Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

İHVANCI-HAMASÇI DİKTA, HUKUKLA YIKILMALI

Rifat SERDAROĞLU
DOĞRU Parti Eş Genel Başkanı

AKP’nin ve Görünür Ortakları (İşlevsiz Bahçeli-Hizbullahçı Hüda Par-Adnan Oktar Elemanı Jr. Erbakan- Audi A8 L Sahibi Destici) ve Gönüllü Dıştan Destekçileri (AKP Larvaları Davutoğlu-Babacan- Sivas Eski Belediye Başkanı AKMolla, Said-i Nursi Hayranı Uysal, “Sizinle Yeni Sivil Anayasa Yaparım” diyen VARLIKLI Asena’nın) anlaşabildikleri YIKIM Projesinin temel noktası şudur :

“Yeni Sivil Anayasa” yapıyoruz görüntüsü vererek, ellerindeki devlet gücünü, satılmış medyayı halkı aldatmak için kullanarak, Laik Cumhuriyeti yıkmak ve Federal Ümmet Devletini kurmak

Bu ihanet projesine, tüm olanaklarımızla direneceğimizi DOĞRU Parti olarak kezlerce  açıkladık ve Anayasal hakkımız olan “Direnme Hakkımızı” kullanacağımızı belirttik.
Bildiğiniz gibi, AKP tek başına iktidarken 2008 yılında Anayasa Mahkemesinin
11 üyesinin 10’u tarafından “Laiklik Karşıtı Eylemlerin Odağı” olarak belirlenmiş, mahkum edilerek SABIKALI ilan edilmiştir.

AKP-MHP-HÜDA PAR, 2008 yılından bu yana, Anayasanın değiştirilemez kaydıyla güvence altına aldığı, “Laik Cumhuriyeti, Demokratik Hukuk Devletini ve Atatürk İlke ve Devrimlerini” bilerek, planlayarak çiğneyerek, kezlerce “Anayasayı ihlal suçu” işlediler.

Eğer Türk Yargısı ve özellikle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, görevlerini Anayasa emirlerine göre yapsa idiler, bu üç parti şimdiye dek kezlerce kapatılmıştı.

  • Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, görevini yapmayarak hem Cumhuriyetin yıkımına izin vermiş, hem de Anayasaya ihanet suçu işlemiştir.

Elbette ki, binlerce yıllık Türk Devleti, tarihinden gelen tecrübe (deneyim) birikimiyle,
üç-beş tarikat-cemaat beslemelerine pabuç bırakmayacak ve Türk Milleti o kahredici sillesini indirip, bunları helak edecektir.

Ama bizler de boş durmayacağız, susmayacağız, gerekeni yapacağız!
Bundan böyle yapılacak ilk görev şudur :

DOĞRU Partili Anayasa Hukukçuları ve Baro Başkanlığı yapmış Hukukçularımız ve Avukatlarımız yoğun bir çalışma yaparak, AKP-HÜDA PAR-MHP HAKKINDA KAPATILMA DAVASI AÇILMASI için dosyalar hazırlıyor. Gerekçeleriyle, asla göz ardı edilemeyecek delillerle (kanıtlarla) dolu dosyalar.

Bu dosyalar, T.C. Devletine ve dünyaya “Atatürk penceresinden bakan” siyasal  partilere, Sivil Toplum Örgütlerine ve Türk Gençliğine açıklanacaktır.

Gereğinin yapılması için, yüzbinlerce yurtseverle birlikte, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına verilecektir.

Toplu ve sürekli eylemlerle, Türk Yargısının işlemesi sağlanacaktır.

Türkiye’yi yeniden bir HUKUK DEVLETİ haline getirmek, başta Yargı mensuplarının ve tüm Türk Milletinin görevidir.

Bu görev mutlaka yerine getirilecektir…

Sağlık ve başarı dileklerimle, 19 Kasım 2023

Prof. İoanna Kuçuradi : Cumhuriyetin kazanımları

Filozof Prof. Dr. İoanna Kuçuradi, Cumhuriyetin kazanımlarını anlattı: Kadın ve erkek eşit yurttaş oldu

Filozof Prof. Dr. İoanna Kuçuradi, Cumhuriyetin kadınları erkeklerle eşit yurttaş haline getirdiğini bunun da en önemli kazanımlardan olduğunu söyledi. Kuçuradi, “etik değerler ile değer yargıları arasındaki farkı anlamanın, insanca yaşamanın ana koşulu olduğunu” belirtti.

Figen Atalay
17.11.2023, Cumhuriyet
Filozof Prof. Dr. İoanna Kuçuradi, Cumhuriyetin kazanımlarını anlattı: Kadın ve erkek eşit yurttaş oldu

“Eğitimde gördüğüm önemli sorunlardan biri, eğitimin kişilerin bilmeyle ilgili yeteneklerini geliştirmeye çalışması ama etik yeteneklerini göz ardı etmesi; ya da bunu din ve ahlak eğitimiyle yapmaya çalışmasıdır.

Oysa eğitim, etikle, değer ve değerlerle ilgili bilgilere dayandığında işe yarar. Etik değerler ile değer yargıları arasındaki farkın yeterince farkında değiliz. Bu farkları ve sonuçlarını görmek, insan olmaya yakışır bir yaşamın ana koşullarındandır.”

Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı, Maltepe Üniversitesi İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü ve İnsan Hakları Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. İoanna Kuçuradi’ye göre Cumhuriyetimizin en önemli kazanımlarından biri, kadınları erkeklerle hak bakımından eşit yurttaş haline getirmesi. Prof. Kuçuradi, ikinci yüzyıl için ise “Gelip çıkmaza dayanmış olan postmodernizmin, toslaya toslaya bu çıkmazda en azından bazı delikler açacağını düşünüyorum” diyor.

Prof. Kuçuradi ile Maltepe Üniversitesi’ndeki odasında, 100. yılını kutladığımız Cumhuriyet,
ikinci yüzyıl için öngörüler ve savaş, kötülük, mutluluk gibi hayata dair her şeyi konuştuk.

  • Cumhuriyetimizin ilk 100 yılındaki en önemli kazanımlar sizce neler?

Cumhuriyetimizin en önemli kazanımlarından biri, kadınları erkeklerle hak bakımından eşit yurttaş haline getirmesidir. Bugün niceliksel bakımdan hâlâ sorunlar varsa da kadınlar her alanda Türkiye’de ve uluslararası görevlerde başarıyla çalışıyor.

Tevhid-i Tedrisat’ın / Öğretim Birliği’nin yarattığı bazı sonuçlar önemlidir. Bu “bir”liğin olmadığı ülkelerde olan bitenler, bunun önemini daha da somutlaştırıyor. Ancak ülkemizin bir zıtlıklar ülkesi olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir: hasta bebekten “cinlerin çıkması için” kafasında bir delik açmayı öneren hoca da olabiliyor.

  • İlk 100 yıl, ikinci yüzyıla ne aktaracak? 

Farklı alanlarda farklı şeyler aktaracak. 1978’de, yani 45 yıl önce, yaptığım bir konuşmada “19. yüzyıl 20. yüzyıla ne aktardı? Ve bazı temel değişiklikler araya girmezse, yirminci yüzyıl görünüşe göre neyi aktaracak 21. yüzyıla?” diye sormuş ve şu cevabı vermiştim: “19. yüzyıl, başkaldırma gerektiği düşüncesini yüzyılımıza aktardı; bu düşünce de gitgide öylesine bir gerçek oldu ki ölüm saçan başkaldırma çağın geleneği oldu. Ve uluslararası politikada bir “devrim”le temel bazı değişiklikler yapılmazsa, yüzyılımızın (20. yüzyılın) gelecek yüzyıla aktaracaklarının başında bu gelenek gelir.” Ne var ki bugün gördüğümüz birçok “başkaldırma” bir değer adına olmuyor. Kişinin, canının istediğini yapmakta serbest olmak şeklinde anlaşılıyor özgürlük. Postmodernizmin pekiştirdiği bu davranış biçimine ben “özgürlükçülük” diyorum.

Bu, dünya düzeyinde bir “gidiş”tir. Ayrıca kişiler “kendi doğruları”nı savunurken, herkes kendini haklı görüyor.

  • Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılı için neler öngörüyorsunuz? 

Somut bir şeyler öngörmek çok zor. Ama gelip çıkmaza dayanmış olan postmodernizmin, toslaya toslaya bu çıkmazda en azından bazı delikler açacağını düşünüyorum.

ETİK GÖZARDI EDİLİYOR

Eğitim anlayışındaki temel sorunlar neler sizce? “Tüm dünyada eğitim kalitesiz hale geliyor çünkü yönetenler düşünen, sorgulayan insan istemiyor” iddiası doğru olabilir mi?

Eğitimde gördüğüm önemli sorunlardan biri, sık sık söylediğim gibi, bu eğitimin kişilerin bilmeyle ilgili yeteneklerini geliştirmeye çalışması ama etik yeteneklerini göz ardı etmesi; ya da bunu din ve ahlak eğitimiyle yapmaya çalışmasıdır. Oysa bu eğitim, etikle ilgili bilgilere, değer ve değerlerle ilgili bilgilere dayanarak yapıldığı zaman işe yarar. Etik değerler ile değer yargıları arasındaki farkın hâlâ yeterince farkında değiliz. Bu farkları ve bunların sonuçlarını görmek, insan olmaya yakışır bir yaşamın ana koşullarındandır.

“Yönetenler düşünen, sorgulayan insan istemiyor” kanısı çok yaygındır. Ama ben, yöneticilerin çocuğunun böyle bir düşüncesi olduğunu sanmıyorum. Onlar da bu bilgilere sahip değil. Bu bilgilerin neye yaradığını kendi deneyimleriyle bilmeyen bir kişinin bu tür konularda “kulaklarının da kapalı” olduğuna şaşmamak gerekir.

  • Hayvanlara, doğaya, çocuklara, kısacası her şeye, her canlıya zarar veren insan, nasıl “insanlaşır”? 

Bunu yapanlar, aslında zarar vermek niyetiyle yapmıyorlar. Amaçları kendilerini tatmin etmektir. Kendilerini tatmin ederken başkalarına zarar vermeleri bir sonuç oluyor. Bunun için kişileri insanlaştıran eğitim erken yaşlardan, günlük yaşamın doğal koşulları içinde başlamalı.

KENDİMİZİ KANDIRMAYALIM  

  • “İyi” olmak ne demek? Dünyayı iyi insanların yöneteceği bir gelecek hayalimiz olabilir mi? 

“İyi olma”nın anlamı konusunda ancak “meta” bir şey, üzerine bir şey söylenebilir: “İyi olma” genellikle bir duyuşu dile getiriyor. Bunun için farklı tip insanlar “iyi olma”dan farklı şeyler anlıyor. Bu da doğaldır.

Dünyayı yönetenlerden bir kısmının bile etik değer bilgisi ve insan hakları bilgisiyle yönetmesi şimdilik yeterdi. Bu kadar övülen demokrasilerde bunun olması –en azından şimdilik– pek mümkün görünmüyor. Kendimizi kandırmaya gerek yok.

YAŞAM MEMNUNİYETİ

  • Mutluluk mu daha önemli? Yaşamdan memnuniyet duymak mı? İkisi arasındaki fark nedir?

Sevgili Figen Hanım, benim böyle bir sorunum olmadığı için, böyle bir soru üzerinde düşünmedim. Şu anda düşünerek şunları söyleyebilirim: “yaşamdan memnuniyet duymak”/“bir kişinin kendi yaşamından memnun olması”: yaşamında değişmesini istediği bir şey görmemesi olarak anlaşılabilir. “Mutluluk”tan ise kişinin herhangi bir tatminsizlik yaşamamasını, istediklerine eksiksiz sahip olmasını anlamak mümkün.

Mutluluk son yıllarda moda olan bir tartışma konusu oldu. İsterseniz, size Aristoteles’in Nikomakhos’a “Etik” başlıklı kitabında bu konuda söylediğini şöyle özetleyeyim: Amaç-araçlar zincirinde, başka bir şeyin aracı olmayan, kendisi amaç olan şey iyidir. İnsanlar buna “mutluluk” (eudaimonia) diyorlar. Bir şeyin “iyi” olması, kendisi amaç olması dışında, bir de kendine yeter olması ve bunların yaşam boyu sürmesi gerekir. Böyle olan ise ancak bir tür yaşamdır: teoria yaşamı. “Teoria yaşamı” Aristoteles’in ayırt ettiği üç yaşam biçiminden biridir. Diğerleri “zevkler peşinde olan yaşam” ve “siyaset yaşamı”dır.

Sizin sorduğunuz iki ifade arasında ancak kişinin yaşamından memnun olmasında bir derece farkı var gibi görünüyor.

TRANSHUMANİZM AKIMI

  • Kimileri “Dünyada hümanizm artıyor, ulusalcılık yerine evrensel olma ön plana çıkıyor” diyor kimileri de tersini. Sizce dünya nereye gidiyor? 

Sözünü ettiğiniz bu görüşlerin ikisi de dünyamızda var. Bir de transhumanizm akımı/modası var. Dünya nereye gidiyor? Babil Kulesi hikâyesi bu soruya cevap vermede işe yarayabilir. Dünyamız bu çıkmaza toslaya toslaya onda delikler açacak, kurbanlar vererek bir şekilde bu durumdan çıkacak. Ama ortaya çıkacak olan tarihselliğinde durumun ne olacağını söylemek mümkün görünmüyor –en azından ben söyleyemiyorum.

  • Bunca olumsuzluk içinde kendimizi iyi hissetmenin bir yolu var mı? 

Bunun “yolu”, kendimizi “iyi hissetmek” gibi bir derdimizin olmaması!

 

Yargıtay Kararı ve Anayasal Yokluk Hali

Prof. Dr. İbrahim Ö. KABOĞLU

Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin Anayasa Mahkemesi (AYM) kararına uymama ve üstelik AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunma kararı, Anayasal düzeni sorgulamanın hayli ötesine geçti. Bu yazının öncelikli amacı, Anayasa Adaleti tarihinde bir ilk olan Devlet krizini doğru tanılamaktır. Çözüm yolları ve geleceğe yönelik öneriler, muhtemelen ayrı bir yazının konusu olacaktır. Bu yazının amacı;

Yargıtay Kararı ve Anayasal Yokluk Hali

LEGAL BLOG

  • Türkiye’nin Yargı Düzeni ve Anayasa Adaleti
  • Anayasa Mahkemesi Kararı
  • Adli Yargı: İst. 13 ACM / Yargıtay Başsavcılığı / 3. Ceza Dairesi
  • Yürütme: Hakem veya Taraf Değil, “Yükümlü”
  • TBMM Başkanı’nın Sessizliği ve Demokratik Muhalefet
  • Anayasa’nın Emredici ve Yasaklayıcı Hükümleri
  • Yoruma Kapalı ve Açık Hükümler
  • Anayasa: Aykırılık, İhlal ve Suç
  • Demokratik Toplum ve Siyaset Bakımından Kriz

başlıkları altında Devlet krizinin aşılmasına yönelik anayasal bilgilenme hakkına katkı sağlamaktır.

I. 

TÜRKİYE’NİN YARGI DÜZENİ VE ANAYASA ADALETİ 

İlk kez 1961 Anayasası ile kurulan Anayasa Mahkemesi, Avusturya, İtalya ve Almanya’dan sonra Anayasa adaleti Avrupa modeli olarak kurulan merkezi denetim yetkisini kullanan anayasal düzen güvencesi bir yüksek mahkemedir.

Oluşumu, görev ve yetkileri ile işleyişi -özellikle konumuz bakımından-  üç başlıkta ele alınabilir:

1.- AYM’NİN DÖRT DÖNEMİ

1961 Anayasası, yasaların Anayasa’ya uygunluğu denetiminde merkezileşmiş denetimle tekelci ve belirleyici yetkiye sahip olmakla birlikte, yaygın denetim yoluyla AYM ve derece mahkemeleri arasında göreceli de olsa bir paylaşımı öngörmüştü. İtirazda bulunan mahkemenin kendi kanısına göre Anayasaya aykırılık iddiasını çözümlemesi, bunun tipik örneği idi.

1982 Anayasası ise, yaygın denetimi Anayasa Mahkemesi ile sınırlı tutup merkezi denetim ağırlıklı bir düzenleme öngördü. Böylece, normların Anayasa’ya uygunluk denetiminde AYM, genel yargı düzeni karşısında daha farklı ve bir üst konuma taşınmış oldu. Adli ve idari yargı düzeninde yer alan mahkemeler için de, Anayasa’ya uygun karar verme yükümlülüğü sürmekle birlikte, Anayasa’ya uygunluk denetiminde işlevleri, Anayasa’ya aykırılık itirazı ve beş ay içinde AYM’den yanıt gelmez ise, yasayı uygulamakla sınırlı kılınmış oldu.

2010 Anayasa değişikliği ile tanınan bireysel başvuru yolu, Anayasa Mahkemesinin konumunu öteki yargı düzenlerine göre daha farklılaştırdı ve “eşitler arası birinci” konumundan “eşitler arası üstün” konumuna taşıdı. Zira, ulusal düzeyde başvurulabilecek son merci durumuna getirildi ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne başvuru öncesi ulusal “süzgeç işlevi” ile donatıldı.

2017 Anayasa değişikliği, üyelerinin belirlenmesinde Cumhurbaşkanı (CB)’nın yetkisini artırmış olsa da, AYM’nin yetki alanına dokunmadı. Bununla birlikte Hükümetin kaldırılması sonucu gensoru da kalktığı ve Meclis soruşturması işlevsiz kılındığı için, Anayasa Mahkemesinin önemi daha da arttı. Haliyle, Anayasanın üstünlüğünü sağlama bakımından Anayasa Mahkemesi, merkezi bir konuma yerleşti.

2.- KURUMSAL ve İŞLEVSEL BAKIMDAN AYM’nin KONUMU

Anayasa Adaleti, adli ve idari yargı düzenlerinden, biri kurumsal öteki işlevsel olmak üzere iki açıdan ayrılır:

-Kurumsal: Yüce Divan ve Uyuşmazlık Mahkemesi.

Anayasa Mahkemesi Cumhurbaşkanını…, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay başkan ve üyelerini Yüce Divan sıfatıyla yargılar.

Uyuşmazlık Mahkemesinin başkanlığını Anayasa Mahkemesince, kendi üyeleri arasından görevlendirilen üye yapar. Diğer mahkemeler ve Anayasa Mahkemesi arasındaki görev uyuşmazlıklarında, Anayasa Mahkemesinin kararı esas alınır.

İşlevsel: 1987-2004 yılları arasında ve 2007-2017 yılları arasında 1982 Anayasası, usul ve içerik bakımından “asimetrik anayasa değişikliği” sürecine tabi kılındı. Şöyle ki; TBMM’de uzlaşma yoluyla 1987-2004 arasında gerçekleştirilen değişiklikler demeti, özgürlükleri pekiştirici ve iktidarı sınırlayıcı bir çizgiyi yansıtır. Buna karşılık, sandık araçsallaştırılarak gerçekleştirilen 2007-2017 çizgisindeki değişiklikler, iktidarı pekiştirici ve kişisel iktidarı kurucu bir süreci yansıtır.

3.- “ASİMETRİK ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ” IŞIĞINDA AYM’nin ARTAN İŞLEVİ

Bu nedenle, Anayasa Mahkemesinin işlevi, 9 Temmuz 2018’de uygulamaya konulan Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme (PBDBY) döneminde çok daha öne çıktı. AYM, yasalar ve Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri (CBK) üzerinde denetimi sırasında, Cumhuriyet’in temel organlarına ilişkin hükümlere aykırılık yanı sıra, sıkça hak ve özgürlüklere aykırılıklar da saptamaktadır. Bu süreçte şu değişim gözardı edilmemeli: 2017’de ilgili maddelerinde değişiklik yapılmamış olmakla birlikte PBDBY kurgusundan doğrudan etkilenen özgürlükler vardır. Bunların başında siyasal partilere ilişkin madde 66 ve 67 gelmektedir. Siyasal partilerin eşit koşullarda yarışmıyor olması, seçme ve seçilme haklarını düzenleyen madde 67’yi de etkilemiş bulunmaktadır. AYM, denetimi sırasında hak ve özgürlük özneleri arasındaki eşitsizliği dengeleyici ölçütler kullanmalıdır. Konuya hak ve özgürlükler açısından bakıldığında, 1987-2004 ekseninde yapılan değişiklik maddelerinin içerik ve sistematik olarak nihai yorum yetkisi de Anayasa Mahkemesi’ne ait bulunmaktadır. Madde 13 (hak ve özgürlüklerin güvenceleri) ve madde 14 (hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılamaması) tipik örneklerdir. 2010’da tanınan bireysel başvuru yolu da, Anayasa Mahkemesini, Özgürlükler Anayasa Hukuku oluşumunda baş aktör durumuna getirmiştir.

Özetle, Anayasa Mahkemesinin, yargı düzenleri üzerinde hiyerarşik konuma sahip olup olmadığı tartışması yerindesiz olup, konuya Anayasal görev, yetki ve işlevler açısından yaklaşma gereği vardır.

4.- MİLLETVEKİLİ CAN ATALAY DOSYASI

14 Mayıs 2023 yasama seçimlerinde, henüz hakkındaki yargı kararı onanmayan (yani bir “hükümlü” olmayan) “tutuklu sanık” Can Atalay, Türkiye İşçi Partisinden Hatay milletvekili seçildi; avukatları, Atalay’ın mazbatasını Hatay Adliyesinden aldıktan sonra tahliyesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurdular. 13 Temmuz’da Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Atalay’ın tahliyesi ve hakkındaki yargılamanın durması istemini reddetti.

Atalay’ın avukatları bir hafta sonra (20 Temmuz) Bireysel Başvuru Hakkından yararlanarak “seçilme ve siyasal faaliyette bulunma” hakkının, tahliye talebinin reddedilmesi nedeniyle de “kişi hürriyeti ve güvenliği” hakkının ihlâl edildiğini öne sürerek Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) Atalay adına başvuruda bulundu.

28 Eylül 2023’te Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Atalay’ın da aralarında bulunduğu sanıkların mahkumiyetlerini onadı.

25 Ekim’de ise AYM, Atalay’ın “seçilme hakkı” ve “kişi hürriyeti ve güvenliği” haklarının ihlâl edildiğine karar vererek, tahliye kararını uygulamaya koyması için kararını İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ise 30 Ekim’de dosyada karar verme yetkisinin Yargıtay’da olduğunu belirterek dosyayı Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne gönderdi.

Yargıtay 3. Ceza dairesi ise, 8 Kasım 2023 günlü kararı ile Anayasa Mahkemesi kararına uymama ve AYM’nin karara katılan üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunma kararı verdi.

Bunları kısaca gözden geçirelim:

II.

ANAYASA MAHKEMESİ KARARI 

Anayasa Mahkemesi, 27 Ekim 2023 günlü Resmi Gazete’de yayımlanan kararında, yasama dokunulmazlığı vesilesiyle yargı kararı-yasa ilişkisini de somutlaştırmıştır[1].

1.-  NORMUN ANLAMI: ANAYASAL NORM ve KANUNİLİK

“Anayasa’nın 14. maddesi bir taraftan temel hak ve özgürlüklerin hangi amaçlarla kullanılabileceğine, diğer taraftan Anayasa hükümlerinin temel hak ve özgürlükleri Anayasa’nın öngördüğünden daha geniş sınırlandıracak şekilde yorumlanmasını engellemeye ilişkin genel hükümler içermektedir. Maddeyle engellenmek istenilen faaliyetlerin, suç oluşturan eylemlerle sınırlı olmadığı, maddenin suç teşkil etsin (oluştursun) ya da etmesin belli amaçlarla yapılacak tüm faaliyetleri içerecek geniş bir kapsama sahip olduğu anlaşılmaktadır. Asıl amacı yasama dokunulmazlığının kapsamı dışında bırakılan suçları belirlemek olmayan Anayasa’nın 14. maddesinin genel ifadeler içeren metninden hareketle Anayasa’nın 83. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “Anayasanın 14 üncü maddesindeki durumlar” ibaresinin yargı organlarınca belirliliği ve öngörülebilirliği sağlayarak anlamlı bir şekilde yorumlanması mümkün görünmemektedir.”[2]

Madde 13’te yer alan “kanunilik” kavramını özerk olarak yorumlayan Anayasa Mahkemesi’ne göre, Anayasa için de normun niteliğine ilişkin özellik gerekir: “temel hak ve özgürlüklere müdahale, belirli ve öngörülebilir bir yorum ve uygulama yapmaya elverişli olan bir Anayasa normuna dayanmışsa müdahalenin kanuniliği şartı sağlanmış olacaktır”.

Kanunilik ölçütü, maddi bir içeriği de gerektirir. Bu anlamıyla kanunilik ölçütü, sınırlamaya ilişkin kuralın erişilebilirliğini ve öngörülebilirliği ile kesinliğini ifade eden belirliliğini garanti altına alır. Aynı şekilde, sınırlama doğrudan bir Anayasa kuralına dayanıyorsa, söz konusu kuralın da, belirli ve öngörülebilir olarak yorumlanıp yorumlanamayacağını değerlendirmek gerekir. Anayasal hükümlerin, genel niteliği nedeniyle bunlardan beklenen kesinlik düzeyi kanunlardan düşüktür. “Anayasanın 13. maddesinin aradığı anlamda kamu gücünü kullanan organların keyfi davranışlarının önüne geçen ve kişilerin hukuku bilmelerine yardımcı olacak “öngörülebilirlik ve belirlilik” ölçütlerini karşılayan kaliteli bir kanunun bulunmadığı ve bu nedenle …yapılan müdahalenin kanunilik şartını karşılamadığı sonucuna varmıştır[3].

2.- “ANCAK KANUNLA SINIRLANABİLİR” ve “KANUNLA DÜZENLENİR” KAYITLARI

Belirliliği sağlama görevi yasa koyucunundur: “Yargı organı kural koyucu bir organ gibi olmadığı için, yorum yolu ile yasama dokunulmazlığının ve dolayısıyla seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının kapsamını belirleyemez[4].

AYM’ye göre; “TBMM’nin iradesi olan bir kanun bulunmaksızın, temel hak ve özgürlüklerin Anayasa Mahkemesi veya diğer mahkeme içtihatları ile sınırlanması” mümkün değildir. Bunun dayanağı md.13’tür: “ancak kanunla” (C. Atalay, & 84 ve orada belirtilen kararlar)… Yasa kaydı, bunun biçimsel anlamda hukuk devletinin bir gereği olmasıdır. Kanun, TBMM’nin iradesinin ürünü ve Anayasa’da öngörülen usullere uyularak yapılan bir yasama işlemidir. Bu anlayış temel hak ve özgürlükler alanında önemli bir güvence sağlar (Halk, Radyo ve Tv…&36). Bu sayede yürütme ve yargı organlarının, yasamanın belirlediği ilke ve çizdiği sınırlara bağlı kalması ve hukuk düzeninde Anayasa’nın öngördüğü usule uygun olarak çıkarılan kanunların alt kademelerinde yer alan düzenlemelerle temel hak ve özgürlüklerin kolaylıkla sınırlandırılabilmesinin önüne geçilmesi amaçlanmıştır. AYM, temel hak özgürlüklerin sınırlandırılmasında şekli anlamda bir kanunun yokluğunu Anayasa’ya aykırılığın ağır bir biçimi olarak kabul etmektedir. Madde 7’nin anlamı, kanun yapma yetkisinin başka bir mercie devredilemeyeceği ve bunun doğal sonucu olarak da Anayasa’ya göre kanunla yapılması zorunlu olan bir düzenlemenin başka bir merci tarafından yapılamayacağıdır”[5].

Madde 138, 9, 13 ve 6’yı birlikte yorumlayan AYM’ye göre; “temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının ancak kanunla yapılacağına ilişkin Anayasa’nın 13. maddesinin amir hükmü, bir kanun hükmü olmaksızın mahkemelerin bir hak ve özgürlüğü ilk elden sınırlamasına izin vermez. Anayasa’nın açıkça yasama organına verdiği bir yetkinin mahkemelerce ilk elden kullanılması Anayasa’nın “Egemenlik” kenar başlıklı 6. maddesinde yer alan “Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.” Ve “Hiçbir kimse veya organ kaynağının Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” hükümlerine açık aykırılık oluşturacaktır.”[6].

