Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 20 Aralık 2023

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

ZEHİRCİ

Erzincan İliç’te altın arayarak çevreyi zehirleyen Anagold şirketinin 7.2 milyon YTL vergi borcunun silindiği ortaya çıktı.

Vatandaşından ikinci kez MTV alan ADALET ve Kalkınma Partisi…

ORTAK

İsrail’i eleştirdiği konuşmasının sonunda kalp krizi geçirip yaşamını yitiren SP milletvekili Hasan Bitmez’in ardından İsrail Dışişleri Bakanlığı nefret mesajı (iletisi) yayımladı.

Ortaya çıkmaya cesaret edemeyen ciğersiz bir AKP’li, “Allah’ın gazabı böyle olur” demişti.

Yalnız ticarette değil zihniyette de ortaklık…

FAŞİST

RTE, ”Tek parti faşizmi döneminde (Atatürk ve İnönü dönemi) yasakların ve baskıların altında ezilen milletimiz, Demokrat Parti iktidarıyla adeta yeniden kendini bulmuştur.”

Tek partili dönem bile, çok partili düzene barışçıl geçişi sağlayan demokratlıktaydı.

Çok partili dönemde tek partinin bile değil, tek kişinin hükümranlığına ne derler?..

İYİ

Süleymancılara ait bir erkek öğrenci yurdunda 12 yaşındaki çocuğu istismar eden “kurs hocası” nın aldığı 48 yıl hapis cezası, “iyi hal indirimi” yle 22 yıl 6 aya düşürüldü.

Mahkeme heyetine (kuruluna) gösterdiği “iyi hal”, istismardaki halinden önemli olmuş…

TRAKTÖR

AKP milletvekili Leyla Şahin Usta, “AKP’den önce ülkede traktör yoktu”, Ruken Kilerci “Atatürk Barajı’nı AKP yaptı” dedi.

  • Toprak da yoktu Somali’den getirdiler,
  • Ambulans, buzdolabı, çamaşır makinesi de yoktu,
  • Üniversitelerin çoğu açılmamıştı, 
  • İbadet de yasaktı,
  • Böyle zır cahil vekiller de yoktu, bol bol oldu…

FAZLALIK

Milli olmayan Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, tarikat ve cemaatleri STK kabul edip protokoller yaptıklarını, çocukların dağa çıkışını onların engellediğini söyledi.

Bu durumda Bakanlık da Bakan da gereksizdir…

KUMPAS

FETÖ Kumpası 28 Şubat davasından mahkum olup 85 yaşında cezaevinde yaşamını yitiren Korg. Vural Avar’ı andık.

Ölümüne neden olanları da…

FUTBOL

Geçen hafta bir kulüp başkanı hakemi yumrukladı, bu hafta biri takımı sahadan çekti.

Kulüp başkanlarına futbol yasaklansın…

NATO ve İttifak Ruhu??

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

İttifak Ruhu?

Kimi yetkililer uluslararası güvenlilikle ilgili konularda Soğuk Savaş dönemindeki ittifak alışkanlıklarını sürdürmekte ve sıklıkla  “ittifak ruhu”ndan söz etmektedirler. Milli Savunma Bakanı son açıklamalarında ABD ile ilişkilerin “ittifak ruhuna” uymadığını, Yunanistan’la sorunlarımızın “ittifak ruhuna” uygun çözüme ulaştıracaklarını; Türkiye’nin NATO ittifakı içindeki görev ve sorumluluklarını tam olarak yerine getirdiğini söylemiştir.

Bu söylemler gerçek dünyadan çıkıp ruhlar evreninde dolaşmaya benzemektedir. Gerçekten bir “ittifak ruhu” var mı? NATO ruhu kaldı mı? İncelemeye değer sorulardır. Soğuk savaşın başında  ABD tarafından algılatılan Sovyet / komünizm tehdidine karşı kurulan ve Soğuk Savaş döneminde üye ülkeleri Amerikan silah pazarı durumuna getiren NATO, Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra sözü edilen tehditler ortadan kalkınca varlık nedenini yitirmiş, varlığını sürdürebilmek amacıyla yeni güvenlik ortamına uyum sağlamak için aşağıda göreceğimiz büyük değişimler geçirmiştir.

Kimi Amerikalı strateji uzmanlarının ileri sürdüğü gibi Amerikan imparatorluğunun sürmesi, Avrasya’da ne denli süre ile ve hangi koşullarda varlık göstereceğine bağlıdır. [1] ABD Avrasya’daki müdahalelerinde (Afganistan, Irak,) başarısız olmuş ve çekilmek zorunda kalmıştır. Bu ülkenin Avrasya’da en sağlam durduğu bölge Avrupa’dır ve bu duruşunu NATO aracı ile sürdürmektedir. ABD bu kıyı başını yitirmek istemez. Bu nedenle NATO’yu değişerek de olsa sürdürmek ister.

NATO’da neler değişti?

Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra varlık nedeni ortadan kalkan NATO’yu ayakta tutabilmek amacıyla örgütte köklü değişiklikler yapılmıştır.

Yeni Stratejik Karam (Konsept)

NATO Soğuk Savaş’ın bitiminden hemen sonra 1991 Roma doruğundan başlayarak Örgütün tüm eylemlerini yönlendiren stratejik konseptini değiştirdi ve 1999 Washington doruğunda yeni stratejik konsept belirledi. Bu konsept NATO’yu askeri ittifak olmaktan uzaklaştırarak siyasal yönü ağırlıklı bir örgüt olmaya yöneltti. Bloklar arasında doğrudan büyük çaplı bir savaş olasılığı azalınca örgüt öncelikli görevler olarak “yumuşak güvenlik” (soft security) veya” 5. madde dışı
(non article five)[2] görevler” denen barışı destekleme, kriz yönetimi, çatışmaların önlenmesi, mülteci denetimi, istikrar harekatı, insani yardımlar gibi görevlere ağırlık verdi. Bu tür yumuşak güvenlik operasyonları ABD’nin küresel hegemonya kurma çabalarının yeni kılıfından başka bir şey değil.

Yeni Üyeler

1949’da 12 üye ile kurulan NATO, Soğuk Savaş’ı 16 üye ülke ile tamamladı. Bugün ise örgütün 31 üyesi var. Soğuk Savaş’tan sonra üye olan 15 ülkenin tümü Varşova Paktı’nın, SSCB’nin ve Yugoslavya’nın dağılmasından sonra üye olan ülkeler. Yani NATO Soğuk Savaş sonrası doğuya doğru genişleyerek Avrupa’da oluşan güç boşluğunu hızla doldurdu. Doğuya doğru genişlemenin son adımları Finlandiya ve İsveç’tir. Ukrayna da hedefedir.      

NATO yeni üyeler alarak genişlemekle yetinmedi, Ek olarak Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi (Euro-Atlantic Partnership Council-EAPC) denilen bir örgütlenme içinde yeni ortaklar edindi. Barış için ortaklık (Partnership For Peace –  PfP) denilen bu modelde ortakların Örgüte üye olmaksızın yukarıda belirtilen yumuşak güvenlik görevlerinde örgütle işbirliği yapabilecek düzeye getirilmelerinin amaçlandığı söylenmektedir. Gerçek amaç bu ülkeleri NATO standartlarına getirmek gerekçesi ile silah satmaktır. Halen 20 ülke ortaklık statüsündedir bunların içinde Kafkas ülkeleri (Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan) ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri (Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan) bulunmaktadır. Ortaklar arasında bulunan Rusya ve Ukrayna ile özel konseyler oluşturulmuştur (NATO-Russia Council, NATO – Ukraine Council).

Örgütün Ayrıca Cezayir, Fas,  Mısır, Ürdün, İsrail,  Moritanya, Tunus ve Monako ile Akdeniz Diyalogu denilen bir kapsamda özel ilişkileri bulunmaktadır. Ek olarak İstanbul İşbirliği Girişimi (ICI) adı altında 4 ülke, (Bahreyn, Kuveyt, Katar ve BAE) ile ilişkiler geliştirilmektedir. Örgüt daha da ileri giderek Afganistan, Avustralya, Irak, Japonya, G. Kore, Moğolistan, Yeni Zelanda ve Pakistan’la “küresel ortaklar (Partners Across The Globe) adı altında özel ilişki kurmuştur. Böylece, üye ülkeler, ortaklar ve öbür işbirliği ülkeleri ile birlikte NATO bugün dünyanın her bölgesinden 64 ülkeyi kapsar duruma gelmiştir. Bu durum NATO’nun bir “Kuzey Atlantik Örgütü” ve bir savunma ittifakı olmaktan çıktığını, ABD çıkarları için küresel çapta kullanılabilen bir örgüt haline geldiğini açıkça göstermektedir.

