Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Can Atalay hakkında ikinci kez ihlal kararı vermesi ve İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin dosyayı yeniden Yargıtay’a göndermesiyle yaşanan kriz, bir hukuk krizi değil, rejim krizidir.
AYM’nin kararları tartışmaya açık değildir; tüm kurum ve kişileri, mahkemeleri bağlar. Bu durum anayasada açıkça belirtilmiş olmasına karşın, bir alt mahkemenin yetkilerini aşarak bu bunalımı yaratmış olması, hukuktaki farklı bir yorumdan değil, iktidarın hukuk devletine karşı tutumundan kaynaklanıyor.
Sorun Can Atalay ile ilgili olmaktan çıkmış, anayasaya karşı bir kalkışmaya, yargı eliyle yapılan bir sivil darbeye dönüşmüştür.
27 Aralık 2023, tarihe Türkiye Cumhuriyeti’nde hukukun üstünlüğünün değil, Saray’ın üstünlüğünün kabul edildiği tarih olarak geçecektir. Çok net olarak görülmüştür ki, her dönem kendi Zekeriya Öz’lerini yaratıyor!
Bu vahim durumun bedelini Can Atalay, hapiste rehin tutularak öderken, halkın oylarıyla milletvekili seçilmiş olduğundan iradesi gasp edilen halk da ödemektedir.
Ancak ödenecek bedeller bununla sınırlı kalmayacaktır.
***
Anayasa, bir halkın bir arada yaşaması, bir ülkenin varlığını sürdürebilmesi için en temel metin, bir toplum sözleşmesi olduğundan şu sorular sorulmak zorundadır:
Anayasayı bir iktidar tanımıyor ve çiğniyorsa vatandaş nasıl tanıyacak?
Anayasa tanınmıyorsa birkaç ay sonraki seçimler nasıl yapılacak?
Anayasa tanınmıyorsa o anayasanın değişmez maddeleri nasıl savunulacak?
Anayasa tanınmıyorsa bir devletin yapılandırılması anayasaya dayandığına göre, o yapının işleyişi nasıl sürdürülecek?
Anayasa tanınmıyorsa yasama organı yani TBMM neye göre yasa yapacak?
Bu durumda TBMM’nin varlığı bir anlam taşımıyorsa, HSK, 13. Ağır Ceza Mahkemesi üyelerini görevi kötüye kullanma koşulları oluştuğu için görevden almıyorsa muhalefete düşen, sine-i millete dönmektir.
Bunu yapacak muhalefet var mıdır? Çağlayan Adliyesi’nde oturma eylemi yapan Türkiye İşçi Partisi’nin yanında muhalefet liderleri yer almadığına göre yoktur. Ayrıca bugüne gelinmesinde büyük rolü bulunan muhalefetin şimdi gerekeni yapacağını düşünmek de fazla iyi niyet olabilir.
YSK, 2017’de yasaya aykırı olarak, anayasa değişikliği halkoylamasında üzerinde sandık kurulu mührü bulunmayan oy pusulası ve zarflarının geçerli sayılacağına ilişkin karar aldığında, YSK’nin kapısına avukatlarla gitmeyen…
Erdoğan üçüncü kez cumhurbaşkanlığına aday olduğunda, “O’na mağduriyet kazandırmayacağız, sandıkta yeneceğiz” diyerek anayasayı çiğnemesine geçit veren muhalefet, ülkeyi karanlığa götüren yolu döşeyen baş aktörlerden biridir.
***
İktidarın yerel seçim sürecindeki siyaseti bellidir: Hem muhalefeti genel seçimde yaptığı gibi terör ile ilişkili göstererek hem de AYM üzerindeki tartışmaları kullanarak kutuplaştırma siyasetini derinleştirecek. Bu krizden faydalanarak da yeni anayasa yapılmasının zorunlu olduğu düşüncesini topluma kabul ettirecek.
Mahkemeler arasındaki tartışmaları bu konularla ilgili olmayan ve yaşam mücadelesi veren vatandaşlar ne anlayacak ne de önemseyecek. Ve iktidar, Gezi Direnişi’ni yeniden masaya sürüp “Bunlar terör destekçisi!” diyerek oy toplayacak. Böylece ne asgari ücret denilen sefalet ücreti konuşulacak ne de Mülksüzleştirme Yasası!
Muhalefet, AYM’nin önemini vatandaşa ancak somut örnekler vererek anlatabilir. Örneğin bu yasanın iptali için başvurulacak kurumun AYM olduğunu ama onun yetkilerinin tırpanlanmak istendiğini, o devreden çıkarıldığında hukuksuzluk karşısında bireysel başvuru hakkının da kalmayacağını söyleyebilir.
Ama işin trajik yanı şu ki; Mülksüzleştirme Yasası’na karşı AYM’ye başvurma süresi 9 Ocak’ta sona ereceği halde, ana muhalefet bu konuyu gündeme getirmiyor!
Halkın iradesi gasp edilip anayasa askıya alınıyorsa, muhalefet de gereken tepkiyi göstermeyip yalnızca tweet atıp grup toplantılarında konuşmakla sınırlı kalıyorsa, vatandaşların zorbalığa direnme hakkı meşrudur.
*****
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları