Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

AKLINIZDA BULUNSUN…

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Hukuksuzluğun ilacı hukuktur.
Adaletsizliğin ilacı adalettir.
Ahlaksızlığın ilacı ahlaktır.
Edepsizliğin ilacı edeptir.
Düşmanlığın ilacı dostluktur.
Savaşın ilacı barıştır.
Saygısızlığın ilacı saygıdır.
Kin ve nefretin ilacı sevgidir.
Kötümserliğin ilacı iyimserliktir.
Kaygı ve korkunun ilacı esenliktir.
Şiddetin ilacı ikna etmektir.
Yolsuzluğun ilacı dürüstlüktür.
Beceriksizliğin ilacı liyakattir.
Cehaletin ilacı akılcı eğitimdir.
Kıskançlığın ilacı özgüvendir.
Bağımlılıktan kurtulmanın ilacı özgürleşmedir.
Dinsel bağnazlığın ilacı laikliktir.
Diktatörlüğün ilacı demokrasidir.
Kötülüğün ilacı iyiliktir.
Namertliğin ilacı mertliktir.
Bencilliğin ilacı cömertliktir.
Güvensizliğin ilacı güvendir.
Savurganlığın ilacı tutumluluktur.
Keyfiliğin ilacı anayasadır.
Anarşi ve kaosun ilacı düzendir.
Kibirin ilacı alçakgönüllülüktür.
Dinbazlığın ilacı bilinçli ve içtenlikli dindarlıktır.
Bölücülüğün ilacı birleştiriciliktir.
Irkçılığın ilacı insanların kardeşliğidir.
Önyargının ilacı özeleştiridir.
Hoşgörüsüzlüğün ilacı duygudaşlıktır.
Vicdansızlığın ilacı vicdandır.

Terörle Mücadele mi, Teröristle Mücadele mi?

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

Terörle mücadelede şehit verdiğimiz her olaydan sonra yetkililer artık klişe (basmakalıp) söylemlerini yineliyorlar:

-“Kanları yede kalmadı”
”Biz daha çok terörist öldürdük”
-“Terörle mücadeleye azim ve kararlılıkla devam edilecektir”
-“Son terörist etkisiz hale getirileceğe kadar mücadeleye devam”
-“Arkasındaki güçleri biliyoruz”…….

Bunlar bilinçli kamuoyunda hiçbir anlam ifade etmemektedir. Terörü bitirme amacına hizmet etmeyen, tümüyle iç politikaya yönelik söylemlerdir.

Verilen şehit sayısı ile öldürülen terörist sayısının karşılaştırılması yanlıştır.
Bunun bir ölçütü yoktur. Şehit olan bir Mehmetçiğe karşı kaç terörist öldürülürse öldürülsün,
o şehidin karşılığı olamaz. Savaşın sonucunu ölenler değil, geride kalanlar belirler.

“Son terörist?”

Öldürülen teröristlerin yerine yenileri geliyorsa “son terörist” nasıl belirlenebilir?
Teröristleri öldürmekten daha önemli olan örgüte katılımların önlenmesidir. Bu da ekonomik, sosyal, eğitimsel, ruhbilimsel, önlemleri gerektirir. Katılanların sayısı öldürülenlerin sayısından çok olursa terör bitmez (havuz problemi).

“Azim ve kararlılıkla……” ya gelince;

Bu güne kadar şehit verdiğimiz her olaydan sonra bu ifade de tekrarlanmakta, fakat bir şey değişmemektedir. Artık anlamsız hale gelmiştir “Terörle azim ve kararlılıkla mücadele etmek” zaten bu ifadeyi kullanan yetkilerin asli görevidir.

“arkasındaki güçleri biliyoruz.”

Terör örgütünün arkasında ABD’nin olduğu açıktır.

Bunu bilmek ve söylemek yetmez. Bu ülkeye karşı etkili önlemler alınmalıdır.
Bizim ABD’ye karşı kullanabileceğimiz en önemli gücümüz
coğrafyamızdır.
Türkiye coğrafyası kullanılmaksızın ABD’nin bölgedeki  eylemleri daha uzun zaman alır ve daha çok maliyetli olur. Bu nedenle,

  • İncirlik başta olmak üzere
  • ABD’nin yararlandığı üs ve tesisler ile hava sahamız,
    terörü desteklediği sürece bu ülkeye kapatılmalıdır.

Sonuç

Biz “terörle mücadele” etmiyoruz. Askere havale edilen “Teröristlerle mücadele” ediyoruz.
Bu nedenle 40 yıldır kesin sonuç alamadık. Terörle mücadele, askeri boyutunun yanında ekonomik, sosyal, ruhbilmsel, uluslararası ilişkiler boyutları olan çok boyutlu bir mücadeledir. Bütün bunlar devlet aklı, bilgi ve deneyim birikimi kullanılarak ilgili kurum ve kuruluşlarca saptanacak bir devlet stratejisi içinde, birbiri ile uyumlu ve bütüncül olarak uygulanmalıdır.

40 yıldır sonuç alamadığımız dikkate alınarak, şimdiye dek yapılan hatalar gözden geçirilmeli, mücadelenin tüm boyutlarını içeren bir “terörle mücadele politikası” saptanmalı ve uygulanmalıdır. Bu amaçla güvenlikle ilgili kurum ve kuruluşlar ile bilim insanlarının görüşleri alınmalıdır.

Yoksa daha çok şehit verir, her olaydan sonra aynı söylemleri yinelemeyi sürdürürüz.

Stratejideki hata taktik başarılarla düzeltilemez.

24 Ocak

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
22 Ocak 2024, Cumhuriyet

 

İki gün sonra tarih 24 Ocak olacak. 24 Ocak tarihi üç açıdan önemlidir.

24 Ocak 1980 tarihinde, Süleyman Demirel’in başbakan olduğu dönemde, Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’ın hazırladığı ekonomik önlem planı açıklandı. Bu plan, serbest piyasa ekonomisinin, özelleştirmelerin, ithalatın ve yabancı yatırımların desteklenmesini, kamucu ekonomik girişimlerin ve sübvansiyonların önemli bir ölçüde ortadan kaldırılmasını ve “Kamu İktisadi Teşebbüsleri”nin bütçelerinin kısıtlanmasını öngörüyordu.

ABD tarafından desteklenen ve 12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleşen askeri darbeden sonra, Turgut Özal, ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı ve devlet bakanı oldu ve bu ekonomik politikaların uygulanmasına devam edildi.