Yeni Görev Alanları

Bir ortak savunma ittifakı olan NATO’nun Soğuk Savaş’ta görev alanı üye devletlerin ülkeleri ile sınırlı idi. Görev alanı dışına (out of area) çıkmak o yıllarda tartışma konusu idi. Ancak soğuk savaş sonrası uygulamada bu sınırlama ortadan kalktı. NATO önce 1994-95’de Bosna-Hersek’te, 1999’da Kosova’da kullanıldı. 2001 yılında Makedonya’da Arnavut grupların silahsızlandırılması (Opreration Essential Harvest), 2001’dan başlayarak Akdeniz’de keşif, gözetleme (Operation Active Endeavour) ve Uluslararası Güvenlik Yardım Gücü (ISAF) adı altında Afganistan harekatı izledi. ABD’nin 2003’te Irak’ı işgalinde kimi NATO birlikleri ve NATO yetenekleri kullanıldı. Ayrıca NATO 2008’den başlayarak Afrika Boynuzunda korsanlara karşı harekat, (Operation Allied Protector), 2007’de Afrika Birliği’ne (AU) destek, 2005’de Pakistan’daki depremde arama, kurtarma gibi operasyonlara katıldı. Böylece Soğuk Savaşta’ki “alan dışı kullanılmama” sınırlaması kaldırılarak, NATO dünyanın her bölgesinde kullanılabilir hale geldi.

Yeni komuta yapısı

Soğuk savaş döneminde NATO’nun komuta yapısı coğrafi bölgelere göre şekillenmişti. Buna göre üç stratejik komutanlık bulunuyordu:

  1. Atlantik komutanlığı (SACLANT),
  2. Avrupa Komutanlığı (SACEUR),
  3. Manş Kanalı komutanlığı (SACCHAN).

2002 Prag zirvesi kararlarına göre örgüt komuta yapısını bölgesel olmaktan çıkardı, işlevsel örgütlenmeye geçti. Buna göre şimdi örgütün iki stratejik komutanlığı var:

  1. Operasyonlardan Sorumlu Komutanlık (Allied Command Operations -ACO ,Mons/Belçika)
  2. Dönüşümden Sorumlu Komutanlık (Allied Command Transformation- ACT-Norfolk/ABD).

Yeni yapılanmada alt kademelerdeki karargah sayısı da 20’den 11’e indirilmiştir.

Önemli komuta kademelerinde ve karargâhlardaki kritik görevlerde önceden olduğu gibi Amerikalı general ve subaylar bulunmaya devam etmektedir.

Yeni Kuvvet Yapısı

Soğuk savaş döneminde NATO’nun askeri gücü üye ülkelerin verdikleri güce dayanıyordu Üyeler dört statüde güç veriyorlardı:

  1. NATO’nun emrindeki kuvvetler (NATO command),
  2. NATO için görevlendirilmiş kuvvetler (NATO assigned),
  3. NATO için ayrılmış kuvvetler (NATO earmarked),
  4. Diğer kuvvetler (other forces for NATO).

Yeni yapılanmada ise, karargahları müttefik subaylardan oluşan (birleşik: combined); kara, deniz ve hava unsurlarını içeren (müşterek: joint) kolordular (CJTF: Combined Joint Task Force) kuruldu. Bunlardan 6’sı yüksek hazırlık dereceli kolordudur (High Readiness Forces- HRF). (bir tanesi İstanbul’daki 3. kolordumuzdur). Bu kolordular Kuzey Atlantik Konseyi’nin kararına göre icra edilecek operasyonlara kısa sürede katılabilecek, gittiği yerde uzun süre kalabilecek hazır karargah ve kuvvetlerdir. Ayrıca acil durumlarda müdahale edebilecek bir NATO müdahale gücü (NATO Response Force-NRF) oluşturulmuştur. 13 000 kişilik bu kuvvet 15 gün içinde hareket edebilecek, gerekirse bölgeye zorla girecektir.

Yeni Yetenekler

NATO yukarıda belirtilen değişime uygun olarak yeni yetenekler geliştirme çabasına girmiştir. Bu kapsamda;

  • Keşif, gözetleme, istihbarat,
  • Kimyasal, biyolojik, radyolojik, nükleer (CBRN) silahlara karşı savunma,
  • Komuta-kontrol,
  • Stratejik ulaştırma,
  • Akıllı silahlar,
  • Füze savunması,
  • Havada yakıt ikmali,
  • Siber savaş gibi zafiyet alanlarına öncelik verilmektedir.

Yetenek geliştirmede en önemli sorun ABD ile Avrupalı üyeler arasındaki savunma giderleri ve teknoloji düzeyindeki farklardır. Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra Avrupa devletleri savunma giderlerini önemli ölçüde kısmışlardır. Buna karşılık ABD tek başına öbür tüm üye ülkelerin savunma giderlerinin toplamından çoğunu yapmaktadır (800 milyar $/yıl).

Değişmeyen nitelik: ABD egemenliği

Soğuk savaş yıllarında olduğu gibi sonrasında da NATO’da ABD başat güç olmayı sürdürmektedir. Bunu sağlayan nitelikler şunlardır:

  • En büyük silahlı kuvvetler,
  • En büyük nükleer güç,
  • En çok savunma harcaması,
  • En yüksek teknoloji düzeyi,
  • Öbür üyelerin ABD teknolojisine bağımlılığı,
  • Önemli katlarda Amerikalı general ve subayların görev yapması.
  • NATO’nun resmi dilinin (Fransızca ile birlikte) İngilizce olması,
  • Avrupalı üyeler 30 egemen devlet iken ABD’nin tek egemen devlet oluşu,
  • Avrupa Birliği’nin (AB) kendi ordusunu kuramamış olması.

Bu üstünlüklere sahip olan ABD NATO’nun tüm eylemlerinde belirleyici olmayı sürdürmektedir. Bu nedenle Amerikan politikası ile NATO politikası ayrı düşünülemez.

Değerlendirme ve Sonuç

Yukarıda açıklanan olgular dikkate alındığında NATO’nun soğuk savaş sonrası büyük bir dönüşüm geçirdiği, artık bizim 1952’de girdiğimiz örgüt olmadığı açıkça görülmektedir. Örgütün genişlemesi, klasik görev alanının dışına çıkması ve yürüttüğü operasyonlar dikkate alındığında NATO’nun artık bir savunma örgütü olmaktan çıktığı, örgütün başat gücü ABD’nin çıkarları doğrultusunda yeryüzünün her yerinde harekat yapabilen yayılmacı bir örgüt haline geldiği görülmektedir. Sovyet yayılmacılığına karşı kurulan örgüt, Soğuk Savaş’tan sonra kendisi yayılmacı bir strateji izlemektedir. NATO’nun bu yeni biçimi ülkemizin güvenlik gereksinimlerini karşılamamakta, temelinde anti-emperyalist ulusal kurtuluş savaşı bulunan ülkemizin ulusal çıkarları ile çelişmektedir.

Kaldı ki ne Türkiye 1952 Türkiye’si, ne de dünya 1952 dünyasıdır.

Bu nedenle bizim de örgüt ile ilişkilerimizi değişen koşullara gözden geçirme zamanı gelmiştir. Bu gözden geçirme ulusal güvenlikle ilgili kurum ve kuruluşlar, demokratik kitle örgütleri ve ilgili bilim insanlarının katkıları ile yapılmalıdır. NATO kuruluş anlaşması ve Türkiye’nin katılım anlaşmalarının koşulları değiştiğine göre, bizim de NATO ve ABD’ye karşı yükümlülüklerimiz hukuksal olarak ve fiilen sona ermiştir. Uluslararası hukuktaki “koşullar değişti” (rebus sic stantibus) kuralı uygulanmalıdır.

ABD’nin ülke bütünlüğümüzü tehdit eden  bölücü terör örgütünü açıkça desteklemesi, irticacı terör örgütünü koruması, parasını ödediğimiz F-35 uçaklarımıza el koyması, F-16 ve modernizasyon kitleri satışında engeller çıkarması, Ege’de güç dengesini Yunanistan lehine değiştirmeye çalışması, GKRY’ne silah ambargosunu kaldırması gibi tutumları dikkate alındığında; “ittifak ruhunun” kalmadığı, güvenliğimiz için girdiğimiz örgütün ve onun başat gücünün güvenliğimizi sağlamak bir yana,  en büyük güvenlik tehdidi durumuna geldiği açıkça görülmektedir.

