Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

Türkiye’ye şeriat gelir mi?

Berkant Gültekin

Berkant Gültekin

Siyaset 28.02.2024, BİRGÜN
Eski Refah Partisi Milletvekili Şevki Yılmaz’ın Osmanlı torunlarının düğününde Cumhuriyet ve
Mustafa Kemal’e yönelik hakaretlerinin ardından ülkede yeniden şeriat tartışması başladı.
Türkiye’ye şeriat gelir mi?

Tartışma daha ziyade, Türkiye’de resmi olarak şeriat rejimi kurulur mu kurulmaz mı eksenine sıkıştırılıyor. Laikliği savunan kimi kesimler, “güvenceyi” Anayasa’daki laiklik prensibinde arıyor. Esas çelişki, laikliğin Anayasa’da olup olmaması olarak görülüyor. Şeriat, ileride geçilebilecek bir rejim, zamanı gelince tuşa basılıp aktif hale getirilecek bir düzenmiş gibi algılanıyor. Laikliğin, Anayasa’da yazdığı sürece yaşamaya devam edeceği, iş bu aşamaya gelmediği müddetçe “büyük hamle”nin yapılmış sayılmayacağı düşünülüyor.

Meseleye dair bir diğer akıl yürütme de toplumun şeriat rejimini isteyip istemediği çerçevesinden yapılıyor. Deniyor ki, Türkiye toplumunda şeriatı isteyenler çoğunlukta değil, halk yüzde 80-90 oranında laik, çağdaş ve demokratik bir ülkede yaşamayı tercih ediyor. Bu nedenle şeriat çağrılarının da gidişatı değiştirebilme kapasitesi yok. Bu yaklaşıma göre şeriata geçiş, çok uzak bir ihtimalden ibaret. Buna ek olarak, Türkiye’deki sosyo-ekonomik yapının da şeriata izin vermeyeceği iddia ediliyor. Türkiye kapitalizminin küresel sisteme olan bağımlılığının, şeriatın serencamını mümkün kılmayacağı savunuluyor.

Bir de çok eskiden beri şeriat konusunda belli protipleri masaya yatırıp değerlendirme yapma alışkanlığı var ki o da sürecin bir parçası… İran olur muyuz, Afganistan’a döner miyiz, Suudi Arabistan’a benzer miyiz diye konuşuluyor. O ülkelerin bize yakınlıkları ya da uzaklıkları üzerinden bir siyasi muhasebeye girişiliyor.

Her şeyden önce, “Türkiye’ye şeriat gelir mi?” sorusunun günün gerçekliğine ne kadar uygun ve konuyu bu sorunun etrafında konuşmanın ne kadar doğru olduğunu düşünmek gerek. Cevabı “evet” ya da “hayır” olabilecek bu soru, gerçekten Türkiye’de laikliğin ve seküler yaşam tarzının yaşadığı kan kaybını anlatmak için ideal bir zemin mi yaratıyor, yoksa istikbaldeki bir “an”a odaklanarak toplumun “az önce”ye ve “şimdi”ye karşı körleşmesine mi neden oluyor?
***
Laikliğin güvencesini Anayasa’da aramak, hukuki açından makul görünse de siyasi açıdan aldatıcı. Çünkü laikliğin varlığını Anayasa üzerinden yorumlayan yaklaşım, mevcut tehlike ve tehditlerin kavranmasını güçleştirerek onları önemsizleştiriyor. Şöyle düşünelim, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndan laiklik çıkarılırsa ne olacak?

4-6 yaş Kuran kursları yaygınlaştırılacak, referansı din olan özgür düşünce karşıtı birtakım öğretiler eğitim alanını kuşatıp bireylerin zihnini çocuk yaşta şekillendirecek, iki okuldan biri imam-hatip yapılacak, tarikatlar ve cemaatlerin etkinlik alanını genişleyecek, her biri devlette kadrolaşacak, hukukun yerini şeyhlerin buyrukları alacak, yurttaş kula, toplum tebaaya dönüşecek, bilim itibarsızlaştırıp hurafeler dört bir yanı saracak, felaketler önlenebilir olaylar değil “kader planı” olarak açıklanacak, yaşam yadsınıp ölüm kutsallaştırılacak, din emekçi sınıfı uysallaştırmanın bir aracı olarak kullanılacak, kadınların özgürlükleri tehdit edilecek, siyasi otorite kadınların nasıl nefes alacağını, kaç çocuk doğuracağını belirleyecek, içki sosyal hayattan dışlanacak, TV kanallarında buzlanacak ve seküler yaşam alışkanlıkları topyekûn şeytanlaştırılacak mı?