Anayasa Mahkemesi’ne göre; “Kanun koyucuya Anayasa’yı yorumlarken belirli bir esneklik aralığı bırakan soyut anayasal normlar, “Anayasa Koyucunun bilinçli olarak bıraktığı boşluklar” olarak nitelendirilemez. Temel hak ve özgürlükleri düzenleyen Anayasa normlarının yorumu eğer bir sınırlama niteliğinde ise, yargı kararları ile değil Anayasa’nın 13. maddesinin amir hükmü gereği ancak kanun koyucu tarafından “doldurulabilir”[7].

3.-  ANAYASAL DÜZENDE YEKNESAKLIK

Anayasa’nın yeknesak bir biçimde yorumlanmasını ve uygulanmasını sağlama” görevi AYM’ye verilmiştir[8]. “Anayasa’nın nihai yorum yetkisine dayanarak Anayasa Mahkemesinin ortaya koyduğu içtihatlara kamu gücünü kullanan organların ve bilhassa mahkemelerin aykırı davranmaları yorum karmaşasına yol açar ve Anayasa’nın üstünlüğüne dayanan bir hukuk düzeninde kabul edilemez.” (&74). AYM’nin bireysel başvuru üzerine verdiği kararlarından sonra, kamu gücünü kullanan organların işlem ve eylemlerini, mahkemelerin mevcut içtihatlarını Anayasa’nın 138. maddesi gereğince özellikle Anayasa’ya uygun karar verme yükümlülüğü karşısında yeniden gözden geçirmeleri gerekir. Anayasal düzenin yeknesak bir biçimde işlemesinin başka türlü sağlanması mümkün değildir.

“Kamu gücünü kullanan organlar, Anayasa Mahkemesince ihlalin saptandığı andan başlayarak, Mahkemenin benzer davalarda ihlal tespitlerini yinelemesine gerek kalmadan, onu telafi etmek için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür. Mevcut başvuruda olduğu gibi yapısal bir sorun tespit edilmişse, Anayasa Mahkemesi kararının objektif etkisinin çok daha kuvvetli olduğu kabul edilmelidir. Farklı bir kabul halinde, hakkında Anayasa’ya aykırılığı hükmen saptanmış bulunan aynı hukuksal durumda kişilerden yalnızca bir kısmının hukuki korumadan yararlanabileceği ve bunun ise anayasanın üstünlüğü ve hukuk devleti ilkesine aykırı düşeceği kabul edilmelidir…Kamu gücünü kullanan organların Anayasa Mahkemesi kararlarına uymamaları, yahut kararlarda varılan sonuçları gözardı etmeleri bu organların kararlarının anayasal meşruluğuna  gölge düşüreceği gibi, demokratik bir hukuk devletinde  anayasa yargısının temel amacı olan  ve kamu gücünü kullanan tüm aktörlerin Anayasa’da belirtilen ilke ve normlara göre hareket etmesini ifade eden anayasanın üstünlüğü ilkesini de işlevsiz hale getirir”[9] .

4.-YORUM TEKELİ YOK; NİHAİ YORUM YETKİSİ VAR

“Anayasa Mahkemesi Anayasa hükümlerini yorumlama konusunda yegane makam değildir. Anayasa hükümlerini uygulamak, temel hak ve özgürlükleri korumak ve uyuşmazlıklarda somutlaştırmak diğer yargı organlarının ve kamu gücünü kullanan tüm organların da yükümlülüklerindendir… Anayasa’da yer alan kuralların, temel hak ve özgürlüklere ilişkin güvence ve ölçütlerin yorumlanması bakımından bütün anayasal organların yetkisi bulunmakla birlikte, norm denetiminde olduğu gibi bireysel başvuru yolunda da Anayasa maddelerinin nihai yorum yetkisi Anayasa Mahkemesine aittir”.

Anayasa Mahkemesi, “Anayasa’nın 14. maddesini dar, özgürlükler lehine ve nihai bir şekilde yorumlamıştır. Anayasa Mahkemesi’nin … tespitleri, o başvurucuya benzer durumdaki diğer bireyler yönünden de geçerlidir.

AYM’ye göre bireysel başvurunun objektif işlevi, kamu makamları ve derece mahkemeleri için olumlu yükümlükler yaratmaktadır: “Böylece Anayasa Mahkemesi temel hak ve özgürlükleri yorumlarken, diğer organlar ve kişilerin uygun davranmakla yükümlü oldukları bir hukuk düzeni yaratarak objektif bir işlev üstlenir”.

AYM, insan haklarına saygı gösteren ve insan haklarına dayanan Devlet’in yükümlülüğü bakımından objektif işlevi şöyle somutlaştırmaktadır: “Anayasa Mahkemesi kararlarının genel olarak Anayasa’yı yorumlama ve uygulama şeklinde ortaya çıkan objektif işlevinin sübjektif işlevine göre ön planda olduğu kabul edilmelidir. Bunun sebeplerinden biri, Anayasa’nın 2. maddesinde ifade edildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerinden birinin “insan haklarına saygılı” demokratik bir hukuk devleti olmasının ve Anayasa’nın 14. maddesinde ifade edildiği üzere devletin “insan haklarına dayanan demokratik” bir devlet olmasının doğal sonucu olarak Anayasa Mahkemesince tespit edilen bir ihlalin altında yatan sorunları giderme yönünde devletin bir yükümlülüğünün bulunmasıdır. İnsan haklarına saygı gösterme ve dayanma yükümlülüğü devlete, Anayasa’daki bütün hak ve özgürlükleri yetki alanı içindeki herkese sağlama ve hak ihlallerini önleme sorumluluğu getirir” [10].

İkincillik ilkesi bağlamında, temel hak ve özgürlüklerin ilk elden kamu makamları ve derece mahkemeleri tarafından korunması gerekir. Zira, Anayasa Mahkemesi kararlarının öncelikli işlevi, anayasal haklar ve özgürlüklerin yorumlanmasıdır. Böylece bireysel başvuru yolu somut bir başvuru ile başlatılmış olmasına rağmen, sonuçları itibariyle objektif bir niteliğe bürünmektedir ve bu anlamda aynı zamanda objektif bir hukuk koruması aracı durumuna gelmektedir.”.

5.- OBJEKTİF İŞLEV ve BİREYSEL BAŞVURUNUN ETKİLİLİĞİ

AYM’ye göre, aynı soruna ilişkin tüm uyuşmazlıkların Anayasa Mahkemesi önüne taşınması sonucunun doğmaması için objektif işlev, bireysel başvuru açısından yaşamsaldır. AYM’ce çözümlenmiş sorunlara ilişkin tüm uyuşmazlıkların yeniden bireysel başvuruya konu edilerek AYM’ce karara bağlanmasının beklenmesi, bireysel başvuruyu sürdürülemez kılar. “Bireysel başvuru yolunun işlerliğini devam ettirmesinde Anayasa Mahkemesinin Anayasa’yı yorumlamasının kritik önemi vardır. Bu işlevi en iyi şekilde yerine getirebilmesi ise, –her bir başvuruda adaleti sağlamaktan ziyade- Anayasa Mahkemesinin daha önce Anayasa’yı yorumlamadığı meselelere odaklanmasına bağlıdır”.

Bu bağlamda Atalay kararı tipik bir örnektir[11]: ”Anayasa Mahkemesince tespit edilen ihlalin altında yatan sorunları giderme yönünde kamu gücünü kullanan makamların genel bir yükümlülüğe sahip olmasına karşın Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Anayasa Mahkemesi içtihadına aykırı davranmış, benzer ihlalleri önleme yükümlülüğünü yerine getirmemiş; aksine başvurucunun anayasal haklarını -Anayasa’nın Parlamentoya verdiği bir yetkiyi kullanarak- daraltıcı bir şekilde yorumlamak suretiyle ihlal etmiştir”.

“Gerek yasama dokunulmazlığını koruma altına alan Anayasa’nın 83. maddesi ve gerekse temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasını yasaklayan Anayasa’nın 14. maddesi ancak demokrasinin korunması bağlamında ve hak eksenli yorumlandıkları takdirde işlevlerini tam olarak yerine getirebilir. Mahkemeler söz konusu anayasal hükümleri özgürlükler lehine yorumlamadıkları gibi, onları böyle bir yorum yapmaya sevk edecek esasa ve usule ilişkin güvencelerin bulunduğu bir siyasal sistem de bulunmamaktadır”.

AYM, “başvurucunun seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkını koruyan temel güvencelere sahip, belirliliği ve öngörülebilirliği sağlayan anayasal veya yasal bir düzenlemenin  bulunmaması nedeniyle, seçilme ve siyasal faaliyette bulunma hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşmıştır….”[12].

6.- İHLALİN GİDERİLMESİ

“Başvurucu yargılandığı dava kapsamında bireysel başvuru anında tutuklu statüsünde iken mahkümiyet hükmünün onanmasıyla hükümlü haline gelmiştir (bkz.&12). Bu durumda başvurucu, milletvekili seçildiği halde tutuklu yargılanmaya devam edilmiş ve hakkındaki mahkümiyet hükmü de onanmıştır. Buna göre Anayasa Mahkemesince başvuru hakkında tespit edilen hak ihlallerinin sonlandırılmasına ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yönelik olarak;

i. Yeniden yargılama işlemlerine başlanması,

ii. Mahkümiyet hükmünün infazının durdurulması ve ceza infaz kurumundan tahliyesinin sağlanması,

iii. Başvurucunun hükümlü statüsünün sona erdirilmesi,

iv. Yeniden yapılacak yargılamada durma kararı verilmesi

İşlemlerinin yerine getirilmesi zorunludur”[13]

III.

ADLİ YARGI:  İSTANBUL 13 ACM / YARGITAY BAŞSAVCILIĞI / 3. CEZA DAİRESİ

1.- İSTANBUL  3. ACM BAŞKANI HAVALESİ (30 EKİM)

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi (ACM), 6216 sayılı Kanun md.50/1 ve 2’ye yollama yaparak AYM kararının Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne gönderilmesi gerektiği gerekçesiyle Başkanın havale yazısı ile Yargıtay’a gönderdi.

2.- YARGITAY BAŞSAVCILIĞI MÜTAALASI (3 KASIM)

3. Daire, Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan mütalaa istedi. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı 03.11.2023 tarihli mütalaasında; ”…Çözümlenmesi gereken temel sorunun, Anayasanın 14. maddesinin Devletin Güvenliğine karşı işlenen eylemleri kapsayıp kapsamadığı, 3. fıkrasında öngörülen yasal düzenlemenin TBMM tarafından yapılmasının gerekip gerekmediği noktasında toplandığı anlaşılmaktadır…. Halbuki, 5237 sayılı TCK’nın 302 ila 308. maddelerinde ‘Devletin Güvenliğine Karşı Suçlar’ ile 309 ila 316.  maddelerinde ‘Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar’ın Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 14. maddesi kapsamında değerlendirilmesi gereken suçlar arasında yer aldıklarında kuşku yoktur.  (…)

Anayasa Mahkemesi soyut anayasal kuralların muhtevasını belirleme noktasında o kadar etkin bir konuma sahiptir ki, bu normlara anayasa koyucunun gerçek iradesi ile çelişen yorumlar yapılmaması, yorum yaparken anayasanın içeriğini belirleyen kararlar vermesi gerekir. Aksi halde yorumun bağlayıcı etkisinin temeli ve meşruluğu ortadan kalkar. Tutarlı bir yorum teorisi geliştirilerek anayasal ilkeler arasındaki hiyerarşiyi nedensellik bağlarını vurgulayan ‘anayasanın bütünlüğü ilkesi’ni esas alarak ilmi ve objektif kriterlere, şeffaf denetlenebilir ölçütlere göre yorumlanması gerekmektedir. Anayasa yargısının, anayasallık denetimi kapsamında sahip olduğu anayasal yetki alanı ‘hukukilik denetimi’ yapmakla sınırlıdır. Şöyle ki, Anayasal demokratik bir rejimde, AYM’nin aktif olmasının meşru görülebileceği alan, sadece kişisel ve siyasi haklar alanıdır. Yasamanın üstünlüğü ilkesinin, yürütmenin eylem ve işlemleri ile yargısal uygulamalar sırasında oluşacak hak ihlallerinin önüne geçilmesi bağlamında bu alandaki görev ve yetkilerinin istisnasını teşkil edecek iptal ve ihlal kararı verme yetkisine haiz AYM’nin, anayasal demokratik meşruiyetini temin edecek en önemli husus, temel hak ve hürriyetlerin anayasallık denetimi yoluyla korunmasıdır. AYM, soyut hukuki kurallardan somut hukuk üreterek, önüne getirilen kuralların anayasaya uygunluğunu denetlemektedir. Ancak bu durum kendi içinde zorluklar içermekte, kuvvetler ayrılığı ilkesinin ihlali, sonuçlarına neden olabilmektedir. Bu bağlamda; Anayasal normlara uygunluğun denetlenmesi oldukça zorluk arz etmektedir. Bu zorluklardan ilki, anayasalarda yer alan hükümlerin birçoğunun genel, soyut, belirsiz, yorumlamaya ihtiyaç duymasıdır. Yorum, insanoğlunun, farklı manalara gelme ihtimali bulunan metin ya da kavramların ne manaya geldiğini belirlemeye yönelik gerçekleştirdiği bir zihni faaliyettir.  (…)””

3.-  YARGITAY 3. CEZA DAİRESİ KARARI (8 KASIM)

1- Anayasa Mahkemesi’nin 2023/53898 numaralı, Şerafettin Can Atalay’ın bireysel başvurusu hakkında 25.10.2023 tarihli ihlal kararına hukuki değer ve geçerlilik izafe edilemeyeceği cihetle, bu bağlamda Anayasa’nın 153. maddesi kapsamında uygulanması gereken bir karar bulunmamakla; keza Şerafettin Can Atalay hakkında verilen mahkumiyet kararının temyizi üzerine yapılan temyiz incelemesi sonucu 28.09.2023 tarihinde Dairemizin 2023/12611 esas 2023/6359 sayılı kararı ile onanarak kesinleşen ve infazı kabil bir hükmün mevcudiyeti karşısında; Anayasa Mahkemesi’nin anılan kararına UYULMAMASINA,

2-Şerafettin Can Atalay hakkındaki mahkumiyet hükmünün 28.09.2023 tarihinde Dairemiz tarafından onanması ile hükümlü sıfatını kazandığı ve Anayasa’nın 84/2. maddesinde milletvekilliğinin düşmesi sebeplerinden biri olarak ”kesin hüküm giyme veya kısıtlanma halinin” düzenlenmiş olduğu, Anayasa’nın 76. maddesinde sayılan milletvekilliği ile bağdaşmayan suçlardan kurulan mahkumiyet hükmünün milletvekilliğini düşüreceği, Anayasa’nın 84/2 maddesi yönünden Anayasa Mahkemesi’ne müracaat imkanı tanınmadığı ve Anayasa Mahkemesi’nin bu konuda inceleme yetkisinin de bulunmadığı gözetilerek; hükümlü Şerafettin Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesine yönelik işlemlere başlanması için kararın bir örneğinin TBMM Başkanlığı’na GÖNDERİLMESİNE,

3-Anayasa hükümlerini ihlal eden ve kendisine verilen yetki sınırlarını yasal olmayacak şekilde aşarak hak ihlalinin kabulü yönünde oy kullanan ilgili Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında gereğinin takdir ve ifası için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda BULUNULMASINA,

08.11.2023 tarihinde oy birliği ile karar verildi.

