Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

Ya fikri hür nesil ya kindar nesil

Mehmet Ali Güller
Mehmet Ali Güller

Her rejim, kendi programını sürdürecek insan yetiştirmek ister.

Örneğin Cumhuriyet rejimi, “özgür” gençler yetiştirmeyi hedeflemişti. Mustafa Kemal Atatürk o hedefi “Öğretmenler, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister” diyerek ilan etmişti (Hâkimiyet-i Milliye, 26.08.1924).

Bu hedef, Atatürk’ün “Ben devrim ruhunu ondan aldım” dediği Tevfik Fikret’tendi. Büyük devrimci bir başka devrimciden esinlenmişti: Fikret kendi portresini “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim” dizesiyle çizmişti.

ALTIN NESİL – KİNDAR NESİL

Atatürk sonrasında devrimin sürdürülememesi ve “dinciliğe taviz, toprak ağalarıyla uzlaşma ve Atlantik kampına giriş” süreci en sonunda karşıdevrimi getirdi.

Devrim nasıl kendi programını uygulayacak bir nesil yetiştirmek istiyorsa, karşıdevrim de kendi programını uygulayacak bir nesil istiyordu.

Örneğin FETÖ’nün hedefi “altın nesil”di. O neslin askerlerini, polislerini, hâkimlerini, savcılarını gördük: Tezgâhlar, kumpaslar, montaj kasetler, yalanlar, iftiralar ve en sonunda darbe girişimi…

AKP’nin hedefi ise “kindar nesil.” Erdoğan, başbakanlığı sırasında Necip Fazıl’a atıfla, AKP gençlik kolları kongresinde ilan etmişti bu hedefi: “Modern, dindar bir gençlikten bahsediyorum. Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlikten bahsediyorum.”

İKİ ZIT MODEL

Devrimin ve karşıdevrimin iki zıt “nesil hedefi” modeli var:

Atatürk’ün hedefi “özgür düşünceli, özgür vicdanlı” gençlikti, Erdoğan’ın hedefi “kindar” gençlik.

Atatürk’ün ideoloğu devrimci şair Tevfik Fikret’ti, Erdoğan’ın ideoloğu karşıdevrimci Necip Fazıl.

Özgür düşünceli gençler Cumhuriyet okullarında ve Köy Enstitülerinde yetişecekti; kindar nesil ise imam hatip okullarında…

ASIL SUÇLU İKTİDARDIR

17 yaşındaki bir imam – hatip öğrencisinin, Atatürk’ün fotoğrafını cinsel uzvuna sürerek sergilediği rezil davranış, öncelikle hukukun konusu oldu ve genç tutuklandı.

Ancak konu yalnızca hukukun değil, sosyolojinin, psikolojinin, ekonominin ve en önemlisi siyaset biliminin konusudur. Hatta önemi bakımından, 17 yaşındaki bir gencin bu durumu, aslında öncelikle siyasetin konusudur.

17 yaşındaki bir genci, bu çirkin davranışından ve hakaretinden ötürü tutuklamak çözüm de değil, caydırıcı da… Çünkü esas sorun bu gençleri zehirleyen iklimdir. Çünkü bu gencin okuduğu Marmara Anadolu İmam Hatip Lisesi, düzenlediği törende Atatürk’e hakaretle anımsanıyor (Sefa Uyar, Cumhuriyet, 22.9.2023).

Yani o gençten önce öğretmenleri suçlu. O öğretmenlerle birlikte ailesi suçlu. Ama asıl suçlu o öğretmenlerden “kindar nesil” yetiştirmesini isteyen iktidardır.

İktidar Atatürk ve İnönü için “iki ayyaş” derse, hedeflediği “kindar nesil” de Atatürk’ün fotoğrafını cinsel uzvuna sürmeyi marifet sanır ve sosyal medyadan yayımlar.

ASIL MÜCADELENİN EKSENİ

150 yıldır sürüyor bu çarpışma:
– Ya devrim ya karşıdevrim,
– ya İttihat ve Terakki
– ya Hürriyet ve İtilaf,
– ya Kuvayı Milliye ya Kuvayı İnzibatiye,
– ya Kemalist Cumhuriyet ya monarşi,
– ya Köy Enstitüleri ya imam hatip okulları,
– ya laiklik ya siyasal İslamcılık,
ya fikri hür nesil ya kindar nesil…

Cumhuriyetin 2. yüzyılına gireceğiz 29 Ekim’de. Cumhuriyetin 2. yüzyılında gençlerimizi köklerine düşmanlaştıran, davalarının süngüsü yapan bu siyasal iklimi değiştirebilmeliyiz öncelikle…

Hapiste gençlere Atatürk’ü sevdirmek mümkün değil ama gençleri zehirleyen siyasal iklimi değiştirerek Cumhuriyet okullarında Atatürk’ü anlamalarını sağlayabilmek mümkün.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

ATATÜRK : “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.”

Sinan Meydan
@SMEYDAN

Millet: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.”  (Atatürk, 1930, Vatandaş İçin Medeni Bilgiler)

Biz adsız “bir millet” değiliz. Bizim bir adımız var; biz, anayasamızdaki tanımla “Türk Milleti“yiz.

Yüz yıl önce de “Türk Milleti“nden rahatsız olanlar, hatta “Türk” demeyi yasaklamaya kalkanlar  vardı.

10 Nisan 1920 tarihli gazete haberlerine göre Damat Ferit Hükümeti’nin Eğitim Bakanı Fahrettin Bey, bir genelge yayımlayarak “Türk” yerine “Osmanlı” sözcüğünün kullanılmasını istemişti. (İleri, İkdam, Alemdar gazeteleri).

Falih Rıfkı Atay şöyle diyor:

“İstanbul Maarif Nazırı –Rumbeyoğlu Fahrettin- okul kitaplarından ‘Türk’ kelimelerinin kaldırılarak yerine ‘Osmanlı’ sözü konmasını emretmişti.”  (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 302).

Damat Ferit’in Eğitim Bakanı Rumbeyoğlu Fahretin, salt okul kitaplarından “Türk” kelimesini çıkarmakla kalmadı, aynı zamanda okullarda “milli şarkıların/marşların” söylenmesini de yasakladı.” (İleri Gazetesi, 8 Ekim 1923)

Dönemin Osmanlı yönetimine imzalatılan Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920) Türkiye’yi etnik hatta dinsel olarak paramparça etmeyi amaçlıyordu. Atatürk önderliğinde Kurtuluş Savaşı’nı kazanarak Sevr planını bozduk. Lozan Barış Antlaşması ile

  • Türkiye’nin, bir bütün olarak eşit – egemen Türk Milletinin vatanı
    olduğunu tüm dünyaya kabul ettirdik.

Atatürk, bu millete, hep adıyla  “Büyük Türk Milleti” diye seslendi.

  • Atatürk, Çanakkale’den Sakarya’ya, Afyon’dan İzmir’e, bu vatan için, bu topraklar için can veren, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, bu Cumhuriyetin yurttaşı olan herkesi, din ve ırk farkı gözetmeden, “Türk Milleti” diye tanımladı.

1924 Anayasası 88. maddesinde Türk Milleti açıkça tanımlandı.

  • “Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı gözetilmeksizin
    vatandaşlık bağı itibariyle Türk dendiği”
    ifade edildi.

Görüldüğü gibi Cumhuriyet’in kurucu felsefesinde “Türk Milleti”ne mensup olmak bir dine, bir mezhebe, bir etnik yapıya, bir ırka mensup olmak olarak değil, Türkiye Cumhuriyeti’ne yurttaşlık bağıyla bağlı olmak anlamına geliyordu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesinin millet tanımı ırkçı, dinci, mezhepçi bir tanım  değil; kavrayıcı, kapsayıcı, laik ve  demokratik bir tanımdır. Zaman içinde uygulamadaki eksikler, yanlışlar tanımdaki gerçeği değiştirmez.

Bu millet tanımı bizi tüm farklılıklarımızla “Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı” olarak bir araya getiren, bağımsız bir vatanda, eşit, özgür biçimde ay yıldızlı bayrağın gölgesinde birleştiren bir millet tanımıdır. Birlik ve bütünlüğümüzün çimentosudur.

Siyasal İslamcı zihniyet, Cumhuriyetin bu laik millet (ulus) tanımını hiç benimsemedi.

Siyasal İslamcı literatürde “millet”, Osmanlı’daki “Millet Sistemi”ne bir göndermeyle, öteden beri “ümmete” karşılık olarak kullanıldı. Bu nedenle siyasal İslamcıların “tek millet”, “bir millet” derken modern anlamda “laik ulus”u değil, dinsel birliktelik anlamında “ümmeti” kastettikleri bilinmelidir.

Onların “yerliliği ve milliliği” de Türk Milletinin tarihinden süzülüp gelen Türk dilini, Türk kültürünü benimsemiş bir yerlilik, millilik değil, “üstün kavim” olarak gördükleri Arapların dilini, kültürünü benimsemeyi amaçlayan bir Arap yerliliği, milliliğidir. Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı olmalarının nedeni de burada gizlidir.

Toplumu yeniden ayağa kaldırmak-1

MERDAN YANARDAĞ 3 AYDIR HAKSIZ-HUKUSUZ TUTUKLU; HEMEN SALIVERİLMELİ

Ülke tuhaf bir ruh hali içinde. Havada bir gerilim ve “dokunsan patlayacak” kıvamında bir sıkıntı var. Derinleşen ekonomik kriz, seçimlerden sonra oluşan bu havayı daha da ağırlaştırıyor. Toplumun derinliklerinde bir enerji, çıkış arayan bir tepki birikiyor sanki. Toplumsal faylarda stres yükseliyor. Bu durumu cezaevinde bile görmek mümkün oluyor.

Öyle ki, yerel seçimlere daha 6 aydan fazla zaman olduğu halde (31 Mart 2024’te sandığa gidilecek) ülkenin yeniden bir seçim atmosferine girdiği görünüyor. Oysa henüz 3 ay önce yapılan 14-28 Mayıs seçimlerinin sonucunu bile ne toplum ne de tarih henüz sindirebilmiş değil. Sorun da zaten burada. Çünkü 14-28 Mayıs hiçbir sorunu çözmedi.

Bu atmosferi ve toplumsal ruh halini besleyen en önemli etkenlerden ikincisi de CHP’de seçimlerin hemen ertesinde patlayan, yönü ve kapsamı başlangıçta belli olmayan “değişim” tartışması ve sürecidir. Bu değişim süreci ve sonucunun seçimlerin seyrini de derinden etkileyeceği görünüyor. Zaten tam da bu nedenle kamuoyunun dikkati değişim sürecinin üzerinde toplanıyor. Bu bağlamda, CHP Grup Başkanı Özgür Özel’in genel başkanlık için aday olduğunu açıklaması, kazanıp kazanamayacağından bağımsız olarak yüksek bir değer taşıyor. Çünkü parti çizgisinin de sorgulanabileceği ideolojik, siyasal bir tartışmaya zemin hazırlıyor.

Toplumsal gerilimin yükselmesi, ülkenin üzerine çöken karamsarlık, tükenmişlik ve umutsuzlukla beslenen ve giderek kabaran öfkenin temel nedeni, 14-28 Mayıs seçim sonuçlarıdır. Çünkü adil ve demokratik olmayan koşullarda yapılan bu seçimler bütün beklentileri (AKP’ye oy verenlerin bile) boşa çıkardı. Seçim sonuçları, AKP ve MHP’ye oy verenler de dahil, toplumun büyük bir bölümünü tatmin etmedi. Sonuçların öngörülememesi, hayal kırıklığını daha da büyüttü. Bu nedenle seçimlerin ortaya koyduğu siyasal tablo daha dördüncü ayında eskidi. İktidarın zaten sınırlı olan meşruiyet alanını tüketti. Kırgın ve öfkeli muhalif seçmen siyasetten ve siyasal mücadeleden kopmaya başladı.

Bu ortamı ve ruh halini besleyen temel etken, aşağıda daha da açacağım gibi, seçimlerin adil olmadığına dair bir inancın toplumun genelinde hâkim olması ve yayılmasıdır. AKP’nin ve gerici faşist koalisyonun seçimleri iftira, yalan, hile ve kara propaganda ile kazandığının toplumun muhafazakâr kesimlerinde de biliniyor olmasıdır. İktidarın derin bir ahlaki ve siyasal meşruiyet sorunu yaşadığı bütün açıklığıyla ortadadır. Sorun bu meşruiyet krizini muhalefetin yeterince kavrayıp üzerine gitmemesindedir. Toplum esas olarak muhalefete kızgın.

Sonuç olarak 14-28 Mayıs seçim sonuçlarından gerici, faşizan, dar bir toplum kesimiyle İslamcı siyaset sınıfı dışında kimse memnun değildir. Siyasal İslamcılığın giderek vahşi bir sermaye birikim modelinin aracı olması, yerleşen yağma ve ulusal zenginliklerin talan edilmesi düzeni, büyük kentlerin sokaklarını ele geçiren, güvenlik aygıtını çürüten mafyalaşma, karamsarlığı ve toplumsal umutsuzluğu derinleştiriyor. Adalete güven çöküyor.

Ülkede ve devlet düzeninde kurumsal bir çöküş yaşanıyor. Bir kabile düzeni oluşuyor, düzen mafyalaşıyor. Bir “medeniyet” yitimi ve krizi yaşanıyor. Derinliği, birikimi, geleneği, kültürü olmayan bir kasaba yobazlığı ve bedevi gericiliği ülkeye egemen oluyor. Hukuksuz, kuralsız, despotik bir patrimonyal sultanlık hüküm sürmeye başlıyor. İslamcı faşist bir rejim kuruluyor. Her faşist rejim gibi kurumsal ve hukuksal birikimi imha ediyor. Keyfi ve her şeyi “başyüce”nin belirlediği bir âlem oluşuyor.

Kurumsal çöküş, sadece devlet mimarisinde bir yıkıma dönüşmüyor; hukuk düzenini ve kamusal hayatı da bir önceki çağa (döneme değil, çağa) iade ediyor. Bu tabloyu sadece toplumun eğitimli, kentli, seçkin ya da muhalif kesimleri değil; sokaktaki sıradan insanlar da -en azından sezgisel olarak- kavrıyor ya da anlıyor. İşte bu durum ülkede yeni ve öne çekilen, yani bir 5 yıl daha beklemek istemeyen bir “değişim” talebinin yükselmesine yol açıyor. İşte bu nedenlerle bütün gözler ağır ağır yerel seçimlere çevriliyor.

İktidar yerel seçimlerde tartışmasız bir şekilde yenilgiye uğratılırsa, 5 yıl beklemeden bir erken genel seçim yapılıp yapılamayacağı sorusu zihinleri kurcalıyor. Neden olmasın? Çünkü 14-28 Mayıs seçimlerini muhalefet kaybetse bile, iktidar da gerçekte kazanamamış görünüyor. Bunu kendileri de biliyor.

Bütün devlet olanakları seferber edildiği halde yalan ve iftiraya dayalı kampanyaya karşın ancak “burun farkı” denilebilecek küçük bir oranla seçimleri alan iktidar bloku, derin bir meşruiyet krizine sürüklenmenin eşiğinde bulunuyor. Ancak ne yazık ki muhalefet başını kaldırıp böyle bir sorgulamayı ülke gündemine taşıyamıyor.