Evet, tam olarak öyle, hatta bunlardan daha fazlası olacak. İşin garibi, bunlar şu an yaşanmakta olan şeylerin aynısı. Bu da demek oluyor ki Anayasa’da laiklik yazması, laikliği gerçek manasıyla korumaya yetmiyor ve şeriat uygulamalarını hayata geçirmeye, laiklik ibaresinin yer aldığı bir Anayasa engel olmuyor.

Peki, İran’a ya da şeriatın hüküm sürdüğü bir başka ülkeye benziyor muyuz? Büyük oranda hayır. Fakat tersten soralım; demokratik bir cumhuriyet olarak Avrupa’ın kuzeyindeki ülkelere, Almanya’ya, Fransa’ya ya da İngiltere’ye benziyor muyuz? Veya bizdeki başkanlık sistemi, ABD’deki başkanlık sistemiyle aynı mı? Ülkelerin ve toplumların ortak noktaları olsa da farklı tarihsel süreçlerden geçtikleri için birbirlerine tıpatıp benzemeleri de beklenmemeli. O nedenle, Türkiye’nin özgün koşullarını ve geçmiş birikimini yok sayarak İran’ı model alan bir şeriat değerlendirmesi hakikati gölgeler; “Türk tipi başkanlık sistemi” gibi “Türk tipi şeriat” düzeninin gelişimini görünmez kılar. Bu belki kitabi anlamda şeriat tanımına uymaz ancak laikliğin cenazeye dönüşmeye yüz tuttuğu, siyasal İslamcı anlayışla örülen bir atmosferi adlı adıyla tanımlar.

Toplumun şeriat konusundaki görüşü de önemli olmakla birlikte bugün yaşananı anlamlandırmaya yetmez. Siyaset, örgütsüz büyük yığınların görüş ve eğilimlerinden çok, örgütlü ve hedefe odaklanmış hareketlerin yaşamı dönüştürme kabiliyetiyle ilgili bir faaliyet. Küçük birlikler, büyük ama dağınık kitlelere üstün gelir. Günümüz Türkiye’sinde devlet mekanizmasını kontrol eden iktidarın ideolojisinden, topluma bakış açısından ve devletin şemsiyesi altında, kamu kaynaklarıyla beslenip güçlenen tarikatların politik ajandalarından bağımsız bir şeriat tartışması yürütülemez. Öte yandan toplumun algıları ve düşünceleri de zamanla dönüşebilir ve yapılan müdahalelerle süreç içinde ortaya çok farklı bir ülke sosyolojisi çıkabilir. O nedenle, “Şeriatı toplum istemiyor” argümanıyla sınırlı bir laiklik mücadelesi, mevzileri bir bir kaybetmeye ve finalde yenilmeye mahkûmdur.
***

  • Şeriat, bir anda ışınlanacak bir nokta ya da bir anda kapının zilini çalacak bir misafir değil, yıllardır adım adım inşa edilen bir düzen olarak ele alınmalı.

Türkiye zaten uzun bir süredir bu karanlık tünelin içinde; devletin kurumsal yapısı ve kamusal alan bir dönüşüm geçiriyor. Bu konuda ciddi bir mesafe alan rejim, hareketine devam ediyor. Nereye kadar gitmek istediği tartışılabilir elbette. Ancak şu bir gerçek ki ayakları yere basmayan, boşlukta sallanan, memleketteki sınıfsal-sosyal çelişkilerle ilişkilendirilemeyen ve salt bir değer olarak sahiplenilen laiklik kavramının yerine, ülkedeki sorunların çözümünde laikliği doğru yerde konumlandırabilen, ona 21. yüzyıla özgü dil ve hikâye kazandırabilen bir siyasal faaliyete hiç olmadığı kadar ihtiyaç var.

Halil Çivi şiiri; ATATÜRKÇÜLÜK : DEĞİŞMEYEN ÜLKÜ…

ŞİİR KÖŞESİ…

 

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
Halk Ozanı

ATATÜRKÇÜLÜK : DEĞİŞMEYEN ÜLKÜ…

Yurdumun, halkımın çağdaş yolusun,
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün.
Başbuğumsun, ululardan ulusun.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
XXX
Güneş olup zihnimize doğansın,
İrfan olup cehaleti boğansın,
Saltanatı, Hilafeti kovansın.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Kurtuluşla Türk Ulusu dirildi,
Kuruluşla çağdaş devlet kuruldu,
Egemenlik Türk halkına verildi.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Düşmanları kovdun, yurdu pak ettin,
Mondros’u, Mudanya’yla yok ettin,
Sevr’i yırttın, ATA’lığı hak ettin.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Uygarlık yolunda lider sen oldun,
Mazlum uluslara önder sen oldun,
Demokrasi için rehber sen oldun.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Eğitimle ülkümüzü bir ettin,
Akıl, bilim ırmağını gür ettin,
Laiklikle vicdanları hür ettin.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Dinbazların düzenini bozansın,
Cehaletin mezarını kazansın,
Ulusuna çağdaş hukuk yazansın.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Hak, hukukta kadın, erkek birleşti,
Eşit haklar gönüllere yerleşti,
Ayrımcılık bitti, toplum gürleşti.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Irkçı, dinci kimliklere sapmadın,
Birlik dirlik ekseninden kopmadın,
Haksız, adaletsiz işler yapmadın.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Cumhuriyet rejimini sen kurdun,
Ulusuna özgürlüğü sen verdin,
Yoksulluğun çemberini sen kırdın.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Atatürk’e çamur atan alçaktır,
Dinbazdır, yobazdır, beyni çoraktır,
Kapkara cahildir, vicdanı yoktur.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün.
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx
Halil Çivi diyor, O, Atamızdır,
Kurtardığı vatan, son yurdumuzdur,
Laik Cumhuriyet, namusumuzdur.
Mustafa Kemal’im; Atatürk’ümsün,
Sonsuza dek değişmeyen ülkümsün.
Xxx


22 Şubat 2024
Prof. Dr. Halil Çivi
Çiğli / İZMİR

Hilafet, şeriat ve seçimler

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
26 Şubat 2024, Cumhuriyet

AKP genel başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’dan cesaret alan laiklik karşıtı, köktendinci, şeriatçı, hilafetçi odakların, anayasal düzeni yıkma girişimlerine hız kazandırdıkları bir dönemde, önümüzdeki belediye seçimleri daha büyük bir anlam ve önem kazandı; belediye seçimlerinin, yalnızca bir belediye ve yerel hizmet seçimi olduğunu söylemek olanağı kalmadı.

Hilafetçi ve şeriatçı Şeyh Sait’in adının caddeye konması; Filistin davası bahane edilerek gösterilerde hilafet ve şeriat çağrılarının yapılması; adliye koridorlarında şeriat sloganlarının atılması; eski milletvekillerinin ve imamların düğünlerde ve türbelerde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk’e hakaret ve “beddua” etmeleri; ÇEDES projesi bağlamında imamların eğitim kurumlarını ve okulları istila etmesi; bilimsel bir ders olan biyoloji dersinin müfredatına “yaratılış teorisi” adı altında teolojik görüşlerin eklenmesi; Milli Eğitim Bakanlığı’nın protokollerle cemaatlere ve tarikatlara teslim edilmesi; Erdoğan’ın “Diyanet Akademisi”ndeki bir törende açık bir biçimde şeriatı savunması; devlette kadrolaşmanın, siyasal söylemin ve eğitimin dinselleşmesi; kültür ve sanat etkinliklerinin yasaklanması; şeriata yönelik eleştiriler yapanların gözaltına alınması, anayasal ve laik düzeni yıkma çağrısı yapanlar için ise hiçbir hukuksal işlemin yürütülmemesi,

  • Türkiye’nin hızla bir uçurumdan aşağı sürüklendiğinin göstergeleridir.

Türkiye’de nüfusun yaklaşık yarısı Erdoğan’a oy vermediği halde ve yapılan tüm araştırmalara göre nüfusun çoğunluğu laiklik ilkesini benimsediği ve Atatürk’e saygı duyduğu halde, teokratik ve despotik yöntemlerde ısrar edilmesi, Erdoğan’ın ve AKP’nin kendi yaşam biçimini, siyasal görüşünü ve din yorumunu toplumun tamamına dayatmaktan vazgeçmemesi, Türkiye için çok ciddi bir ulusal güvenlik sorunudur.