4.- YARGITAY BAŞKANLIĞI BİLDİRİSİ (10 KASIM)

Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarının ardından Yargıtay da açıklama yaptı: (…)

Bizatihi Anayasayı korumak amacıyla kurulan Anayasa Mahkemesi, tartışmalara konu olan davada, anayasa koyucunun iradesini yok sayarak Anayasa’nın 83’üncü maddesindeki atıf nedeniyle somut olaya uygulanması gereken 14’üncü maddesini işlevsiz bırakmıştır. Anayasal düzene uymayan bu bakış açısının etkisi ile bazı kararlarda yüksek mahkeme olan Yargıtay ve Danıştay’ın derece mahkemesi olarak nitelendirilmesi, tartışmalara konu olan Şerafettin Can Atalay dosyasında olduğu gibi terör suçlarına bakan ve tamamen yargısal bir görev ifa eden Yargıtay 3. Ceza Dairesinin ‘88. Anayasa Mahkemesince tespit edilen ihlalin altında yatan sorunları giderme yönünde kamu gücünü kullanan makamlar genel bir yükümlülüğe sahip olmasına karşın Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Anayasa Mahkemesi içtihadına aykırı davranmış, benzer ihlalleri önleme yükümlülüğünü yerine getirmemiş; aksine başvurucunun anayasal haklarını -Anayasa’nın Parlamentoya verdiği bir yetkiyi kullanarak- daraltıcı bir şekilde yorumlamak suretiyle ihlal etmiştir.’ biçimindeki sözlerle anayasayı ihlal suçunu işlediği ithamında bulunularak hedef gösterilmesi gibi son derece vahim, kabul edilemez hukuki hatalar, bireysel başvuru kararlarının vazgeçilmez dili olmuştur. (…)

Hukuki güvenliğin, toplumsal barışın ve hukuki öngörülebilirliğin sağlanması bakımından Anayasa’dan aldığı yetkiyle Yargıtay, bireysel başvurunun mevcut haliyle uygulanmasının doğurduğu sorunların giderilmesi ve karşılaştırmalı hukukta kabul edilen standartlara göre geliştirilmesi konusunda ihtiyaç duyulan, anayasal ve yasal çalışmalarda gerekli desteği sağlamaya her zaman hazırdır.”

IV.

YÜRÜTME: HAKEM VEYA TARAF DEĞİL, “YÜKÜMLÜ”

Cumhurbaşkanı, “Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temin eder.” (Any., md.104/2).

Yürütme yetkisini de, Devletin başı sıfatıyla tek başına Cumhurbaşkanına veren 2017 Anayasa değişikliği, Anayasa’yı “gözetme” yetkisini “temin” yükümlülüğüne çevirdi.

CB andı ise aynı: Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye… namusum ve şerefim üzerine and içerim” (md.103).

CB’nin temin yükümlülüğü, AYM’nin C. Atalay kararına Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin uymama kararı karşısında en belirgin bir biçimde gündeme gelmiş bulunuyor.

Tam tersine, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, Yargıtay’dan yana tutum aldı [14]:

– “AYM bu noktada maalesef birçok yanlışları da arka arkaya yapar hale geldi. Bu da bizi ciddi manada üzmektedir. Şu an itibarıyla Yargıtay’ın aldığı karar asla bir kenara atılamaz, itilemez[15].

-“Parlamentomuz da bu konularda ağır hareket ediyor. Birçok terörist parlamentoda dokunulmazlıkların kaldırılması süreci geciktiği için kaçtılar, yurt dışına çıktılar”.

– “Partimizdeki arkadaşlar da yanlış yapıyor”.

Bununla birlikte, aynı gün yaptığı bir konuşmada Erdoğan, “Biz tartışmada taraf değil hakem konumundayız” dedi ve TBMM’yi göreve çağırdı:

Yargının iki kurumu arasındaki yetki tartışmasının çözüm yeri anayasadır, yasalardır. Ancak mevcut anayasamız ve yasalarımız, bu konuda yetersiz kalmaktadır.

Bu sorunun çözüm yeri yasalardır. Ancak yasalarımız bu konuda da yeteriz kalmaktadır. Ülkemizi bir an önce yeni anayasaya kavuşturmanın gerekliği ortaya çıkıyor. Yeni anayasa meselesini ısrarla gündemde tutmamızın, günlük siyaset söylemi değil, hayati bir konu olduğu, bu vesileyle herhalde daha iyi anlaşılmıştır İnşallah bu hususta yeni anayasa çalışmaları en kısa sürede başlatılır.”.

Oysa Anayasa md.104/2 gereği Cumhurbaşkanı, “Mahkeme kararlarına uyulması Anayasa emridir” şeklinde bir tavır koymalı idi.

11 Kasım’dan itibaren anayasal ve siyasal tartışmalara katılan Adalet Bakanı, -bürokrat statüsünü de unutarak- “Anayasa’nın emredici hükmüne kimse karşı çıkamaz” deme yerine Yargıtay’ı destekleyici açıklamalar ile, dava sürecinde yaptığı üzere “bilgi kirliliği yaratma” ya yönelik açıklamalarına ivme kazandırdı.

Yasal düzenlemeler, Anayasa Mahkemesinde tersyüz edildi” açıklaması[16]:

AYM’nin yasalar ve CBK’leri üzerinde icra ettiği denetimden duyulan rahatsızlığın dışavurumudur.

“Anayasa Mahkemesi önünde 135 bin dosya var, bunu 15 kişi nasıl çözer?” açıklaması (CB’nin konuşmasını izleyen saatlerde Adalet Bakanı), Anayasa Mahkemesi’ni tümüyle etkisizleştirme iradesinin dışavurumudur.

TBMM Grup toplantısında Cumhur İttifakı ortağının “Anayasa Mahkemesi kapatılmalıdır” sözünü yineleyerek AYM başkan ve üyelerine yönelik suçlayıcı konuşma yapması[17], PBDBY’nin nereye sürüklenmek istendiğinin açıkça göstergesidir.

V.

 TBMM BAŞKANI’NIN  SESSİZLİĞİ ve DEMOKRATİK MUHALEFET

Yargıtay 3. Ceza dairesi TBMM’ye adeta had bildirme şeklinde ağır eleştiriler yöneltti: Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi yönünde adeta talimat verdi. Söz konusu suçlamaların doğrudan ve ilk muhatabı olduğu halde TBMM Başkanı sessiz kaldı ve aradan günler geçmesine karşın herhangi bir açıklama yapmadı.

Fikir ve eylem olarak CHP, yasama haysiyetini ve anayasal düzeni savunma öncülük işlevini üstlendi; yaptığı Grup toplantısı ile kararlılık tavrını ortaya koydu ve yol haritasını belirledi. Adalet nöbeti, TBMM çatısı altındaki başlıca direnme etkinliği olarak sürmektedir.

Öte yandan, Türkiye Baroları, Barolar Birliği öncülüğünde Yargıtay’a kadar Adalet yürüyüşü yaparak savunma meslek mensupları olarak tepkilerini kurumsal düzlemde fikir ve eylemle ortaya koydular.

VI.

ANAYASA’NIN EMREDİCİ ve YASAKLAYICI HÜKÜMLERİ

Madde 11, kesin saygı gereği dışında hiçbir seçenek tanımayan emredici ve yasaklayıcı Anayasa hükümleri için çerçeve nitelik taşır: “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.”

Madde 153/son, EMİR ve madde 6/son, YASAK hükümlerine tipik örnek oluşturur:

-Anayasa Mahkemesi kararları, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar.

-Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.

Bu kurallar tıpkı, suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz” veya “kimseye işkence ve eziyet yapılamaz”, ya da, “Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz” hükümleri gibi istisna öngörmeyen düzenlemelerdir.

Bu hükümler olmasa bile, mahkeme kararlarının uygulanması, adil yargılanma hakkının (md.36) gereği olup, Yargıtay’ın Anayasa Mahkemesi kararını uygulamak yerine, uygulamayacağını açıkça beyan etmenin ötesinde, kendisi açısından bağlayıcı karar vermiş olan Anayasa Mahkemesi üyeleri için suç duyurusunda bulunduğu kararı, Anayasa açısından yok hükmündedir[18].

VII.

YORUMA KAPALI ve AÇIK HÜKÜMLER

Anayasa’nın yasaklayıcı ve emredici nitelikte olmayan hükümleri yorumu gerekli kılabilir. Örneğin, ‘hak ve özgürlükler ancak kanunla sınırlanabilir ve bu sınırlamalar, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna aykırı olamaz’ kaydında yer alan (md.13) ‘Anayasa’nın ruhu’, yorumunu gerekli kılsa da “kanun”, yoruma muhtaç değil. Benzer şekilde, “Bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir” hükmünde (md.14/son) yer alan ‘faaliyet’, yorumu gerekli kılar; ama “kanunla düzenlenir” kaydı yorumu gerekli kılmaz. Görüldüğü üzere, norm (Anayasa’nın ruhu) veya eylem (faaliyet) üzerine yorum gereği, “kanun” kaydı için geçerli değil; çünkü bu konuda “münhasır yetki” söz konusudur.

Buna karşılık, 1982’de yazılan “Milletvekilliğinin kesin hüküm giyme  veya kısıtlama halinde düşmesi, bu husustaki kesin mahkeme kararının Genel Kurula bildirilmesiyle olur” kuralı (md.84/2), 2010 Anayasa değişikliği ile tanınan bireysel başvuru yolu ışığında, kesinleşme anının yeniden değerlendirilmesini gerekli kılar[19]. Bu bir yorum faaliyetidir. Ya da, “Yargıtay, adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir.” (md.154) hükmü, yine 2010 Anayasa değişikliği ışığında değerlendirilmek gerekir. Çünkü, AYM’nin ihlal kararı, “son inceleme mercii” kaydını göreceli kılmıştır. Şöyle ki; Yargıtay’ın hak ihlali yaratmayan kararları açısından “son inceleme mercii” olması tartışma dışıdır; ancak, Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararı, yeniden yargılama gibi dosya üzerinde başlatılan yeni süreç, “kesinleşme” kaydı açısından da durma anlamına gelir.

Öte yandan, Yargıtay’ın Anayasa madde 153/son ile madde 83 ve 14 arasında düştüğü açık çelişkiye de dikkat çekmek gerekir. Madde 83’te yasama dokunulmazlığı bakımından öngörülen istisna kaydını yorumlamak için “kendini yasa koyucu yerine koymak” suretiyle “yorum yoluyla suç ihdas” etmeye girişen Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin madde 153/sonu yok sayması, cehaletten kaynaklanmadığına göre, hukuka inançsızlığının belirgin bir göstergesidir.

VIII.

 ANAYASA: AYKIRILIK, İHLAL ve SUÇ

Anayasa Mahkemesi, Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararının hak ihlali yarattığına karar verdi. Yargıtay 3. Ceza dairesi ise, “uymama” yönünde karar vermek suretiyle, başta madde 153/son gelmek üzere birçok Anayasa maddesini ihlal etti. “Uymama” beyanı ile yetinmeyen Daire, ihlal kararına olumlu oy veren Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda da bulundu. Böylece, kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetisi kullanma girişiminde bulunmuş oldu.

Yürütme yetkisini tek başına elinde tutan Cumhurbaşkanı, 3. Ceza Dairesi’nin açıkça Anayasa ihlali olan kararını açıklamalarıyla destekledi. Ardından, Yargıtay Başkanlığı da bir açıklama yaparak aynı kararı destekledi[20].

Adli yargı ve Yürütme’nin bu tavırları ışığında 3. Daire kararı ve destekleyicileri için “Anayasayı ihlal suçu” ve “suç ortaklığı” ceza hukuku ve Anayasa Hukuku öğretisinde tartışılmalıdır[21].

Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin C. Atalay dosyasını dört ay bekletip, AYM’nin gündemine almasının tartışıldığı bir sırada kararını vermiş olması, İstanbul 13. ACM, AYM kararının gereğinin yerine getirilmesi için gerekli kararları alarak tahliye için İnfaz hakimliğine de bildirimde bulunması yerine Başkanı’nın Yargıtay 3. Ceza dairesine havale yazısı, Ceza Dairesi’nin ise anında Yargıtay Başsavcılığından görüş istemesi, Başsavcılığın da iki gün içinde “Anayasa mütalaası”! vermesi ardından Ceza Dairesi’nin yalnızca iki gün sonra uymama-suç duyurusu ve TBMM’ye ihtar kararı vermesi, Cumhur İttifakı’na mensup siyasilerin ve bürokratların “Anayasa ihlal iradesini dışavuran kararı” açıkça destekleyen art arda açıklamaları, üstelik bütün bunların Cumhuriyet’in 100. Yılını idrak edişimizi izleyen 10 günde gerçekleşmiş olması, bir rastlantı olmamalı.