Türkiye’de halkın sömürülmesine neden olan ekonomik düzenin temellerinden birisi o dönemde atıldı.
***
13 yıl sonra, 24 Ocak 1993 tarihinde, Cumhuriyet gazetesi yazarı Uğur Mumcu öldürüldü. Türkiye’nin en iyi araştırmacı gazetecilerinden ve köşe yazarlarından birisi olan Uğur Mumcu, kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele veren ve kendisini sosyalist olarak tanımlayan birisiydi.

Ancak Uğur Mumcu, sahte sosyalistler gibi, sosyalizm ile Cumhuriyet devrimleri arasında bir çelişki görmemiş, aksine,

  • Mustafa Kemal Atatürk’ün Aydınlanma devrimlerini ve antiemperyalist mücadelesini, sosyalizmin temellerini oluşturan bir aşama olarak yorumlamıştı.

Uğur Mumcu aynı zamanda, Milliyet gazetesi yazarı Abdi İpekçi’ye ve Papa Jean Paul’e karşı gerçekleştirilen suikastları araştıran en önemli gazetecilerden birisiydi. Uğur Mumcu, papa suikastının arkasında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği gizli servisi KGB’nin olduğuna ilişkin ABD medyası tarafından ortaya atılan iddiaları çürütmüş, suikastı gerçekleştirenlerin yıllarca ABD ve CIA ile nasıl işbirliği yaptıklarını belgeleriyle ortaya koymuştu.

Türkiye’deki “ülkücü” örgütlenmelerin, MHP’nin ve ÜGD’nin, 1970’li yıllarda, Türkiye’deki sol ve sosyalist hareketleri bertaraf etmek için, ABD ve CIA ile yürüttükleri işbirliği konusundaki en önemli araştırmaları yapan gazetecilerden birisi Uğur Mumcu idi.

Uğur Mumcu aynı zamanda, Türkiye’deki köktendinci, şeriatçı, hilafetçi, İslamcı örgütlenmeleri de araştırmış, onların yurt içindeki ve yurt dışındaki bağlantılarını belgelemiş, Türkiye’nin yakın geleceğindeki en büyük tehlikelerden birisinin, laiklik karşıtı hareketler olduğunu yazmıştı, AKP iktidarı döneminde sonradan yaşanacak olanları, o zaman öngörmüştü.

Uğur Mumcu, PKK terörü konusunu da, yurt içindeki ve yurt dışındaki bağlantılarıyla araştırmıştı ve PKK’nin emperyalizmin maşası olduğunu kanıtlamıştı.

Uğur Mumcu son yıllarında, Batman merkezli terör örgütü Hizbullah’ın devletin içindeki bazı odaklarla ilişkilerini ve Hizbullah’ın bu yasa dışı odaklar tarafından PKK’ye karşı nasıl kullanıldığını araştırıyordu.
***
Sekiz yıl sonra, 24 Ocak 2001 tarihinde, Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan, Hizbullah terör örgütü tarafından öldürüldü.

Gaffar Okkan, terör örgütleri arasında ayrım yapmamış, hem PKK terörüne karşı hem de Hizbullah terörüne karşı mücadele vermişti. Hizbullah’ın çökertilmesi ve 17 Ocak 2000 tarihinde Hizbullah’ın lideri Hüseyin Velioğlu’nun ele geçirilmesi operasyonu, büyük ölçüde Gaffar Okkan’ın başarısıydı.

Gaffar Okkan’ın, öldürüldüğü gün izleyeceği güzergâh hakkındaki ayrıntılı bilgilerin, terör örgütü Hizbullah’ın eline nasıl geçtiği, Hizbullah’ın bu eylemine kimlerin destek olduğu ve bu cinayetin arkasında kimlerin olduğu hâlâ ortaya çıkarılamadı.
***
24 Ocak, Türkiye’nin bugünlere nasıl geldiğini anlamamız için, önemli bir tarihtir. 

Uğur Mumcu’nun ve Gaffar Okkan’ın karşı durduğu ne varsa, onları temsil edenler, bugün iktidardadır, devletin kadrolarındadır, Meclis’tedir, “meşrulaşmış” ve olağanlaşmış bir haldedir.

24 Ocak karanlık bir gündür!
==================================

Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

24 Ocak22 Ocak 2024

Sürekli ‘riskler üreten yönetim’

İbrahim Ö. Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 18.01.2024, BİRGÜN

Çevresel otoriterlik ve borçlanma öncüsü Türkiye, RAD değil RÜD oldu.

RİSKTE KAPSAYICILIK

Başlıca risk öbekleri ile başlanabilir.

Hukuk: Siyasal sistem ve rejim değişikliği Anayasa ile başladı ve Anayasa’ya saygısızlık ile sürüyor.

Tarih: Adaletten askeriyeye, eğitimden kamu yönetimine yaklaşık iki yüzyıllık evrim süreci ile hesaplaşma hız kesmiyor.

Ülke: Çevresel, doğal ve kültürel değerlere saldırı, egemenlik riski de yaratıyor. Ülkenin bölünmez bütünlüğü, Akkuyu’dan Akbelen’e, limanlardan gelecek kuşakların iradesine ipotek koymaya uzanıyor.

İktisat: İktisadi istikrarsızlık, dengesizlik ve sefalet, ilk üç risk alanı ile iç içe. Özelleştirme adına sürekli satış ve en değerli kuruluşları Cumhurbaşkanlığı’ndaki Varlık Fonuna geçirme çelişkisi, risk özeti.

Kurumlar: Anayasal kurumlar ya lağvedildi (yürütme-hükümet) ya iki parti başkanı güdümüne konuldu (yasama) ya da siyasal beklenti ve hedefler doğrultusunda araçsallaştırıldı (yargı). Sonuç, genel çürüme.

Toplum: “Dindar ve kindar”, “illet ve zillet” vb. söylemlerle toplum kararlı ve sürekli olarak kutuplaştırıldı; yurttaşlık değersizleştirildi.

Uluslararası ilişkiler: kişisel tutkulara indirgendi ve Türkiye’nin uluslararası toplum önündeki saygınlığı sürekli zedelendi.

‘Bileşik kaplar’ gibi iç içe olan risk öbekleri üzerine birkaç somutlaştırma:

ADALET

Mahkemede adaletsizlik, yargı kararlarını etkisiz kılma iradesi ile toplumun bütün alanlarına yayıldı. AYM kararlarına karşın Ahlat Sarayı inşaatı veya limanlara ilişkin özelleştirme sözleşmelerinin ihalesiz uzatılmasına için yeniden yasal düzenleme, yalnızca sosyal devlet karşıtı değil, gelecek kuşakların iradesini de ipotek altına alan bir egemenlik sorunu.

  • Gezi ve Can Atalay kararları ise, bu egemenlik gaspının sorgulanmasını engelleme amaçlı.

ASKERİYE

Hiyerarşi zedelendi, hastaneler kapatıldı ve okullar dejenere edildi.

Askeri hastaneleri açmama inadı ve ‘şehit kanı yerde kalmayacak’ söylemi arasındaki çelişki sürekli duruma geldi.

20 günde şehit sayısı 20’yi aştı; ama Milli Güvenlik Kurulu yerine, Ankara’da görevli kişiler, ‘güvenlik zirvesi’ adı altında Dolmabahçe Sarayında fiili bir toplantı yaptı.

BÜTÇE

Tasarrufu, A4 kâğıdı üzerinden anlatan Hazine ve Maliye Bakanı, 45 dakikalık toplantı yolluk ve ödeneğinden ne ölçüde haberli?

En çok ihlal edilen (çiğnenen) vergi yükümlülerinin hakları ve denk bütçe sorununa girmiyorum.

Kur korumalı mevduat zenginleşmesi ve emekçi-emeklilerin yoksullaşması arasındaki çelişkinin kaynağı, tek kişinin iradesi: dini politikaya alet ederek (NASS) parası olanları zenginleştirmek ve köşk-saray harcamaları ile tek kişi saltanatını süreklileştirmek.

EĞİTİM

Ortaklarının ihanetini bahane ederek, KHK ile tasfiye ettikleri liyakatli öğretmenler eğitim kadroları dışında tutulurken, ÇEDES’ten cemaat ve tarikatlarla protokole uzanan uygulamalar, genç dimağları uyuşturma amaçlı. AKP-MHP ittifakının liyakat karşıtlığı, kamu yönetimi bütünü için geçerli.

Özetle, Avrupa’da kullanılan RAD, tam tersine Türkiye için RÜD (risk üreten Devlet) olarak da okunabilir. Zira 2017 Anayasa kurgusuyla devlet ve yönetimi özdeşleştirme seferberliği hız kesmiyor.

EN BÜYÜK RİSK NE?

Yanıt: hesap soramamak ve vermemek.

Meclis’e bilgi veren Bakanların siyasal sıfat ve sorumluluğu yok. Meclis’le bağlantıları yalnızca göreve başlarken içtikleri Anayasa andı.

Görev sırasında Anayasa yerine sürekli TALİMAT yollaması yapanların, “af talebi/af kabulü” şeklindeki Anayasa dışı uygulama nedeniyle çekilme hakları bile yok.

Özet             : Bakanlar, TBMM önünde sorumlu değil; CB ise TBMM’yi muhatap alma gereği bile duymuyor.

  • “Hesap verebilir yönetim” olmadığı sürece riskler sarmalından çıkış olanaksız.

O nedenle “demokratik hukuk devleti”  mücadelesi, şu çifte yol ve hedef birlikteliğinde yürütülmeli:

  • Yürürlükteki Anayasa’ya saygı ve
  • siyaseten sorumlu hükümet.

1984 Eruh-Şemdinli Kalkışmasından 2024’e : 40 Yıllık Hesaplaşma, BOP vs…

Ahmet SaltıkAhmet Saltık
Cumhuriyet, 18 Ocak 2024
https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-saltik/1984-eruh-semdinli-kalkismasindan-2024e-40-yillik-hesaplasma-bop-2164297?utm_source=Anasayfa&utm_campaign=Cumhuriyet&utm_medium=Yazarlar

1984 Eruh-Şemdinli kalkışmasından 2024’e :
40 yıllık hesaplaşma, BOP vs…

Maşa PKK ilk saldırısını 15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli’ye yaptı. Bu bir ayrılıçı-bölücü kalkışma bildirimi idi. Aşağıdaki Harita, ABD’nin resmi Silahlı Kuvvetler Dergisi “US Armed Forces Journal”da Haziran 2006’da yayınlandı. Başlığı “BLOOD BORDERS – The Greater Middle-East Project”, “Kan Sınırları – Büyük Ortadoğu Projesi” idi (Alb. Ralph Peters, http://armedforcesjournal.com/blood-borders/). Türkiye’de kısaca BOP diye adlandırıldı. Başbakan Erdoğan TV’lerde onlarca kez Bush ile “BOP eşbaşkanı” olduğunu açıkladı, “.. bu işi yapıyoruz..” dedi. Anlayamamış mıydı acaba aşağılık kurguyu? Ya şimdi?? Yıllar sonra?? Hala mı?? Yoksa??!!

Yazar, “How a better Middle East would look?” sorusuna (!), “sözcü” olarak yanıt arıyordu. 22 ülkenin sınırları + REJİMLERİ değiştirilecekti bu amaçla. Yitirecek ve kazanacak ülkeler de tek tek sayılmıştı, Türkiye “yitirecekler” içindeydi. ABD Dışişleri Bakanı C. Rice, “Orta Doğu’da 22 ülkenin sınırları değişecek, buna Türkiye de dahil” başlıklı makalesini yazdı (7 Ağustos 2003, Washington Post). Sonra İtalya’da NATO toplantısında, gözümüzün içine sokula sokula gösterildi bu harita ve Türk subayları salonu terk ettiler. Kararlılık iletisiydi!

Irak’la başlanacaktı. 57. Hükümetin başı Ecevit karşı çıktı, MHP birden bire koalisyondan çekildi. Ağır 2001 ekonomik bunalımı sürüyordu. 3 Kasım 2002 erken seçimini, öngörüldüğü üzere AKP-RTE kazandı. %34.3 oy ile 363 milletvekili çıkardı, TBMM’de temsili ise %66 oldu. “BOP Eşbaşkanlığı görevi” yürütüldü. Irak işgal edildi ve bölündü, kuzeyinde özerk Kürt devleti kuruldu, Barzanistan! Bir milyonu aşkın Iraklı öldürüldü, güneye sürüldü, ABD askerlerince yüzbinlerce kadının ırzına geçildi! RTE, Wall Street Journal’e verdiği demeçte (31.3.2003)

  • “..Kahraman genç kadın ve erkek Amerikan askerlerinin, olabilecek en az kayıpla evlerine dönmeleri için dua ediyorum..” diyebildi!

Ne de olsa, kendi sözleriyle “.. bu işi yapıyordu”..

Sıra Suriye’de idi. 2011’de Esat şeytanlaştırıldı ve iç savaş çıkarıldı. BOP Eşbaşkanı RTE, vekalet savaşını üstlendi. Esat devrilecek, Suriye’ye de Irak’ta ve hep olduğu üzere demokrasi-insan hakları götürülecekti! Bu ülkenin kuzeyinden Akdeniz’e erişecek kukla Kürt devleti hedefti. Sonra İran, ardından Türkiye.. Büyük Kürdistan ve Ermenistan tamamlanacaktı. Mustafa Kemal Paşa Sevr’i yırtmış, Lozan’ı kabul ettirmişti. Olsun, biraz gecikme ile (yüz yıl kadar!) tarih yine yatağına oturtulacak, post-modern Sevr uygulanacak ve “Ortadoğu daha güzel görünecekti”(!), sözcü Peters’in “Kan sınırları” makalesinde öngörüldüğü üzere.

Siyasal islamcı AKP, Ortadoğu’da emperyalizm adına kanlı vekalet savaşları da dahil tüm istemleri tam bir “sadakatla” yerine getirecek, buna karşın iktidarda kalacak, teokratik monarşik rejim kuracak, Anadolu federe İslam devletine dek uzanan açılıma “evet” diyecekti. Ülkede ekonomik talan ile islami sermaye öne çıkarılacak, soyguna yer yer ortak edilecek ama eğitimsiz bırakılarak çürütülen halk kitleleri oy deposuna dönüştürülecekti. On milyonu aşkın düzensiz-niteliksiz göç dalgası ile laik-çağcıl-Kemalist ulusalcı kuşaklar baskılanacaktı.

  • Cumhuriyetin yüz yıllık görkemli devrimci kazanımlarına savaş açılacak, CIA akıl hocalarının buyruklarıyla Atatürk unutturulacak (!), Türkiye yeniden bir ilkel halife-sultan rejimine döndürülecekti.

Türkiye yüzyılı” böylesi bir hayın emperyal planı kodlamakta gerçekte.

AKP/RTE her bakımdan teslim alınmış durumda.

Trump’ın ve Senato başkanının RTE için söyledikleri bellekte :

  • Aptal olma..
  • Erdoğan’ın hesaplarını incelemenin zamanı geldi..

RTE, en azından bu ürkünç şantajı kavrayacak yetide.
Dolayısıyla “uslu uslu” BOP eşbaşkanlığını sürdürecek, “bu işi yapacak” kendi sözüyle; Patrimonyal sultan iken ölecek.

Ne yapmalı                       ???

Reçete hala net değil mi??
Kurtuluş, öncelik ve ivedilikle emperyalizmin taşeronu siyasal kadroları dışlamakta.
İlk adım 31 Mart yerel seçimleri, ardından erken genel seçim.
Muhalefet ve tüm yurtseverler oyunu tüm çıplaklığıyla böylece ortaya koymalı ve
halkı uyandırmalı; tarihsel bir uzlaşı ile!

Cumhuriyet Gzt makalemiz, Ahmet SALTIK 18.1.24

TBMM’ye sorular

Prof. Dr. Fazıl Sağlam

16 Ocak 2024, Cumhuriyet

 

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), Türk tarihinin en saygın kuruluşudur.

Kuruluşunun 104. yılındaki böyle bir Meclis, kimseden talimat almadan kararını kendisi vermelidir. Başkanı da aynı gereğin yerine getirilmesini sağlamalı; milletvekili Can Atalay’la ilgili olarak bir bardak suda koparılan yapay ve sahte bir fırtınaya boyun eğerek saygınlığı zedelenmemelidir.

Can Atalay olayı son derece basittir. Anayasa Mahkemesi (AYM), 2021 yılındaki Gergerlioğlu kararından bu yana aynı şeyi söylüyor: Yasama dokunulmazlığına 1982 Anayasası’nda getirilen “Seçimden önce soruşturmasına başlanılmış olmak kaydıyla anayasanın 14’üncü maddesindeki durumlar” şeklindeki istisna, yasallık ilkesinin gerektirdiği belirlilik ve öngörülebilirlikten yoksundur. 83. maddedeki bu düzenleme bir istisna kuralıdır. Böyle bir istisna, yargı kararlarıyla belirlenirse, dokunulmazlığın (yani asıl kuralın) öngördüğü güvenceler de karşılanamaz.
Bu nedenle bu güvenceleri gözeterek “14’üncü maddesindeki durumlar” deyişinin hangi suçları içereceğini belirlemek yasama organının görev ve yetki alanı içindedir.

YASAMA, YÜRÜTME ve YARGI

İşte havanda su dövercesine günlerce sürdürülen yapay tartışmanın özü burada yatıyor.
Bu yalın gerçeğin üstü örtülmemeli. Üstelik AYM kararlarının yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamları ile gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağını (anayasa m.153/son) artık herkes biliyor. Bu bağlayıcılığın yer aldığı anayasa kuralının emredici nitelikte olduğunu da ben eklemiş olayım.

‘DANIŞMA MECLİSİ’

TBMM, AYM’nin işaret ettiği düzenlemeyi iki yıl önce etkili hak arama güvenceleriyle birlikte yasallık ilkesini karşılayacak biçimde yerine getirmiş olsaydı, bugün böyle bir konu tartışılmayacaktı. Üstelik “14. maddesindeki durumlar” istisnası, bir hukukçunun kaleminden çıkmış bir ifade de değil. Önceki anayasalarımızın hiçbirinde böyle bir istisnaya yer verilmedi. “Danışma Meclisi” metninde bile böyle bir istisna yer almadı. Belli ki bunu ekleyen 12 Eylül askeri yönetimi.

Şimdi gündemdeki sorular şunlardır              :

TBMM, AYM’nin işaret ettiği “14. maddedeki durumlar” kapsamındaki suçları belirleme görev ve yetkisini mi yerine getirecek? Yoksa “hangi suçların 14. maddedeki durumlar” kapsamında olacağına ben karar veririm” diye dayatan Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne mi boyun eğecek?

Bir de kavramları terse çevirerek AYM’nin yargısal aktivizm yaptığını söylüyorlar. “Yetki kanun koyucudadır, yargıda değil” diyen bir AYM mi yargısal aktivizm yapıyor; yoksa “14. maddedeki durumların hangi suçları içereceğine ben karar veririm” diyen Yargıtay 3. Ceza Dairesi mi?