Tarihsel olgulara bakıldığında, böyle bir dengeye sahip olan ülkelerde bu tür dayatmaların uygulanması ve yöneticilerin kapsayıcı olamaması durumunda, o ülkelerde kutuplaşmaların, bölünmelerin, parçalanmaların ve iç çatışmaların ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğu görülecektir.
***
Erdoğan’ın “sivil anayasa” adı altında teokratik bir anayasa için çalışmalar ve planlar yaptığı, laik devleti yıkarak bir din devleti kurmaya çalıştığı açıktır. Bunu hâlâ anlamayanlar gaflet, dalalet ve hıyanet içindedir.

AKP’nin belediye seçimlerini kazanması veya İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin, Antalya, Eskişehir gibi kentlerin CHP’den AKP’ye geçmesi durumunda, belediyelerin olanakları, dernek ve vakıf adı altında faaliyet gösteren dinci cemaatlerin ve tarikatların hizmetine sunulacağı gibi, seçim zaferinden cesaret alan Erdoğan ve AKP, teokrasiyi kurma ve Cumhuriyeti yıkma çalışmalarına da hız verecektir.

Bu nedenle önümüzdeki belediye seçimlerinde halkın AKP’ye bir kırmızı kart çıkarması, Türkiye’nin uçurumdan aşağı sürüklenmesi sürecine bir “dur” demesi, yaşamsal önemdedir.

Ancak muhalefet partilerinin kendi içinde bölünmüş ve bir ittifak kuramamış olmaları, bunun önündeki en büyük engeldir.

O nedenle belediye seçimlerinde, ana muhalefet partisi olan ve Türkiye’nin çoğu ilinde kazanma olasılığı daha yüksek olan CHP’nin adaylarına oy verilmesi, muhalefet oylarının bölünmesinin engellenmesi, bu çerçevede bir seçim ittifakını, seçmenin sandıkta sağlaması gerekmektedir.
***
Geçtiğimiz hafta, tüm partilerin belediye başkan adayları belirlendi.

Parti içi demokrasi, aday belirleme süreci ve partinin ilkelerine sahip çıkılması konularında CHP yönetiminde var olan sorunların artık, seçimlerden sonra ele alınması gerekmektedir.

Bu yıl gerçekleşecek tüzük kurultayında parti içi demokrasi sorunu radikal (köktenci) bir biçimde çözülürse, aday belirleme süreci ve partinin ilkelerine sahip çıkılması ile ilgili sorunlar da zaman içinde kaçınılmaz olarak çözülecektir.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İliç’te ne oldu?19 Şubat 2024

Şeriat çıkmazı

Özdemir İnceÖzdemir İNCE
25 Şubat 2024, Cumhuriyet

Şeriatı övmek ve onu dokunulmaz saymak “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme” suçudur. Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesinin birinci bendi bu suçu şöyle tanımlar: “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

Bunu bir kenara yazalım. Yazdık! Bir de şu satırları okuyalım: 8 Nisan 1924 tarihli ve 469 sayılı Mehakimi Şeriyenin İlgasına ve Mehakimin [Mahkemelerin] Teşkilatına Ait Ahkâmı Muaddil Kanun var, ki Cumhuriyetimizin yargı alanında gerçekleştirdiği en önemli devrimlerden biridir. Ve bu yasaya göre şeriatı savunmak ve istemek yasal suçtur.

469 sayılı kanun ne yapmış? TBMM çıkardığı 469 sayılı yasa ile “şeriye (şeriat) mahkemeleri”ni kaldırmış. Bu mahkemelerin dayandığı din kurallarının yasa olarak kullanılmasını yasaklamış. Bu yasadan sonra Kuran ayetleri, hadisler, icmai ümmet ve kıyas-ı fukaha esasları üzerine kurulmuş olan din kuralları artık YASA değildir.

TBMM’nin çıkardığı yasa ile şeriat mahkemeleri kaldırılmış, yerine Cumhuriyet mahkemeleri kurulmuştur ve bu mahkemeler TBMM tarafından çıkarılan yasalara göre karar vermektedir. Buna göre adliye binaları içinde “Yaşasın şeriat!” diye bangırdayarak gösteri yapmak hem anayasaya hem de 8 Nisan 2024 günü 100. yılını kutlayacağımız yasaya ve TCK’nin 216. maddesinin birinci bendine göre suçtur. Ayrıca bir adalet sarayında “Yaşasın şeriat!” diye böğürerek Cumhuriyete karşı isyan suçu işleyen güruh hakkında dava açmamak da büyük bir suçtur.

Şeriye mahkemelerinin kaldırılmasının ve çağdaş mahkemelerin kurulmasının 100. yıldönümünü 8 Nisan 2024 günü kutlayacağız. Şeriat sistemi tamı tamına 100 yıldır ölüdür. Bu cesedi diriltmeye çalışmak 100 yıldır suçtur.

Demokratik, laik ve devrimci Cumhuriyetin yasalarına göre, “Yaşasın şeriat!” diye haykırmak “Kahrolsun Cumhuriyet!” diye nara atmaya eşdeğerdir ve “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmektir” ki “Kahrolsun laikler!”, “Gebersin Cumhuriyetçiler (Cumhuriyet)!” anlamına gelmektedir.

Şeriat nedir? Bizzat İslam dini midir? Eğer İslam olsaydı birden fazla şeriat olmazdı. İslam dini tektir ama şeriat tek değildir. Zaman içinde eklemeler ve çıkarmalar yapıldığına göre kutsal da değildir. Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ve yapısını kabul etmez; başta ikinci maddesi olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na karşıdır, onu kabul etmez. Durum böyle olduğuna göre şeriatın dokunulmaz nitelikli bir kutsallığa sahip olduğu gibi bir yorum yaparak vatandaşlar hakkında dava açmanın uygun olmaması gerekir.

Kuran’ı, hadisi, şeriatı 2024 yılında bir demokratik ve laik ülkede yasa ve kural haline getirmek bu statüko içinde kesinlikle mümkün değil. Haydi bakalım, “Müşrikleri nerede görürseniz öldürün” diyen Tevbe Suresi 5. ayete göre herhangi bir müşriki (Tanrı’ya ortak koşan) öldürün de görelim!

Bir de şu var: AKP ve Genel Başkanı “totaliter” bir rejim kurmuşlardır ama “teokratik” bir düzen kurmaya özenip Cumhuriyetin demokratik devletini “teokratik” bir düzene dönüştürebilirler mi? “Deneyemezler” diyemem ama olacakların altında kalırlar.

Şeriat konusunun kuramsal yanına burada nokta koyup bazı şeri örnekleri ele alalım:

Şeriat sistemi köleliği savunur: “Beğendiğiniz (veya size helal olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın…” (Nisa, 3)

Şeriat sistemi eşitsizliği savunur: “Allah rızk verirken kiminizi diğerlerine üstün tutmuştur.” (Nahl, 71)

Şeriat sistemi kadını aşağılar: “Erkekler kadınlara üstündür.” (Bakara, 228)

Son söz: Şeriat, Osmanlı’nın şeriat devletinde kutsaldı. Ama Cumhuriyet döneminde 100 yıldır kutsal değil! (AS: 1518 öncesinde değil.. Halifelik getirilince Anadolu islamı yerine Araplaşma başladı şeriat ve gene mutlak değildi, Osmanlı işine gelmediğinde şeriatı uygulamadı.. Geldiğimiz yer, tam bir Arap kültür emperyalizmi sonrası başkalaşma – yozlaşma ürünüdür..)

PARA, BİLGİ, TOPLUM ve SİYASAL REJİM

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Bir kapitalist için mal, servet sermaye, para ne ise; gerçek bir bilim insanı için de bilimsel bilgi birikimi aynı şeydir. İkisinin de doyum ya da yeterlilik noktası yoktur.

Ancak kapitalistin para ve sermayesi kendisi ve ailesi içindir. Halbuki bilim insanının bilgisi toplumu aydınlatma amacına hizmet eder.

Gelişmiş ülkeler aklı (usu) ve bilimi eğitimin merkezine yerleştiren ve bilimsel bilgi birikimleri en yüksek olan ülkelerdir.

Ulaştığı bilimsel bilgi düzeyi ne denli yüksek olursa olsun, eğer bir bilim insanı yeni şeyler öğrenmeyi bırakırsa önünde sonunda çağ dışı kalmış olur.