Aynı biçimde ABD’yi arkasına alan Yunanistan’ın Lozan Andlaşmasını hiçe sayarak ülkemiz aleyhine genişleme çabaları “ittifak ruhu” nun kalmadığını göstermektedir.

70 yıllık NATO üyeliğimiz döneminde Türkiye 1991 ve 2003’te ABD’nin Irak’ı işgali sırasında Irak füzelerine karşı önemli hedefleri korumak için NATO’dan iki kez destek (füze savunma sistemi) istemiş, ikisinde de en yüksek karar organı olan Kuzey Atlantik Konseyi (NAC) isteksiz davranmış ve istemlerimize geç yanıt vermiştir. Bugün de

  • NATO güvenlik gereksinimimizi karşılamamakta, daha da ötesi güvenliğimize tehdit oluşturmaktadır.

Bu gerçekler göz önüne alınarak:

  1. NATO ve ABD ile ilişkilerimiz devlet aklı kullanılarak yeniden gözden geçirilmelidir.
  2. Yetkililer gerçekte olmayan “ittifak ruhu” söyleminden vazgeçmelidir.
    “ittifak ruhunun” kalmadığı kabul edilmelidir.
  3. Ulusal çıkarlarımız aleyhine eylemlerinde ABD’nin ve öbür NATO ülkelerinin coğrafyamızı kullanmasına izin verilmemelidir.

[1] Zbigniew Brzezinski The Great Chessboard,Basic Boks, New York, 1977,
[2] Kuzey Atlantik anlaşmasının 5. maddesi, “bir üyeye yapılan saldırıyı bütün üyelere yapılmış” sayar ve birlikte savunmayı öngörür.

Türkiye Sanatçılar Girişimi: MEB Yusuf Tekin derhal görevden alınmalıdır

Türkiye Sanatçılar Girişimi çağrısı                 :

MEB Yusuf Tekin Cumhuriyet düşmanlığı yapıyor..
derhal görevden alınmalıdır!

Bizim de imza koyduğumuz metni kamuoyu ile paylaşıyoruz.
Yaygınlaştırılması ve gereği dileği ve beklentisi ile.

Sevgi ve saygı ile. 20 Aralık 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     X : @profsaltik

ADDD’den EĞİTİMDE AKIL ve BİLİME ÇAĞRI !

BASINA ve KAMUOYUNA

EĞİTİMDE AKIL ve BİLİME ÇAĞRI !

“Efendiler, dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, başarı için en hakiki
yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde yol gösterici aramak aymazlıktır, sapkınlıktır, cehalettir
.” M. Kemal ATATÜRK

22 yıllık AKP iktidarında Milli Eğitim Bakanlığı 17. kez müfredat değiştiriyor! Değiştiriyor, ama Eğitimde Program Geliştirme Bilim Alanı gereklerini yine dışlayarak! Oysa eğitim program ve kurumlarını bilimsel temelde oluşturmayan ülkeler; başta bilim ve teknoloji olmak üzere, sanattan spora yaşamın tüm alanlarında geriler, uluslararası sıralamalarda (PISA, TIMSS vd.) sonlara düşer.

Türk Eğitim Sistemi, 3 Mart 1924 Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Devrimi ile başlayarak 1970’lere değin geliştirdiği bilimsel temelli öğretim programlarıyla (müfredat) çocuklarına ulusal, ahlaksal-etik, kültürel, sosyal ve çağdaş insani değerler, yetkinlikler, yurttaşlık bilinci ve özgüven kazandırmış, tebaadan yurttaş, kuldan birey, ümmetten Ulus yaratmayı başarmıştır.

Ancak ABD emperyalizmi güdümlü 12 Mart 1971 muhtırası ile 1961 Anayasası budanmış,
dinsel eğitim kurumları için elverişli ortam yaratılmış, 12 Eylül 1980 faşist darbesi ve izleyen hükümetlerce de Eğitim Sistemi laiklik ve bilimsellikten koparılarak dinselleştirilmeye başlanmıştır. Gerçekte bir 12 Eylül 1980 faşizmi ürünü olan AKP’nin iktidar olduğu 2002 yılından bu yana ise, atanan tüm Milli Eğitim Bakanları, hiçbir bilimsel incelemeye, gerekçeye dayanmadan öğretim programlarını ideolojik saplantılarla “yetersiz” (?!) bulmuş; ders ekleyip çıkararak, süreleriyle oynayarak, Felsefe, Mantık, Sosyoloji, Matematik, Psikoloji gibi özgür birey yetiştirmede olmazsa olmaz nitelikli dersleri yok ederek, Evrim Kuramını dışlayarak bilimsellikten tümüyle uzaklaştırmış, iyiden iyiye dincileştirmiştir.

Hedef, ümmet ve biat toplumu yaratmaktır ki;
Batı emperyalizminin yüz yıllık hedefi de budur.

2007 yılından sonra kamu desteğiyle çoğaltılan ve etkinleştirilen İlim Yayma Cemiyeti, Hizmet Vakfı, Ensar Vakfı, Birlik Vakfı, Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA), Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (TÜRGEV) vb. onlarca dernek – vakıf adı ile örgütlenmiş tarikat ve cemaat yapılanmalarıyla Milli Eğitim Bakanlığı ve İl-İlçe Müdürlüklerince protokoller imzalanmış, bu dinci yapıların, öğrenci yurtları dahil bütün eğitim kurumlarımıza girmesine olanak sağlanmış, son olarak
çağ dışı ÇEDES dayatması ve  “manevi rehber” uydurmasıyla okullarımıza imamlar atanmaya başlanmıştır! Bugün, 3-6 yaşındaki yüzbinlerce evladımız dinci yapıların anaokullarında, milyonlarca çocuğumuz tarikat ve cemaatların elindedir.

Tarikat ve cemaatlar, Anayasanın 174. maddesi korumasında olan 677 sayılı yasa ile
daha 1925 yılında kapatılmış olup (Resmi Gazete 13.12.1925, s. 243) yasa dışıdırlar!

Dayatılan, apaçık bir karşı devrimdir!

Son müfredat değişikliği ve ÇEDES derhal geri çekilmelidir.

İşlenen; anayasayı tebdil, tağyir ve ilga suçudur!

Bağımsız yargı gereğini yapmalıdır!

Ulusal eğitim sistemi yaz – boz tahtası değildir, olamaz, olmamalıdır. Kararlılıkla ve kesinkes bilimsel temelde yürütülmelidir. Ulusun ve çağın gereksinimleri doğrultusunda laik, bilimsel, parasız, kamusal ve karma olmak zorundadır. Değerler bilgisi katarak insanı insanlaştıran, çağın temel donanımını sağlayan, analitik düşünme, yaratıcılık ve sorun çözme yetisi kazandıran, yaşamsal, mesleksel ve akademik yetkinlik veren bir eğitim almak temel insan hakkıdır.

Eleştirel ve yaratıcı akıl baskılanamaz!

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) zorunlu din dersinin insan hakkı ihlâli olduğunu hükme bağlayan kararları bağlayıcıdır ve mutlaka uygulanmalıdır (Anayasa madde 90/5).
Siyasal iktidarların saplantılı ve çağdışı şeriatçı ideolojileri ile biçimlendirdiği din, ırk,
politik inanç, cinsiyet gibi ayrımcı ve kutuplaştırıcı dayatmalar asla kabul edilemez!

Yatılı Kuran kursu olmaz!

Din öğretimi Türkçe olmalı, ezbere dayanmadan, soyut düşün yetisi kazanıldığında ve
aile onayıyla verilmelidir.

Yurtta barış, dünyada barışiçin, insanca yaşam için, demokrasi için
Laiklik kırmızı çizgidir.

Çağımızda uygar uluslarca yaygın olarak benimsenmiş olan
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde;

  • Herkesin eğitim hakkı vardır. Eğitim, hiç olmazsa ilk ve temel eğitim evrelerinde parasız olmalıdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleksel eğitimden herkes yararlanabilmeli ve yükseköğretim, başarıya göre, herkese tam bir eşitlikle açık olmalıdır.”

denmektedir (10 Aralık 1948). Türkiye, Bakanlar Kurulu kararıyla Resmi Gazetede yayınladığı (27.5.1949) bu Bildirgeye uymalıdır.

Büyük Atatürk’ün

  • Eğitimdir ki; bir ulusu ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır ya da esaret ve sefalete terk eder.”

sözleriyle vurguladığı tarihsel ve günümüze de ışık tutan uyarısı hiç akıldan çıkarılmamalıdır.

Milli Eğitim Sistemi Ulusal Birliği, kaynaşmayı ve barışı sağlamalı, evrensel değerlerle uyumlu olmalıdır.

Çağrımıza basınımızın ve değerli yurttaşlarımızın destek vermesini bekliyor,
saygılarımızı sunuyoruz.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ GENEL MERKEZİ

21 yıl önce katledildi: ‘Necip Hablemitoğlu tehlikeyi gördü’

Ankara’da evinin önünde 21 yıl önce katledilen Dr. Necip Hablemitoğlu için Karşıyaka mezarlığı’ndaki gömütünde anma töreni düzenlendi. Hablemitoğlu ailesinin avukatı Ersan Barkın, “O dönem yazdıkları anlaşılsaydı 15 Temmuz olmazdı” diye konuştu.

Çağdaş Bayraktar, 18.12.2023, Cumhuriyet21 yıl önce katledildi: 'Necip Hablemitoğlu tehlikeyi gördü'

FETÖ yapılanmasına karşı önemli ve öncül uyarılarda bulunan yazar ve öğretim üyesi Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu, 21 yıl önce bugün 18 Aralık 2002’de evinin önünde uğradığı silahlı saldırı ile yaşamını yitirdi. Sevenleri Hablemitoğlu’nu dün Ankara Karşıyaka’da mezarı başında andı. Etkinlik sonrası Cumhuriyet’e konuşan Hablemitoğlu’nun avukatı Ersan Barkın“Hablemitoğlu’nun yazılarında tüm ayrıntılarıyla FETÖ’nün örgütlenme biçimleri, siyaset ve bürokrasideki yapılanmaları, ekonomik işleyişleri anlatıldığını” anımsattı.

Örgütün emniyet içindeki yapılanması bilinir ve yazılırken TSK içerisinde gözardı edilen etkinliklerinin de Hablemitoğlu’ nun çalışmalarında bulunduğuna dikkat çeken Av. Barkın, “Fethullahçıların TSK’de en tepelere kadar eylem planlamalarını ortaya koymakta ve geleceğe dair uyarılarda bulunmaktaydı. Bugün için o gün yazdıkları birçok Atatürkçü için TSK’ye duyulan güven nedeniyle inandırıcı değildi. Ancak Türkiye, Necip Hablemitoğlu’nun yazdıklarının gerçekliğini 2015’te bir askeri darbe girişimi ile yaşayarak gördü” ifadelerini kullandı.

“DOĞRU ZAMANDA ANLAŞILABİLSEYDİ…”

Atatürkçülüğünden şüphe duyulmayacak profil çizen birçok kişinin FETÖ militanı çıktığının altını çizen Av. Barkın, “İşte Hablemitoğlu’nun değeri buydu.

  • Yapmış olduğu çalışmaları anlayabilseydik,15 Temmuz darbe girişimi ile de karşı karşıya kalmazdık.
  • Özellikle TSK bu çalışmaları anlayabilseydi ve uygulayabilseydi, Ergenekon, Balyoz gibi birçok kumpas davasıyla Türkiye on yıllarını kaybetmezdi.” dedi.

Bu kapsamda Hablemitoğlu suikastinin büyük bir kırılma noktası olduğunu vurgulayan Av. Barkın, “Türkiye’nin yakın tarihinde kontr-Atatürkçü görünen birçok yapının, 2000’lerle başlayan ve bugünlere ulaşan iktidar ve muhalefet içindeki karşı devrimci yürüyüşü görebilmek ve buna karşı mücadele edip, çözüm yaratabilmenin yolunun Necip Hablemitoğlu ve 90’larda kaybettiğimiz Cumhuriyet aydınlarının yolunu izlemek” olduğunu söyledi.

“SUİKASTİ ÇÖZME İRADESİ YOK”

Hablemitoğlu Davası’na da değinen Av. Ersan Barkın, süreci şu sözlerle özetledi:

“Necip Hablemitoğlu suikast davası, onu kendilerine ilişkin yazmaktan alıkoymayan Fethullahçıların başka odaklarla kurdukları suikast planlamasını temel almaktaydı. Bu anlamda iddianame içinde, Türkiye’deki Fethullahçıların en tepesindeki isimle başlayan ilişki ağını, görüşme kayıtları, HTS baz analizleri, kimi tanık beyanları ile ortaya koymaktaydı. Ancak dava başladığında, en temel ifadelerin geri çekildiği, delillerin yok sayıldığı, dahası suikastı çözme iradesinden vazgeçildiği izlenimine neden olan bir tabloyla karşı karşıya kaldık.

Bu sürecin sonu, en kritik ve Türkiye’ye iadeleri doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından ilan edilen sanıkların tahliyesi biçiminde sonuçlandı ve çok kısa süre sonra o kişilerin firar ettikleri ortaya çıktı. Dolayısıyla bu noktada Hablemitoğlu Davası’na dair bir gelecek öngörüsü yapmak olanaklı değil.
Bu davanın sonuç verebilmesi ancak Türkiye’de cumhuriyetçi, bağımsızlıkçı mücadele veren kurumların davaya sahip çıkmaları ile gerçekleşebilir. Ancak bugüne kadar davanın tek duruşması dahi tek bir meslek örgütü ya da siyasal parti tarafından takip edilmedi.”

“HERKESTEN ÖNCE GÖRDÜKLERINE BUGÜN ŞAHIT OLUYORUZ”

Törende hazır bulunan, Hablemitoğlu’nun yakın arkadaşı roman ve senaryo yazarı Hakan Evrensel ise şunları söyledi:

“Birçok insanın daha ne olduğunu kavrayamadığı bir dönemde Türkiye’nin tam bağımsızlığa kavuşması için tespit ettiği gerçekleri, korkmadan ve yılmadan insanların suratına çarpmayı bir görev edinmişti. Katıksız bir Mustafa Kemal sevdalısı olarak FETÖ’yle ve Türkiye aleyhinde faaliyet gösteren kim olursa olsun herkesle mücadele etti. Bu mücadeleyi sadece yazarak ve anlatarak yaparken kahpece vuruldu. Aydın sorumluluğunu cesaretle sabırla ve nezaketle ama onurundan asla taviz vermeden yerine getirdi. Herkesten önce görüp yazdıkları ve anlattıklarına bugün tek tek tanık oluyoruz. O’nu bedenen aramızdan aldılar, susturduklarını zannettiler ama O ölümsüz…”

YUSUF TEKİN İŞGAL ETTİĞİ MAKAMI DERHAL TERK ETMELİDİR!

Siyasi iktidarın Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin eliyle yürüttüğü laiklik karşıtı gerici hamleler devam ediyor.

Geçtiğimiz hafta müfredata başta “adabımuaşeret” dersi olmak üzere eklenen ve içerikleri tümüyle dinci referanslarla biçimlenmesi hedeflenen derslere, Milli Eğitim Bakanı’nın dün akşam TBMM Genel Kurulu’nda yaptığı skandal açıklama eklendi.

Yusuf Tekin MEB’in protokoller ile ilgili yaptığı; “Sizin tarikat-cemaat dediğiniz, bizim STK dediğimiz yapılarla toplasanız 10 tane protokolümüz vardır. Onlarla da protokol yapmaya devam edeceğiz.” ifadelerini kullandı.

Image

Göreve başladığı günden bu yana karma eğitim başta olmak üzere laik ve bilimsel eğitimi açıkça hedef alan Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin,

  • “MEB’in 2023 yılı itibariyle geçerli 2709 protokolünden 1167 tanesi resmi kurumlarla, 550 tanesi STK’larla, 986 tanesi ise TEMA’dan Kızılay’a bir sürü STK’yla. Bunların içinde sizin ‘tarikat-cemaat’ dediğiniz, bizim ‘STK’ dediğimiz yapılarla toplasanız 10 tane protokolümüz vardır.” demiştir.

Bu resmi kurumların kaç tanesi Diyanet İşleri Başkanlığı ve ilişkili kurumlardır? Yüzlerce STK hangi dinci vakıf ve dernekleri kapsamaktadır? Toplasanız 10 tane dediği tarikat ve cemaat hangileridir?

Tarikat ve cemaatlerle protokol yapmaya devam edeceğini ilan eden Tekin, ülkemizin çocuklarını ve gençlerini kim ve ne için yetiştirmeyi hedeflemektedir?

Açıktır ki sivil toplum adı altında yıllardır Cumhuriyet’in değerlerini, başta laiklik olmak üzere ayaklar altına alan siyasi iktidar ve destekçileri, dindar ve kindar nesil yetiştirme hedefini Yusuf Tekin eliyle hızlandırmıştır.