İktidar ise yaşadığı güven ve meşruiyet krizini, ancak yerel seçimleri de alarak giderebileceğini görüyor. Böylece 14-28 Mayıs sağlamasının yapılacağını anlıyor. Bu nedenle ne olursa olsun yerel seçimleri almak istiyor. Meşruiyet açığını kapatmanın başka bir yolunun olmadığını görüyor. Bu nedenle yeni rejimi kalıcılaştırmak ve garanti altına almak için planladığı anayasayı değiştirme operasyonunu daha geniş kesimleri, bu açıdan CHP dışındaki bütün muhalefet partilerinin katılmasını sağlamaya çalışıyor. Tazelenmiş bir yeni toplumsal rıza/onay üretmeye çalışıyor. İslamofaşist rejim içeride ve dışarıda sıkışıyor.

NOT: Yazının ikinci kısmı yarın

Bilgi Savaşı

Dr. Cihangir Dumanlı
Em. Tuğgeneral
Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

Alvin ve Heidi Toffler çifti “War And Anti War” (1995) adlı kitaplarında üretim biçimimizin savaşma biçimimizi belirlediğini ileri sürerler. Çağımızda bu görüşü doğrulayan gelişmeler yaşanmaktadır.

Çağımızın belirleyici niteliği bilginin ve bilişim teknolojilerinin hızla gelişmesi ve tüm dünyaya yayılmasıdır. Bu teknolojiler üretim biçimini de değiştirmiş, Endüstri 4.0 modeline geçilmiş, bilişim teknolojilerinden yararlanarak sanayi çağındaki kitlesel standart üretimin yerine, müşteriye özel üretim aşamasına erişilmiştir.

Bilginin ve bilişim teknolojilerinin savaşlarda kullanılması da kaçınılmaz duruma gelmiştir.

ABD Ulusal Savunma Üniversitesi (NDU) öğretim üyesi Martin Libicki 1995’te yayınladığı “ What Is Information Warfare?” adlı kitabında, ilerideki çatışmaların gittikçe artan biçimde bilişim sistemleri üzerindeki savaşım (mücadele) biçiminde olacağını yazmaktadır.[1] Bu yazımızda, adı geçen kitaptan yararlanarak bilgi savaşı konusunda bilgi verilecektir.

Bilgi savaşı (information warfare): Barışta, krizde, çatışmada, çatışma sonrasında stratejik ve taktik düzeyde tarafların hedeflerini geçekleştirmek için bilgiyi araç olarak kullanmalarıdır.[2] Bilgi savaşının barışta kullanılması üzerinde durulmalıdır.

Libicki, bilgi savaşının birçok ögesinin bir bütün olduğunu yazmakta ve bu ögeleri şöyle sıralamaktadır:

  1. Komuta kontrol savaşı (command and control warfare)
  2. İstihbarata dayalı savaş (intelligence based warfare)
  3. Elektronik savaş,
  4. Psikolojik savaş,
  5. “Hacker” savaşı,
  6. Ekonomik bilgi savaşı.[3]

Adı geçen kitabın yayınlandığı 1995’ten bu yana bilişim teknolojilerindeki hızlı gelişme, özellikle sosyal medyanın yaygın kullanımı dikkate alındığında, bu listeye yeni bilgi savaşı türlerinin eklenmesi doğaldır. Aşağıda bu savaşlar hakkında özet bilgi verilecektir.

Komuta kontrol savaşı:

Komutan bir birliğin beynidir. Komuta kontrol sistemi ise o Askeri Birliğin sinir sistemidir. Düşmanın komutanını veya komuta kontrol sistemini işlevsiz duruma getirirseniz, o birlik yönetilemez, dolayısı ile savaşamaz. İşte komuta kontrol savaşı, düşmanın komutanının veya komuta kontrol sistemini etkisiz kılmayı amaçlar.

Bunun güzel bir örneği Kurtuluş Savaşımızda yaşanmıştır. 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruzda, karşımızda üç Yunan kolordusu vardı. Bu kolorduların bağlı olduğu Ordu Komutanı General Hacianesti 400 km geride, İzmir’den telgraf haberleşmesi ile savaşı yönetiyordu. 5. Süvari kolordumuz, “aşılamaz” denilen Ahır dağını 25/26 Ağustos gecesi sızma yürüyüşü ile aşarak düşmanın gerisine indi ve İzmir ile Afyon arasındaki telgraf hattını kesti. Yunan ordu komutanının cephedeki kolorduları ile haberleşmesi kesilmiş oldu. Yunan kolorduları eşgüdümlü hareket edemez duruma geldi. Bu Kolordular ile ordu karargahı arasındaki iletiler (mesajlar) önce süvarilerimizin eline geçti. Böylece bilgi üstünlüğünü (information superiority) ele geçirmiş olduk ve savaşı kazandık. Buna benzer örnekleri pek çok savaşlarda görmek olanaklıdır.

Bilgi güçtür. Komuta kontrol savaşı, bilgi savaşının bir biçimidir.

İstihbarata dayalı bilgi savaşı (intelligence based information warfare)

İstihbarat genel olarak düşmanın durumu, yetenekleri ve niyeti hakkında bilgi toplayarak etkili planlama yapmamızı sağlar. Hedef istihbaratı ise, hangi silahı ne zaman ve nasıl kullanacağımıza doğru karar vermemizi sağlar. Çağımızda gelişen haber toplama araçları, her iki tür istihbaratın üretilmesini kolaylaştırmaktadır.

Genel istihbarat ve hedef istihbaratı sağlarken, karşı yanın bizim hakkımızda istihbarat elde etmesi önlenmelidir (istihbarata karşı koyma). Bu ikisini etkili uygulayan taraf, bilgi üstünlüğü ile savaşı kazanır.

Elektronik Savaş:

Savaş araçlarının hareket yeteneğine koşut olarak savaş alanları genişlemiş, elektronik haberleşme önem kazanmıştır. Bilgi savaşının bir başka ögesi, düşmanın elektronik haberleşmesini kısıtlamak veya kesmektir.

Elektronik savaş salt haberleşme sistemlerine yönelmez, elektromanyetik spektrumun bütün dalga boylarında egemen olmayı (full spectrum dominance) amaçlar.

Bu kapsamda radar sinyallerinin kesilmesi / karıştırılması, elektromanyetik güdüm sistemlerinin ve GPS sinyallerinin kesilmesi / karıştırılması, sinyalleri yakalayarak kaynağın yerinin belirlenmesi (yön bulma : DF), haberleşmenin dinlenmesi, karıştırılması, aldatıcı haberlerle araya girilmesi, kriptolama ve kriptoların çözülmesi gibi eylemler, elektronik savaş kapsamına girmektedir.

Düşmanın da bize karşı bu teknikleri uygulayacağı dikkate alınarak, bunlara karşı savunma önlemlerinin alınması da önem kazanmaktadır.

Psikolojik Savaş:

Bilgi savaşının öbür ögeleri, karşı yanın iletişim ve bilişim sistemlerine yönelmişken, psikolojik savaşın hedefi “beyindir.” Hedefe göre dört çeşit psikolojik savaş vardır:

  • Düşman halkının savaşma azim ve istencine (iradesine) yönelik psikolojik savaş,
  • Düşman komutanlarına yönelik psikolojik savaş,
  • Düşman birliklerine yönelik psikolojik savaş
  • Kültür savaşı.

Düşman kamuoyuna yönelik psikolojik savaşın bir örneği Somali’de yaşanmıştır. ABD birliklerinin ülkeyi terk etmesini isteyen Somalili lider Muhammet F. Aidid, düşürülen bir Amerikan helikopterinde ölen Amerikalıların cesetlerini, Mogadişu sokaklarında halkın coşkulu alkışları arasında yerlerde sürütmüş ve bu olayın CNN başta olmak üzere dünya TV’lerinde yayınlanmasını sağlamıştır. Askerlerinin düştüğü acıklı durumu izleyen Amerikan halkının baskısıyla, Başkan Somali’den askerlerini çekmek zorunda kalmıştır.

Birliklerin beyni olan komutanın aklı karıştırılırsa veya “durumumuz gittikçe kötüye gidiyor, en iyisi burada bırakayım” kanısı oluşturulursa, psikolojik savaşın komutana yönelik biçimi başarılmış olur.

Birliklere yönelik psikolojik savaşta ise düşman askerlerinde ölüm korkusunun veya usanç duygusunun yaratılması amaçlanır. Bunun bir örneği 2. Dünya Paylaşım Savaşında Fransız radyolarından Good by Lili Marleen şarkısının çalınarak Alman askerlerinde sıla özleminin yaratılmaya çalışılmasıdır.

Kültür savaşı ise, daha çok geri kalmış ülkelere Batı (özellikle Amerikan) kültürünün sokulmasıdır. Soğuk savaşın Batı / ABD tarafından kazanılmasında VoAVoice of America veya Radio Free Europe yayınları önemli rol oynamıştır. Kültür savaşı kültür emperyalizminin bir uygulamasıdır. Bu kapsamda Hollywood filmleri, dilimize yabancı sözcüklerin sokulması, yemekten sanata dek her alanda Amerikan yaşam biçiminin benimsetilmeye çalışılması akla gelmektedir.

Hacker Savaşı (siber savaş) : 

Bilgisayarların depolama ve işlem yeteneğinde hızlı artış ve milyonlarca kişisel bilgisayarın dünya çapında ağa (www) bağlanmış olması, bilgisayar ağlarına saldırı biçiminde bilgi savaşına ek bir boyut kazandırmıştır.

Siber savaş çeşitli biçimlerde olabilir:

  • Ağların tümüyle veya geçici olarak çökertilmesi,
  • Hatalı / yanıltıcı bilgiler gönderilmesi,
  • Bilgi hırsızlığı,
  • Yasa dışı izleme ile istihbarat sağlanması,
  • Sahte ileti (mesaj) trafiği oluşturulması,
  • Şantaj / propaganda amaçlı bilgi hırsızlığı veya sahte (fake) içerikler oluşturulması.

Çin bu konuda bir “siber ordu” kurmuş ve Pentagon ile kimi ABD silah üretici firmalarına siber saldırılar yapmıştır. İsrail de İran’ın nükleer çalışmalarına ilişkin bilişim sistemlerine benzer saldırılar düzenlemiştir.

Ekonomik Bilgi Savaşı :

Toplumların gönenci (refahı) dünya çapında bilgilerin serbest dolaşımına bağlıdır. Ekonomik bilgi savaşında hedef ülkelere bilgi ablukası uygulanarak o ülkenin ekonomisinin zayıflatılması amaçlanır. Bu kapsamda hedef ülkenin bankacılık sisteminin veya “e-devlet” benzeri sistemlerinin çökertilmesi etkili olur.

Sonuç ve Öneriler :

Çağımız bilgi çağı, savaşma biçimimiz de bilgi savaşıdır. Bilgi savaşı Rusya – Ukrayna savaşında sosyal medyanın etkili kullanılmasında olduğu gibi, salt sıcak çatışmanın bir ögesi olarak kullanılmaz, barış döneminde de uygulanabilir. Bilgi ve bilişim teknolojilerinde üstünlük sağlayan emperyalist devletler, bilgi savaşını barış döneminde de hedef ülkelere yöneltebilirler. Bunun acı bir örneği Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, 28 Şubat gibi kurmaca (kumpas) davalarla, TSK’ya silah kullanılmaksızın vurulan ağır darbelerdir.

Buna uygun olarak;

  • Bilgi savaşı konusunda uzmanlar yetiştirilmeli, bu amaçla üniversitelerde lisansüstü programlar açılmalıdır.
  • Harp Okullarında ve Harp Akademilerinde bilgi savaşı dersleri verilmelidir.
  • Devlet çapında özellikle TSK’da buna uygun örgütlenme yapılmalı, planlar geliştirilmelidir.
  • TSK geleneksel savaşa hazırlık yanında, bilgi savaşına da hazırlıklı olmalıdır.
  • Hükümet düzeyinde ve TSK’da Bilgi savaşı temalı Harp oyunları ve plan seminerleri düzenlenmelidir.

[1] Martin Libicki. What is information Warefare, NDU Press, Washington DC, 1995, p.9
[2] A.g.e. p.4
[3] A.g.e. p.10

“Pembe kent”ten cumhuriyet umudu

“Ville rose” deniyor Toulouse’a. 1999-2015 arası siyasal bilimlerde çok ders verdim. Şubat 2000’de Hukuk Dekanı H. Roussillon’un davetiyle Limoges’dan geldim. Ders-konferans, ayakta ve elde tebeşirle aralıksız üç saati aşınca,  ‘yeter mi?’ sorusunu Dekan, ‘tartışmaya da zaman kalsın’ diyerek yanıtladı. Tartışmalar, akşam yemeğinde de sürdü.

KOPENHAG’DAN ANKARA’YA

Aralık 1999’da AB adaylığı ile reform çalışmaları hızlandı, Türkiye’ye ilgi canlandı.

Tuluz, bu ilgi zincirinde yer alıyordu. Marmara Üniversitesindeki dersleri aksatmayacak şekilde Avrupa’da ve Üniversitelerinde dersler ve toplantılar sürüyordu.

Ankara’da TBB’de 2000’de başladığımız Anayasa ve İnsan hakları çalışmalarına 2001’de BM İnsan Hakları Eğitimi On Yılı Ulusal Komitesi (İHEOYUK) eklendi; 2002’deki İnsan Hakları Danışma Kurulu (İHDK) üyeliğim, üyelerin seçimi ile 2003’te başkanlığa dönüştü. Yargıç ve savcıların İnsan Hakları formasyonundan sorumlu İHEOYUK üyesi idim.

2000-2005, nefes nefese geçen yıllardı Anadolu-Ankara-İstanbul ve Avrupa hattında.

Özellikle Fransa’daki ders ve toplantı aralarında bile sürekli telefon, faks ve başka iletişim araçları kullanıyordum, Avrupa Konseyi ile yürüttüğümüz İH eğitimi programlarında en etkili uzmanlara ulaşmak için.

AB ile müzakere kapısı aralanınca, İHDK tasfiyesi, AKP’nin ilk işi oldu. “Siyasal İslam”(AKP-Cemaat ittifakı) dönemine acı bir tanıklıktı İH deneyimi…

YA SİYASAL İSLAM?

Her seçimde bir mağduriyet üretti ve sandıkları sıklaştırdı. 2007 seçimleri ardından, artık gerek kalmadığı halde, yine de Anayasa sandığı kurdu.

Bütün kamu görevlilerini yıldırarak, “mezardan seçmen çıkarma” söylemine varan ve  ‘yetmez ama evet’le yedeklenen seferberlik, 12 Eylül 2010 Anayasa sandığına taşıdı seçmenleri.

Haziran 2011 seçimleri “Siyasal İslam” ittifakının son zaferi oldu. KHK’ler yoluyla  ‘merkezleştirici’ yönde rejim değişikliği için düğmeye basıldı. Anayasa Uzlaşma Masası, Kasım 2013’te dağıtıldı.

