mehakimi Şeriyenin İlgasına ve Mehakimin [Mahkemelerin] Teşkilatına Ait Ahkâmı Muaddil Kanun var, ki Cumhuriyetimizin yargı alanında gerçekleştirdiği en önemli devrimlerden biridir. Ve bu yasaya göre şeriatı savunmak ve istemek yasal suçtur.

469 sayılı kanun ne yapmış? TBMM çıkardığı 469 sayılı yasa ile “şeriye (şeriat) mahkemeleri”ni kaldırmış. Bu mahkemelerin dayandığı din kurallarının yasa olarak kullanılmasını yasaklamış. Bu yasadan sonra Kuran ayetleri, hadisler, icmai ümmet ve kıyas-ı fukaha esasları üzerine kurulmuş olan din kuralları artık YASA değildir.

TBMM’nin çıkardığı yasa ile şeriat mahkemeleri kaldırılmış, yerine Cumhuriyet mahkemeleri kurulmuştur ve bu mahkemeler TBMM tarafından çıkarılan yasalara göre karar vermektedir. Buna göre adliye binaları içinde “Yaşasın şeriat!” diye bangırdayarak gösteri yapmak hem anayasaya hem de 8 Nisan 2024 günü 100. yılını kutlayacağımız yasaya ve TCK’nin 216. maddesinin birinci bendine göre suçtur. Ayrıca bir adalet sarayında “Yaşasın şeriat!” diye böğürerek Cumhuriyete karşı isyan suçu işleyen güruh hakkında dava açmamak da büyük bir suçtur.

Şeriye mahkemelerinin kaldırılmasının ve çağdaş mahkemelerin kurulmasının 100. yıldönümünü 8 Nisan 2024 günü kutlayacağız. Şeriat sistemi tamı tamına 100 yıldır ölüdür. Bu cesedi diriltmeye çalışmak 100 yıldır suçtur.

Demokratik, laik ve devrimci Cumhuriyetin yasalarına göre, “Yaşasın şeriat!” diye haykırmak “Kahrolsun Cumhuriyet!” diye nara atmaya eşdeğerdir ve “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmektir” ki “Kahrolsun laikler!”, “Gebersin Cumhuriyetçiler (Cumhuriyet)!” anlamına gelmektedir.

Şeriat nedir? Bizzat İslam dini midir? Eğer İslam olsaydı birden fazla şeriat olmazdı. İslam dini tektir ama şeriat tek değildir. Zaman içinde eklemeler ve çıkarmalar yapıldığına göre kutsal da değildir. Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ve yapısını kabul etmez; başta ikinci maddesi olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na karşıdır, onu kabul etmez. Durum böyle olduğuna göre şeriatın dokunulmaz nitelikli bir kutsallığa sahip olduğu gibi bir yorum yaparak vatandaşlar hakkında dava açmanın uygun olmaması gerekir.

Kuran’ı, hadisi, şeriatı 2024 yılında bir demokratik ve laik ülkede yasa ve kural haline getirmek bu statüko içinde kesinlikle mümkün değil. Haydi bakalım, “Müşrikleri nerede görürseniz öldürün” diyen Tevbe Suresi 5. ayete göre herhangi bir müşriki (Tanrı’ya ortak koşan) öldürün de görelim!

Bir de şu var: AKP ve Genel Başkanı “totaliter” bir rejim kurmuşlardır ama “teokratik” bir düzen kurmaya özenip Cumhuriyetin demokratik devletini “teokratik” bir düzene dönüştürebilirler mi? “Deneyemezler” diyemem ama olacakların altında kalırlar.

Şeriat konusunun kuramsal yanına burada nokta koyup bazı şeri örnekleri ele alalım:

Şeriat sistemi köleliği savunur: “Beğendiğiniz (veya size helal olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın…” (Nisa, 3)

Şeriat sistemi eşitsizliği savunur: “Allah rızk verirken kiminizi diğerlerine üstün tutmuştur.” (Nahl, 71)

Şeriat sistemi kadını aşağılar: “Erkekler kadınlara üstündür.” (Bakara, 228)

Son söz: Şeriat, Osmanlı’nın şeriat devletinde kutsaldı. Ama Cumhuriyet döneminde 100 yıldır kutsal değil! (AS: 1518 öncesinde değil.. Halifelik getirilince Anadolu islamı yerine Araplaşma başladı şeriat ve gene mutlak değildi, Osmanlı işine gelmediğinde şeriatı uygulamadı.. Geldiğimiz yer, tam bir Arap kültür emperyalizmi sonrası başkalaşma – yozlaşma ürünüdür..)

Meltem TV konuşmamız : İLİÇ MADEN FACİASI

Dostlar,

Dün (23 Şubat 2024) Meltem TV’de Sayın Gülgün Feyman Budak’ın konuğu olduk.
Yaklaşık 25 dakika boyunca İliç maden yıkımına (faciasına) ilişkin soruları yanıtladık ve
iş cinayetini değişik boyutlarıyla irdeledik.

İş ve Meslek Hastalıkları“, Tıpta Uzmanlık mevzuatına göre, “Halk Sağlığı” ana uzmanlık alanının yan dalıdır (üst ya da ileri uzmanlık alanı).

Biz uzun yıllar bu alanlarda Tıp Fakültesinde lisans ve lisans üstü düzeyde dersler verdik, araştırmalar ve projeler yürüttük. TTB (Türk Tabipleri Birliği) ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile İşyeri Hekimi, İş Güvenliği Uzmanı, İşyeri Hemşireliği “Yetki Belgesi” (sertifika) kurslarında uzun yıllar boyunca eğitimci olduk. Kamudan (Ankara Üniv. Tıp Fak.) emeklilik sonrası Atılım Üniv. Tıp Fakültesinde çalışmalarımızı sürdürmekteyiz.

Yeraltı maden işletmesi dahil, işyeri hekimlikleri, mahkemelerde bilirkişilik.. yaptık / yapmaktayız, uzman görüşü yazmaktayız (CMK m.67/6 ve HMK m.293)

Türkiye’nin madencilik politikalarını gözden geçirerek yeni stratejik kararlar vermesi gerekiyor. Durum böyle sürdürülebilir değil ve

  • Ardışık yıkımlar (facialar) salt bir zaman sorunu. Yani, ama bu gün, ama yarın… (zaman içinde) yenileri kaçınılmaz!

Oysa iş cinayetleri (gerçekte iş kazaları!) çağcıl teknoloji ile %98’e varan oranlarda önlenebiliyor. Meslek hastalıkları ise neredeyse tümüyle…

Maliyet-etkin (cost-effective) de olan bu “güzelim” sonuçlar bizden neden bu denli uzak ki?

Neden kaza – kader – fıtrat şeytan üçgenine bağlanır ki kimi gerici politikacılarca!?

Tablo “Örgütlü kötülük” olarak nitelenebilir, dünkü TV konuşmamızda vurguladık..

İzlemek için lütfen tıklayınız (Haberin İçinden programı, ilk 24 dakika)..

Paylaşılsın ve ülkemize ve insanımıza yararlı olsun dileriz bu bilimsel çabalarımız.

İlgili şu yazıya da bakılmasını öneriyoruz :

Altın madenciliğinde işçi sağlığı ve güvenliği  | Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
https://x.com/profsaltik/status/1761129732551106916?s=20 

Sevgi ve saygı ile. 24 Şubat 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik