29 Ekim’de, Antalya TED Koleji’nde konuşmasından dolayı ifadesi alınan öğretmen, Antalya Emniyet Müdürlüğü’ne göre, “Türkiye Yüzyılı’nı hedef almış, siyaset yapmış; birlik ve beraberliği zedelemiş, ayrıştırmış.”
Zedelenmeye razıyız. Yönetenler parçalıyor ama alkışlanıyor…
GERİYE
Şanlıurfa Karahantepe’de bulunan, 10-12 bin yıllık, penisi görülen insan heykelini ahşap kutu ile kapattılar.
Penisten değil kendilerinden utansınlar…
YOL
Kayseri Yahyalı’nın AKP‘li belediyesinin yaptığı tesisi gezen Nakşibendi tarikatı şeyhi önünde, devletin kaymakamı ve belediye başkanı el pençe divan durdu.
Devlet yolunu şaşırmışlar…
GAZETECİ
Saygın gazeteci Tolga Şardan yargıdaki yolsuzlukları içeren yazısı nedeniyle tutuklandı.
Bir hafta cezaevinde kaldı.
Bu pis koku, cezaevi koğuşlarının havasıyla temizlenemez…
HANÇER
Kılıçdaroğlu, seçime sırtında hançerle girdiğini söyledi.
Kendisi, koltuk hevesiyle milyonlarca insanın umudunu hançerledi…
SONUÇ
Enflasyonda Avrupa birincisi, gıda enflasyonunda dünya dördüncüsü olduk.
Başkaları konuşur, AKP yapar!..
ENDİŞE
RTE, “Artık bu ülkede hiç kimse ne olacak halim endişesi taşımıyor..”
Cumhuriyetimizin 100. yılını halkın coşkulu katılımıyla, törenlerle, konserlerle ve özellikle Anıtkabir’e büyük katılımla kutladık. Bu coşkulu kutlamalar geleceğe umut verdi. 29 Ekim kutlamalarında Türk Eğitim Derneği (TED) Antalya Koleji’nde yapılan kutlama ise, ülkemizin gündemine yerleşti.
TED Antalya Koleji’nin Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni Emine Karakaş, yaptığı konuşma ile cumhuriyetimize sahip çıktı. Aydın bir Türk kadını ve gerçek bir Cumhuriyet Öğretmeni olarak konuşmasının hakkını da verdi. Emine Öğretmen, cumhuriyetimizin yüzüncü yılını özetlediği konuşmasında, aynı zamanda ihanetin üzerine de projektör tuttu. Şu sözleri büyük heyecan yarattı ve alkış aldı :
“O’nun için canını vermeye hazır olanların yanında O’nun adını anmaktan kaçınanlarla beraber Cumhuriyetin bütün nimetlerinden faydalanıp onu yok etmeye çalışıyorlar. Bir yanda yüz yıl önce anayasaya cumhuriyet yazdırmak için ömrünü feda edenler, bir yanda bugün onu yok etmeye çalışan Türkiye Yüzyılı masalına herkesi inandırmaya çalışanlar. Peki, tüm bunlar olurken sen nerdesin?
Bildin mi 100 yıl önce kurulmuş cumhuriyetinin değerini, özgürlük kelimesinin değerini? Özgürlük kelimesinin anlamını kavrayabildin mi gerçekten? Kula kulluk etmediğin her gün için şükrettin mi yaradana? Koskoca ülken Araplar için darphane, Bulgarlar için AVM, Suriyeliler için doğumhane, bizim için tımarhaneye dönüştürülmeye çalışılırken sen nerdesin?
Tabelalardan Türkiye Cumhuriyeti ibaresi sökülürken, milli marşını kâğıda bakmadan okuyamayan ya da milli marşı okunurken ayağa kalkmaya tenezzül etmeyen bir güruh, gencecik kadın sporcularını yaftalayıp, millilikten söz ederken sen nerdesin?
Cumhuriyetin gözbebeği bütün fabrikaları bir bir yabancılara satılırken, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı parası olan herkese çerez gibi dağıtılırken, yabancılar ülkende imtiyazlarla sefa sürerken, parası olan her şeye hüküm verirken, memurun, doktorun, işçinin, öğretmenin kendi ülkesinde ikinci sınıf vatandaş muamelesi görürken ve en önemlisi geleceğim dediğin gençler umutsuzca ülkeden gitmenin yollarını ararken sen nerdesin?”
Emine Karakaş öğretmenin bu sözlerine katılmamak olanaklı değil. Bu sözlere katılmayanların nerede oldukları bellidir ama bizler Emine öğretmenin yanındayız. Toplumun imamlara değil böyle aydın öğretmenlere ve korkmadan ülkemizin gerçeklerini haykıracak cesur insanlara gereksinimi var.
Atatürk’e ve laik Cumhuriyetimize yapılan saldırılara düzeyli ve duygulu yanıt veren Emine Karakaş öğretmenin konuşması cumhuriyet değerlerimizi korumaya yöneliktir. Ancak bundan rahatsızlık duyanlar hemen harekete geçmiştir. Antalya Cumhuriyet Başsavcılığı’nın başlattığı soruşturma kapsamında “halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama suçu“ ile Emine öğretmen Antalya Emniyet Müdürlüğü tarafından gözaltına alındı, geceyi adliyede geçirdi, sabah ifadesi alınarak, mahkeme tarafından adli kontrol koşulu ile serbest bırakıldı.
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun insanlık onuruyla, vicdanla, ahlakla bağdaşmayacak açıklamalarını, yayınlarını görmezden geleceksiniz ama Emine öğretmene saldıracaksınız.
Ensar Vakfı’nda çocuklara taciz ve tecavüz eden sapıklara sahip çıkacaksınız ama Emine öğretmene saldıracaksınız.
Antalya’da cemaat yurdunda kafası kesilerek öldürülen genci ve cemaat yurtlarında baskılara dayanamayarak canına kıyan öğrencileri, şiddete maruz kalan gençleri görmezden geleceksiniz ama Emine öğretmene saldıracaksınız.
Eşsiz liderimiz Atatürk’e ve Türkiye Cumhuriyeti’ne hakaretleri ile bilinen, “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen fesli pisliklere, İskilipli Atıf, Şeyh Said, Seyid Rıza ve benzerleri hainlere sarılacaksınız ama Emine öğretmene saldıracaksınız. (AS: Seyid Rıza hk. bu suçlamaya katılamıyoruz..)
İşte laik ve demokratik cumhuriyetimizin getirildiği durum ortadadır.
Laik, çağdaş ve bilimsel eğitim yok edilerek, ortaya dindar ve kindar kuşaklar çıkarılmaktadır.
Laikliğe sahip çıkılmadan, eğitim gericilerden temizlenmeden ülkemize aydınlığın gelmeyeceği bilinmelidir.
Bu nedenle cumhuriyetimizin aydınlık yüzü Emine Karakaş öğretmenimizin yanındayız ve destekliyoruz. Bunun böyle bilinmesi gerekir.
Yargıtay 3. Ceza Dairesinin, Anayasa Mahkemesinin Ş. Can Atalay başvurusunda verdiği ihlal kararı üzerine bugün aldığı “uymama” ve Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunulması şeklindeki kararı, Anayasal düzeni değiştirme teşebbüsüdür.
Dairenin; Anayasa Mahkemesini âdeta terör örgütleriyle birlikte hareket etmekle suçlayan, milletin iradesi olan yüce Türkiye Büyük Millet Meclisini tedip etmeye çalışan, bir yargı makamının Türk Milleti adına verdiği karara yakışmayacak ifadeler kullanan kararı, hukukun üstünlüğü ilkesinin geçerli olduğu bir hukuk devleti için dönüm noktası niteliğindedir.
Bu karara imza atan Yargıtay üyeleri derhal görevden el çekmeye davet edilmeli ve haklarında Yargıtay 1. Başkanlık Kurulu tarafından ceza soruşturması başlatılmalıdır.
Birliğimiz tarafından Anayasal düzeni yok sayan ilgili Yargıtay Daire Üyeleri bakımından “görevden el çektirmeye davet” yaptırımının uygulanması için Yargıtay Yüksek Disiplin Kuruluna yarın itibariyle gerekli başvuru yapılacaktır.
Bu Anayasa tanımaz keyfi uygulamaya karşı hukukun üstünlüğünü ve yurttaşlarımızın haklarını korumak için barolarımızla istişare edilerek yapılacakları belirlemek üzere yarın sabah olağanüstü gündemle toplantı kararı alınmıştır.
Bugüne kadar her türlü darbe teşebbüsünün tereddütsüz karşısında yer alan Türkiye Barolar Birliği, demokratik hukuk devletini korumak için üzerine düşen görevi yapmaktan asla çekinmeyecektir.
Türkiye Barolar Birliği
****
Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararı girişi ve hüküm bölümü için tıklayınız…
Beni uzun süredir çok rahatsız eden ve mutlaka dile getirip yazmam gereken önemli bir konu vardı. Şimdi yazıyorum. Acaba biz nasıl bu denli bencilleştik, kinlendik, nefret duymaya başladık, cebir ve şiddet üreterek kabalaştık ve acımasız olduk? Okuyunca anlayacaksınız.
Önce halktan, halk türkülerine yansımış, toplumda okumuş, yazmış, iyi eğitilmiş, öğretmen, doktor, mühendis, bürokrat… olmuş insanlara verilen yüksek saygınlığı (itibarı) gösteren iki farklı halk türküsünden iki dörtlük yazalım..
ÖĞRETMENE varamadım, Naylon çorap giyemedim, Muradıma eremedim. Abum abum kız abum da, Sebebim sensin abum.
Daha sonra dilden dile dolaşan ve almış olduğu mesleksel eğitime büyük onur ve saygınlık kazandıran halk yargısı.
” Benim kızımı ne DOKTORLAR… ne MÜHENDİSLER istemişti de…”
Sosyolojik açıdan geçmişte halk türkülerine ve değerler sistemine yansıyan bu düşünceler, Cumhuriyet Türkiye’sinde, halkın eğitilmiş insanlara verdiği yüksek saygınlığı ve onuru yansıtıyordu…
Ya günümüzde? Öğretmenlerin, mühendislerin, doktorların… yaşam koşulları ve gelirleri bir yana, sosyolojik olarak toplum katındaki saygınlıkları nerelerde?
Neden dövülüyor ve çeşitli saldırılara uğrayabiliyorlar? Hatta yurt dışına çıkmaları bile önemsenmiyor. Doktorlar da yurt dışına gitmek zorunda kalabiliyorlar…
Bir sokak görüşmesinde (röportajında), özellikle de tıp doktorları için, asla duyumsanmaması (hissedilmemesi) ve söylenmemesi gereken şöyle bir kaba ve hedef gösterici açıklama yansımıştı :
” Bak ben sana ne diyorum, BİZ DOKTOR DÖVÜYORUZ DOKTOR.
Daha ötesi ne olsun?”
Benim sorunum bunu söyleyen zavallı kişiyle (figürle) değil. O’na bunları söyleten yanlış ve çağdışı ve kaba zihniyetle… Bilimde hiçbir şey nedensiz olmaz. Halkın gönlünde iyi eğitilmiş öğretmenler, doktorlar ve mühendisler için. İçinde yer etmiş estetik ve saygın bir insansal değerden kopup giderek HOYRATÇA aşağılanan bir konuma gelmelerine ne demeli?
80 yaşıma girdim. 1960’lı yıllarda, İstanbul Üniversitesinde öğrenci iken halktan-sokaktan gördüğüm saygı, sevgi ve saygınlığı (itibarı) daha sonraki yıllarda profesör olarak bile görmedim ve göremiyorum.
Peki giderek nobranlaşan ve hoyratlaşmaya başlayan bu tür bozulmuş bazı kültür öbekleri ve serpintilerinin eğitim kaynağı nasıl bir resmi, formel, informel değerler sisteminden kaynaklanıyor? Üzerinde etraflıca ve çok ayrıntılı olarak kafa yormak gerekmez mi?
Gerçekten de, nereden nereye. Toplumumuz, bu ve benzeri hoyratlıkları asla hak etmiyor. Bu ve benzeri ayrıştırıcı, ötekileştirici ve hatta düşmanlaştırıcı eylem ve söylemler ulusal birlik ve kardeşliğimize büyük zarar veriyor. Bu yanlış rota mutlaka düzelmeli.
Eğer toplumdaki akıl ve bilim kökenli aydınlar ve meslek sahipleri değersizleştirilirse aydınlar toplumu aydınlatamaz. Çünkü değersiz kişinin sözlerine kimse itibar etmez )özen göstermez) .
YÖK’ün Kuruluş Yıldönümünde Özerk Üniversite İstemini Ülkenin Geleceği İçin Yenileyelim
Toplum ve akademik çevreler üniversite ve YÖK’ten umudunu kestiği için mi YÖK’ü tartışmıyor?
Bugün 6 Kasım 2023, YÖK’ün kuruluşunun üzerinden tam 42 yıl geçti. Geçmişte YÖK’ün ürettiği ve üreteceği sorunlar konularında birçok analiz (çözümleme) yapılırdı. Geçmişte her yıldönümünde birçok değerlendirme ve açıklama yapılır, sorunlar gündeme taşınırdı. Artık YÖK tartışmaları ve kritiği (eleştirisi) ve oluşan sorunlar bile gündeme gelmiyor. Bırakın YÖK eleştirisini, özerk üniversite istemini eğitime ve geleceğe yönelik nitelikli bilim ve araştırma konuları bile hiçbir ciddi konu bile gündeme gelmiyor.
Üniversite bilinci üniversitelerin çağın gerisinde değil ilerisinde ufuk ve öngörüye sahip olmalı
Ülkenin okumuşları ve hocaları olarak üniversite olgusunu savunamadık.
Toptan üniversitelerimiz resesyona (durgunluğa) girmiş bir biçimde bekleme sürecinde. Yani ülkemiz statükoya teslim olmuş ve hiçbir konuda istem ve değişim-dönüşüm istemiyor gibi. Üzerine ölü toprağı örtülmüş durum gelecek için endişelendiriyor da. Üniversitelerin birçok konudaki yorgun ve isteksiz olması, hızla birçok üniversitede üniversite niteliğini ve dünyadaki sıralamasında gerilere düşmeye yol açmaktadır.
Üniversitelerin bu durumu ile ölü toprak serili durumu toplumca da son yıllarda dile getirilmektedir.
Üniversite olan yerde tartışma ve sorguluma olur
Siyaset kurumu vazgeçilmez.
Ancak siyaset üniversiteden yararlanamadı.
Sonuç olarak :
Ülkenin geldiği yer ve yaşanan sorunlar ortada.
Ancak bütün insanlık tarihi bilinci ve birikimi ve de deneyimi, bilgi – bilim üreten organı olmayan hiçbir toplum ve ülke gelişmemiştir.
Günümüzde gelişmiş ülkelerin başarısının altında nitelikli bilim insanlarının ağırlıkta olduğu üniversitelerinin ürettiği bilgi, bilim ve teknolojinin başat rolü bulunmaktadır.
Türkiye’nin sorunlarının çözümü yine de üniversitelerde üretilecek bilgi ve bilimsel temel dayalı çözümler ile sağlanacaktır.
Varolan üniversitelerin kendi sorunları ve ülkenin bilim üretme durumda ortada.
Bu durumda bir kez daha insanlık, bilim ve ülkemizin sağlıklı geleceği içinözerk, özgür bilim ve üniversite ortamı istemini gündeme getirelim.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin 38. olağan kurultayı konusundaki tasarımlar, CHP’deki oligarşik yapılar tarafından, haftalar öncesinden tamamlandı ve kurultay, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve Özgür Özel’in arasındaki bir yarışa indirgendi.
Kurultay sürecinde, emperyalizme ve kapitalizme karşı samimi bir mücadele (içten bir savaşım) veren ve yıllardır, partinin ilkelerine, özüne dönmesi gerektiğini, sol ekonomik politikaların uygulanması ve laiklik ilkesine sahip çıkılması gerektiğini savunan öbür adayların, kurultay sürecinde bertaraf edilmesi (dışlanması) için gerekli her şey yapıldı.
Bu çerçevede söz konusu adaylara siyaset, ticaret, medya ilişkileri kullanılarak, haftalarca süren sistematik bir medya ambargosu uygulandı; delege mühendisliği ve delege ağalığı üzerinden bir delege ve imza tekeli yaratıldı; kurultay delegeleri çeşitli yollarla baskı altına alındı; aday adayları için 69 delege imzası yeterli olduğu halde, Özgür Özel ve Kemal Kılıçdaroğlu, tüzükteki “Birden fazla adaya imza verilemez” maddesini kullanarak, yüzlerce imza topladılar ve bu yolla, öbür aday adaylarının adaylaşmasını engellediler; kurultay salonuna hangi brandaların ve afişlerin asılabileceğine ve kimlerin hangi oranda salona alınacağına ilişkin kararları, iki aday birlikte verdiler ve bunun da adına, “Demokrasi ve Birlik Kurultayı” adını verdiler.
Siyaseti kariyer nesnesine dönüştürenler, kendilerinden bekleneni yaparak, siyaseti ilke, ideoloji ve dava adına yapanları yine şaşırtmadılar.
***
Kurultayda Kemal Kılıçdaroğlu, her zamanki kurnazlıklarını devreye sokarak, CHP’nin sağa kaydığını iddia edenlerin, “sağı ve solu bilmediğini” iddia ederek, siyaset bilimi ve siyaset felsefesi tarihine bir fiyasko olarak geçecek açıklamalar yaptı. Gerçekte kendisinin sol siyasetin ne olduğunu bilmediğini, bir kez daha ortaya koydu.
Kemal Kılıçdaroğlu, kâğıt toplayan çöpçülerin, ev temizliği yapan kadınların, apartman görevlilerinin, mevsimlik işçilerin yanında olduğuna ve yardıma muhtaç (gereksinimli) insanlara yardım ettiğine ilişkin örneklemeler yaparak, bunların sol siyaset olduğunu anlatmaya çalıştı.
Başka bir deyişle Kemal Kılıçdaroğlu, hayırseverliğin sol siyaset olduğunu iddia ederek, sol kavramının içini bir kez daha boşalttı; özelleştirmelere kategorik olarak karşı olup olmadığına; daha önce özelleştirilen kamu kurumlarının tümünün yeniden kamulaştırılıp kamulaştırılmayacağına; daha çok kazanandan daha çok vergi alınıp, orta sınıfın ve yoksul kesimin vergi yükünün hafifletilip hafifletilmeyeceğine; sendikalarla organik ve örgütlü ilişkilerin kurulup kurulmayacağına; her ilde ve ilçede nitelikli ve ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetlerinin verilip verilmeyeceğine ve bunlarla ilgili projelere (tasarımlara); bozuk düzeni değiştirip değiştirmeyeceğine dair (değgin) hiçbir şey söylemedi.
Kemal Kılıçdaroğlu, laiklik ilkesine sahip çıkılması; eğitimin, siyasetin ve devlette kadrolaşmanın dinselleşmesi; tarikatların ve cemaatların siyaseti, hukuku, ekonomiyi ve toplumsal yaşamı kuşatması ve bunlara karşı alınması gereken önlemler konusunda da hiçbir şey söylemeyerek; laiklik karşıtı hareketlere ortak olmanın da, CHP’nin sağa kaymasıyla ilişkili olduğu gerçeğini örtbas etmeye çalıştı.
***
Kemal Kılıçdaroğlu’nun kurultayda seçimi yitirmiş olması, tarihsel bir dönüm noktasına dönüşebilir. Ancak, CHP genel başkanı seçilen Özgür Özel’in, bu konularda, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan ne denli ve hangi ölçüde ayrıştığı da belirsizliğini korumaktadır.
Daha önce Kemal Kılıçdaroğlu yönetiminde yer alan ve geçmişte yapılan tüm hatalara ortak olan, ayrıca kurultayı kazanmak için, kurultay sürecinde siyasal söylem değişikliğine giden Özgür Özel’in, neleri değiştirip değiştiremeyeceğini, zaman içinde hep birlikte göreceğiz.
Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimci www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik twitter : @profsaltik
Aşağıdaki yazımız, Sn. Prof. İbrahim Ö. Kaboğlu‘nun bu gün (5.11.23) BİRGÜNgazetesinde yayımlanan makalesinin bizdeki çağrışımlarıdır.
CEHENNEMİN YOLLARI ERDOĞAN’a YAPTIRILDI..
Prof. İbrahim Kaboğlu‘nu bu yazımızda size tanıtacak değiliz.
Bilen bilir, Anayasa Hukuku alanındaki uluslararası yetkinliğini.
Son birkaç yıldır BİRGÜN gazetesindeki haftalık (Perşembe) yazılarını, web sitemizde ve sosyal medya hesaplarımızda paylaşıyoruz. Daha çok okunsun istiyoruz, çünkü gerçekten derin yetkinliği tartışma dışı bir Anayasa Hukuku bilgesi, büyük bir alçakgönüllülükle haftalık gazete makaleleri yazmakta ve Türkiye’nin yakıcı sorunlarına “hukuk yoluyla” ussal ve adil, demokratik çözümler üretmekte.
Son derece yoğun geçen önceki dönem Parlamenterliği sırasında 5 yıl boyunca bu yazılarını aksatmadı, bir kutup yıldızı gibi yol göstericiliğini sürdürdü. Milletvekili olduğu CHP’nin AYM’de açtığı davalarda kilit uzmandı. Pek çok hukuksal çiğnemde (ihlalde) yardım elini uzattı bunaltılan insanlara. Karşılıksız yaptı bunların tümünü.
***
Son makalesi (05 Kasım 2023) son yıllarda yazdıklarından çok farklı bir derinlik ve içerikte.
Hem bir yurtsever aydınının – bir demokrat, namuslu hukukçunun çığlığı okunuyor dizelerinde
hem de yaratılan bunca kurgulu karmaşa ve açmazda yalın, teknik çözüm önerileri.
Öyle bir yere geldik ki, AYM kararları askıda tutularak uygulanmayabiliyor!
Bu çok büyük bir cüret, pervasızlık, sorumsuzluk ve apaçık suç!
Salt teknik hukuk bakımından da değil; Aydınlanma birikimine, en temel insan hak
ve özgürlüklerine yönelik felsefi bir cürüm, politik kasıt.
Cehenneme giden yolları Erdoğan açtı, taşlarını döşemekten çok öte..
Anımsayalım; Erdoğan ne zaman “..bu Anayasa Mahkemesi kararını tanımıyorum,
saygı da duymuyorum..” dedi? Can Dündar‘ın bireysel başvurusunda “hak ihlali” kararı verildiğinde, 28 Şubat 2016’da.
CB Erdoğan; “Anayasa Mahkemesi bu şekilde bir karar vermiş olabilir. Ben Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım o kadar. Ama onu kabul etmek durumunda değilim, bunu çok açık, net söyleyeyim ve verdiği karara da uymuyorum,
saygı da duymuyorum. Niye? Çünkü ortada bir gerçek var. Bakın bu bir beraat kararı değildir. Bu bir tahliye kararıdır. Aslında onlarla ilgili kararı veren mahkeme kararında direnebilirdi.
Eğer kararında direnmiş olsaydı bu bireysel başvuru veya Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu karar boşa çıkacak veyahut da şu anda tahliye edilmiş olan bu kişiler AİHM’e gideceklerdi.”
Cumhurbaşkanlığı makamında otururken edilen bu sözler, birbirine geçmiş çok sayıda hata ve
ihlal kumkuması, hukuka saygısızlık, halka kötü örnek ve yargı kararlarına hazımsızlık örneği.
Oysa Anayasa buyruğu çok net (md. 153/son) :
Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme
ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.
CB Erdoğan, bu çok açık ve buyurucu (emredici, amir) Anayasa hükmü karşısında kendisini nereye, nasıl ve neden konumlandırmaktadır? Bilinç altındaki otoriter – totaliter – mutlak monarşik teokratik kafa yapısının izdüşümünü, dışavurumunu görüyoruz sahnede.
Günümüz cehennemine böyle sürüklendi Türkiye.
“Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı verilen Atlantik ötesi yönlendirme (tezgah!) ürünü
bu ucube, böyle dayatıldı koskoca ülkeye ve ulus egemenliği, dış güdümlü işbirlikçiler eliyle
gasp edildi 21. yy’ın şafağında.
T.C. Hükümetini yok eden mutlak ve dinci monarşi hedefli bu açık darbe için “her yol”, gözü kara biçimde, militanca geçerli (mübah) sayıldı; taa ki YSK’nin, halkoylamasının sonucunu istendik yönde değiştirmeye yetecek sayıda -birkaç milyon!- mühürsüz zarf ve oy’u tam kanunsuzlukla geçerli saymasına dek.. 16 Nisan 2017, sandıkların kapanmasına 1-2 saat kala, basit bir “dilekçe kurgusu” üzerine..