Siyasal İslam içi çatışma, 17-25 Aralık sürecinde zirve (tepe) yaptı ve 2015 seçimlerinde AKP çoğunluğu yitirdi.

Nisan 2004 seçimlerini Kasım 2002’ye çekmeye öncülük ederek AKP’ye iktidar yolunu açan MHP, bu kez ‘devam’ dedi. 16 Ekim 2016’da ise, Anayasal yıkımın kapılarını yine aynı parti başkanı açtı.

HANGİ CUMHURİYET?

Ne var ki 2023’te, MHP de yetersiz kaldı ve kanadı kırılmış siyasal İslam, bu kez eski Hizbullahçılar dahil yeni müttefiklere yöneldi.

 Türkiye Cumhuriyeti,  İslam Cumhuriyeti’ne dönüştürülebilir mi?

Siyasal İslam ile savaşta bilişim çağı,  Cumhuriyet lehine. Yurttaşlar, bilgi ve bilimin dünyevi yaşam için olduğu bilincinde. Siyasal İslam’ın inanç ve din sömürüsünü anlamak için kur korumalı mevduat örneği yeter.

Demokrasi umudu için çok neden var; bilgiyi ve bilimi bu yönde kullanmak için geceli gündüzlü çalışmak kaydı ile.

Nitekim, 14 Mayıs (2023) gecesi 31 Mart (2024) için seferberlik çağrısı, metropol yönetimlerinin “siyasal İslamı” tökezleten siperler olmasından.

BİLGİ ve BİLİMİN GÜCÜ

“Görev-yetki+ sorumluluk bakımından Anayasa değişikliği” (02.02.2017, BirGün), 20 Şubat’ta görüşmek üzere diye ayrıldığım Sorbonne’dan yazdığım son yazı. 7 Şubat gecesi KHK’zede oldum. Siyasal İslam içi çatışma “muzafferi”! Parti, saflarındaki FETÖ işbirlikçilerini ‘kurtarmak’ için benim gibi dünyevi (seküler) hukuk savunucularını katletti.

TBMM çerçevesinde gerçekleştirilen hiçbir yurt dışı seyahate katılmadım, katillerle birlikte olmamak için; ders önerilerini de, yasama çalışmaları ve pasaportsuz KHK’zedelere saygı adına (için) çevirdim.

7 Şubat gecesi (2017) OHAL KHK’si ile bütün haklarımdan yoksun kılmayı amaçlayanlar, 16 Nisan 2017 öncesi, Anadolu’da Anayasa’ya hayır! konuşmalarımı ve Skype yoluyla Sorbonne derslerimi engelleyemedi; ne de seçilmişlik sıfatımı ve uluslararası bilimsel etkinliklerimi!

Sorbonne’daki son yazımdan sonra, “bellek tazelemesi” üzerine Université Toulouse Capitole’den bu ilk yazım, demokratik Cumhuriyetçiler için: bilgi, birikim ve kazanımlar farkındalığı ve güçlü birliktelikler oluşturmak umuduyla.

ADD : ÇOCUKLARIMIZ AÇLIK, SEFALET VE CEHALETE MAHKUM EDİLEMEZ!

BASINA ve KAMUOYUNA

UYARIYORUZ !

ÇOCUKLARIMIZ AÇLIK, SEFALET VE CEHALETE MAHKUM EDİLEMEZ!

2023-2024 Eğitim-Öğretim Yılı başlarken çocuklarımız yolsuzluk ve ekonomik kriz kaynaklı açlık ve sefaletle birlikte yıllardır sistematik olarak dinselleştirilen Eğitim Sisteminin yarattığı cehaletin pençesinde kıvranıyor. Aslında Sosyal Devlet’in başat görevi ise de, milyonlarca anne baba evlatlarının beslenme, barınma ve giyinme gibi en temel gereksinimlerini karşılayamıyor. Yavrularımız doğru ve sağlıklı beslenemiyor, bedensel ve zihinsel gelişmeleri köreliyor. Taşımalı Eğitim kılıfı ile okulsuzlaştırılan binlerce köyümüz, cehaletin kör kuyusunda çaresiz bırakılıyor. 12 yıllık kesintisiz eğitimi katleden bilim dışı 4+4+4 sistemi ile geleceğimiz karartılıyor. Üniversite sınavlarında 40 Matematik sorusundan ancak 7’si, 18 Fen sorusundan salt 2’si doğru yanıtlanabilirken Türkçe okuduğunu anlamada 72 ülke arasında 54. sırada sürünüyoruz. Ulusal çapta yapılan bir araştırmada ise çocuklarımızın % 66’sının okuduğunu anlamadığı saptanıyor.

Bu vahim (ürkünç) tablo; ihaleler ve teşviklerle ihya ettiği kimi şirketlerin trilyonluk vergi borçlarını bir kalemde silerken, öğrencilerimize günde bir öğün yemeği çok gören AKP İktidarının eseridir.

Hal bu iken, görevi çocuklarımızın dünya çocukları ile yarışabilecekleri bilimsel bilgi ile donatılmalarını sağlamak olan Milli Eğitim Bakanlığı, Laik Cumhuriyet düşmanı kimi tarikat-cemaat vakıf ve dernekleriyle protokoller imzalıyor, Değerler Eğitimi dediği, ÇEDES adı verdiği bilim dışı uygulamalarla okullarımıza imamlar, vaizler atıyor, sarıklı cübbeli, çarşaflı peçeli kişilerin eğitimci sıfatıyla körpe beyinlere rol modeli olarak sunulmasına olanak sağlıyor. Siyaset kurumunun devlete ve topluma musallat olan bu çağ dışı yapılanma ve uygulamalara tepkisizliği ise yürekleri yakıyor.

Atatürkçü Düşünce Derneği olarak, Milli Eğitim Bakanlığını bir kez daha uyarıyoruz :

  • Ulusumuzun ve ülkemizin geleceği olan çocuklarımızın Atatürk ışığında
    bilimsel bilgi ile eğitilmesinden sorumlu olduğunuzu unutmayınız!
  • Görevinizi adınızdaki “MİLLİ” sıfatına uyarak yapınız!
  • Milli Eğitim Temel Kanunu esaslarının yok sayılmasına, çiğnenmesine
    izin vermeyiniz!
  • Eğitim Sistemimizi dinselleştiren ÇEDES benzeri uygulamalara
    derhal son veriniz!
  • Diyanet İşleri Başkanlığı ile tarikat ve cemaat vakıf ve derneklerini Bakanlığınızdan uzak tutunuz!
  • 4+4+4 ve Taşımalı Eğitim yanlışlarından bir an önce dönüp köy okullarını açınız, 12 yıl kesintisiz, ücretsiz, laik ve bilimsel Eğitim Sistemini yaşama geçiriniz!

Saygılarımızla. 20.09.2023

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
GENEL MERKEZİ

Basın açıklamasının PDF biçimi : BASINA VE KAMUOYUNA-UYARIYORUZ
Bu basın açıklaması 21 Eylül 2023 günü Cumhuriyet‘in arka sayfasında tam sayfa yayınlandı.
===================================
Dostlar,

ADD Genel Merkezimizin bu önemli basın açıklamasına ve uyarılarına biz de bütünüyle katılıyoruz.

Devletimizin temel değerlerine artık azgınlaşan açıktan saldırılarınıza son veriniz. Açıkça yürürlükteki yasaları, Anayasayı çiğnemekten vaz geçin

Türkiye Cumhuriyeti’nin kan ve canla yoğrulan meşru devrimci temellerin saygılı olunuz.

Gittiğiniz yol yanlıştır. Tarihsel olarak önü tıkalıdır.
Sizi ve ülkeyi hayıra götürmez ve başaramazsınız.