Bunlar, ‘Anayasa’yı ihlal suçu’na giden halkalar olup, hepsi birlikte göz önüne alındığında, tıpkı 2016’da yapıldığı üzere, yeni bir Anayasa operasyonunun hazırlık çalışmalarıdır. Hatırlayalım: “Türkiye’de fiili bir durum vardır ve bu çözülmelidir. Ülke yönetimi yasa ve Anayasa’ya uygun değildir. Ve de suç işlenmektedir. Sayın Cumhurbaşkanı, fiili başkanlık yapmaktadır. Bu durum Anayasa’ya aykırıdır…”[22].

Bugün tanık olduğumuz süreç, 2017 kurgusunun aktör ve antrenörünün öncülük ettiği, Anayasa yoluyla demokrasiyi, hukuku ve toplumsal barışı dinamitleme harekatıdır.

Bu nedenle, gerek başsavcılık mütalaasında gerekse Daire kararında yanlış olarak kullanılan aktivizm, yerindelik denetimi ve öteki kavramları düzeltmeye burada girmeyeceğim.

  • Aslında bunlarla amaç, bilgi kirliliği yaratarak “Anayasa ihlali” ve “anayasal düzeni ortadan kaldırma girişimi”ni örtbas etmektir.

Şu kadarını belirtmekle yetineyim:  AYM ile çatışan ve Anayasa’yı yadsıma eşiğine sürüklenen Yargıtay, eğer mesaisini adil yargılamaya odaklamış olsa ve adli yargı düzeninin asgari gerekleri doğrultusunda “hukuku dile getirme” yükümlülüğünü gözetse idi, sayıları 500 bini aşan yurttaş, Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak zorunda kalmazdı.

IX.

DEMOKRATİK TOPLUM ve SİYASET BAKIMINDAN KRİZ

Cumhuriyet’in 2. yüzyılının ilk iki haftasında, Anayasa madde 2’nin öngördüğü Cumhuriyet’in niteliklerini ortadan kaldırmaya yönelik işlem, eylem ve söylemler, “siyasal denge ve denetim düzeneklerinden arındırılmış bulunan anayasal düzeni, yargısal denetimden de arındırma tasarımıkarşısında bulunduğumuzu ortaya koymuştur.

Hesap verebilir hükümetin olmadığı bir Anayasal kurguda amacın, demokratik toplum ve demokratik siyaset alanını daraltarak siyasal münavebe yollarını tıkayarak Cumhur İttifakı iktidarının sürekliliğini sağlamak olduğu açıktır. Demokratik toplum açısından; dosyanın konusu -demokrasinin post-modern mantığını yansıtan- Gezi olduğu için  –Gezi hıncını sürdürme ötesinde-  geleceğe yönelik olarak toplu özgürlüklerin kullanımını üzerinde caydırıcı etkiler yaratma hedefi de ihtimal dışı değildir. Demokratik siyaset bakımından; Anayasa Mahkemesi’nin devre dışı tutularak, yerel yönetimlerde veya ulusal ölçekte seçimleri kazanma potansiyeli bulunan adayları tasfiye hedefi de gözardı edilmemelidir.

Bu nedenle öncelikli sorun, resmi dezenformasyona karşı uyanıklıktır; çünkü sorun Anayasa’dan değil, Anayasa’nın bilerek ve isteyerek ihlalinden ve hukuken yok hükmündeki metnin belli siyasal çevrelerce sahiplenilmesinden kaynaklanıyor.

  • Bu durum karşısında acil olan, Anayasa Mahkemesi kararının uygulanmasıdır.

Kuşkusuz asıl olan, bu amaçla Cumhuriyet’in temel organları olarak Yasama, Yürütme ve Yargı erklerinin, “demokratik hukuk Devleti” (md.2) ekseninde ortak tavır koymasıdır.

Anayasa değişikliği söylemine gelince :

  • ‘Anayasa ihlali’ yoluyla yaratılan ve Anayasal düzenin bütününe ilişkin olan kriz,
  • Anayasa’dan kaynaklanmadığı için,
  • Anayasa Mahkemesi’nin görev ve yetkilerine dokunmayı öngören Anayasa değişikliğine kesinlikle karşı çıkmak gerekir.

Anayasa’ya saygı için, “bilgi-dayanışma ve direnme” üçlüsünü, siyasetten sivil topluma doğru genişletme örneğini Türkiye Barolar Birliği ve Barolar verdi. Anayasal kamuoyu ve toplumsal seferberlik, demokratik hukuk devletini sahiplenmenin başlıca yoludur.

Kaynaklar

[1] AYM Kararı (GKK), Şerafettin Can Atalay Başvurusu (2), 2023/53898, 25./10/2023; R.G.: 27 Ekim 2023-32352.
[2] Atalay-41, (Gergerlioğlu-95’ten alıntı).  Anayasa madde 83 ve 14, nitelik olarak da birbirinden tümüyle bağımsız iki farklı düzenleme olduğunu belirtmek gerekir.
[3] Atalay, & 34, 36; Ö.F. Gergerlioğlu, & 76 ve orada belirtilen diğer kararlar.
[4] Atalay, & 47 vd.
[5] Atalay, & 49-50; T. Arslan, & 85, 98.
[6] Atalay, &, % 51.
[7] Atalay, & 55.
[8] Anayasa madde 148 gerekçesi, md.153/son.
[9] Atalay, &  73, 75.
[10] Atalay, & 77.
[11] Hatırlanacağı üzere, 14. Maddenin yorumuna ve seçme ve seçilme hakkının kapsamına ilişkin benzer bir sorun, Gergerlioğlu kararında Anayasa Mahkemesi’nce çözüme bağlanmıştı.
[12]  Atalay, & 106.
[13] Atalay, & 112.
[14] 10 Kasım 2023 sabahı Orta Asya dönüşü uçakta yaptığı açıklama
[15] AKP’nin Cumhur İttifakı ortağı MHP Genel başkanı D. Bahçeli de, “HDP’nin kapatılması kadar Anayasa Mahkemesi’nin de kapatılması artık ertelenemez bir hedef olmalıdır” demişti (31 Mart 2021).
[16]  CB Erdoğan’ın, Riad dönüşü 13 Kasım 2023 sabahı  uçakta  açıklaması.
[17] MHP Genel Başkanı D. Bahçeli, 14 Kasım.
[18] Bu yokluk hali, adı geçen Daire açısından yeni bir hukuki durum yaratmış olup, daha önce karara bağladığı dosyalara da, adil yargılanma hakkı bakımından gölge düşürmüş bulunmaktadır.
[19] Milletvekillikleri düşürülen ve Anayasa Mahkemesi tarafından hak ihlali kararı verilmesi ardından TBMM’ye dönen  Enis Berberoğlu (2, GK, B.no:2018/30030, 17.9.2020) ve Ö. Faruk  Gergerlioğlu (GK, B.no:2019/10634, 1/7/2021) kararları tipik örneklerdir.
[20] Saray bürokratları da mesajları ile yok hükmündeki kararı destekledi.[21] “Anayasayı ihlal suçu” için aranan “cebir ve şiddet” (TCK, md.309) koşulu, Devlet’in zor kullanma  araçlarını elinde tutan, ancak Anayasayı ihlal edici işlem ve eylemleri süreklilik taşıyan makamlar açısından yeniden yorumlanmaya muhtaçtır.
[22] MHP Genel Başkanı D. Bahçeli, 16 Ekim 2016.

ANAYASA MADDE 105

Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Eş Genel Başkanı

“CB hakkında, bir suç işlediği iddiasıyla, TBMM üye tamsayısının salt çoğunluğunun vereceği önergeyle soruşturma açılabilir!”

(“Olmayacak duaya amin diyorsun” diye düşünmeyin. AKP ve MHP’nin toplam 314 MV var. Bunların içinde, vatanını seven, dürüst, çok sayıda MV var. Kim kendini-geçmişini-geleceğini-ailesini ve onurunu, “Emperyal Devletlere ruhlarını satmış, Hırsızlar İmparatoru ve İşlevsiz Eleman” için yakar ki?
Çaresi var, anlatacağız!)

CB’nın yargılanması koşullarının oluştuğunu kanıtlamak için özet bir durum saptaması yapalım! T.C. Devleti kuruluşundan bu yana, ortaya çıkan dünya krizleri-petrol krizleri-ABD Ambargoları- depremler-1994-2001 krizleri dahil, hepsinden daha fecisini, tarihinin en ağır ekonomik bunalımını, ekonomideki yağmayı soygunu ve derin yoksullaşmayı AKP döneminde yaşadı!

Cehalet ve ihanetten kaynaklanan akıl ve bilim dışı uygulamalar ile yağma ve soygun düzeni birleşince; İnsanların fakirleştiği, mutsuzlaştığı, geleceğe güvenin kalmadığı, işsizliğin, dış borçların, yatırımsızlığın, kronik enflasyonun, ekonominin çarklarını döndürebilmek için kapı-kapı dilenmenin ortaya çıktığı bir durumdayız.

Bu ağır tablonun üstüne 15 milyon sığınmacıyı, 2 milyon ABD Askeri Afganlıyı, IŞİD- El Kaide teröristlerini, emniyetin kayıp silahlarını, Uluslararası suç örgütleri liderlerinin para karşılığı Türk Vatandaşı yapılmalarını da ekleyin.

Borç batağını kapatmak için Cumhuriyetin varlıkları, fabrikaları, arazileri satıldı.
Öz vatanımızda, yeni ve küçük devletçikler, federasyonlar oluşması için ortam hazırlandı!
Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde üç temel kolon var:

  • Laik Yapı – Ulus Devlet – Üniter Yapı!

BOP kapsamında bunların temeline dinamiti, İhvancı AKP ile sözde Milliyetçi MHP yerleştirdi. Bu felaketlerde, ne çalışanların ne işverenlerin ne de milletin kabahati yoktur.
Sorumluluk tümüyle, ülkeyi batırmak için uğraşan AKP-MHP ortaklığıdır.
Dış Açık; AKP, 129 milyar Dolar dış borç devraldı. Şu an 460 milyar Dolar!
AKP öncesi 22 yılda Türkiye’nin cari açık toplamı 30 milyar Dolar idi.
AKP, son 22 yılda cari açığı 630 milyar Dolara fırlattı. Tam 21 kat…
AKP öncesi İŞSİZLİK %6-8 arasında idi. Bugün 10-12. Tam iki katı!
AKP, %26 ile enflasyonu devraldı. Bugün %140-150! (ENAG)
Devletin iç borç stoku sürekli artıyor. Bütçe açığının, ulusal gelire oranında kabul edilebilir oran %3’tür.
Bizde bu oran %8-10 düzeyinde. KKM için aktarılan 800 milyar TL faiz ödemesi de gizlendi.

Hukukun Üstünlüğü Endeksi; Türkiye 140 ülke arasında 116’ncı sırada.
Basın Özgürlüğü Endeksi; 180 ülke arasında 165’inci sıradayız!
İnsani Özgürlük Endeksi; Türkiye 139’uncu sırada.
Yolsuzluk Endeksi; 180 ülke arasında 101’inci sıraya düştük.

Aziz Türk Milleti;

AKP, Türk Milletinden 3,2 TRİLYON DOLAR vergi topladı. Cezalar, turizm, özelleştirme gelirleri eklenince bu rakam 4,5 TRİLYON DOLARA ulaşır.
Türk Milleti bu parayı AKP’ye verdi!
AKP, Türk Milletine ne verdi? Kamu hizmetlerinin fiyatlarını insafsızca artırdı!

EĞİTİM; Tümüyle paralı duruma getirildi. Üniversiteyi kazanan gençlerimiz parasızlıktan okuyamıyor. Dindar ve Kindar eğitim modeli ile Cumhuriyetin Eğitimde Fırsat Eşitliği yok edildi.

SAĞLIK; Doktorlarımız yurt dışında. Hastanelerden randevu almak mümkün değil. Bin kişiye ancak İKİ Doktor düşüyor.

GÜVENLİK; Milli Savunma Bütçesi 22 yılda %6,7’den %4,4’e düştü. Sınırlarımız yol geçen hanına döndü.

  • Türk Ordusu, planlanarak çökertildi.

Hala zindanlarda Ordu Komutanlığı yapmış, 85-90 yaşında kahraman komutanlarımız var.
Avrupa’da “Organize Suçlarda” yani çeteleşmede 1’nci sıradayız. Ülkemiz GRİ Listede. Adalet Hizmetleri çok pahalı hale getirildi.

Yazıyı bağlayalım;
Tüm bu gerçekler, Türk Devletine ihanetin ve Anayasayı ihlal suçunun kanıtlarıdır. Bu kanıtlar ve çok daha fazlası nedeniyle;

Ya, Türk Milleti kaderine el koyacak, TBMM’ye baskı yapacak ve CB’nını görevden alma süreci başlatacak,

Ya da, Türk Milleti baskısını artırıp, CB Erdoğan’ın tam donanımlı bir Üniversite Hastanesinden SAĞLIKLI raporu almasını isteyecek.

Bunlar, “Hakimiyetin Kayıtsız Şartsız Sahibi olan Türk Milletinin Hakkıdır.”
Hakimiyetin de, Vatanın da ilk ve tek sahibi sizlersiniz…

Not; DOĞRU Parti siyasal sorumluluk aldığında, Eğitim-Sağlık-Adalet hizmetleri ÜCRETSİZ olacaktır. Elektrik-doğalgaz dağıtımı yeniden devletleştirilecek ve insanlarımıza en ucuz biçimde aktarılacaktır.

  • Anayasa’ya aykırı olan ve birer HOLDİNG haline gelen tarikat – cemaat, uzantıları kapatılacak.