Tekin, yalnızca Anayasa’nın laiklik ilkesini değil (m.24), 1925 yılından beri yürürlükte olan “677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Yasaklanmasına İlişkin Kanun”u da ihlal etmektedir. (AS: Anayasa m. 174 korumasındadır!)

Yıllardır STK adı altında meşrulaştırılan, “ancak piyade alayı kadar sivil olan” bu çağdışı odakların temsilcileriyle toplantılar düzenleyen, açıkça işbirliği yapmaya devam edeceğini ilan eden Tekin, hem Anayasa’yı hem de yasaları çiğneyerek suç işlemektedir.

Yusuf Tekin derhal işgal ettiği makamı terk etmelidir.

Tarikat ve cemaatlerle, onların uzantılarıyla yapılan bütün protokoller iptal edilmelidir. 

Bunun için bütün ilgili demokratik kitle örgütlerini, çocuklarının geleceği için velileri,
Laiklik Meclisi’yle birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz.

Laiklik Meclisi her tür gerici uygulamaya karşı mücadelesini büyüterek sürdürecektir.

Çocuklarımızı karanlığınıza teslim etmeyeceğiz!

YUSUF TEKİN İŞGAL ETTİĞİ MAKAMI DERHAL TERK ETMELİDİR!

============================
Dostlar,

Laiklik Meclisinin kurucu üyelerinden olarak paylaşıyor ve duyuruyoruz..
Çağrıyı yineliyoruz..
Ekliyoruz :

  • Yurtta barış, dünyada barış” için, insanca yaşam için, demokrasi için
    Laiklik kırmızı çizgidir.
  • Milli Eğitim Sistemi Ulusal Birliği, kaynaşmayı ve barışı sağlamalı, evrensel değerlerle uyumlu olmalıdır.
  • Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) zorunlu din dersinin insan hakkı ihlâli olduğunu hükme bağlayan kararları bağlayıcıdır ve mutlaka uygulanmalıdır
    (Anayasa m.90/5).
  • Siyasal iktidarların saplantılı ve çağdışı şeriatçı ideolojileri ile biçimlendirdiği din, ırk, politik inanç, cinsiyet gibi ayrımcı ve kutuplaştırıcı dayatmalar asla kabul edilemez!
  • Dayatılan, apaçık bir karşı devrimdir!
  • Son müfredat değişikliği ve ÇEDES derhal geri çekilmelidir.
  • İşlenen; anayasayı tebdil, tağyir ve ilga suçudur!
  • Bağımsız-yansız Türk yargısı gereğini yapmalıdır!

Sevgi ve saygı ile. 18 Aralık 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Laiklik Meclisi Üyesi
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

“Cehalet”in Entel Kılıklısı: Celal Şengör

Medyada gördüğüm şu haber, artık bardağı taşıran son damla oldu:

İstanbul Teknik Üniversitesi’nde 4 Aralık Dünya Madenciler Günü’nde yapılan panelde Prof. Dr. Celal Şengör şöyle diyor:

  • “Tekrar edelim, biz doğayı tahrip etmiyoruz, doğanın yüzünü değiştiriyoruz. Bu yüz senin, bunun, onun hoşuna gitmeyebilir. Bir kere niye hoşuna gitmiyor bunu öğrenmemiz lazım. Çevredeki insanları, yani maden açılmasın diyen sivri akıllıları rahatsız eden nedir, bir kere bunu tespit edeceğiz. Bunu tespit ettikten sonra %99.9 bakacaksınız, rahatsız olanlar zır cahildir.”

“Zır cahil”, böyle saçma bir tezi savunandır! Yani, kendisi! Çünkü, empati / etik yoksunluğu ile cehalet arasındaki sınır, yok denebilecek kadar azdır! Etik sahibi bir “insan” olmayı başaramamak, gerçek cehaletin doruk noktasıdır.

O’nun cehaletiyle ilgili bir yazı yazmaya, kendisiyle ilgili olarak okuduğum / izlediğim üç haberden sonra karar vermiştim :

1) B..’la ilgili ahlaksız ve etik dışı konuşması. (Ayrıntısına girmek bile iğrenç geliyor bana!).

2) Yeni kitabını tanıttığı video : Kitabın başlığı, onun nasıl bir çakma / pseudo entel (“entellektüel” değil!) olduğunu açıkça gösteriyor: “Senin cehaletin benim hayatımı etkiliyor”.

Mesnevi‘sinin neredeyse her sayfasında Türk köylüsünü aşağılayan Mevlana‘sından; “Bidon kafalı”, “Göbeğini kaşıyan adam!”, “Koyun gibisin!” söylemcilerine dek, tüm çakma / etik yoksunu entellerin temel ukalalığıdır bu :

“Ah şu baldırı çıplak, cahil halk olmasa, ne güzel gelişecektik ve ilerleyecektik, Azizim!”

3. Kendini “Atatürkçü” olarak pazarlayıp dururken, medyadan, 1982’de yazdığı tezi Osmanlı Hanedanı’na ithaf ettiğini öğrenmiş olmam! (Rahmetli Necmeddin Erbakan ne derdi böyle bir durumda? “Sizi gidiler, sizi!” Ben de O’na bir ekleme yapayım: “Sizi gidi sahte enteller, sizi!”

“Kerameti kendinden menkul” bir pseydo entelin (AS: “pseudo” Latince “yalancı – sahte” demektir), doğanın delik deşik edilerek büyük bölümü uluslararası/ sömürgen şirketlere akan PARA(nın) aranmasını onaylaması şaşırttı mı beni? Tabii (Doğal) ki hayır!

KÖR NOKTA KÖŞESİ

Celal Şengör ve benzerlerinin cehaletlerinin en açık göstergesi, Marx‘ı (özellikle O’nun ideoloji eleştirisini) zerrece anla(ya)madan O’nu küçümsemeleridir. Bu, “cahil cesareti” ve “cahil ukalalığı“ndan başka bir şey değildir.

# YAZARIN DİĞER YAZILARI

Emperyalizmin yöntemleri

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
18 Aralık 2023, Cumhuriyet

 

Emperyalizm ülkeleri altı yöntemle ele geçirir.

Birinci yöntem, serbest piyasa ekonomisi ve özelleştirme üzerinden gerçekleşir. Emperyalizm bu yöntemle kamu ekonomisini çökertir ve ekonomiyi halkın elinden alıp, özel sektördeki yerli ve yabancı büyük sermaye odaklarına aktarır. Dünyanın çoğu ülkesinde, emperyalizmin uyguladığı en yaygın yöntem budur.

İkinci yöntem, eğitim sisteminin çökertilmesi ve halkın cahil bırakılmasıdır. Bir yandan nitelikli eğitimi paralı hale getirmek, kamu kurumlarındaki eğitim kalitesini (niteliğini) çökertmek, geniş halk kitlelerini nitelikli eğitimden mahrum (yoksun) bırakmak, bir yandan da kamusal eğitimin dinselleşmesini sağlamak ve bilimsel-laik eğitim sistemine darbe vurmak, bunun yolu olarak uygulanmaktadır.

Üçüncü yöntem daha sert bir yöntemdir. Emperyalizm bu yöntemi genellikle gözden çıkardığı ve yok etmek istediği ülkeler için kullanır. Bu yöntem, ülkeleri din, mezhep ve etnik kimlik üzerinden bölerek ve parçalayarak iç savaşa sürüklemektir. Afganistan, Irak, Suriye, Libya gibi ülkelerde gerçekleşen budur.

Dördüncü yöntem, başka ülkelerde kendisinin çıkarına hareket edecek askeri darbeleri gerçekleştirmektir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Latin Amerika ülkelerindeki darbeler buna dair örneklerdir. Türkiye’deki 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbesi ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimi de bunların arasında yer alır.

Beşinci yöntem, ülkeleri doğrudan askeri güçle işgal etmektir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sırasında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Vietnam’da ve son olarak Irak’ta uygulanan yöntem budur. Bu yöntem oldukça yüksek bir maliyete neden olduğundan, genellikle tercih edilen bir yöntem olmaktan çıkmıştır.

Altıncı yöntem, ülkeleri sömürge haline getirmek, bu ülkeleri doğrudan yönetmektir. Bu yöntem, 20. yüzyıla kadar Britanya, Fransa, İspanya gibi ülkeler tarafından tüm kıtalarda uygulanmıştır. Hem kendi halkından gelen tepkiler, hem de sömürge ülkelerindeki ayaklanmalar sonucunda, bu yönteme büyük ölçüde son verilmiştir.
***
20. yüzyılın ilk yarısında Britanya, Fransa, Almanya, Japonya gibi ülkeler emperyalist ülkelerin başını çekiyordu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu rolü Amerika Birleşik Devletleri üstlendi. Britanya, Fransa, Almanya, İsrail gibi ülkeler, ABD’nin öncülük ettiği bu düzenin tamamlayıcı unsurları (ögeleri) oldular.