“Muhafazakar demokrat” çizgiye geliniz Batı demokrasilerinde olduğu gibi.

Bu bağlamda bir tweet iletimiz..

https://x.com/profsaltik/status/1704770985080066275?s=20

Tweet iletisindeki gazete kesisine (kupürüne) yazdığımız yorum :
**

  • İşte AKP=RTE’nin Yeni Türkiye’si! 2. yüzyıl. Dileyelim necip millet kader deme yerine politik bilinç geliştirsin; soyulduğunu, islamofaşizmin yandaşlarını zengin ettiğini anlasın ve meşru direnme hakkını kullansın.
    Ya muhalefet-CHP? Yoğun bakımdan ne zaman çıkacak önderlik için?

***

Sevgi ve saygı ile. 20 Eylül 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik    

İKİ 12 EYLÜL: 1980 – 2010

Suay Karaman

Ülkemizi karanlıklara sokan 12 Eylül 1980 darbesi iki bölümde incelenmelidir. Birincisi, Türkiye’yi 12 Eylül 1980 darbesine getiren süreç, ikincisi ise 12 Eylül 1980 darbesi olduktan sonra, sözde demokrasiye geçene dek olan süreç.

Türkiye’yi 12 Eylül 1980 darbesine götüren süreçte, o günlerin hükümetlerinin, bürokratlarının, üst düzey subaylarının, siyasetçilerinin, siyasal partilerinin de kusurunun olduğu bilinmelidir. Büyük katliamların (kırımların), sürekli sokak çatışmalarının, ölümlerin, yaralanmaların, siyasal cinayetlerin (öldürülerin) olduğu bir ortamda altı ay cumhurbaşkanı seçemeyen bir parlamentonun varlığı herkesi rahatsız etmekteydi. Ekonomik sıkıntılara, siyasal istikrarsızlık da eklenince, halkın büyük çoğunluğu askerlerin müdahale etmesini ister duruma gelmişti.

Böyle bir süreçte ve birçok ilde sıkıyönetim varken, 12 Eylül 1980 sabahı, düğmeye basılmış gibi bütün toplumsal olaylar birden sona ermiş, çatışmalar durmuş, siyasal cinayetler (öldürüler) bitmişti. Ekonomi yine belirsiz ve kırılgandı, toplum sefalete sürüklenmişti. Bu karanlık dönemde ülkemizde uygulanan faşist yönetim sonucunda ortaya korkunç veriler çıktı.

    • 650.000 kişi gözaltına alındı,
    • 1.700.000 kişi fişlendi,
    • 230.000 kişi yargılandı,
    • 250.000 kişi işkence gördü,
    • 50 kişi idam edildi,
    • 45.000 kişiye çeşitli hapis cezaları verildi,
    • cezaevlerinde 300 kişi kuşkulu biçimde öldü,
    • 170 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.
    • 14.000 kişi yurttaşlıktan çıkarıldı,
    • 390.000 kişiye pasaport verilmedi,
    • 30.000 kişi yurt dışına kaçtı,
    • 23.700 derneğin etkinlikleri yasaklandı,
    • 4.900 kamu görevlisinin işine son verildi.
    • 930 yayın, 190 film yasaklandı,
    • 40 ton gazete, dergi ve kitap yakılarak yok edildi,
    • gazetelere 300 gün yayın yapmama cezası verildi.

12 Eylül 1980 askeri darbesinden 30 yıl sonra, 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan halk oylamasında takkeli anayasa değişikliği sonucunda Yargı ele geçirilmiştir. Fethullah Gülen’in “ölüleri de mezardan çıkarın, oy versinler” dediği halk oylamasında; düzmece maddelerle toplum kandırıldı ve Yargı Fethullah Gülen cemaatine teslim edildi. Yani sivil darbe yapıldı.

Ülkemiz, her geçen gün yeni yeni sivil darbelere tanıklık etmektedir.

Özellikle 16 Nisan 2017’de yapılan halk oylamasında da
mühürsüz oylarla rejimin değiştirilmesi tam anlamıyla bir sivil darbedir.

Günümüzde siyasal iktidar sık sık askeri “vesayete son verdik” derken, sivil vesayeti dayatmaktadır.

Eğer askeri ya da sivil darbe olmasın diyorsak, o darbeleri hazırlayan koşulların da oluşmaması için gereğinin yapılması gerekir; öncelikle hukuka bağlı kalmalıyız.
Sivil yönetimler tarafından hukuk katledilince ve sonuçta demokrasi ağır yara alınca, askeri darbe geliyor.

Ancak bu gün; 12 Eylül faşizmi, sivil olarak sürmektedir.

12 Eylül 1980 darbesinin ürünü 1982 Anayasası, %93 “evet” oyuyla kabul edilmiştir. Bu anayasa ile sermayenin ve dincilerin sisteme egemen olmalarının yolu açılmıştır. Liberal ekonomi benimsenerek (24 Ocak 1980 Kararları ile), sosyal devlet ilkesi ortadan kaldırılmıştır.

Günümüze dek 1982 Anayasası’nın 177 maddesinin 134’ü değiştirilmiş, 3 kez halkoylaması yapılmıştır. Yıllardan beri ‘sivil anayasa’ söylemiyle ortaya çıkarak birkaç kez girişimde bulunan siyasal iktidar, 14 Mayıs 2023 seçimlerinden sonra hızla düğmeye basmıştır.

12 Eylül askeri darbesinin 43. yılında düzenlenen ‘1982 Yerine 2023 Anayasası Sempozyumu’nda konuşan AKP genel başkanı Tayyip Erdoğan yeni anayasada ‘çeşitlilik’ istedi. “Nasıl bir sivil anayasa” sorusuna yanıt aranan sempozyumda (kurultayda), “ilk 4 madde” konuşulduegemenlik hakkının cumhurbaşkanını da kapsaması önerildi.

Öncelikle, milletin çeşitliliği tanımı doğru değildir!

Bu tanım, laiklikle sorunu olan siyasal iktidarın din temelli, uluslaşmamış çoklu kimlikler yaratma arzusudur. Zaten çeşitlilikten millet çıkmaz; millet ortak dil, kültür ve tarihsel birikime (AS: ve gelecek kurgusuna) dayanır.

Bunun yanında “anadilde eğitim ve eşit yurttaşlık” gibi tanımlar emperyalizmin dayatmalarıdır. “Eşit yurttaşlık” olarak adlandırılan görüş, eşitliği yurttaşlar arasında değil, etnik ya da dinsel yapılar arasındaki eşitlik olarak görür. Eşit yurttaşlığın dayanakları çok dillilik, anadilde eğitim, yerel yönetimlere yetki devri, etnik topluluklara hukuksal kimlik kazandıracak girişimlerdir. Bunlar ulusal devleti yok etme girişimleridir.

Anayasa, devletin temel işlevini yerine getirecek organları belirleyen, devletin nasıl yönetileceğine yön veren, kişilerin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan, devlet ile birey ve birey ile birey arasındaki ilişkileri düzenleyen yazılı ve bütünsel bir belgedir. Anayasa, bir devletin yönetim biçimini belirten devletin temel yasasıdır. Eğer yeni bir anayasa yapılacaksa öncelikle 1961 Anayasası temel alınarak, hareket edilmelidir.

14 Mayıs 2023’te seçilen TBMM üyeleri, beş yıl için Yasama yetkisi almıştır. TBMM üyeleri, yürürlükteki anayasaya bağlılık yemini ederek görevlerine başlamıştır. Bu nedenle varolan anayasaya bağlılık yemini eden TBMM üyelerinin yeni bir anayasa yapma yetkisi yoktur. Bu durumda TBMM üyelerinin yürürlükteki anayasayı tümüyle yok sayarak, yeni bir anayasa yapmaya çalışması etik olmadığı gibi, açıkça suç olarak değerlendirilmelidir. Anayasa yapmak ile öbür yasaları yapmak birbirine karıştırılmamalıdır.