Türk Devleti Üniversitede okuyan gençlerine ücretsiz yurt ve yemek verecektir. İhtiyaç sahibi evladına, ücretsiz yurt-yemek-faizsiz kredi veremeyen devlet, devlet değildir. Batsın öyle devlet…

Sağlık ve başarı dileklerimle, 17 Kasım 2023

Anayasa ihlali ve yokluk hali meşrulaştırılamaz

Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin C. Atalay dosyasını dört ay bekletip, AYM’nin gündemine aldığı sırada kararını vermiş olması, İstanbul 13. ACM’nin, AYM kararının gereğini yapmak yerine dosyayı Yargıtay 3. Ceza Dairesine göndermesi, Başsavcılık “Anayasa mütalaası” (!) eşliğinde Daire’nin “uymama – suç duyurusu ve TBMM’ye ihtar” metni yazması, Cumhur İttifakı’na mensup siyasilerin ve bürokratların “Anayasa ihlali” iradesini destekleyen açıklamaları, üstelik bütün bunların Cumhuriyet’in ikinci 100. Yılına girişimizin ilk iki haftasında gerçekleşmiş olması, rastlantı olamaz.

Cumhur İttifakı’nın Türkiye yüzyılı ‘vizyonu’ (!) bu. Bu ‘musibet’, hukuk devleti ve insan hakları savunucusu demokratik Cumhuriyetçiler için ‘uyanma’ vesilesi olmalı.

Sorun Anayasa değil, ‘Anayasa ihlali’ olup,
“anayasal düzene yönelik” açıklamalardır.

Aslında sorun siyasal olup,
demokratik hukuk devletini yıkımın 3. Dalgasına ilişkindir.

ANAYASAL YETKİ

Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın yoruma muhtaç hükümlerini “nihai yorum” yetkisi ile yorumlayarak kararını verdi. Ama örneğin, “kanunla düzenlenir” açık kaydı karşısında, haklı olarak kendini yasa koyucu yerine geçirmekten kaçındı.

2010’da bireysel başvurunun tanınması sırasında değiştirilmeyen maddeler de insan hakları açısından AYM’yi öne geçirdi: “Kesin mahkeme kararı” (md.84/2) ve “Yargıtay, son inceleme merciidir” (md.154) kayıtları tipik örneklerdir.

Yargıtay, adli yargıca verilen ve hak ihlali yaratmayan kararlar açısından “son inceleme mercii”dir; ancak, AYM’nin ihlal kararı, yeniden yargılama gibi dosya üzerinde başlatılan yeni süreç, “kesinleşme” kaydı açısından da durma anlamına gelir.

İHLALİN ÖTESİ

Anayasa madde 153/son EMİR; madde 6/son ise, YASAK hükümleridir.

Anayasa Mahkemesi, Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararının hak ihlali yarattığına karar verdi. Yargıtay 3. Ceza dairesinin “uymama” yönündeki kararı, açıkça Anayasa ihlali. İhlal kararı yönünde oy kullanan Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusu ise, kaynağını Anayasa’dan almayan bir yetkiyi kullanma girişimi.

Amaç, AYM kararını uygulatmamak, infaz hakimliği yolunu kesmek ve TBMM’ye vekilliği düşürtmek.

YÜRÜTME DESTEĞİ

Yürütme yetkisini tek başına elinde tutan Cumhurbaşkanı, 3. Ceza Dairesi kararını destekledi. Yargıtay Başkanlığı da gecikmeden açıklama yaptı.

‘Anayasa’yı ihlal suçu’na giden süreç, 2017 kurgusunun aktör ve antrenörünün öncülük ettiği, Anayasa yoluyla demokrasi ve hukuku ortadan kaldırma girişimidir.

Başsavcılık mütalaasında ve Daire kararında yanlış olarak kullanılan aktivizm, yerindelik denetimi ve öteki kavramlar, resmi bilgi kirliliği araçlarıdır.

Bu süreçte araçsallaştırılan Yargıtay, eğer adli yargı düzeninin asgari gerekleri doğrultusunda “hukuku dile getirme” yükümlülüğünü gözetse idi, sayıları 500 bini aşan yurttaş, Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak zorunda kalmazdı.

YIKIMIN 3. DALGASI

İlk yıkım 2017’de oldu; direnme yetersiz kaldı.

İkinci yıkım, beş yıllık uygulama karşısındaki hatalar sonucu, 14 ve 28 Mayıs hezimeti ile oldu.

Üçüncü güncel dalganın hedefi üç aşamalı:

– Cumhuriyet’in niteliklerini (md.2) ortadan kaldırmaya yönelik işlem, eylem ve söylemler, “siyasal denge ve denetim düzeneklerinden arındırmış oldukları anayasal düzeni, yargısal denetimden de arındırma tasarımı”dır.

– Hesapverebilir hükümetin olmadığı bir Anayasal kurguda amaç, demokratik toplum ve demokratik siyaset üzerine şal örterek iktidarın eldeğiştirme yollarını tıkamaktır.

– Asıl hedef, ‘ırk ve mezhep’ vizyonlu totalitarizm inşasıdır.

Tek teselli kaynağı, henüz iş işten geçmemiş olması.

ÜÇ UYARI

Şimdilik dört çağrı:

– Yürütme’yi kollayıcı ve siyasal çizgide kararlara imza atan AYM üyelerini hukuka.

– CHP başta, siyasal partiler ve vekilleri, TBMM’nin araçsallaştırılmasına karşı direnmeye.

– Baroları, sivil toplum örgütlerini ve medyayı, AYM kararını uygulatmaya.

– Yurttaşları, resmi dezenformasyona karşı uyanık olmaya.

3. Dalgayı hukuk ve demokrasi yoluyla püskürtmede bu kez de geç kalmayalım!
================================
Yazarın Son Yazıları

===============================================
Dostlar,

Sayın Prof. İ. Kaboğlu, uluslararası ölçekte bir Anayasa Hukukçusudur.
Yarım yy’lık deneyimi vardır.
Ülkemiz çoooooooook zor dönemlerde..
Kendisine şu iletiyi yazdık bu yazısı için :
***
Ülkemiz ağır bir bunalımda.
Nereye sürüklendiği belli.
Ve siz çok ciddi, tarihsel bir nöbettesiniz.
Uyarılarınız, yol gösterileriniz çok değerli.

Lütfen sürdürün..
Bu aralar BİRGÜN ve. başkaca yerlerde daha sık yazın..

Dün akşam da M. Günday hoca Flash Haber TV’de idi.

Savaşım sürecek ve biz AYDINLANMACILAR KAZANACAĞIZ..
========================
Bu arada;

Son Osmanlı Padişahı ve ATATÜRK‘ün NUTUK‘ta “hain, deni, soysuz..” olarak nitelediği Vahdettin, 101 yıl önce bu gün, 1 Kasım 1922’de BMM’nin (İlk Meclis) Saltanatı kaldırması üzerine İstanbul’daki İngiliz kuvvetleri komutanına dilekçe vererek sığınma isteminde bulunmuştu.
Malaya adlı bir zırhlıya bindirilerek ülkeden uzaklaştırıldı.

Herkese ders ve ibret olmalıdır..

Saygı ve sevgi ile. 17.11.23

Dr. Ahmet SALTIK

LAİKLİK MECLİSİ’NİN EĞİTİMDE GERİCİ MÜDAHALELERE KARŞI TAVRI AÇIKTIR

LAİKLİK MECLİSİ’NİN
EĞİTİMDE GERİCİ MÜDAHALELERE KARŞI TAVRI AÇIKTIR

Cumhuriyet’in 100. yılında gerici kuşatma her gün saldırılarını artırarak toplumu bir ağ gibi sarmaktadır. Cumhuriyet’in tüm kazanımları, ama özellikle eşit ve özgür yurttaşlar yaratmak için koşul olan laiklik, uzun zamandır siyasal iktidarlar eliyle yok edilmeye çalışılmaktadır. Bunun için devletin elindeki tüm ideolojik aygıtlar kullanılmakta ve bu müdahalenin en çok eğitim alanında olduğu görülmektedir.

EĞİTİMDE DİNSELLEŞME ANAYASA’YA AYKIRI

Siyasal iktidarın oluşturduğu gerici ve piyasacı eğitim sistemi, sistemin her kademesindeki emekçileri bu gerici mekanizmanın parçası haline getirerek öğrenciler başta olmak üzere toplumu, Anayasa’ya ve Milli Eğitim Temel Yasasına aykırı biçimde laik ve bilimsel eğitimden uzaklaştırmaktadır. İktidara geldiklerinden bu yana, dindar, kindar, biat eden bir kuşak yetiştirmek için çok çeşitli taktikler uygulayan siyasal iktidarın amacına ulaşma konusunda oldukça büyük bir mesafe kaydettiği görünmektedir.

Laik bilimsel eğitim müfredatına ve Anayasa’ya aykırı olmasına karşın ilköğretimden yükseköğrenime dek süren zorunlu din derslerinin yanı sıra 4+4+4 düzenlemesi ile başlayan din dersleri dayatması, teoride seçmeli dersler gibi görünürken, uygulamada liyakatsiz yöneticiler eliyle zorunlu seçmeli derslere dönüştürülerek yaygınlaştırılmıştır. 2023-2024 eğitim-öğretim yılı başlarken ders dağılım çizelgelerinde yapılan değişiklikle her öğrencinin en az bir tane dini içerikli dersi seçmesi de zorunlu duruma getirilmiştir.

EĞİTİM DİYANET’E VE GERİCİ OLUŞUMLARA TESLİM

Dayatılan bu dönüşümle hedeflenen, eğitimi Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) ve gerici cemaat / tarikat / vakıfların eline teslim etmektir. Yapılan protokollerle pek çok dini örgütlenmeye Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) bütçesinden mali kaynak aktarılarak bu unsurların kendi ideolojilerini eğitimin her basamağında yaymaları için okullarda ve yurtlarda çalışma yapmalarına olanak sağlanmaktadır. Eğitimde dinselleşme çabaları okul dönemleri ile de sınırlı değildir. DİB tarafından açılan yaz kuran kurslarına devam eden öğrenci sayısı 2023 yılında üç milyona ulaşmıştır. Bu çalışmalar yalnızca DİB ile sınırlı kalmamış, MEB’e bağlı binlerce okul binası TÜGVA’nın yaz okulu faaliyetlerine açılmıştır. ÇEDES (Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum) projesi için MEB bütçesini kullanan DİB, 4-6 yaş kuran kursları için Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı bütçesinden de milyonlarca lira teşvik almaktadır.

ÇEDES’TEN CİNSEL İSTİSMAR BİLE ÇIKTI

Okullarda çağın gereklerine uygun laik ve bilimsel eğitim verilmesi gerekirken, velilerin ve toplumun büyük bir kesiminin itirazlarına karşın görev alanları ve çalışma yetkinlikleri belirsiz din görevlilerinin okullarda görevlendirilmesi ÇEDES projesiyle gerçekleştirilmiştir. İptali için eğitim sendikalarının da dava açtığı ÇEDES projesi uygulamada öğrencilerin bilimsel eğitim haklarının ellerinden alınmasının yanı sıra, çocukların güvenliğini de tehdit etmektedir. ÇEDES ile okullara giren din görevlileri, henüz uygulamanın ilk günlerinde cinsel istismar olaylarıyla gündeme gelmiştir. Şanlıurfa Akçakale müftüsü ÇEDES protokolü kapsamında sözde değer eğitimi için gittiği bir okulda cinsel istismar iddiasıyla tutuklanmıştır. Çocuklarımız için güvenli bir yer olması gereken okullar, MEB’in, görevlerini ÇEDES ile birlikte DİB’e ve il müftülüklerine devretmesi sonrasında çocuklar için tehlikeli alanlara dönüşmektedir.

KARMA EĞİTİMİN TASFİYESİNE HAYIR!

Şimdiye dek uygulanan din referanslı politikalar, son Milli Eğitim Bakanı ile daha da güçlendirilmektedir. Hem karma eğitimi hedef tahtasına koyan konuşmaları hem de okul öncesinden ilkokul üçüncü sınıfa değin din derslerinin zorunlu olmasını da kapsayan müfredat değişikliğini “sürdürülebilir bir hakikat rejimine yönelme arayışını ifade eden öze dönüş” olarak nitelendirmesi, hedeflenen dönüşümün dinci niteliğini de ortaya koymaktadır. Yine aynı Bakan döneminde MEB’in daha önce “talep edilmesi” şartına bağladığı okulda mescit açılması uygulamasını, okul öncesinden başlamak üzere zorunlu duruma getirmesi, okulları medreseye ve sıbyan mektebine dönüştürme hevesinin dışa vurumudur.

  • Okullarda mescit açılması Anayasa’nın laiklik ilkesine açıkça aykırıdır.

Laiklik ilkesini çiğneyen, dini inanç ve kurallarla düzenleme yapan Milli Eğitim Bakanlığı Anayasal suç (AS: Anayasayı ihlal suçu) işlemektedir.

DİNSELLEŞME DAYATMASINA HAYIR!

Bir başka Anayasa’ya aykırılık ise 5. sınıfa geçen öğrenciler arasında hafızlık eğitiminin yaygınlaştırılmasıdır. İlkokuldan sonra hafızlık eğitimi için iki yıla kadar örgün eğitimden koparılan binlerce çocuk Diyanet İşleri Başkanı’nın katıldığı “hafızlık icazet törenleri” ile hafız ilan edilmişlerdir. Bu törenlerde sokak sokak dolaştırılan 11-12 yaşlarındaki çocukların sarıklı ve cübbeli görüntüleri, bu durumun çocuklar ve aileleri için bir seçim değil; toplumsal, siyasal ve ekonomik baskılar ve yoksullaştırmayla örgün eğitimden koparılıp medreselere yönlendirilen binlerce çocuğun varlığına işaret etmektedir.

Cumhuriyet Eğitimi‘ni hedef alan uygulamalar, ÇEDES gibi gerici protokoller tesadüf değil, gerici kuşatmanın saldırılarını yaygınlaştırdığının göstergesidir. Anayasa’yı uzun süredir ayaklar altına alan siyasal iktidar, Cumhuriyet’in 100. yılında vites büyüterek biat edecek, ucuz işgücü haline gelecek “dindar ve kindar nesiller” için laik ve bilimsel eğitimi okul öncesinden başlayarak tümüyle ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.