DEMOKRATİK DEVLET

Bu sorulara yanıt ararken göz önünde tutulması gereken bir başka önemli hukuk gerçeği daha var. Can Atalay hakkında verilen mahkûmiyet kararı, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nce onaylanıp TBMM’ye bildirildiğinde Meclis Başkanlığı, Can Atalay’ın milletvekilliğini düşürme işlemini gündeme almadı ve AYM kararını bekledi. Böylece demokratik hukuk devletine yaraşır örnek bir davranış sergiledi. Buna karşılık Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Can Atalay’ın AYM’ye yaptığı bireysel başvuru, bilgisi dahilinde olduğu halde, AYM kararını beklemedi; alışılmadık bir hızla Can Atalay’ın mahkûmiyet kararını onayladı. Böylece, AYM kararından önce Can Atalay hakkındaki mahkûmiyet hükmünün kesinleşmesini sağlamış oldu. Bu gayret ve telaşı, yargı adaletiyle, hukuk devleti ilkesiyle ve AYM kararlarının bağlayıcılığı kuralıyla bağdaştırmak olanaksızdır.

Anayasa hukukçusu yurttaşın diyecekleri bu kadar.
Tarihe nasıl geçmek istendiği ise TBMM üyelerinin takdirine kalmış.

PKK terörü ve siyaset

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
15 Ocak 2024, Cumhuriyet

Aralık ayında 12 asker, geçtiğimiz hafta 9 asker, PKK terörü nedeniyle yaşamını yitirdi. NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip Türkiye’nin yaklaşık 40 yıldır PKK terörünü bertaraf edememiş olması olağan bir durum değildir.

AKP’nin 21 yıldır iktidarda olduğu halde PKK terörü sorununu çözememiş olması başlı başına bir fiyaskodur.

AKP’den önceki hükümetler, iktidarda kısa süreli kaldıkları için, bu sorunu çözmek için yeterli zamana sahip değillerdi. Buna karşın, Bülent Ecevit’in başbakan olduğu dönemde, terör örgütü PKK’nin lideri Abdullah Öcalan yakalandı ve yargılandı, PKK’ye karşı en büyük başarı o dönemde elde edildi.
***
AKP iktidarında teröre karşı mücadelede başarısız olunmasının temel nedenleri şöyle özetlenebilir:

1) Sözde “çözüm süreci” bağlamında, PKK silahlarını bırakmadan, PKK ile müzakerelerin yürütülmesi, PKK’ye karşı tavizlerin verilmiş olması, PKK’ye uluslararası ve ulusal alanda yeni bir hareket alanı ve sözde “meşruiyet” kazandırdı.

2) Suriye ile imzalanan ve teröre karşı işbirliğini içeren Adana Mutabakatı devre dışı bırakıldı, bunun yerine Suriye’deki yönetimi devirme operasyonu yürütüldü; Suriye’nin toprak bütünlüğü ve merkezi yönetimin otoritesi ortadan kaldırılarak, PKK’nin uzantıları olan YPG/PYD’ye alan açıldı.

3) Irak’taki merkezi hükümet ile yakın işbirliği yapılacağına, Kuzey Irak’taki özerk Kürt yönetimiyle yakın işbirliğine girildi, bu işbirliği yürütülürken de, Kürt yönetiminin PKK’ye karşı mücadele etmesi ve teröre karşı işbirliği sağlanamadı.

4) Aynı işbirliği İran ile de sağlanamadı. Terör örgütü PKK’nin büyük ölçüde İran, Irak ve Suriye topraklarında konuşlandığı bilindiği halde, bu ülke hükümetleriyle teröre karşı işbirliğinde etkili adımlar atılmadı.

5) Finlandiya’nın ve İsveç’in NATO’ya üye olması sürecinde, ABD’nin PYD/YPG’ye verdiği desteği kesmesi etkili bir biçimde bir önkoşul olarak öne sürülmedi, bu konuda büyük bir ödün verildi.

6) PKK’ye karşı antiterör konusunda uzmanlaşmış komando birlikleriyle yüz yüze daha fazla mücadele edileceğine, ülkeler arası klasik savaşlarda kullanılan yöntemler benimsendi; uçakla, tankla, topla, havadan ve karadan bombardıman yoluyla teröre karşı mücadele verildi.

7) İstihbarat konusunda büyük zaaflar yaşandı, ayrıca MİT ve TSK istihbarat konusunda yeterli koordinasyonu (eşgüdümü) sağlayamadı. MİT’in “sivilleşme” adı altında TSK ile bağlarının zayıflaması büyük sorunlara neden oldu.

8) PKK lideri Abdullah Öcalan yakalandıktan sonra PKK’nin fiili yöneticileri konumuna geçen Murat Karayılan ve Cemil Bayık 21 yıl boyunca yakalanamadı veya yakalanmadı; PKK üst yönetim yapısı çökertilmedi.
***
PKK terörü sayesinde siyasi rant elde eden AKP ve MHP, terörü siyaset malzemesi yapacaklarına, PKK’ye karşı etkili önlemler alsalar, teröre karşı mücadele konusunda samimi (içten) olduklarını kanıtlamış olurlar.

  • PKK terörü 21 yılda AKP hükümeti döneminde neden bertaraf edilmemiştir?

Sorulması ve yanıtlanması gereken asıl soru budur.

Ana muhalefet partisi CHP’nin de artık, AKP’nin ve MHP’nin PKK terörü üzerinden yürüttükleri siyasetin tuzağına düşmemesi gerekmektedir.

PKK’ye karşı açık ve seçik bir tavır ortaya koymayan HDP/DEM yönetimiyle
yakın ilişkiler içine girmek, CHP’nin Türkiye’nin birçok ilinde belediye seçimlerini yitirmesine neden olacaktır. 

Ayrıca, CHP’nin İstanbul’u kazanmak için HDP/DEM seçmenine gereksinim duyduğu iddiasının da sorgulanması gerekir.

2019 belediye seçimlerinde İstanbul’daki HDP tabanının tamamı CHP’ye oy vermediği gibi, HDP/DEM seçmeninin, partilerine yıllardır baskı uygulayan AKP’ye oy vermesi de olanaksızdır.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

ŞEHİTLER ÖLMEZ

Suay Karaman 

2023 yılının son günlerinde 23-24 Aralık’ta Pençe-Kilit Bölgesi’nde 12 şehit verdik. İktidar partisi hemen yanına kimi siyasal partileri alarak ortak bir bildiri yayınladı. CHP ise ortak bildiriye katılmayıp, kendi başına bildiri yayınladı. PKK terör örgütünün TBMM’deki temsilcisi konumundaki partilerden ses çıkmadı. 

AKP genel başkanı, yayınladıkları ortak bildiriye CHP’nin katılmaması üzerine; “Siyasal partiler ortaklaşıyor ama Atatürk’ün partisi CHP, utanmadan bölücü örgüt uzantılarının yanında konumlanıyor.” dedi.

  • PKK terör örgütü ile Oslo’da masaya oturanların,
  • Habur’da çadır mahkemeleri kurdurup ellerinde PKK terör örgütü bayraklarıyla gelen teröristleri içeri alanların,
  • 2019 yerel seçimi öncesinde Osman Öcalan denen teröristi TRT’ye çıkaranların,
  • ‘Sayın Öcalan‘ demeyi ve PKK terör örgütünün çaputunu açmayı suç olmaktan çıkartanların

bu konuda söyleyecek hiçbir sözleri olamaz, olmamalı da. 

Siyasal iktidarın oluşturduğu hükümetin (AS: Hükümet yok Anayasaya göre.. TEK ADAM var!) görevi, teröre karşı ‘kınama bildirileri’ yayımlamak değil, terörle mücadele etmektir. Siyasal iktidarın görevi terörle daha etkili mücadele edilebilmesini sağlayacak yasaların çıkartılmasıdır. Bunun yerine ortak bildiri yayınlamak, bulanık suda balık avlamaya benzer. Terörü önlemek için etkin bir mücadele (savaşım) gerekir, övünerek yayınlanan bildirilerde terörün esas destekçilerine söz söyleyemeyenlerle, terör önlenemez. 

Askerlerimizi öldüren, PKK terör örgütüne silah, mühimmat, istihbarat veren güç, NATO denen örgüt içinde bizim dostumuz (AS müttefikimiz!?) olarak tanımlanan ABD’dir. PKK terörü, ABD desteği olmadan bu denli uzun süremez (AS 1984’ten bu yana 40 yıldır!) ve etkili olamazdı. ABD’nin, PKK terör örgütünün Suriye kolu olan PYD’yi kendisinin bölgedeki kuvveti olarak ilan ettiği, eğitim verdiği ve silahlandırdığı bilinmektedir.

  • Bu nedenle ABD’yi kınamadan terörü kınamanın yararı yoktur.
  • ABD’yi hedef almayan bildiriler işlevsizdir ve etkisizdir.

İşin özü vatanseverliğin ölçütü bildiri yayınlamak değil, laik cumhuriyetimizin ve ülkemizin bölünmez bütünlüğünün korunmasıdır. 

TBMM Dışişleri Komisyonu’nda AKP, CHP ve MHP’nin oylarıyla ABD’nin NATO’yu genişletme projesi için terör örgütüne lojistik destek veren İsveç’in NATO üyeliği onaylandı. Terörü kınamakla ilgili bildiri kavgası yapanlar ABD için aynı cephede buluştular. Daha sonra TBMM Genel Kurulu’nda yapılacak oylamanın sonucunu da göreceğiz.

  • ABD’ye hayır diyemeyen, projenin ortağıdır. 

12 Ocak 2024 Cuma günü Pençe-Kilit Harekatı bölgesinde bu kez 9 şehit verdik. Yine bildiriler, açıklamalar, sızlanmalar, yakınmalar ortalığı sardı. Olan her kezinde ölen, yaralanan askerlerimize oluyor; aileleri perişan. “Şehitler ölmez” diye atılan nutuklarla, 40 yıldır önlenemeyen terörün daha da azgınlaştığına tanık oluyoruz. 

Resmi rakamlarca ne 12 şehit ne de 9 şehit verdiğimizde “ulusal yas” ilan edildi!

Şehitler ölmez, vatan bölünmez” diyoruz ama sürekli şehit veriyoruz, vatanımızın bölünmesi için büyük çaba harcayanların olduğunu biliyoruz. “Teröristlerin ayakkabı numaralarını bile biliyoruz, terörü bitirdik..” diye yalan söyleyerek, terör önlenmez. Terörün önlenmesi için doğru ve zamanında önlemler almak gerekir. Bunun için öncelikle İsveç’in NATO’ya girmesi engellenmeli, ABD’nin bütün üslerine el konulmalı, NATO ve ABD ile ilişkiler dondurulmalıdır. Ama bunları yapacak, ulusal çizgide bir siyasal iktidar şimdilik yoktur. 

Yapılan baskınlardan, verilen şehitlerden sonra, Milli Savunma Bakanlığınca “şu kadar hedefi vurduk, şu kadar teröristi etkisiz hale getirdik” (öldürdük diyemiyorlar!) diye açıklama yapılıyor. Neden bu hedefler daha önce vurulmuyor, bu da akıllara takılıyor? Pençe-Kilit Harekâtı’nın başarısı ne durumdadır, askeri hedeflere ulaşıldı mı? Bunlar hakkında bilgi yok ama her şehit haberinden sonra yapılan açıklamalar var. 

Dünyada hiçbir ülkede, rejimi değiştirmek ya da vatanı bölmek isteyen siyasal partilerin kurulmasına izin verilmez. Teröre destek veren siyasal partiler temelli kapatılır. Terör örgütlerinin parti kurmaları gibi bir durum olanaklı değildir. Ancak bizim ileri demokrasimizde bölücü ve şeriatçı partilerin kurulmasına izin veriliyor.

  • Terörist temsilcilerinin içinde olduğu bir parlamentoda, terör önlenemez;
    gencecik askerlerimizin şehit olmasına çare bulunamaz.
     

AKP iktidara geldiğinde terör bitme noktasındaydı ancak sürdürülen yanlış ve bağımlı politikalarla PKK terörünün çok daha arttığına tanık olmaktayız.

7 Haziran 2015 genel seçimlerinden sonra 1 Kasım 2015 genel seçimleri arasında geçen sürede terörün bilerek ve isteyerek nasıl artırıldığına da tanık olmuştuk.

Şimdi benzer projelerin (tasarımların) yürürlüğe konulduğunu görmekteyiz.

  • Ülkemizin bölünmez bütünlüğünü ve laik cumhuriyet rejimimizi korumak için,
    demokrasiyi özümseyen güçlerin bir araya gelmesi zorunluluktur.
     

Azim ve Karar, 15 Ocak 2024

FİLİSTİN DERSLERİ

Zeki Sarıhan

İsrail Siyonistleri, yıllardan beri Filistinlilerin topraklarını ellerinden alması, onlara köle gibi davranması yetmiyormuş gibi, 7 Ekim 2023’ten beri tarihte örneği az görülmüş bir vahşet uyguluyor.

Televizyon izleyicileri, gazete okurları savaşı ayrıntılarını gün gün izlediği için olay üzerinde değil, ondan çıkarmamız gereken üç ders üzerinde duracağım. Şu kadarını belirtmekle yetinmeliyim:

  • Yurtlarını savunan Filistin Arapları için pek çok can ve mal yitiğine neden olsa da Filistinlilerin davası yitirilmemiş, bütün dünyanın gözünde güçlenmiştir. Bu savaşın yitireni İsrail Siyonistleri ve onların arkasında duran Amerikan emperyalizmidir.

Bu savaşta hangi yanıtutmalıyız?

Hiç kuşkusuzhiçbir çekinceye düşmeden, haksever insanların tarafı Filistinlilerdir. Dünya kamuoyu bu tutumu almıştır. Bu büyük insanlık açısından bir kazanımdır. İsrail’in saldırısını kınamakla birlikte bazıları “Ama Hamas da şeriatçı bir örgüt” diyerek Filistinlilere verdikleri desteği zayıflatıyor. Bu çevreler, gerçekte medeni bir halk ve devlet olarak gördükleri İsrail’i tutuyorlar. Tarihsel Arap düşmanlığının da bunda payı vardır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki; hangi din, mezhep veya anlayışta olurlarsa olsunlar, Filistinlilerin kendi yurtlarını savunmaya hakları vardır. Hamas’ın bu olayda öne çıkan kimliği dinciliği değil, yurtseverliğidir. Nitekim, Filistin halkını temsil eden öteki örgütler de bu saldırıya seyirci kalmamışlardır. (AS: Arap Birliği ne yaptı??)

Öte yandan İsrail yöneticileri de laik bile değillerdir.

  • İsrail, Siyonist bir din devletidir.

Bizdeki ırkçıların peşinde koştukları Turan ideali gibi, Akdeniz’den Basra Körfezine dek toprakların kendilerine tanrılarının vaat ettiği gibi bir safsatanın peşinden gitmektedirler.
(AS: Arz-ı mevud)   

İlk saldırının “demir kubbe”yi füzeleriyle delmeye çalışan Hamas savunma örgütlerinden gelmiş olması da onları mazlum milletler ve haksever insanlar gözünde haksız çıkarmaz. Tutsaklık altındaki bir halkın, kölelikten kurtuluş için her zaman saldırmaya hakkı vardır. Filistin on yıllardır savaş alanıdır ve bu savaşta haksız olan İsrail devletidir. Toprakları işgal edilmiş bir ülkenin düşman üzerine akınlar yapmak her zaman hakkıdır. Büyük Taarruz’da saldıran taraf Türkiye idi. Burada isabetli hareket edilip edilmediği savaş yorumcularının işidir.

Milletlerin kendi yazgılarını belirleme hakkı

Filistinlilerin uğradıkları tarihsel haksızlık, aynı veya benzer durumda olan topluluklar için düşündürücü olmalıdır. Her topluluk kendi kaderini tayin (yazgısını belirleme) edebilmelidir. Dünyada bundan yoksun çok millet var. Filistin’e uygulanan yayılmacı politikaları kınayan devletlerin yöneticileri, kendi ülkelerindeki azınlıkların milli istemlerinin üzerini örtbas etmeye pek teşnedirler. Dünyada Filistin halkından çok kalabalık oldukları ve çok daha geniş bir coğrafyada yaşadıkları halde, kendi kendini yönetme hakkı tanınmamış milletler vardır. Onların milli istemleri on yıllardır göz ardı edilmekle kalınmamış, kanla bastırılmıştır.

Devleti yönetenler, egemen milletin bireylerini bu konularda koşullandırmışlar, hak tanımaz bir milliyetçiliği bütün nüfus içinde ezber durumuna getirmişlerdir. İsrail Siyonistlerinin Yahudi toplumu üzerinde böyle ideolojik bir egemenliği vardı. Bu durum, kendi milletinin haklarının sınırlarını bilen, barış yanlısı Yahudilerin olmadığını göstermez. Zaten dünya barışının, uluslararası toplantılarda alınan kararlarla veya uluslararası anlaşma ve tüzüklerle değil, halkların barış için eğitildiği zaman güvenceye alınabileceğini kabul etmek gerekir.

Örgüt ve devlet

Filistin-İsrail savaşında siyaset sözlüğüne getirilen kavramlardan biri de örgüt ve devlet ikilemidir. Örgütlerin savaşta hiçbir kural tanımadıkları, devletin ise savaş hukuku kurallarına uymak zorunda olduğu ve İsrail’in buna aykırı davrandığı söylenerek yaşama uymayan bir ikilem getirilmiştir. Savaşta devletlerin kimi kurallara uyacakları konusunda uluslararası sözleşmeler varsa da, bunlar öbür birçok sözleşme gibi kâğıt üzerindedir. Bütün devletlerin savaş kurallarına uyduğunu söylemek kadar, bağımsızlık ve devrim mücadelesi veren bütün örgütlerin hiçbir insansal kural tanımadığını söylemek de yanlıştır. Hatta halklarını yanlarına almak isteyen devrimci örgütlerin mücadeleleri (savaşımları) sırasında devletlerin bu konudaki tutumlarından daha duyarlı oldukları çok görülmüştür. Sivillere dokunulmaması, tutsaklara kötü muamele (işlem) yapılamaması, halkın elinden zorla bir şey alınmaması gibi kurallara “örgüt” diye küçümsenen bu oluşumların uyduğunu, ulusal kurtuluş savaşlarının verildiği ülkelerin tarihleri tanıktır. Buna karşılık devletlerin halka karşı ne denli zalim davrandığını, sorgusuz infazlar yaptığını biliyoruz. Sözüm ona medeni (uygar) dünya devletlerinin örgütü olan NATO’nun, Gladyo gibi gizli örgütler kurarak üye ülkelerde ve bu arada Türkiye’de ne haltlar karıştırdığının kanıtı, Galatasaray Lisesi önünde yıllardır evlatlarının akıbetini soran ailelerdir.