Yeni anayasa yapma koşullarını oluşturmak için, öncelikle halkın yeni bir anayasa isteyip istemediği halkoyuna sunulur. Bu halk oylamasında nitelikli çoğunlukla “evet” çıkarsa, barajsız bir seçimle Kurucu Meclis oluşturulur. Bu Kurucu Meclisin hazırlayacağı yeni anayasa taslağı, yeniden halkoyuna sunulur. Yeni bir anayasa ancak böyle yapılır. Çünkü anayasalar toplum sözleşmesidir ve ancak kurucu meclislerce yapılması gerekir. Salt kurucu meclisin yapabileceği yeni anayasayı, bu Meclise yaptırmaya çalışanlar, tarihin sorumluluğundan kaçamayacaklarını da unutmamalıdırlar. Anayasada değişiklikler yapmak ile “yeni anayasa yapma“nın farklı olduğunu da bilmeliyiz.

16 Eylül 2023 günü İzmir’de Eğitim-Sen öncülüğünde düzenlenen Laiklik mitinginde ‘eşit yurttaşlık’ ve ‘anadilde eğitimin’ önünün açılması, Kürtçe’nin ikinci resmi dil olması ve anayasal güvence altına alınmasının istenmesi, eş zamanlı olarak yeni anayasa yapımına destek niteliğindedir.

Bütün bunlar yaşanırken AB raporunun da tam bu arada oylanmasını ve AB raporunda Suriyeliler için Türkiye’ye övgü sunulmasını üst üste koyunca, nasıl bir projeye doğru sürüklendiğimiz tüm açıklığıyla ortaya çıkmaktadır.

  • Yapılmak istenen ‘sivil anayasa’ ile geçerli anayasamızın ilk 4 maddesi
    hedef alınacaktır.
  • Sivil anayasa diyerek açıkça laik cumhuriyetimizle hesaplaşmak istenmektedir.

Bu oyunlara gelmeden önce geçmişi ve bugün yapılanları sorgulayarak, düşünmeliyiz, kararımızı buna göre vermeliyiz.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 20 Eylül 2023

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

İFTİRACI

Terörle mücadelenin Kürt vatandaşlarımıza yönelik olduğuna dair iftiralar atan CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun konuşmalarının CHP MYK’sında gündeme getirilmediği ortaya çıktı.

CHP gaz kaçırıyor…

TEPE

İçişleri Bakanı Yerlikaya, “Teröristin, mafyanın tepesine bineceğiz”

Devletin tepesindekilerle omuz omuza olanlar dahil midir?..

MÜLAKAT

RTE, seçim öncesi mülakatın kaldırılacağı sözü vermişti.

MEB, “Mülakat gibi mülakat yapacağız” açıklaması yaptı.

Söz nereden çıkar? Bir yalancı var!.

ENGEL

MEB Yusuf Tekin, “Kız öğrenciler için ayrı okulların kanun kapsamında açılabilmesi için bir engel bulunmamaktadır” dedi.

Kız- erkek ayıran kafalar en büyük engel…

ÇAYLAK

CHP Gn. Bşk. lığına adaylığını açıklayan Özgür Özel “Özgür ve eşit yurttaşlığın kendi kaderine el koyacağı bir düzeni inşa edeceğiz.”

Türk Milleti’ne son verme hayalinde birleşti…

FARK

Sivas/Madımak davası 3 firari sanık 30 yıldır yakalanamadığı için zaman aşımı nedeniyle sonlandırıldı.

Fark etmez. Yakalansalardı RTE yaşlılıktan affederdi…

ZİYARET

Kırıkkale’nin yeni AKP İl Başkanını tüm devlet erkanı ziyaret etti.

Parti devletinin unsurları…

ŞİRK

Menzil mensubu Şemsettin Bektaşoğlu, Seyyid Saki’nin elinden tutan Allah’ın elinden tutmuştur”

Bunlar İslam’ı unutmuştur…

KAFİR

İmam Halil Konakçı “Şeriat istemeyen kafirdir” çıkışı yaptı.

Yobazların öncülerinden, iktidar borazanı…

ÜLKEM

RTE, KYK yurdunda şeyh “onuruna” iftar veren Arif Özsoy’u İstanbul Vakıflar 2. Bölge Müdürlüğü görevine atadı.

Şeyhler, müritler, mensuplar…

İncirlik’in ABD’ye Kullandırılması Uluslararası Hukuka Aykırıdır

Dr. Cihangir Dumanlı
Em. Tuğgeneral, Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

Soğuk savaş sonrasında Ortadoğu’ya ilgisi artan ve eylemli duruma geçen ABD’nin hedefi, emperyalizmin 1. Dünya Paylaşım Savaşında gerçekleştiremediği, Akdeniz’e çıkışı olan bağımsız büyük Kürt devletini kurmaktır.

Bunun için Irak’ı üçe bölmüş, kuzeyinde Kürt devletinin birinci ayağını oluşturmuş, sıra Suriye ayağına gelmiştir. Bu amaçla ülkemizde de eylemli olan bölücü terör örgütünü açıkça desteklemektedir.

ABD’nin Ortadoğu’yu kendi çıkarlarına göre biçimlendirmek amacıyla giriştiği askeri eylemler, İncirlik Üssü ve Türk hava sahasını kullanmaksızın daha uzun zaman alır ve daha maliyetli olur. Toprak bütünlüğümüzü doğrudan tehdit eden bu girişiminde Türkiye’nin ABD’ye İncirlik Üssünü ve hava sahasını kullandırması gaflet ve dalaletin ötesine geçmiştir.

Ulusal çıkarlarımız, İncirlik ve öbür üslerin ve hava sahamızın Amerikan askeri faaliyetlerine derhal kapatılmasını gerektirmektedir. Bunun için yeterli hukuksal dayanağımız da vardır.

Türkiye ile ABD arasındaki savunma işbirliğinin hukuksal çerçevesi 1980 tarihli Savunma Ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması (SEİA) ile çizilmiştir. SEİA’nın özü şudur :

  • ABD, TSK’nın modernleştirilmesine yardım etmek için elinden geleni yapacak (“will do its best”) bu amaçla askeri kredi (FMS) ve ticari krediler (FMF) verecek,
  • Türkiye de buna karşılık, ABD’ye üs ve tesislerini kullandıracak.

Soğuk savaş bittikten sonra ABD Türkiye’ye yaptığı askeri yardımları kesmiş, dolayısı ile andlaşma tek yanlı (salt Türkiye’nin bağlayan) bir duruma gelmiştir. ABD, TSK’nın modernleştirilmesine yardım etmediği gibi, parasını ödediğimiz (AS: 1,4 milyar $!) F-35 uçaklarına bile el koymuş, yeni F-16 ve F-16 modernleştirme kiti satışında da zorluklar çıkarmaktadır. Salt bunlar bile SEİA antlaşmasının ABD tarafından bozulması anlamına gelmektedir.

SEİA’nın 1. maddesi, bu andlaşmanın NATO’un amaç ve kapsamı ile sınırlı olduğunu belirtmektedir. Oysa 1980 yılındaki NATO ile bugünkü NATO arasında çok büyük farklar vardır.

Soğuk Savaş’tan sonra kendisini yenileyen NATO, bir Kuzey Atlantik Paktı olmaktan çıkmış, yeni üyeler, yeni ortaklar ve işbirliği ülkeleri ile 70 ülkeyi kapsayan, Amerikan emperyalizminin çıkarları için dünyanın her yerinde operasyon yapan bir örgüt durumuna gelmiştir.