VELİLERE HUKUKSAL DESTEK VERİLECEK

Eğitimde laiklik karşıtı uygulamalar hız kazanırken, Laiklik Meclisi, laiklik mücadelesinin
başat alanlarından olan eğitimde dinselleşmeye karşı ilerici bir cephe kurma kararlılığını sürdürecektir. Tüm gerici uygulamalar ve fiilen uygulamaya konmuş olan ÇEDES projesi ve zorunlu din dersleri ile okullarda mescit açılması yönündeki düzenlemeler başta olmak üzere hukuksal destek isteyen velilere destek verilecek, laiklik için ödünsüz bir barikat kuracaktır.

GERİCİ KUŞATMAYA KARŞI MÜCADELEYİ BÜYÜTÜYORUZ

Laiklik Meclisi üyesi hukukçular yurttaşlarımızın yanında olacak, eğitimde gerici kuşatmaya karşı mücadele etmek isteyen tüm ilericileri bir araya getirerek mücadeleyi büyütecektir.

Bu saldırılar karşısında yitirecek zaman yoktur.

Laiklik Meclisi;

  • Bütün ilerici kesimleri, Cumhuriyetçi yurttaşları, eğitim emekçileri sendikalarını,
    veli derneklerini mücadeleyi büyütmeye çağırır;
  • eşit, laik ve aydınlık bir ülke için, bu tür gayri meşru girişimlere karşı gereken adımların atılacağını bir kez daha ilan eder.

Laiklik Meclisi, 16 Kasım 2023

https://laiklikmeclisi.org/
====================================
Dostlar,

Bir üyesi olarak LAİKLİLK MECLİSİ‘nin yukarıdaki açıklamasını, uyarısını ve istemlerini bütünüyle paylaşarak yayınlıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 16 Kasım 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      X : @profsaltik

Cumhuriyet olmasa ne olurdu?

Ataol Behramoğlu
Ataol Behramoğlu

ataolbehramoglu@gmail.com
Son Yazısı / Tüm Yazıları

Cumhuriyet, 15 Kasım 2023..


(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Kurtuluş Savaşı kazanılmasa ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmasa ne mi olurdu?

Paris’in Sevr (Sèvres) banliyösünde 10 Ağustos 1920’de imzalanan teslimiyet belgesinin gerekleri yerine getirilirdi.

Buna göre Edirne ve Kırklareli içinde olmak üzere Trakya’nın büyük bölümü Yunanistan’a; Ceyhan, Antep, Urfa, Mardin ve Cizre kent merkezleri Fransız mandası olarak Suriye’ye verilir; Musul, Birleşik Krallık (İngiliz) mandasına bırakılırdı.

İzmir ilinde Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenlik haklarının kullanımı beş yıl süre ile Yunanistan’a bırakılır, bu sürenin sonunda bölgenin Osmanlı ya da Yunanistan’a katılması konusunda göstermelik olarak bir halkoylaması yapılırdı. (Bu demektir ki İzmir ve çevresi fiilen Yunanistan topraklarına katılırdı.)

Göstermelik Osmanlı yönetimi Ermenistan Cumhuriyeti’ni tanır; Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illeri Ermenistan’ın olurdu.

Bazı bölgeleri kapsayan bir Kürt devleti kurulurdu. (Sevr’in 62-64. maddeleri)

Osmanlı; savaşta ya da daha önce yitirdiği Arap toprakları, Kıbrıs ve Ege adaları üzerinde artık hiçbir hak iddia edemezdi.

Bu artık sözde devletin ordusu belli bir sayı ile sınırlandırılır, bu göstermelik ordu ağır silahlara sahip olamazdı.

Padişah görüntüde yerinde bırakılır; İstanbul bu sözde devletin göstermelik başkenti olarak kalır; hukuksal, yönetimsel, mali ve ticari etkinlikler bütünüyle işgalci devletlerin yönetiminde ve denetiminde olur; Osmanlı’nın (İttihat-Terakki hükümetinin) 1914’te tek yanlı olarak feshettiği (kaldırdığı) kapitülasyonlar söz konusu devletlerin vatandaşları lehine yeniden işlerlik kazanırdı.

Özetle bu geçiş döneminde kolu bacağı kesilen, bedeni zincirlenen bu zavallı sözde devlet, bir zaman sonra devlet kimliğini bütünüyle yitirmiş olarak haritalardan ve tarihten silinirdi…

Sonrasında ne mi olurdu?

Kanımca şöyle olurdu:

İstanbul, adalarıyla, çevresiyle işgalci güçler arasında paylaşılır; Rusya ve başka çevre ülkeler de özellikle İstanbul ve Boğazlar konusunda etkili olmaktan geri durmaz; ülkenin geri kalan bütün bölgeleri yerine göre hızlı yerine göre yavaş bir tempoyla paylaşılır, sömürgeleştirilirdi.

Yüz yıla kalmaz, işgal altındaki bölgelerin Türk halkına, dinsel inançlarına belki pek fazla dokunulmaksızın, hangi ülkenin sömürgesi olmuşlarsa, o ülkenin dili ve kültürü benimsetilir, bütün bu bölgelerde Türklük ve Türkçe ya büsbütün ortadan kalkar ya da bu halk baskı altında yaşayan, zavallı bir azınlık topluluğuna, Türkçe de giderek silinip unutulacak bir azınlık diline dönüşürdü.

Türklere belki Orta Anadolu’nun kimi bölgelerinde zaten olmayan ulusal kimliğiyle değil, İslami kimlikle özerk yaşama olasılığı sağlanır ve sonuçta böylece bir zamanlar Avrupa’yı titretmiş Osmanlı İmparatorluğu’yla birlikte Batı’nın hiçbir zaman kendinden saymadığı Türklüğün bu imparatorluğun sınırları içindeki varlığı silinmiş, sindirilmiş, ortadan kaldırılmış olurdu…
(AS: Tam asimilasyon!)

Peki, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanıyla ne oldu?

Silinmek, sindirilmek, yok edilmek istenen Türkiye Türklüğü, çağdaş bir ulusal devlet olarak “Milletler Cemiyeti”ne katıldı.

Halkın dili, dini, onuru, namusu, kimliği, çiğnenmekten, hor görülmekten kurtarıldı.

Bu topraklar ve bütün dünya, paramparça bir sömürgeler topluluğuna dönüşmek üzere olan bir toplumdan, yepyeni bir ulusun yaratılmasına, bir mucizeye (tansığa) tanık oldu.

Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet, belki çelişkili gibi görülebilir fakat Osmanlı’nın ve onun da öncesinde Türklüğün haysiyetini kurtardı.

Sömürgeleşen bu topraklarda çiğnenecek, bozulacak, yok olup gidecek bütün bir tarih, bütünüyle kültürel değerlerimiz Cumhuriyetin korumasında, dünya kültürü içinde varlığını sürdürdü, daha da yüceldi.

Cumhuriyet olmasa Osmanlı tarihini ve öncesini nesnel ve bilimsel olarak değerlendiren tarihçilerimiz de olamayacak, bu tarih belki de pek çok yabancı elde haksızca küçümsenecek, karalanacaktı.

Cumhuriyet olmasa Türkiye Türkçesinin bugünkü evrensel düzeyine ulaşması hayal bile edilemeyecek; evrensel değerde bir sanatımız, edebiyatımız olamayacaktı.

Cumhuriyet olmasa bugün ona ve kurucusuna sövenler de olamayacaktı!
Çünkü onlar bile, zavallı ve hain var oluşlarını, istemeseler de Cumhuriyete borçludurlar…
===========================
Dostlar,

Saygın Behramoğlu, son derece başarılı ve gerçekçi betimlemelerle, bu yazısına başlık olarak verdiği soruya yanıtlar üretmiş. Var olsun.

Mustafa Kemal Paşa, Lozan Barış Andlaşmasının bağıtlanmasının 10. yılında Hakimiyet-i Milliye’de şu dizeleri yazdırmıştır :

  • “Lozan muahedesi, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr muahedenâmesile ikmal edildiği zannedilmiş, büyük bir suikasdin inhidamını ifade eden bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte eşi geçmemiş bir siyasi zafer eseridir.” 

Bu saptamaya göre:
1. Lozan Barış Andlaşması, Osmanlı tarihinde benzeri olmayan bir siyasal utkudur (zaferdir).
2. Batılılar, Türk Milleti aleyhine yüzyıllardır büyük bir suikast (SOYKIRIM!) hazırlamaktadır!
3. Söz konusu büyük soykırım, Sevr Andlaşması ile tamamlanmış sanılmıştır.
4. Lozan Barış Andlaşması, anılan büyük soykırımın sonlandırılmasının belgesidir.

Türkleri, bir ulusu Anadolu’da yok etme, tarihten silme… Birkaç milyon “kılıç artığı” idiler zaten.. Bulaşıcı hastalıklardan kırılıyorlardı. Çok yoksul ve eğitimsizdiler. Sanayi yoktu, karasabanın sapına yapışmışlardı kendileri gibi cılız öküzleri, katırları ile. Anadolu’nun yalıtılmış 1/3’ünde birkaç kuşağa kalmaz hem asimile edilirler hem de biyolojik olarak tükenirlerdi..
(Bkz. Cumhuriyet gazetesi köşe yazımız, “85 Yıldır O’nu Niçin Anıyoruz??” 09.11.2023)

Mustafa Kemal PaşaSÖYLEV‘de (NUTUK) şu tümceleri kullanıyor Sevr Andlaşması için :

  • “İstanbul Hükümeti delegeleri, Türk topraklarını parçalayan, Türklere bırakılan arazi üzerinde milli şeref ve haysiyetle bağdaşmayan, milli hakimiyeti tanımayan bu antlaşmayı Sevr’de 10 Ağustos 1920’de imzalamıştır.”
  • “…  Sevr Barış Antlaşması’na göre, Osmanlı İmparatorluğu parçalanıyor, Türk milleti de yaşama hakkından yoksun bırakılıyordu.”
  • “…Sevr’e göre, Türklere bırakılan bölge; hakimiyet hakkı en ağır biçimde sınırlanmış, Ankara ve Kastamonu vilayetleri ve dolayları idi.”
  • “..Sevr Antlaşması’nın Osmanlı Hükümeti’nce imzalanması Anadolu’daki milli mücadele azmini kuvvetlendirmiş, halkın İstanbul Hükümeti’nden ümitlerini tamamen kesmesine neden olmuştur.”

Saygın Behramoğlu nasıl da güçlü bir vurgu ile bağlıyor yazısını :

  • Cumhuriyet olmasa bugün ona ve kurucusuna sövenler de olamayacaktı! 
    Çünkü onlar bile, zavallı ve hain var oluşlarını, istemeseler de Cumhuriyete borçludurlar…

Cumhuriyet’in Dışişleri Bakanı (1925-1937) Dr. Tevfik Rüştü Aras, 1937’de 1937 yılında Milletler Cemiyeti Başkanlığı bile yaptı! (Günümüz BM Genel Sekreterliği..)

Cumhuriyetimizin 100. yılına armağan niteliğinde olan bu uyarı yazısı çok yayılmalı ve okunmalıdır.. Sonra da gerekleri yapılmalıdır elbette..

Sevgi ve saygı ile. 16 Kasım 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Türkiye’nin Efsane İsimleri 5: Bozkurt Güvenç

R. Bülend KIRMACI

R. BÜLEND KIRMACI

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Değerli okurlarımız, 

Bu günkü makalemle bir yazı dizisinin sonuna gelmiş bulunuyorum. “Türkiye’nin Efsane İsimleri” adını verdiğim bu yazı dizisinde, her biri alanında bence son derecede etkili imzalar atmış değerlerimizin yaşam öyküleri ve kariyerlerinden birer kesiti kendimce sizlerle paylaşmaya çalıştım.

Bunu yaparken iki ölçütü temel aldım. Birincisi, bu isimler değişik alanlarda son derecede yetkin bir kariyere imza atmış olmalıydılar; ikinci ölçütüm de bu parlak mesleksel verimlerine karşılık günümüz medya veya kitle iletişim araçları tarafından öykülerinin pek de “popüler” olarak işlenmemiş olmasıydı. (15.11.2023)

Özellikle “gençler” için yazdım…

Bu bağlamda yazı dizisine konu ettiğim her bir değerimizin hem görünürlüğüne hem de özellikle gençler tarafından bilinirliğine bir katkı yapmış oldum sanırım. Şimdiye dek işlediğimiz 4 bölümün kahramanları, Allah ömürler versin yaşamdadırlar. Maalesef bu beşinci bölüm için aynı şeyi söyleyemiyorum, ancak bir vefa duygusuyla 5 bölümde yer alan tüm “konukların” saygıyı fazlasıyla hak ettiklerine ve topluma karşı olan borçlarını ziyadesiyle ödediklerine inanıyorum.

Her bölümde Bir Efsane… Bu gün Bozkurt Güvenç..

Yazı dizisinin

  • 1. bölümünde Bahriyenin efsane ismi “Büyük Amiral” Işık Biren,
  • 2. bölümünde değerli filozof, düşünür, felsefe öğretmeni Prof. İoanna Kuçuradi,
  • 3. bölümünde sporun ve futbolun efsane başkanlarından Mustafa Kemal Ulusu,
  • 4. bölümünde Halk Sağlığı ve Sağlık Hukuku Uzmanı-Mülkiyeli, akademisyen
    Prof. Dr. Ahmet Saltık yer aldı.

Askerlik, Felsefe, Spor, Tıp ve Sosyoloji…

Görüldüğü gibi askerlik/denizcilik, felsefe/akademi, spor/futbol, tıp/sağlık hizmetleri alanlarında dört ayrı konuğumuz oldu.

Bu günkü son bölümün konuğu ise yine bir akademisyen:
Merhum Prof. Dr. Bozkurt Güvenç.

Yaşamını ve ömür emeğini toplumbilim ve antropoloji alanında eserler vermeye adamış gerçek bir düşünce insanı, bilge bir kimlik. Dr. Güvenç’in yazılarının ve kitaplarının özellikle gençler tarafından daha çok okunması, başka çalışmalarda çok daha fazla kaynak oluşturmasını dilerim.

Samsun’da başlayan dolu dolu bir yaşam yolculuğu..