İbretliktir ve salt siyasal – hukuksal tarihe değil, insanlık tarihine yüz karasıdır!
Gerçekte hukuk dünyasında bir sonuç doğurmamıştır, yoklukla sakat olmanın da ötesindedir.
***
Yaşanan somut olayda (milletvekili Can Atalay‘ın salıverilmemesi, GEZİ mahkumları ve daha pek çoğu) baskıcı – faşist dayatma giderek tırmandırılırken, anılan kırılma noktasına ikincildir, o dönemecin türevleridir. (RTE’nin 16 Şubat 2016 çıkışı..)
Ortadoğuda, çok kritik bu coğrafyada, emperyal ağababalar, “güdümlü – yarı güdümlü tek adam yönetiminde, işbirlikçilerine “dinci monarşi” rüşvetiyle karakol devletlerini (P. Henze – G. Fuller vd.) oluşturmak istemektedir. Oyun, gerçekte bu makro ölçektedir ve Anayasal, hukuksal, rejimsel düzlemde yansımalar Sn. Prof. Kaboğlu‘nun anılan yazısında (BİRGÜN, 05.11.2023) hukuk tekniği bakımından ustalıkla işlenmiş, teknik-siyasal çözüm de önerilmiştir.
Türkiye’de yurtsever tüm sağ – sol muhalefetin bu yalın jeo-politik gerçekliği “ar-tık” kavraması ve tarihsel bir meşru direniş işbirliğine – koalisyonuna gitmeleri zorunluğu vardır.
Hedef bellidir :
Tam bağımsız Türkiye!
Bu yakıcı diyalektik olguyu (tehdidi!) ayrımsayamayan ya da görmezden gelen tüm politik kurum ve aktörler ya gaflet ya dalalet ya da ihanetiçindedirler.
Sevgi ve saygı ile. 05 Kasım 2023, Ankara
==========================================
Sn. Kaboğlu’nun anılan makalesi için bkz.
Ülkenin tarihsel, kültürel ve doğal değerlerini savunan demokratik Cumhuriyetçilerin daha büyük ve genel görevi, hükümeti geri getirmek. TBMM önünde siyasal sorumluluğu bulunan hesap verebilir bir yönetim oluşmadığı sürece erkler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı kağıt üstünde kalacak.
“Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasına kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs suçu”, on yıldır kapatılıp açılan Gezi dosyalarında öne çıkan suçlama… Yargıtay 3. Ceza Dairesi de, Anayasa madde 14’ün yasama dokunulmazlığına ilişkin 83’üncü maddeye uygulanması gerektiği görüşünde bu kalıbı kullandı. Anayasa Mahkemesi’nin milletvekili dokunulmazlığı üzerine süreklilik taşıyan kararlarını hiçe sayarak kendini yasa koyucu yerine koyan Daire, ironik bir durum yaratıyor ve şu soruyu haklı kılıyor: Hangihükümet?
Zira hükümet ve parlamenter rejim, 2017 Anayasa değişikliği ile kaldırıldı.
Kısaca hatırlayalım:
Gezi sahiplenmesi tarihi Mayıs-Haziran 2013: 2011 seçimleri sonucu kurulan AKP hükümeti, 10 Ağustos 2014’te Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesine dek sürdü. Sonrasında, yine aynı Parti’nin Ahmet Davutoğlu hükümeti kuruldu.
7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP, TBMM’de çoğunluğu yitirdi. Davutoğlu, CHP ile koalisyon görüşmelerini haftalar sonra, ‘istikşafi’ (danışma) olarak niteledi. Hükümeti kurma görevi CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na geldiği sırada Cumhurbaşkanı, “Saray yolunu mu biliyor?” sözleriyle Anayasal kurumlar ile nasıl dalga geçtiğini seçimleri yineleme kararı ile doğruladı.
Anayasa madde 116’nın tanıdığı yasama seçimlerini yenileme koşulları oluşmadığı halde, TBMM seçimlerini yineleme işlemi, “anayasal darbe” olarak nitelendi.
Hangi ortamda? Temmuz ayında başlayan terör saldırıları ve 10 Ekim 2015 Ankara Garı katliamıyla toplumun, Anadolu tarihinin en yaslı yazını yaşadığı bir ortamda.
1 Kasım seçimlerinde AKP, çoğunluğu bu koşullarda elde etti. Davutoğlu, 2. hükümetini kurdu; ama ilerleyen aylarda, “Parlamenter rejimi bekleme odasına aldık” diyen Cumhurbaşkanı, çok geçmeden Başbakanı istifa ettirdi. Buna da, “Hükümet darbesi” dendi.
Anayasal düzeni ortadan kaldırmayı amaçlayan 15 Temmuz hain darbe girişimi ise, eski ortak tarafından tezgahlandı.
Anayasal düzen kısa sürede sağlandığı halde OHAL ilan edildi. OHAL nedeni çok geçmeden anlaşıldı. Başlıca iki hedef öne çıktı:
İlki, kamudaki büyük tasfiyeler olup ilerleyen aylarda sayıları yüz bini geçti.
İkinci hedefi ise tam üç ay sonra, müstakbel ortak açıklayacaktı:
“Ülke yönetimi yasa ve Anayasa’ya uygun değildir. Ve de suç işlenmektedir.
Sayın Cumhurbaşkanı, fiili başkanlık yapmaktadır” (16 Ekim 2023).
Durumdan görev çıkaran hükümet, mesaisini Anayasa değişikliğine yönlendirdi. 10 Aralık Cumartesi günü onlarca kişinin katledildiği Dolmabahçe saldırısını izleyen saatlerde Başbakan Yıldırım, Anayasa değişiklik teklifini TBMM Başkanlığına sundu.
OHAL ortam ve koşullarında anayasal kamuoyunun oluşmaması bir yana, TBMM’de birçok AKP’li vekil, gizli oylama olduğu halde -muhtemelen FETÖ’cü olmadıklarını kanıtlamak için- oylarını sallayarak sandığa attı.
16 Nisan 2017 günü YSK, sayıları milyonlar ile ifade edilen mühürsüz
zarf ve oyları geçerli saydı ve “evet” oylarının yüksek çıkması sağlandı.
Sürekli olarak yayımlanan OHAL KHK ek çizelgelerinin asıl hedefi, dünyevi hukuku savunan
laik kesimler ve sol çevrelerdi. Bu kez adil yargılanma hakkı ve FETÖ’nün siyasal müttefikleri üzerinde “şal” örtmek için “iltisak” kavramı icat edildi.
Kitlesel tasfiyeler, 24 Haziran 2018 seçimlerinden sonra da sürdü; “siyasal ayak” ise, hala örtbas ediliyor.
Mektubumun ana konusu ise, hükümetin tasfiyesi.
1876 Kanun-i Esasi’si ile anayasal kuruluş olarak tanınan Heyet-i Vükela, 1909 Kanun-i Esasi değişikliği sonucu, yasama önünde sorumlu yürütme organı haline getirildi.
23 Nisan 1920’den itibaren (başlayarak) Türkiye, Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından yönetildi.
Türkiye Cumhuriyeti, darbelere maruz kalmış olsa da hiçbir askeri yönetim, Hükümeti ilga girişiminde bulunmadı. Tarihimizde ilk kez 2017 Anayasa değişikliği “Hükümeti ortadan kaldırdı”, bütün siyasal sorumluluk ve karar düzeneklerini tasfiye etti; Devleti temsil ve yürütme yetkilerini Cumhurbaşkanına verdi. Parti başkanı da olmasıyla siyasal sorumluluğu bulunmayan tek kişi yönetimi oluştu: “Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme” (PBDBY).
Yurttaşlar açısından demokrasinin post-modern mantığı olarak nitelenen Gezi, yönetim açısından bir anayasasızlaştırma süreci oldu.
Devlet Bahçeli ise, üç yıl sonra daha ileri gitti ve “Anayasasuçu” kavramını kullandı.
Hükümeti gerçekten kim kaldırdı?
Sevgili Can ve yoldaşları Çiğdem, Mine, Osman ve Tayfun, “cebir ve şiddet” kullanmayan sizlere değil bu soru; ama İstanbul 13. ACM ve Yargıtay 3. Ceza dairesi üyelerine sormak görevim:
Hükümetsiz Türkiye’de, hayali hükümeti kaldırma suçu yaratma çabanız niye?
Emeklerinizi adil yargılama gereklerini yerine getirmeye yöneltme yerine, Hükümeti kaldırmakla sonuçlanan baskı ve resmi dezenformasyon ortamında, meşru olmayan Anayasa değişikliği faktörü, aktörü ve antrenörü belli değil mi?
Şu kadarıyla yetineyim: AYM’nin 7 Ekim’de (2023) verdiği AY madde 14’ün uygulanamazlığı ve yeniden yargılama kararı, öteki dosyalar için de yeni hukuki durum doğurmuş bulunuyor. Şimdi emeklerimizi bu yönde harcama zamanı; bir de, AYM kararını uygulamayanlar için yaptırım üzerinde düşünme.
Ama ülkenin tarihsel, kültürel ve doğal değerlerini savunan demokratik Cumhuriyetçilerin daha büyük ve genel görevi, hükümeti geri getirmek.
TBMM önünde siyasal sorumluluğu bulunan hesap verebilir bir yönetim oluşmadığı sürece erkler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı kağıt üstünde kalacak.
Bu nedenle; hukuksuzluk ve “mutlak çürüme” yaratan PBDBY’e, Anayasa değişikliği yoluyla son verip demokratik yönetim kurma hedefi, Cumhuriyet’i kurtarma görevine eşdeğer.
Prof. İbrahim Kaboğlu‘nu bu web sitesinde tanıtacak değiliz.
Bilen bilir, Anayasa Hukuku alanındaki uluslararası yetkinliğini.
Son birkaç yıldır BİRGÜN gazetesindeki haftalık (Perşembe) yazılarını, web sitemizde ve sosyal medya hesaplarımızda paylaşıyoruz. Daha çok okunsun istiyoruz, çünkü gerçekten derin yetkinliği tartışma dışı bir Anayasa Hukuku bilgesi, büyük bir alçakgönüllülükle haftalık gazete makaleleri yazmakta ve Türkiye’nin yakıcı sorunlarına “hukuk yoluyla” ussal ve adil, demokratik çözümler üretmekte. Son derece yoğun geçen önceki dönem Parlamenterliği sırasında 5 yıl boyunca bu yazılarını aksatmadı., yol göstericiliğini sürdürdü. Milletvekili olduğu CHP’nin AYM’de açtığı davalarda kilit uzmandı. Pek çok hukuksal çiğnemde (ihlalde) yardım elini uzattı bunaltılan insanlara. Karşılıksız yaptı bunların tümünü.
**
Bu yazı son yıllarda yazdıklarından çok farklı bir derinlik ve içerikte.
Hem bir yurtsever aydınının – bir demokrat, namuslu hukukçunun çığlığı okunuyor dizelerinde hem de yaratılan bunca kurgulu karmaşa ve açmazda yalın, teknik çözüm önerileri.
Öyle bir yere geldik ki, AYM kararları askıda tutularak uygulanmayabiliyor!
Bu çok büyük bir cüret, pervasızlık, sorumsuzluk ve apaçık suç!
Salt teknik hukuk bakımından da değil; Aydınlanma birikimine, en temel insan hak ve özgürlüklerine yönelik felsefi bir cürüm, politik kasıt.
Cehenneme giden yolları Erdoğan açtı, taşlarını döşemeden çok öte..
Anımsayalım; Erdoğan ne zaman “..bu Anayasa Mahkemesi kararını tanımıyorum, saygı da duymuyorum..” dedi? Can Dündar‘ın bireysel başvurusunda “hak ihlali” kararı verildiğinde, 28 Şubat 2016’da.
CB Erdoğan; “Anayasa Mahkemesi bu şekilde bir karar vermiş olabilir. Ben Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım o kadar. Ama onu kabul etmek durumunda değilim, bunu çok açık net söyleyeyim ve verdiği karara da uymuyorum, saygı da duymuyorum. Niye? Çünkü ortada bir gerçek var. Bakın bu bir beraat kararı değildir. Bu bir tahliye kararıdır. Aslında onlarla ilgili kararı veren mahkeme kararında direnebilirdi. Eğer kararında direnmiş olsaydı bu bireysel başvuru veya Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu karar boşa çıkacak veyahut da şu anda tahliye edilmiş olan bu kişiler AİHM’e gideceklerdi.”
Cumhurbaşkanlığı makamında otururken edilen bu sözler, birbirine geçmiş çok sayıda hata ve ihlal kumkuması, hukuka saygısızlık, halka kötü örnek ve yargı kararlarına hazımsızlık örneği.
Oysa Anayasa buyruğu çok net (md. 153/son) :
Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.
CB Erdoğan, bu çok açık ve buyurucu (emredici, amir) Anayasa hükmü karşısında kendisini nereye, nasıl ve neden konumlandırmaktadır? Bilinç altındaki otoriter – totaliter – mutlak monarşik teokratik kafa yapısının izdüşümünü, dışavurumunu görüyoruz sahnede.
Günümüz cehennemine böyle sürüklendi Türkiye. “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı verilen Atlantik ötesi yönlendirme (tezgah!) ürünü bu ucube, böyle dayatıldı koskoca ülkeye ve ulus egemenliği, dış güdümlü işbirlikçiler eliyle gasp edildi 21. yy’ın şafağında.
T.C. Hükümetini yok eden mutlak ve dinci monarşi hedefli bu açık darbe için “her yol”, gözü kara biçimde, militanca geçerli (mübah) sayıldı; taa ki YSK’nin, halkoylamasının sonucunu istendik yönde değiştirmeye yetecek sayıda -birkaç milyon!- mühürsüz zarf ve oy’u tam kanunusuzlukla geçerli saymasına dek.. 16 Nisan 2017, sandıkların kapanmasına 1-2 saat kala, basit bir “dilekçe kurgusu” üzerine.. İbretliktir ve salt siyasal – hukuksal tarihe değil, insanlık tarihine yüz karasıdır!
Gerçekte hukuk dünyasında bir sonuç doğurmamıştır, yoklukla sakat olmanın da ötesindedir.
***
Yaşanan somut olayda (milletvekili Can Atalay’ın salıverilmemesi, GEZİ sanıkları ve daha pek çoğu) baskıcı – faşist dayatma giderek tırmandırılırken, anılan kırılma noktasına ikincildir, o dönemecin türevleridir. (RTE’nin 16 Şubat 2016 çıkışı..)
Ortadoğuda, çok kritik bu coğrafyada, emperyal ağababalar, “güdümlü – yarı güdümlü tek adam yönetiminde, işbirlikçilerine “dinci monarşi” rüşvetiyle karakol devletlerini oluşturmak istemektedir. Oyun, gerçekte bu makro ölçektedir ve Anayasal, hukuksal, rejimsel düzlemde yansımalar Sn. Kaboğlu’nun yazısında hukuk tekniği bakımından ustalıkla işlenmiş, teknik-siyasal çözüm de önerilmiştir.
Türkiye’de yurtsever tüm sağ – sol muhalefetin bu yalın gerçekliği “ar-tık” tanılaması ve tarihsel bir işbirliğine – koalisyona gitmeleri zorunluğu vardır.
Hedef bellidir : Tam bağımsız Türkiye!
Bu yakıcı diyalektik olguyu ayrımsayamayan ya da görmezden gelen tüm politik kurum ve aktörler ya gaflet ya dalalet ya da ihanet içindedirler.
Sevgi ve saygı ile. 05 Kasım 2023, Ankara
Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimci www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik twitter : @profsaltik
Türkiye bir burjuvalar ülkesidir. Bu durum ülkede burjuvaların sayısının çokluğundan kaynaklanmıyor. Gerçi yaklaşık yüz elli, iki yüz yıldır uygulanan kapitalizm nedeniyle ülkede bir hayli burjuva oluştu ama gene de bunların oranı genel nüfus içinde oldukça küçüktür.
Buna karşın nasıl oluyor da Türkiye bir burjuva ülke oluyor?
Ülkemizin bir burjuva ülke olmasının nedeni, burjuva nüfusunun çokluğundan değil, burjuva ideolojisinin yaygınlığındandır. Halk arasında burjuva gibi düşünen, onun yargılarına inanan, dünyaya burjuvazinin koyduğu değerlerle bakan nüfus çok kalabalıktır.
Emekçilerin bir türlü toparlanıp kendi siyasal örgütleri çevresinde toplanamamaları, iktidarı ele geçirmek için esaslı hamleleri yapamamalarının bir nedeni, ellerinde ordu, para, büyük mülk ve banka sermayesi olamayışı kadar, kafalarında da sınıf bilincinin olmayışıdır.
Halkın zihni, yüz, yüz elli yıldır, burjuvazi tarafından köreltilmiş, paramparça edilmiş, daha doğrusu burjuva ideolojisiyle adam akıllı doldurulmuştur. Bu bakımdan halk, bir türlü kendisi gibi olmamakta, kendine yabancı sanal dünyada oyalanmaktadır.
Halka burjuva ideolojisinin aşılanması, daha onun ilkokula başladığı anda başlar. Çocuk ana okuluna gitmişse bu yaşı biraz daha indirmek olanaklıdır. Okul kitapları, okulda onun gözüne çarptırılan simgeler, bayram törenlerinde verilen söylevler, propaganda afişleri, reklamlar, ona bir burjuva gibi düşünmesini telkin etmektedir.
Ara yerde belirtelim ki, her toplum burjuva toplum değildir. Köleciliğin yaygın olduğu tarihsel çağda topluma köleci toplum demek olanaklıdır. Bunu feodal toplum izledi. Fransız Devriminden beri de yeryüzünde en yaygın olan burjuva toplumdur. Geçen yüzyılın ilk çeyreğinden beri kimi ülkeler sosyalist toplum dönemlerini de yaşadı ve bunların büyük çoğunluğunda burjuvazi yeniden iktidarı ele geçirerek ülkelerine burjuva rengini verdiler. Rusya’da, Doğu Avrupa’da olduğu gibi.
Burjuva Türkiye’nin sahipleri, halka sürekli şunu aşılarlar :
Yaşadığın koşullar kaderden kaynaklanmaktadır. Alınyazında bu varmış,
Beş parmağın beşi bir değildir. Katlanacaksın!
Halkın zihnine perçinlenen başka bir düşünce de zenginliğin çalışma ile kazanıldığı, çalışırsa herkesin zengin olabileceğidir. Buna inansın inanmasın, halkın başka olanağı olmadığı için ardı arası gelmeyen bir sınıf atlama çabası yaşamın temeli durumuna gelir.
Burjuvazi tek bir kanattan oluşmaz. Kimi modern, kimi muhafazakârdır. Liberal olanlar, devletçi olanlar vardır. Zavallı halk, kendini toparlayıp meydana çıkacak yerde, bunlardan biri arkasında saf tutarak çıkarını koruduğunu sanır.