Devletler, örgüt gibi hareket edemezmiş! Hangi devlet, hangi örgüt? İster savaşta, ister barışta olsun, bunların tutumlarını belirleyen taşıdıkları ideolojilerdir. Çin kurtuluş Savaşı’nda gerillalar için yayımlanan bir buyrukta “Sabah kaldığınız evden ayrılırken kapıyı yerine takın” buyruğunu  biliyoruz. Çinliler gece yatarken kapıyı yerinden söker, onun üzerinde yatarlarmış. Gerillalara, kaldığınız evi dağınık bırakmayın deniyor. Kurtuluş Savaşımızda Balıkesir yöresinde gerillacılık yapan İbrahim Ethem Bey’in yayımladığı buyruklardan biri, halktan karşılıksız bir şey almamalarıdır. Asya’nın biri doğusunda, öteki batısında emperyalizme karşı savaşan iki halkın devrimcilerini birbirlerinden habersiz olarak buluşturan, haklı bir savaş veriyor olmalarıdır. Bir bu tutuma, bir de Amerikan emperyalizminin ve onun şemsiyesi altına girmiş olanların tutumlarına bakın.

Bu savaşın da gösterdiği gibi taraflar örgüt ve devlet değil, zalimlerle mazlumlardır.

Emperyalist, yayılmacı, faşist bir devletin tutumu ile bağımsızlık ve devrim mücadelesi veren güçlerin ister devlet ister örgüt olsun savaştaki tutumları farklıdır.

Soykırım davası

Güney Afrika Cumhuriyetinin İsrail devletini soykırım yapmakla suçlaması ve bunun için uluslararası mahkemeyi (AS: Uluslararası Ceza Mahkemesi-ICJ) harekete geçirmesi, alınacak derslerin sonuncusudur. Mazlumların davası er geç adalet terazisinde görülür. Biraz gecikse de büyük insanlığın vicdanında gereken hüküm verilir.

(Tükenmez, Sayı 46, (Yaz-Güz 2023, Güncelleme: 12 Ocak 2024)

Kıbrıs Türkünün Diriliş ve Direniş Lideri Dr. Fazıl Küçük’e saygı…

Doç. Dr. İhsan  TAYHANİ
Bağlıköy – Lefke / KKTC

“… Laiklik ilkesi konusunda en küçük bir ödünü yoktur. O, din istismarcılığına karşı en büyük mücahitlerden birisiydi…” ٭

Kıbrıs Türkünün özgürlük mücadelesi bayrağını henüz 25 yaşında bir delikanlı iken açmaya başlayan Dr. Fazıl Küçük, oldukça geniş bir yelpazede yer alan (halkının örgütlenmesi, kimlik, eğitim, vakıf, gençlik, Türkçe ibadet, sağlık ve toplumun geleceği gibi) kırk yıllık eylemli ve çileli  mücadelesini (savaşımını) hep laik anlayışa dayalı olarak sürdürmüştür.

Yakın çalışma arkadaşlarından Osman Güvenir, O’nun doğrudan laik bir toplum olarak çağı yakalama ve çağdaşlaşma mücadelesi (savaşımı) verdiğini[1] vurgular ve şunları söyler:

O’na göre bir Müslüman, çağdaş ve laik olmalıydı. Dini, bir paravan yaparak toplumun zehirlenmemesi gerekliliğini savunurdu. Hatta diyebilirim ki; Dr. Küçük, zaman zaman kimi din adamları ile çelişkiye düşmüş ve onların doğru davranma ve doğru vaaz vermeleri için mücadele etmiştir.”[2]

Nitekim Dr. Fazıl Küçük’ün, kimi dinsel çevreler açısından bir görüngü (fenomen) olan Şeyh Nâzım Kıbrısî ile de toplumsal kaygı nedeniyle düşünsel çatışma içinde olduğu bilinen bir konudur.

Dr. Küçük’ün –kırklı yıllardalaiklik ilkesini savunma doğrultusunda kalemi ile savaşıma girmiş olması dikkat çekicidir.

O’nun bu duyarlığı ise ancak sahip olduğu entelektüel yapısı ve siyasete alet edilen dinin yaratacağı yıkımı seziş gücüyle açıklanabilir.

Söz konusu bu ardalanın şifrelerini de O’nun yaşam öyküsünde aramak gerekir. Dr. Küçük’ün geçmişe uzanan anı yazılarına bakıldığında, daha ilk öğrenim aşamasında İslamiyeti akıl ile kavrama arayışı içinde olduğu görülür. Öğrenim aşamasında ufku açık, ileri görüşlü öğretmenlerinin olması, sonraki yıllarda ise önce Türkiye’de İstanbul’da, daha sonra sırasıyla Fransa ve İsviçre’de tıp eğitimi alma şansını elde etmesi, laik düşünce başta olmak üzere, O’nun entelektüel düşünsel yapısının oluşumunu sağlamıştır.

Kıbrıslı Türkün özgürlük mücadelesi (savaşımı) bayrağını açan; Türkiye Cumhuriyeti dönem hükümetlerinin Kıbrıs davasını sahiplenmelerini sağlayan; ayrıca Anadolu insanının Kıbrıs davasına ilgisini toplayan; gazeteci kimliği ile gençliği ve halkını örgütleyen; bir tıp doktoru olarak –acılı günlerinde– yoksul Kıbrıs Türk halkının yaralarını saran; siyaset ve devlet adamı olarak 78 yıllık yaşamının yarım yüzyıldan çoğunu bağrından çıktığı toplumun, özgür ve güven içinde varlığını sürdürmesi mücadelesine (savaşımına) adamış olan ve bu yıpratıcı yolculuğun uzantısı olarak 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanını gördükten sonra, 15 Ocak 1984’te yaşamdan ayrılan Kıbrıs Türkünün diriliş ve direniş lideri Dr. Fazıl Küçük’ü, 40’ncı ölüm yıl dönümünde saygı ile anıyor, O’na gönül borcumuzu sunuyor ve Tanrı’dan rahmet diliyoruz.

٭Dr. Küçük’ün damadı Peker Turgud’un, Dr. Fazıl Küçük’ün 38’inci ölüm yıl dönümünde TAK Haber Ajansı’na verdiği röportaj
[1]Osman Güvenir, Dr. Fazıl Küçük’le Geçen Günlerim “Bir Lideri Anlatıyorum”, Selen Offset Ltd., Lefkoşa, Nisan 2016 s. 61.
[2] Aynı yerde