Prof. Dr. Bozkurt Güvenç, 16 Temmuz 1926’da Samsun’da doğmuş ve ne yazık ki 10 Aralık 2018’de aramızdan ayrılmıştır. Dr. Güvenç, iyi bir mimarlık eğitimin yanı sıra bürokrat olarak hizmet etmiş ve elbette asıl ününü toplumbilimleri ve özellikle aynı adı taşıyan (tam iki kez okuduğum referans kitaplarımdan) “Türk Kimliği” üzerinde yapmış değerli bir akademisyendir.

Sosyolojinin, antropolojinin, toplum psikolojisinin ve arkeolojinin öneminin daha da artacağı bir çağa giriyoruz. Bu alanlarda tekil olarak çok ama çok değerli akademilerimiz ve akademisyenlerimiz var. Ama bundan öte bunların ortak alanlarına da yoğunlaşmak, yapılandırmak gerekiyor. Gerçekten geçenlerde bu düşüncemi sosyal medyada paylaşmış, özellikle Türk devletlerinin bir ortak Türk Antropoloji ve Arkeoloji Akademisi (Türk AAA) oluşturması gereği üzerinde durmuştum. Bozkurt Güvenç gibi değerler yaşamda olsalardı, eminim bu gibi girişimleri destekler ve katkı verirlerdi.

Hacettepe Üniversitesi’nde “İnsanbilim” bölümü kurucusu..

Prof. Dr. Bozkurt Güvenç, İstanbul’da Kabataş Lisesinde yatılı okudu. Üniversite eğitimine İstanbul’da İTÜ’de başladı. Bu üniversiteye bir yıl devam ettikten sonra devlet bursuyla Amerika Birleşik Devletleri’ne giderek mimarlık öğrenimini ABD’de tamamladı (1950). Türkiye’ye geri döndükten sonra bir süre TCDD’de çalıştı. 1952’de evlendi. Felsefe ve yabancılaşma sorunlarıyla ilgilendi. Naçizane benim gibi Erich Fromm da özel ilgi alanı içindeydi. Dr. Güvenç, Hacettepe Üniversitesinde de “İnsanbilim Bölümü” nü kurdu. 1969’da doçent, 1977’de profesör unvanlarını aldıktan sonra 1993’te emekli oldu.

Dr. Güvenç’in yayımlanmış araştırmaları; İnsan, Kültür, Eğitim ve Değişim sorunlarına odaklanmaktadır. Ayrıca 1974’te Başbakanlık Kültür Müsteşarı olarak atandı.

Bozkurt Güvenç ve yayımlanmış kitapları

Türk Kimliği

Yazarın; Türk kültür tarihini, Orta Asya bozkırlarından bugünkü Türkiye topraklarına dek yolculuğuyla birlikte sistematik bir biçimde sosyolojik, teolojik ve siyasal açıdan ele aldığı araştırmalarının bir ürünüdür. Kitap 1992 yılında basılmıştır.

Türkiye Demografyası (HÜ 1971)

Sosyal Kültürel Değişme (HÜ)

İnsan ve Kültür (Remzi 1982, Boyut 2016)

Kültür Sorunu (Remzi 1985)

Japon Kültürü (Boyut 2008)

Mantık ve Metod (AÜ 1992)

Üniversiteye Geçiş (ÖSYM 1992)

Evet özellikle genç kuşaklar ve akademisyenler Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in eserleri (yapıtları) ve düşünüşünü çok iyi analiz etmeli, O’nun çalışmalarının toplumda daha da yer almasına katkıda bulunmalı ve yapıtlarından yararlanarak birçok akademik tez yazılmalıdır.

Dr. Güvenç’le yıllar önce Ankara’da ayaküstü karşılaşmamızda “Türk Kimliği” adlı yapıtı üzerinde görüş alışverişinde bulunmuş ve kendisinin aynı zamanda son derece insancıl bir aydın olduğu izlenimimi pekiştirmiştim. Saygıyla, rahmetle yâd ediyorum (anıyorum).
==============================
Dostlar,

Sayın R. Bülend Kırmacı ile dostluğumuz 2 on yılı bulmuştur.
Kendilerini tanımaktan ve dostları olmaktan kıvançlıyız.
İnsan yaşamında bizce en önemli değer – erdemlerden biri de Vefa ve Değerbilirliktir.
Sn. Kırmacı bu 2 değeri fazlasıyla içselleştirmiş durumda.
Dolayısıyla dışa vurma gereksinimi var ve aydın sorumluluğu ile de birleştirince böylesi zor bir işe girişti, üstesinden de geldi.

Türk kamuoyuna tanıtmak için seçtiği “5 insan” arasında bize de yer vermesi ile çok onurlandık, şükran doluyuz.

Öte yandan, kamuoyuna kısaca yapıp ettikleri, ürünleri, “Aydınlanma kavgaları” ile tanıtmaya çalıştığı 5 insandan bu gün anılan merhum Prof. Güvenç dışında öbürleri yaşamda. Dolayısıyla insanları yaşamda iken ödüllendirmek de çok değerli.

Merhum Prof. Güvenç, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Toplum Hekimliği Bölümünde uzmanlık eğitimi almakta olduğumuz yıllarda biz asistanlara, birkaç saatliğine Tıbbi Antropoloji derslerine gelmişti (sanırım 1979 başları). Yeni Profesör olmuştu. Yurt dışında gelişkin Tıp Fakültelerinde “Tıpta İnsanbilimleri” (Medical Humanities) bölümleri vardır. Burada Tıbbi Sosyoloji, Tıbbi Antropoloji, Tıp Felsefesi ve Etiği… gibi dallar vardır ve hekimler ile anılan alanların profesyonelleri disiplinlerarası araştırmalar yürütür, eğitim verirler. Öteden beri ilgimizi çekmiştir.

Tıpta “Halk Sağlığı” öğretim üyesi olarak atandığımız 1988’den bu yana, Tıbbi Sosyoloji -Tıp Sosyolojisi, Tıbbi Antropoloji – Tıp Antropolojisi derslerini vermekteyiz.

Prof. Güvenç, biz Toplum Hekimliği asistanı hekimlere Tıbbi Antropoloji – Tıp Antropolojisi için birkaç saatliğine geldiğinde, ününü ve birkaç kitabını biliyorduk ve okumuştuk. Cumhuriyet gazetesi 2. sayfa yazılarını da hep öğrenerek okuduk. Derste kısa yaşam öyküsünü bizlerle paylaştı. Mimardı ama bu alana kaymıştı. Biz sorduk nedenini, açıkladı :

ABD’deki mimarlık eğitimi sırasında çok farklı kültürlerden gelen insanlar, öğrencilerle karşılaşmıştı. Onlarla tanışmış ve kültürleri ile yüzleşmişti. İnsanlar nasıl oluyor da böylesine kökten farklı kültürel kalıplar ve yaşamlar üretebiliyordu? Oysa hepsinin ortak yanı “insan” olmalarıydı.

Bu soru ve merak O’nu sürüklemiş ve Mimarlık – Matematik ağırlıklı bir temel eğitim alanı üstüne “İnsanbilimleri” inşa etmek zor olmamıştı; mimari becerileri ve engin bilimsel coşkusu işini kolaylaştırdı. Çok değerli kitaplar kazandırdı alanında kültürümüze.

Ben de özlem ve şükran ile anıyorum, bana da bir ölçüde rol modeli olan bu saygın kültür insanını.
***
Sn. Kırmacı hem bizi Türkiye’nin bu 5 saygın insanın arasına koyarak gönendirdi hem de bu anılarımızı tazeledi ve çağrışımlarımızı paylaşmamızı sağladı.

Dileriz O’nu da hak ettiği yerlere taşıyacak biçimde özyaşam öyküsünü (Biyografisini) çok iyi bilen dostları yazsınlar…

Sevgi ve saygı ile. 16 Kasım 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Not : Sn. Kırmacı’nın bizi yazdığı makalesine web sitemizde erişilebilir..
Keza Sn. Kırmacı’nın çok sayıda makalesi de web sitemizde yayınlandı..
Türkiye’nin Efsane İsimleri-4: Prof. Dr. Ahmet Saltık | Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM

TÜRK HUKUK KURUMU BASIN DUYURUSU


TÜRK HUKUK KURUMU
BASIN DUYURUSU

Anayasa madde 153/son :

 

‘’Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır
ve yasama, yürütme ve YARGI ORGANLARINI, idare makamlarını,
gerçek ve tüzelkişileri bağlar.‘’

Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin, Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusu yapma kararı (!)

Cumhuriyet’in hukuk tarihine, hiçbir şekilde silinmeyecek şekilde geçen BİR KARA LEKEDİR.

Bu karara onay veren üyeler derhal istifa etmeli ve haklarında yasanın ön gördüğü usul içinde soruşturma açılmalıdır.

1961 Anayasa’sının hazırlanması aşamasında genel olarak bu Anayasa karşıtlığını belirten Prof. Dr. Ali Fuad BAŞGİL

  • ‘’…..ÇOĞUNLUĞUN HÜKÜMETİ, MUTLAKA HAKKIN VE ADALETİN TEMİNATIRDIR DENİLEMEZ. HAKSIZLIĞIN VE ZULMÜN BİR ŞAHISTAN VEYA BİR AZINLIKTAN GELMESİ İLE BİR EKSERİYETTEN GELMESİ ARASINDA BİR FARK YOKTUR. 
    ZULÜM DAİMA ZULÜMDÜR VE AYNI DERECEDE İĞRENÇTİR.
  • DEMOKRASİYİ SIRF BİR EKSERİYETİN HÜKÜMETİ ALMAK VE TARİF ETMEK, TIPKI İNSANI İSKELETTEN İBARET BİR MAHLUKTUR DİYE TARİF ETMEK KADAR SATHİDİR.’’

O aşamada, bir akademisyenin bile bu görüşleri savunması Anayasa’daki özgürlüklerin bir kişi ve toplum için önemini ortaya koymuş ve ANAYASA MAHKEMESİ,
YENİ BİR KURULUŞ OLARAK HUKUKUMUZDAKİ YERİNİ ALMIŞTIR.

Ne yazık ki bu durum; Bize ilim adamı değil ulema lazımdır.anlayışının sonucudur.

Geçmişte, iktidarının çoğunluğuna seslenirken “SİZ İSTERSENİZ HİLAFETİ DE GETİREBİLİRSİNİZ” diyen anlayışın, ülkeye büyük zararlar verdiği unutulmamalıdır.

Bu ülkenin, hukuka inanan ve onu ödünsüz savunan hukukçuları olarak, Cumhurbaşkanlarının yemininde de yazılı olduğu gibi,

  • ANAYASAYA ve HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNE BAĞLI KALACAĞIMIZA
    AND İÇER” ve BUNU DA YEDİ DÜVELE İLAN EDERİZ!..

Av. Nail GÜRMAN
TÜRK HUKUK KURUMU BAŞKANI

AYDINLANMA NEDİR ve NE DENLİ GÜÇLÜDÜR?

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eeski Dekanı

Aydınlanma güneş ışığı gibidir.
Kılıçlar ne denli çok ve ne denli keskin olurlarsa olsunlar, ışığı kesemezler.
Kurşunlar, roketler… ve füzeler ne denli gelişkin yapılırsa yapılsınlar ışığı öldüremezler.
Sular, fırtınalar tayfunlar… ne denli kahredici olurlarsa olsunlar ışığı boğamazlar.
Ateşler, yıldırımlar, yanardağlar ışığı yakamaz, hatta kendileri ışık olurlar.

Şahların, sultanların, kralların, diktatörlerin orduları, silahları, komutanları ne denli güçlü olurlarsa olsunlar ışığa güçleri yetmez.

Güneş ışığının ömrü sonsuzdur (AS: Güneşin ömrü 4,5 milyar yıl kestiriliyor..) ve dokunulamazdır. Aydınlanma da öyledir.

Çağdaş uygarlık, özgür aklın ve deneysel bilimin ışıkları ve aydınlanmasıyla doğdu.

Ancak karanlıklılar ve karanlık güçler her zaman ışığa, aydınlanmaysa her zaman düşman oldular ve düşman olmayı sürdürüyorlar.

Ama hiç unutulmasın ki; er ya da geç, ışığın yok edemeyeceği hiçbir karanlık, Aydınlanmanın da yok edemeyeceği hiçbir cehalet, hiçbir karanlık düşünce yoktur. Tarih baba bize öyle söylüyor.

Cehalet ve kör inanç zifiri karanlıktır

Buna karşın özgür akıl ve çağdaş bilim güneş ışığı gibidir. Her zaman ve her yerde aydınlıktır.

Mustafa Kemal Atatürk ulusumuzun hiç batmayan güneşi ve gün ışığıdır.

Atatürk’e düşmanlık ışığa, Aydınlanmaya düşmanlıktır.
Aklı ve bilimi yadsımaktır.
Ne denli kara çalmaya kalsalar da ışık leke tutmaz. Atatürk de öyle.

Ulusumuz uyandı ve artık cehaleti sürdürme haplarını yutmuyor, yutmayacak.

Tıpkı güneş ışığı gibi, Atatürk’ün hiç sönmeyecek olan özgür akıl ve çağdaş bilim ışığı, ülkemizi, devletimizi, eğitimimizi, beynimizi ve yaşamımızı sonsuza dek aydınlatmayı sürdürecektir. Tersine çabalar güçlü akıntıya karşı kürek çekmekten ibarettir ve boşunadır.

Umudumuzu hiç eksiltmeden, sevgi, barış ve ebedi (sonsuz) kardeşlik iklimini bozmadan, umuda yolculuk için doğru düşünmeye, verimli çalışmaya, nitelikli üretime ve Atatürk’ün
o güçlü, asla geri dönülemez özgür akıl ve bilim ışığında; laik, demokratik, hukukun üstünlüğüne dayalı Cumhuriyetimizi inançla ve kararlılıkla, sonsuza dek yaşatmak için,
anayasal sınırlar içinde kalarak örgütlenmeyi ve birleşip çoğalmayı sürdürmeliyiz.

Uygarlık ışığının önünde hiçbir güç duramaz.

Yeter ki uygarlık rotasından ve uygarlık yolundan sapılmasın.