Ama burjuvazi, halkın iktidar mücadelesini tıkamakta,
emekçilerin kazançlarına el koymakta tutum birliği içindedirler.
Türkiye tarihi, burjuvazinin çıkarlarını korumakta kendi aralarında anlayış birliği içinde olduklarını gösteren sayısız örnekle doludur. Hapishane hücrelerinin, insan bedenlerinin suladığı dağların, derelerin dili olsa da anlatsa! Yorganı sırtlarında sürgünden sürgüne gönderilen öğretmenler, işten atılan işçiler ve memurlar, Kürsüsüz bırakılan bilim insanları, hep halk uyanmasın ve sömürümüzün önüne taş koymasın” diyedir.
Bir de kapitalizmi yerli, emeğin en yüce değer olduğu sistemi yabancı ideoloji olarak göstermezler mi?
Türkiye’nin bir burjuvalar ülkesi olduğu Cumhuriyetin 100. yıl kutlamalarında bir kez daha anlaşılmıştır. Varlıklarını kapitalizme borçlu olan bankalar, şirketler, onlara özenen belediyeler gazeteleri allı pullu reklam metinleriyle donatmışlar, Cumhuriyete şükranlarımızı sunuyoruz derken gerçekte kapitalizme şükranlarını sunmuşlardır. Kimsenin nerdeyse 100 yıllık sömürü, yağma ve baskılardan şikâyeti yoktur! Gazete yazılarında olsa olsa son 21 yıllık bazı uygulamalardan duyulan rahatsızlık dile getirilmiştir. Kaç Allah’ın kulu çıkmıştır “Bu cumhuriyeti emekçilerin cumhuriyeti yapacağız” diyen? Bu gibi seslenişler, bu büyük burjuva gürültüsü içinde nerdeyse kimsenin duymadığı cılız bir inleme gibi kalmış bulunuyor. İktidar çevrelerinden 1923 Cumhuriyetine hücum edenlerin konuşmalarında kapitalizmi eleştiren bir ses duyan var mı?
Çünkü, neden? Burjuvazinin ortak ideolojisine göre Türkiye’de sınıf yoktur da ondan. Çeşitli iş kesimleri, meslekler vardır ve bunlar iş bölümü yapmışlardır. Yani, herkesin rolü önceden biçilmiştir ve halka verilen görev, burjuvazinin ambarına sürekli ürün taşımaktır. Yalnız modern burjuvazimizin değil, muhafazakâr burjuvazimizin servetleri de böyle oluşmuştur.
Bu ideolojik burjuva zincirini nasıl kırmalı acaba?
(3 Kasım 2023)
***
Diğer yazılar için: zekisarihan.com
Büyük Türk Ulusunun hem geçmişte ve hem de güncel olarak günümüzde yaşadığı ve gelecekte yaşayacağı tüm sorunlarının temelinde akıl ve bilim dışı KÖR CEHALET vardır.
Bu büyük ulus, Kurtuluş Savaşı vererek “yedi düveli” yani emperyalizmi dize getirdi ve yendi. Fakat yine emperyalizm destekli dinbazlıklarla, dinden mevki-makam, ekonomik çıkar ve siyasal iktidar devşiren din baronlarının varlığı ve sürekliliği yüzünden, gerçek ilahi dinle, ahlakla ve adaletle ilgisi olmayan uydurmalar, yalanlar ve hurafeler yüzünden kör cehaleti yenemedi. Bilgi ve gönenç (refah) toplumu olamadı.
Batı emperyalizmi, özellikle ABD, evrensel insan hakları, laiklik ve çağdaş demokratik siyaset üretimi konusunda hep ikiyüzlüolmuşlardır. Bir yandan siyasal söylem olarak Ortadoğu ve öbür İslam ülkelerindeki evrensel insan hakları ve demokratikleştirme hareketlerinin destekleneceği söylenirken; öte yandan eylemli, reel siyasal politika olarak, İslam ülkelerindeki otoriter-totaliter, siyasal dinci, otokratik sultanlıkların desteklenmesi tam bir ikiyüzlüsiyasal tutum olagelmiştir.
Batılı emperyalistlerin, İslam toplumları ile ilgili temel siyasal yaklaşımları şudur:
Eğer İslam ülkelerine demokrasi gelirse, bu devletler üzerindeki etkin siyasal denetimlerini yitirecekleri endişesini taşırlar. Eğer bir İslam devleti demokratikleşir ve laikleşirse emperyalistler ve özellikle de ABD çıkarları açısından, aynı devletin farklı güç odaklarını (Yürütme, Yasama, Yargı, Ordu, muhalefet partileri, basın ve güçlü sivil toplum örgütleri) ayrı ayrı ikna etmek olanaksızlaşır.
Halbuki tek bir otoriter, diktatör lider ya da sultanı çeşitli siyasal, ekonomik, asker, hukuksal… yollarla ikna etmek – basķı altında tutmak daha kolaydır. Bu nedenle
İslam ülkelerindeki anti-demokratik siyasal dinci rejimlerin en büyük destekçisi
hep ikiyüzlü Batı ve özellikle ABDolagelmiştir.
Bu nedenle, Türkiye’deki kör cehaletin arkasında da yine dinbazlarla tarihsel ve güncel olarak sürekli işbirliği içinde olan emperyal Batı vardır.
Eğer Cumhuriyetimizin sonsuza dek yaşatılması isteniyorsa, ilk ve kaçınılmaz temel görevimiz cehaleti ve özellikle dinsel cehaleti yenip, dini hem dinbazların, hem dinden geçinen çıkarcıların ve hem de küresel emperyalizmle işbirlikçi din baronlarının oyuncağı olmaktan kurtarmak olmalıdır.
Akıl ve bilimle temellendirilmiş çağdaş, özgürlükçü ve laik eğitim olmadan ve eğitim sistemimiz üzerindeki ABD gölgesi kaldırılmadan toplumsal cehalet sönümlenmez.
Arapların İslam öncesi cahiliye kültürü ve Yahudi şeriatının bize gerçek(!) din ve “İslam” diye dayatılması sürer gider.
Kahrolsun emperyalizmle işbirliği yapan sistemli ve örgütlü dinbaz cehalet!
Yaşasın demokratik laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Atatürk CUMHURİYETİ!