Bugün dünyada, kendi ülkesinin dışında açık ara farkla en çok askeri üs bulunduran ülke ABD’dir. Rusya ve Çin değildir.

Bugün dünyadaki ekonomik düzende en büyük egemenliği kuran ülkeler de ABD, Britanya, Fransa, Almanya gibi ülkelerdir. Çin de bu ülkelerden biridir.

Türkiye bugüne kadar (dek) sömürge olmamıştır, işgal de edilmemiştir; ancak bunların dışındaki tüm emperyalist uygulamalara maruz (sunuk) kalmıştır.
***
Bugün Türkiye’de, ağırlıklı olarak din, mezhep ve etnik kimlik üzerinden siyaset yapan partilerin toplam oyu yaklaşık olarak % 60’tır.

  • AKP, YRP, SP, DEVA, GP, HÜDA PAR din ve mezhep üzerinden;
  • MHP ve HDP/DEM de etnik kimlik üzerinden siyaset yapmaktadır.

Bu Türkiye için son derece tehlikeli bir durumdur ve bir ulusal güvenlik sorunudur.

CHP gibi merkez sol ve İYİ Parti gibi merkez sağ partilerin içinde, din, mezhep ve etnik kimlik üzerinden yapılan siyasete taviz (ödün) verilmesi, başlı başına ayrı bir sorundur.

Türkiye’nin kurucu partisi olan CHP’nin genel başkanı Özgür Özel’in, Şeyh Sait’in şeriatçı ve bölücü bir vatan haini olduğunu söylemek yerine, bu konunun siyasetin değil, tarihçilerin konusu olduğunu söylemesi, emperyalizm gerçeği ortadayken, sorumsuzluktan başka bir şey değildir!


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Alevi kıyımı ve değişmeyen yazgı 

Ali Ekber Ataş - VikipediALİ EKBER ATAŞ
Şair

16 Aralık 2023, Cumhuriyet

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Yazgının iki adından biriydi, 45 yıl önce gerçekleştirilen Kahramanmaraş katliamı. Diğeri, Sivas katliamı. Her iki katliam, evrensel hukukun “İnsanlığa karşı işlenen suçlar, zaman aşımına uğra(tıla)maz” kapsamındadır. Oysa bu suçun zaman aşımı olamaz, bunun altını çizelim. Maraş’ta 120 Alevi katledildi. Bunların içinde biri vardı ki 8 aylık hamile bir gelin.

17 kadın öldürüldü.

Adları unutuldu çoktan. Anımsatayım:

  • Güllü Ergönül, Fatma Bar, Zeynep Aydoğan, Döndü Ünver, Zühre Ünver, Kezban Usta, Hatice Yılmaz, Gülsün Un, Hatice Güngör, Gülsüm Akırmak, Zeynep Nergiz, Sebahat İşbilir, Elif Balta, Esma Suna, Fidan Suna, Fatma Bilmez ve Cennet Çimen…

ÖLDÜRÜLEN MASUMLAR

Gözlerinin önünde ailesi katledilen biri şöyle haykırıyor: “Hamileyim, bari beni öldürmeyin!..”

Genç bir gelinin çığlığıydı bu. Dünyanın, herhangi bir yerinde değil, Maraş’tan yükseliyor. Bu çığlığın yükseldiği ev, faşistlerce taranıyor. Yetmez! Evin içine benzinli paçavralar ve patlayıcılar atılıyor. Yetmiyor!.. Kapılar, pencereler parçalanıyor. Gözlerini kırpmadan içerideki beş kişiyi kurşuna diziyorlar. Satırla, sopayla yaralayıp öldü diye bıraktıkları kadın hamile.

“Kocamı, kardeşlerimi öldürdünüz, bari beni öldürmeyin, hamileyim…” diye çığlık çığlığa… Sekiz aylık bebeğini kurtarmak için can havliyle dışarı fırlıyor. Kaçıp kurtulmaya çalışan kadını sırtından vuruyorlar. Öldü diye bırakıp kaçıyorlar. Komşusu, genç gelini sırtlayarak hastaneye yetiştiriyor. Ne yazık ki aldığı kurşun yaraları çok ağırdır. Kurtarılacak durumda olmadığını gören doktorlar, “Bari bebeği kurtaralım” diyerek sezaryenle bebeği alıyor. Ama annenin karnına aldığı darbeler nedeniyle bebek de ölü.

Sezaryen sonrasında, bebeğin, anne karnından çıkarıldığı anın fotoğrafı, gazetelerde sayfa sayfa yayımlandı. Bu fotoğraf, katliamın simgesi oldu. Sonrasında cansız, küçük bedeni Ege’nin bizden taraf kıyılarına vuran “Aylan” bebek için herkes gözyaşı döktü.

Soruyorum: Bu vahşet hangi ülkede, hangi iç savaşta yaşanmıştır? Doğmamış bir çocuğu katleden bu katilleri kim ya da kimler besledi? 45 yıl önce işlenen bu insanlık suçunu hatırlayanınız var mı?

Annelerinin yaşadıklarını ve Alevilere yüz yıllardır aynı akıbeti, sistematik olarak yaşattıklarını. Ve unutmayın. Burası Türkiye ve katliamın gerçekleştirildiği yer Kahramanmaraş.

Yıl 1978. Aylardan 16-29 Aralık…
=======================================
Dostlar,

Maraş kırımı (katliamı) insanlık tarihinin en acılarından biridir.
En utanılası toplu cinayetlerinden önlerde gelenidir.
“Müslüman” olduklarını savlayanlar Hanefiler, İslamiyeti daha farklı yorumlayan Alevi Müslümanları kadın – çocuk – gebe – yaşlı.. ayırdetmeden gaddarca katlettiler.

O dönemde Maraş’ta genel cerrahi uzmanı olarak görev yapan saygın meslektaşım
Op. Dr. Alaittin Gültekin Yazıcıoğlu, sözlerle aktarımı olanaksız vahşeti yine de yazıya döktü.

Kitabının adı : ÇIPLAK ve ÖLÜYDÜLER…

Çıplak ve Ölüydüler Kitabı ve Fiyatı - Hepsiburada

İkinci Adım Yayınları, 1. baskı, 2018. 13,5 x 19 cm boyutlarında 110 sayfa. Bize imzalanarak yollandığı tarih 03 Ocak 2023..

Edinilmesini ve okunmasını, paylaşılmasını dileriz. Yüreklerdeki yangın nasıl sönecek? Kin – intikam – düşmanlığa dönüştürülmeden nasıl yönetilecek? Gidenler geri gelir mi? Beş yüzü aşkın masum insan.

Aralık 1978 – Aralık 2023.. Yarım yüzyıla yakın bir süre. O sıralar Hacettepe Tıp Fakültesinde Toplum Hekimliği uzmanlık eğitiminde idik. Yüreğimiz dağlanmıştı. İlk pansuman, iç savaş çıkarmaya dönük kanlı kontrgerilla oyununun deşifre edilmesidir. 45 yıldır hiçbir hükümet buna cesaret edemedi. Dolayısıyla arkası geldi.. Aydın cinayetleri başladı. Sonra Sivas’ta Madımak Otelde 35 insan yakıldı! Birkaç gün sonra Başbağlar’da 33 asker şehit edildi. Roboski kırımı yaşandı, Ankara Garı faciasında 103 insanımız katledildi…

  • Bir devletin en başta gelen görevi, yurttaşlarının CAN GÜVENLİĞİNİ sağlamaktır.

Bu kritik noktada eleştiri dozu biraz yükseltildiğinde rejim harekete geçmekte ve Devletin manevi kişiliğini tahkirden başlayarak TCK’nın, TMK’nın ağır ceza öngören hükümleri çalıştırılmaktadır. Ne var ki ülkede kırımlar dur(durulama)mamaktadır.

  • Ardışık öldürüler (cinayetler, suikastler) iç barışı ve kaynaşmayı daha da güçleştirmektedir. Ardışık ve kurgulu cinayetlerle toplum felç edilmektedir. 

Ara çözümlemede istendik tablo da budur zaten. Ve vakti – saati geldiğinde de ülke genelinde iç çatışma – savaş çıkarmak ve müdahale ederek bölmektir.