1980’de soğuk savaş koşullarında SEİA yapılırken NATO’nun amaç ve kapsamı ile bugünkü amaç ve kapsamı çok farklılaşmıştır. “ABD ile savunma ve ekonomik işbirliği faaliyetlerinin NATO’nun amaç ve kapsamı ile sınırlı olmasının” anlam ve içeriği değişmiştir. ABD’nin bu gün

– Suriye’yi bölmesi,
– bölücü terör örgütüne ağır silahlar vererek Türkiye’ye yönelik tehdidi büyütmesi,
– FETÖ’yü koruması,
– Türk – Yunan askeri dengesini Yunanistan lehine değiştirmesi

NATO’nun amaç ve kapsamı ile açıklanamaz.

Dolayısı ile SEİA bu anlamda da  geçersiz olur.
Bizim “SEİA gereğidir” diye ABD’ye üs vermemizin uluslararası hukuk açısından altyapısı ve gerekçesi kalmamıştır.
Kaldı ki ne Türkiye 1980’lerin Türkiye’si ne de dünya 1980’lerin dünyasıdır.
Bu nedenle, Uluslararası hukuktaki “koşullar değişti” (rebus sic stantibus) kuralı[1] uygulanmalıdır.

SEİA, 1980 yılında beşer yıllık sürelerle gözden geçirmek üzere yapılmıştır. 1985’te, süre dolmasına karşın ilk uzatma iki yıl gecikme ile 1987’de yılında yapılmıştır (1990’a dek). Bu uzatma mektup alışverişi (teatisi) yolu ile yapılmış, söz konusu mektuplar Andlaşmaya ek olarak konulmuştur.

Bu kapsamda ABD Dışişleri Bakanı George Shultz, 16 Mart 1987’de Türk Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu’na bir mektup yazmıştır.[2] Shultz bu mektubunda SEİA’nın NATO kapsamında uzatıldığını doğruladıktan sonra, mektubun 3. paragrafında şu ifadeyi kullanmıştır :

  • “ABD, terörizmle ve teröre yardım ve destek sağlanması ile mücadelede Türk hükümeti ile işbirliği yapma konusundaki kararlılığını teyit eder.”

SEİA’ya ek olarak konulmuş olan Shultz’un bu mektubu, savunma işbirliği konusunda ABD’nin ülkemize karşı açık yükümlülüğünü belirlemektedir.

Oysa ABD, bu yükümlülüğüne karşın, terörle savaşımda (mücadelede) bize destek olmak bir yana, FETÖ terör örgütünü koruyarak, bölücü terör örgütüne binlerce TIR ağır silah dahil her türlü desteği vererek aramızdaki anlaşmayı tek yanlı bozmuş, uluslararası hukukun temel ilkelerinden “ahde vefa” (pacta sunt servanda) ilkesine aykırı davranmıştır.

Bu durumda bizim de NATO kapsamı ile sınırlı olan SEİA’ya uymak ve bu ülkeye üs vermek yükümlülüğümüz hukuken ortadan kalkmıştır. Taraflardan biri anlaşmaya uymazsa öbür yanın da uymaması hukukun genel kuralıdır.

Sonuç:

Yukarıdaki nedenlerle İncirlik başta olmak üzere ABD’nin üs ve hava sahamızı kullanmasına verilen izinler derhal iptal edilmelidir.

ABD ile savunma işbirliği ilişkilerimiz değişen koşullara göre gözden geçirilmelidir.
Çıkarlarımıza aykırı hareket ettiği sürece, bu ülkenin coğrafyamızdan yararlanmasına
izin verilmemelidir.

[1] Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk, Turhan Kitabevi, s.99
[2] Mektubun içeriği için bknz: state.gov/libraries/turkey/461177/pdf/ctia5977_001.pdf,
erişim 14 Mayıs 2017

ORTADOĞU İSLAM TOPLUMLARININ GENEL TOPLUMSAL YAPILARI ve TÜRKİYE

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Lafı uzatmadan, özetin de özeti olarak, İslam toplumlarının toplumsal yapıları şöyle sıralanabilir :

1- Feodal kültür belleklerinde mevcut olan asırlarca ihmal edilerek taşlaşmış; çağdaş eğitimden nasibini alamamış ve kırılamamış geleneksel cehalet putları vardır.

2- Özlemlerinde, reel dünyada ulaşamadıkları yüzyıllarca çeşitli fantezilerle zenginleştirilip süslenmiş yiyecek, içecek, bolluk istekleri ile dolu bir cennet ve huri umutları hep canlı ve diridir.

3- Davranışlarında, mevcut siyasal iktidarlara karşı, tarihsel ve kültürel olarak; biat, sabır, kader, sadakat ve itaatla yoğrulup harmanlamış ve asla sorgulamayan bir tutum ve anlayış yerlerini olduğu gibi korumaktadır.

4- Akılları çağdaş bilime, bedenleri uygar bir toplumsa yaşama, ruhları ahlaka, hukuka, adalete ve demokrasiye susamış ve hasret kalmış yüz milyonları aşan insan kitleleri söz konusudur.

5- Bin yılı aşkın bir süredir, kendi aralarındaki siyasal, sosyal, dinsel ve ahlaksal barışı bozup, hiç akıllanmadan ve bıkıp usanmadan, sürekli olarak; kendi aralarında mezhep, tarikat ve cemaat tartışmaları, kavgaları ve savaşları ile enerjilerini yok eden, tüm ekonomik kaynakları Batı sermayesi ve sömürüsüne açık bir siyasal yapı vardır.

6- Bazı istisnalar hariç (Kimi ayrıklar dışında), iktidardaki yöneticileri ise, kutsal İslam dinini, hak ve halk dini olmaktan uzaklaştırıp, ömürboyu saltanat dinciliğine dönüştürerek, ülkelerini dinbazlık, düzenbazlık ve demir yumrukla yöneten hanedan oligarşisi bir zihniyet hâla varlığını sürdürmektedir.

Peki İslam toplumları bu sorunları nasıl çözebilirler?

A- Özgür aklı ve çağdaş bilimi eğitim sistemlerinin merkezlerine yerleştirmeleri ve bu anlayışı aralıksız olarak ısrarla sürdürmeleri gerekir. Çünkü özgür akıl ve çağdaş bilim olmadan buluş yapmak, teknoloji geliştirmek, üretimi hızlandırmak ve halkın ekonomik refah (gönenç) düzeyini yükseltmek mümkün (olanaklı) değildir.

B- Çoğulculuğu (plüralizmi) öğrenmeleri; yani farklı inanç, din, mezhap… ırk, renk, düşünce, tutum ve davranışları ve kültürleri değişik olan insan ve toplum kümeleri ile bir arada, birlikte ve barış içinde yaşamayı öğrenip içselleştirmeleri lazımdır (gereklidir).

Bu ikinci şıkkın yaşama aktarılması için de, din ve vicdan özgürlüğünün kaçınılmaz ve reddedilemez bir gereği olarak, çoğulcu gerçek demokrasi ve laiklik ikiz girdilerinin kaçınılmazlığı ortaya çıkar.

Çünkü laiklik olmadan demokrasi, demokrasi olmadan da din ve vicdan özgürlüğü ol(a)maz.

Bu nedenle, Cumhuriyetimizi ve siyasal rejimimizi, saltanatı yıkıp, demokratik, laik ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir sosyal devlet olarak yeniden biçimlendiren yüce önderimiz
M. K. Atatürk‘e ne denli şükran ve minnet duysak azdır. (19.9.23)