Yazdıklarımız abartı değildir. 1. Dünya Paylaşım Savaşı, bir prensin kurgulu siyasal cinayetle öldürülmesine ikincildir. Pek çok ülkede iç savaş benzer yöntemlerle tetiklenmiştir. Aşağıda somut bir örneği daha paylaşalım :

Unutmayacağız, Barışmayacağız, Affetmeyeceğiz-Ayhan Sarıhan Kitabı

Dolayısıyla Türkiye’de meşru bir demokratik Halk Devrimi ile namuslu ve yürekli iktidarlar işbaşına getirilmeden ne bu kahpe bireysel – toplu kırımlar aydınlatılabilir ne de sonu getirilebilir.. Yüreğimiz yangın yeridir..
Sevgi ve saygı ile. 17 Aralık 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Uzmanı Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     X : @profsaltik    

Prof. Sami Selçuk : Bir karar, düşündürdükleri ve sonrası

Prof. Dr. Sami SELÇUK
Eski Yargıtay Birinci Başkanı

16/12/2023, gorusler@karar.com
Bir karar, düşündürdükleri ve sonrası

Eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin kararına işaret ederek değerlendirmelerde bulunuyor.

Yayımlanacak kitaplarımı, özellikle de “Hukuk Dogmatiğine ve / ya Bilimine, Doğru Yargılamaya Dönelim, Yitik Hukukun Göçüğü Altında Ezilmenin Öyküsü” adlı kitabımın 3. baskısını hazırladığım sırada Yargıtay 3. Ceza Dairesinin verdiği bilinen son kararı (8.11.2023, 2023/12611 değişik iş), beni çok üzmüş, üzmekle de kalmamış, çok düşündürmüş, “boşuna yazıyorum, çünkü boşluğa yazıyorum” duygusuna kapılmama yol açmış, kısaca beni büyük bir düş kırıklığını uğratmış, çok sarsmıştır.

Zira bu karar, yanlış bile olsa, aslında sadece eleştirel nitelikte bir inceleme yazısı olarak basında ya da bir dergide yayımlanması gereken bir görüşü, Dairenin son yargısına, hükmüne dönüştürmüştür. Daire, hukuktan çok kendi olanaklarını, yetkilerini kaptırmama izlenimi veren yaklaşımıyla, her şeyden önce, her insanın kolayca anlayabileceği bir dille apaçık yazılmış anayasal boyuttaki bir hukuk düzgüsünü (norm), buyruğunu, bırakınız hukuksal aklı, düz aklın bile şaşıracağı boyut ve ölçüde çiğnemiştir. Gerçekten o anayasal buyruk okunduğu zaman görülmektedir ki; Anayasa, önce bütün devlet organlarını tek tek saymakta, daha sonra da “bağlayabilir” değil, “yargılama organlarını, …bağlar” diyerek, yani kesin buyruk kipiyle sona ermektedir (Anayasa, m. 153/son). Özetle küresel hukukun diliyle bu kural, bir “bağlayıcı kural”dır (jus cogens). Geliniz, tam bu noktada bir ayraç açarak ilkin hukuk biliminin dediklerine başvuralım.

Bilindiği üzere din, ahlak, gelenek ve hukuk olmak üzere dört düzgüler (norm) alanında her düzgü, salt insan davranışlarıyla ilgilidir ve olması gereken (Sollen) üç durumdan birini öngörür:

  1. Davranışa izin ya da yetki vermek,
  2. Davranışı yasaklamak
  3. Ya da onun yapılmasını, gereğinin yerine getirilmesini buyurmak.

Bu yüzden hukuk düzgüleri, genelde “düzgüsel”dir; yerleşik kavram ve terimle “normatif”tir (Kelsen, Hans [Olivier Beaud / Fabrice Malrani], Théorie générale des normes, Paris 1996, s. 37 vd.; Gözler, Kemal, Hukuka Giriş, Bursa, 2018, s. 25, 26). Bunun dışında kalan düzgüler, özellikle hukuk düzgüleri, sözgelimi, Anayasa’da “ulusal dayanışma” ve benzerlerinden söz eden önermeler, Ceza Yargılama Yasası’nda süresi içinde istinaf yoluna başvurulması konusunu öngören düzgü (m. 276/1), süre konusu istinaf mahkemesinde de inceleneceği (m. 279/2) için, düzenleyici ve yorumda, denetimde düşünceyi berraklaştırmada yararlı olan birer düzgüdür.

İnceleme konusu olayda ise buyurucu nitelikte Anayasa Mahkemesinin kararına uymamayı yasaklayan apaçık bir hüküm söz konusudur.

  • Görüldüğü üzere laik bir devlet düzeninde olması gerekeni (sollen) anlatan hukuk kuralı (norme juridique, norma giuridica) Tanrı’nın değil, insan istencinin (irade) ürünüdür.

Böyle bir istenç yoksa, kural, yani bir anlam içeren istençli işlem de yok demektir. Dolayısıyla her hukuksal kural, gerektiğinde yaptırımlarla toplum içinde özneler arası ilişkileri ve adaleti sağlayarak toplumu ve insanları çatışmalardan korur. Bu durumuyla bir anlam içeren her hukuk kuralı, düzgüsü, sözgelimi, trafikte, insana yeşil ışıkta geçme iznini (permission, permesso), kırmızı ışıkta durma buyruğunu (ordre, ordine), sarı ışıkta yetkiyi kullanmaya (habilitation, abilitazione) hazır ol demeyi öngörmektedir. İnceleme konusu olayda ise, ne yazık ki, Anayasa’nın kırmızı ışıkta durma buyruğu çiğnenmiştir. Özel Dairenin buyruk, daha yaygın deyişle “emir” kipiyle yazılan böylesine açık ve seçik bir hükmü karşısında, “açık ve seçik hükümler yorumlanmaz” diyen yorum kuralını bile yıkma pahasına, hukuk ve dilbilim dışı bir hüküm kurması, bilimsel olarak başka nasıl açıklanabilir ki!? Bu denli bir çarpık yaklaşım ve anlamlandırmaya buyruk kipinin anlamını üçüncü sınıflarda öğrenen ilkokul çocukları bile şaşmazlar mı!? Böyle bir açıklama ve karar, buyruk kipinin yanlış algılanmasının dillere destan ve yanlış bir örneği olmaz mı!? Elbette olur ve o çocuklar da buna şaşırıp gülerler.

Hem de kahkahalarla!

Bu kararı imzalayan ve hukukta son sözü söyleme yetkisini kullanan yargıçlara gelince; onlar, böylesine dil bilimi (grammaire) ve hukuk bilimi dışında bir kararı verirken, neden nesnel davranma, yani kendi inanç, düşünce, duygu ve de öfkelerinden sıyrılma ilkesine ters düşüleceği izlenimini yaratırcasına, kaba saba yanlışlarla yüklü bir kararı imzaladıklarını, Mecelle’nin deyişiyle “hakîm (bilge), fehîm (anlayışlı), müstakîm (sağlam) ve emîn (doğru ve güvenilir, saygın), metîn (dirençli), mekîn (ölçülü ve sakınımlı)” (m. 1792) yargıçlar izlenimi yaratacak yerde; hüküm kurarken bu türden etik ilkeleri dışladıkları görüntüsünü yaratmışlar, erinç (huzur) içinde yaşayacakları emeklilik döneminde böyle bir karar yüzünden çok pişman olacaklarını niçin hiç düşünmemişlerdir?!

Dahası böyle bir kararın, hukukun izin vermediği bir “değerlendirme yetkisi(pouvoir d’appréciation libre, potere di libero apprezzamento) kullanılarak, dolayısıyla “yetki aşımı(excès de povoir, eccesso di potere) sakatlığının yaptırımı olan “kesin hiçlik”le (mutlak butlan, nullité absolue, nullità absolutà) sakat ve geçersiz, hem hukuku yıkan, hem de hukukun pek çok dalında son sözü söyleyenlerin bir kararı olacağı, var oluşu hukuksal sakatlıkları denetleyip belirlemek olan Yargıtayımızın seçkin hukukçularınca neden gözetilmemiştir!?

  • Unutulmamalıdır ki; yargıçların görevi, Anayasa ve yazılı hukuk içinde yasa yapıcısının kotardığı yasaların hükümlerini kararlarında, bu yasaları ve hükümlerini hiçbir değerlendirme yapmaksızın, sadece doğru, hukuka uygun biçimde uygulamaktan ibarettir.

Asla onları eleştirmek değildir. Eleştirmek isterlerse bunu bir inceleme yazısında elbette yapabilirler. Ama bir mahkeme kararında açıklayarak “yetki aşımı”yla (accès de pouvoir, accesso di potere, acceso de poder) sakat bir kararı hiçbir zaman veremezler. Hukuka ve hukukun üstünlüğüne dayanan bir devlette hiçbir hukuk dizgesi (sistem) buna asla izin veremez. Nitekim hukukta da bugüne değin hiçbir dönemde buna izin verilmemiştir. Nitekim Fransız Yargıtayı, 17.5.1907 ve 30.4.1908 tarihlerinde bu yöndeki kararları sadece bozmakla kalmamış, ağır biçimde eleştirmiştir (Mimin, Pierre, Le style des jugements, Paris, 1978, n. 106).

Buna karşılık benim ülkemde AYM’nin kararlarına uymakla yükümlü olan yalnızca ilk mahkemenin yargıçları değil, bu türden kararları hukuksal açıdan denetleyerek bozmakla yükümlü olan Yargıtayın bir dairesinin başkan ve üyeleri, bizzat bu kuralı bilinçli olarak tasarlayarak çiğnemişlerdir.

İlk mahkeme, yani ağır ceza mahkemesi başkan ve üyeleri ise, AYM’nin kararı kendilerine ulaştığı anda, dosyada incelenecek ve değerlendirilecek bir durum bulunmadığı halde, hukukun dışına çıkarak, “dosyanın Yargıtayda bulunduğu gerekçesi”yle, daha doğrusu yersiz ve anlamsız bir bahaneyle kendilerine düşen görevlerini Yargıtay özel dairesine aktarmış; Yargıtay 3. Ceza Dairesi ve Başkan ve üyeleri ise, yine hukuk dışı bir gerekçe olmanın da ötesinde, sokaktaki insanı bile güldürecek bir başka bahaneyle, hukuka aykırı olarak “kişiyi özgürlükten yoksun kılma” eyleminin sürdürülmesi pahasına, bu yanlış karara destek olmuşlardır (Türk Ceza Yasası, m. 109/1).

Neresinden bakarsanız bakınız, hukuka aykırılığı çarpıcı biçimde ortaya çıktığı halde, böylesine sakat bir kararın bir başka üzücü ve şaşırtıcı yönü ise, eleştiri ve suç konusu bu kararın Yargıtay 3. Ceza Dairesinin başkan ve üyelerince oybirliğiyle alınması ve bununla da kalınmayıp, hukuk fakültesi çıkışlı kimilerinin hiçbir bilimsel araştırma yapmaksızın, dahası utanç duymaksızın, bu kararı alkışlamaları, dolayısıyla hukukta besbellilik ve de öngörülebilirlik ilkelerini tasarlayarak ve apaçık çiğnemeleridir.

Bütün bu yasal aykırılıkları, bırakınız yetkilileri, sokaktaki insanlar da bilmektedirler. Hukuk içinde yapılan onca uyarılara karşın yetkililer, yapılan eylem, bütün boyutlarıyla Türk Ceza Yasası’nın yukarıdaki maddesinde tanımlanan suçun “yasal tanım” (tipiklik) öğesine uyduğu halde, bu aykırılıkları görmezlikten gelmektedirler. Bu yaşanan hukuksuzluklar, elbette ülkemizin hukuk alanındaki üzücü resmini ortaya koymuştur, koymaktadır da. Bu koşullar altında eldeki biricik çare, hiç kuşkusuz, konuşmak ya da kaleme sarılmaktır. Benim şu anda hukuk adına gözyaşlarımı içime akıtarak yaptığım da aslında bunlardır.

Görülüyor ki, Türk yargıçları ve savcıları, kısaca hukukçuları, şu anda bir yol ayrımındadırlar. Ya kimya biliminde “bilimsel çalışmalarıyla Fransa’ya şeref” katan günahsız Avukat Antoine-Laurent de Lavoisier’nin (1743-1794) giyotinde son soluğunu verirken bile, canını değil, bilimi düşünerek laboratuvar arkadaşı dönemin ünlü matematikçisi Joseph-Louis Lagrange’a (1736-1813), “Dikkat et! Başım kesildikten hemen sonra eğer gülümsersem, insan bir süre daha yaşıyor demektir.” diyerek ve bilim uğruna kendisini bile deney aracı kılarak insanlık için son bir denemesinin kayıtlara geçirilmesini önerdiğini hiç unutmayacaklar; ya da Türk yargıçları ve savcıları, kısaca hukukçuları, şimdilerde ya Lavoisier’den, yani kim ne derse, daha doğrusu ne saçmalarsa saçmalasın ya hukukun, bilimin dediğinden yana olacaklar ya da Lavoisier’yi kurtarmak isteyenlere bilinçsiz yargıç Jean-Baptiste Coffinhal’in bilinçsizlikler tarihine geçen bağışlanamaz nitelikteki şu sözlerini yineleyeceklerdir:

  • “Cumhuriyet’in bilginlere ve kimyacılara gereksinmesi yoktur!
    Adaletin yürüyüşü ertelenemez.”

Sanki adalet, hukukun dedikleri gibi yürüyormuş, asla çarpık yürümüyormuş gibi. Evet, ne demişti, Nâzım Hikmet?

Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, 
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan…,
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ

Yine bir başka şiirinde de Nâzım, polisin ve eşinin kendisini aradıklarını görünce Gülhane Parkı’nda bir ağaca tırmanmış ve eşi dâhil, arayanların kendisini göremediklerin görünce de;

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında

demişti.

Bütün bu yaşananlar ve hukukumuzun başına gelenler, bana Nâzım Hikmet’in bu mısralarını anımsattı. Hâlâ da anımsatmayı sürdürüyor. 21. yüzyılda böyle bir duruma düştüğüm ve bu satırları yazmak zorunda kaldığım için gerçekten üzülmenin de ötesinde utanç duymakta ve kahrolmaktayım!

Uygarlığın, Hegel’in ünlü tanımıyla “kötü sonsuz” (schlechte Unendlichkeit, mauvais infini, cattivo infinito, mal infinito) olacağına; bilim ve de uygarlığın ise, küreselleşmenin (globalisation) yaşandığı bir dünyada, hukukta bile böylesine kötü sonsuzlar yaşatacağına inanılacak, kötü gerekçeler arayanlara her toplumda, sık sık katlanılacak mıydı!?

Can Yücel, bir ara şöyle demişti:

Uslu ayaklarla başlamış yolculuk
Yürünmez öyle, bazen durulur,
Ve iner erenler katına yorgunluk;
Kapanır sükûn üzre kitaplar

Evet, kısaca ben, yine O’nun dediği gibi, aslında

Kendime kırgınım!..
Maziye hiç değil,
ama âna kırgınım

Peki, benim yaşıma gelmiş bir hukukçu, bu yaşananlar karşısında ne demeliydi acaba!?… Doğrusu artık bunu ben de bilemiyorum. Bilemiyorum, ama aklıma Oscar Wilde’ın şu sözleri geliyor:

  • “Despotik bir toplumda yaşıyor ve çeşit çeşit despotlarla karşılaşıyoruz. (Aslında) üç çeşit despot vardır. Bedene zulmeden despot. Ruha zulmeden despot. Bir de hem ruha hem de bedene zulmeden despot. Birincisine hükümdar diyorlar. İkincisine Papa diyorlar. Üçüncüsüne de halk.”

Acaba o halkın yerine o halk adına geçenler var mı? Varsa şimdilerde kimler geçti? Hayır. Hiç kimse geçmedi. Çok şükür, ülkemizde “Yargılama erki” bağımsızdır. Hem de anayasal boyutta. Hiç kimse incelenen yanlış, yalnız ve tekil bir karara bakarak genel, kesin ve çoğul yargılarda bulunmaya kalkışmasın. Yargılama erkine güvenmeyi sürdürsün, insanlarımız. Benim dileğim de bu.

Yine insanlarımız şunları da unutmasınlar :

  • “Yargılama (erki), Devlet politikasının efendisi değil, hizmetçisidir.”

diyen bir Dr. P. Joseph Goebbels (1897-1945); “Düzgü biçici eyleyen türü” (normatif fail tipi, type d’auteur normatif, tipo di autore normativo) suç hukukunu savunan bir Prof. Dr. Mezger ülkemizde hiç olmadı. Elbette bugün de yok. İnanınız, yarın da olmayacak.

Ancak sadece bir çaresizlik var. Bu çaresizlik,

Bakakalırım giden geminin ardından;
Atamam kendimi denize, dünya güzel;
Serde erkeklik var, ağlayamam

diyen Orhan Veli çaresizliğidir.

Ve yanıtını da düşünen, düşünmek zorunda olan sizlere, okurlara bırakıyorum.