Akıl (us) ve bilim kaynaklı eğitimden uzaklaşan toplumlar da çağ dışı kalmaya mahkumdur.

  • Sermayeleri cehalet olan toplumların yaşamları sefalet olur.

Bilgi ve kültür birikimleri yüksek olan toplumlar genelde demokrasi ile, buna karşın cehaletin baskın olduğu toplumlar ise genellikle diktatörlükle yönetilirler.

Ülkelerin siyasal rejimlerini ve yönetim biçimlerini genellikle toplumların kendileri belirler.

Her toplum layık (yaraşır) olduğu rejimle yönetilir.
***
ADİL DEVLET ve ZALİM DEVLET

Eğer bir ülkedeki devlet yöneticileri, ellerindeki fiziksel, siyasal, adli, yönetsel, ekonomik, sosyal, kültürel ve sanatsal.. .her türlü devlet yetkilerini ve devlet güçlerini, toplumdaki tüm yurttaşları yasalar karşısında eşit kabul ederek, adaleti gerçekleştirmek için kullanırlarsa ADİL;

Tersine, ellerindeki devlet ve iktidar olma güçlerini ve yetkilerini sistemli olarak adaleti bozma yönünde kullanırlarsa ZALİM olurlar. Çünkü,

  • Adaletten uzaklaşan devlet mutlaka zulme bulaşır.

31 Mart: Hukuk için oy…

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 22.02.2024, BİRGÜN

“Oyun kurucu” nitelemesi kimi gazeteci ve yorumcularca yapılır. Oysa ‘siyasal kuruculuk’, hukuka saygıyı gerekli kılar. Ne var ki, önde olan  “hukuk yıkıcılığı”.

YIKICI ÜÇLÜ

Kaldırılan: Hükümet, anayasal denge – denetim düzenekleri ve siyasal sorumluluk.

Getirilen: Devlet başkanlığı ve yürütme bir kişide birleştirildi ve o kişi parti genel başkanı oldu.

Uygulanan: Uçak, cami avlusu ve seçim konuşmaları.

-Yargının anında görev çıkarması için yeterli oluyor.

– AKP-MHP’yi hemen yasal düzenleme için harekete geçiriyor.

-Bütün kamu görevlilerinin tavır ve işlemlerine yansıyor.

VE UZANTILARI

Yerel seçim konuşmalarında,

  • “Cumhurbaşkanı ve hükümet benim;
  • adayıma oy vermezseniz hizmet gelmez, doğal gaz gelmez” 

vb. ayrımcı tehditler, ‘kişi+parti+devlet’ birleşmesi teyidi (doğrulaması).

Bunlar, “2017 kurgusu“nun bile olanak tanımadığı söylem, eylem ve işlemlerden kesitler.

Anayasa ve hukukun üstünlüğü yanlısı çevreler ise,  “hayır, bu kadarı da olamaz” şeklinde şaşkınlıklarını ve tepkilerini dillendirmeye çalıştıkça,  Anayasa ve hukuk dışılıklar çoğalıyor.

AKP ve MHP Genel Başkanları, ortak söylemlerinde hedef büyütüyor: 2017’de tasfiye edemedikleri (Anayasa Mahkemesi ve Danıştay gibi) Anayasal kurumlar hazımsızlığı ve yerel demokrasiyi kaldırma seferberliği vb.

‘İnsan haklarına dayanan Cumhuriyet’ tasfiyesi ortamında, ‘seçim ikiyüzlülğü’ eşliğinde dayatma sandığı kurulacak.

HAYSİYET ANDI!

Tarihsel ve kültürel mirası yadsıma, doğal varlıkları tahrip etme veya kalan kurumları yok etme ile sınırlı değil AKP-MHP ortak paydası. Cemaat-mezhep dönemi mirasının paylaşımı da var. İşte birkaçı:

-Siyasal ayağa dokunulmaması için beş yasal düzenleme.

-Toplumsal, iktisadi ve bürokratik ayağı temizleme bahanesiyle OHAL önlemlerinin sürekli uzatılması: TMSF’den yargı organlarına ve üniversitelere dek hukuk katliamı, AKP-MHP’nin ‘arka bahçe’ tasarımı için. 27. Yasama döneminde güvenlik soruşturmasından mülakata dek “liyakat ve hukuk” karşıtı düzenlemeler üzerine ittifak tam oldu.

Özgürlükleri sınırlamak ve demokratik toplumu baskılamak için, sosyal medya ve basın sansürü düzenlemeleri de aynı bağlamda.

-Seçim düzenlemeleri ise, siyasal münavebe (sırasıyla değişim) yolunu kapatmak içindi.

“Görev+yetki+sorumluluk” çerçevesi dışındaki eylem ve işlemleri sürekli kılmak, görev gerekleriyle özdeşleşen “dignitas” (haysiyet, onur) sorunu olsa da, ‘dava’ (!) için iktidar bekası, Anayasa’nın da üstünde.

KIRIM, KITLIK KIRIM

Hukuk yıkıcıları, siyasal oyun kurucusu olamazlar.

Siyaset ve demokrasi hukuk yoluyla yapılmadığı ve işletilmediği için,
sistematik anayasa ihlalleri, ’kırım, kıtlık ve kıyım’ ile sonuçlandı.

– kurumlar ve kuralların tasfiyesi,

– delik deşik edilen ülkenin bölünmez güvenliğinin zedelenmesi,

ayrıştırılan ve yoksullaştırılan topluma dinin siyasete alet edilmesiyle, bilim ve akıl dışı hurafelerin kutsallık maskesi altında dayatılması.

NE YAPMALI ???

Yıkımlara asla alışmamak, bunları asla kanıksamamak ve meşrulaştırmamak.

Ve insan haklarının sert çekirdeği için kullanılan her zaman, her yerde ve herkes için kuralını Şubat 2024 Türkiye’sinde insan haklarına dayanan Cumhuriyet için kullanmak.

Din-inanç ve vicdan özgürlüğü güvencesi olan dünyevi norm Anayasa yerine, Cemaat-mezhep ve tarikat ittifakı sonucu, ‘15 Temmuz uçurumu’ oldu.

Şu halde hukuk ve liyakat, ‘15 Temmuz’lara hayır!’ için de yaşamsal. Ne var ki, Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme (PBDBY), hukuk ve liyakata (yaraşırlığa) kapalı. Bu nedenle

  • her zaman, her yerde ve herkes için “demokrasi, hukuk ve insan hakları”,

ancak PBDBY’nin aşılması ile geçerli kılınabilir.

31 Mart seçimlerinin önemi burada:

  • Adaylar, “Cumhuriyet’in yaşayan ruhu”nu yeşertebildikleri ölçüde yıkıcılık seferberliğini püskürtebilir.

Örneğin “Ankara’dan buyruk ve talimat ile değil, hukuk ve halk ile İstanbul’dan yönetim” söylemi, Türkiye bütünü için geçerli. Bu nedenle, 31 Mart’ta, akıl ve bilim dışı palazlanmalara karşı hukuk için oy, ortak gelecek umudu için yaşamsal.
====================================
Yazarın Son Yazıları

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 21 Şubat 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

Haftanın bütün iğneleri saygıdeğer insan, yiğit komutan E. Org. Saldıray Berk’e kumpas kuranlara ve siyasal destekçilerine…

KURA

Şanlıurfa’da AKP  Milletvekili Cevahir Asuman Yazmacı ile eski AKP Milletvekili Şamil Tayyar’a kura ile deprem konutu çıkmıştı.

Adıyaman deprem konutu kurasında milyonlarca liralık lüks araçlara binen ve birçok şirketin sahibi olan Menzil şeyhlerinin de tümüne ev çıktı.

Kura kura, kura çekilişi…

MAĞDUR

Ekrem İmamoğlu, İstanbul 11. İdare Mahkemesi’nin Kanal İstanbul Yenişehir Rezerv Yapı Alanı imar planını iptal ettiğini açıkladı.

Zaten yapamayacakları kanal için, ”CHP bizim hizmetimizi engelliyor” diye ağlayacaklar…

SİSİ

“Darbeci, katil, diktatör” dedi.

Binali’yi bırakıp Sisi’ye gitti…

SUÇLU

İliç maden faciasında maden sahibine dokunul(a)mazken yıllardır faciayı önlemek için çalışan Sedat Cezayirlioğlu gözaltına alındı. Maden sahasına 3 km’den çok yanaşmamak koşuluyla serbest bırakıldı. Adamın köyü madene 300 m .

Çevreye sahip çıkmak AKP dönemi suçudur.

Yargı, söz dinleyen AKP çocuğudur …

DEĞNEK

AKP’nin koltuk değneği Perinçek, maden faciasının tartışılması yerine, kayıpların aranmasına ağırlık verilmesini önerdi.

Ne kadar da insancıl!

O insanların kurtarılamayacağı belli, hedef sorumluları kurtarmak…

KURUM

Madene olumlu ÇED raporu vererek kapasite artırılmasının önünü açan Kurum, Bakanlığının yalnızca çevreye verilecek zararı değerlendirmekten sorumlu olduğunu söyleyerek kıvırtıyor.

Çevreye zarar yok ki!..

AFET

Cumhurbaşkanı yardımcısı Cevdet Yılmaz, şirketin neden olduğu faciaya ”afet” diyerek faturayı doğaya kesti.

Şirketle aralar iyi galiba…

KAMYON

Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar İliç’teki çökme sonrasında bölgedeki toprağın tümünün kaldırılması için en az 400 bin kamyona gereksinim olduğunu söyledi.

Vergi borcunu silenler kamyon desteği de verirler…

YÜRÜTME

RTE, yerel seçimler öncesi tehdit dozunu artırdı. Ordu’lulara, “Biz varsak doğal gaz var, biz yoksak doğal gaz yok” dedi.

İşler tehdit ve rüşvetle yürütülür…

RUHSAT

1923’ten 2002’ye dek 79 yılda 1186 maden ruhsatı verilmişken, AKP 22 yılda 386 bin ruhsat verdi.

Yalan, dolan; rüşvet, talan…

“GELİYORUM” DEDİYSE KAZA DEĞİL, KATLİAMDIR!

Sendika temsilcisine eylem sürgünüGünseli Uğur
SES İzmir 1 No’lu Şube Sekreteri
ALAkarga 19.02.2024
(Garrulus glandarius)
Sağlık çalışanlarının çığlığı
Sağlık çalışanlarının gözü

Ne zaman bir iş kazası veya iş cinayeti gündeme gelse (ki maalesef her gün oluyor) alanın uzmanları, meslek örgütleri, işçi sağlığına dair kurumlar ve sendikalar vs. benzer açıklamalar yapıyorlar:

“Biz şu tarihte uyarmıştık, şu risk var demiştik, yapmayın demiştik, etmeyin demiştik”.

Yıllar öncesinde rapor edilen tehlikeler gerçektir, evet. Söylenenler gerçektir. Denmiştir. Duyulmuştur. Fakat önceliklenmemiştir. Para gelecektir o işten, nasıl vazgeçilecektir.
Öyle ki işçi sağlığı savunucularının dili bile “iş sağlığı” demeye alışmış öylece süregelmiştir. Söylemekler yetmemiştir.

Marmara’da gemi batar, bir çalışanı çıkar “Babam bu gemi batacak, çok eski” demişti der. Tehlikeyi uzman olmayanlar da bilir yani. Deniz İşçileri Platformu üyesi Kaptan Efecan Özcan’la yapılan bir görüşmede* okudum; bir gemi neden batar üzerine yapılan haberde ‘batan gemiye nasıl müdahale edilir?’ kısmı da oldukça önemli elbet… Batan gemiye karadan kurtarma çalışmaları bir türlü başlayamaz.

“Mendirekte batan bir gemiye karadan müdahalenin olmaması cinayettir. Ülkenin bu olanaklarının olmadığını düşünmüyorum. O kadar mesafedeki bir gemiye hızlı botlarla veya helikopterle müdahale edebilirdi.” demiş Kaptan Efecan Özcan. En etkili cümlelerden biri şu sanırım:

“Devletin armatörler üzerinde yaptırım uygulayacak kararlar alması gerektiğini düşünüyorum”.
İşte bu sebeple “Kaza değil bu, bir katliam”!

İliç. Maden katliamı. Duyduk, izliyoruz, ne olmuştu biliyoruz. Olacaklar için endişeliyiz.
Fırat’ın suyuna, solunan havaya neler karışıyor? Bakın, ayrıntıları irdeledikçe nelerle karşılaşıyoruz:

– İki yıl önce “sızıntı olsa ben kardeşimi oraya gönderir miydim” diye reklam filmi çeken bir İliç’linin kardeşi yazık ki hala toprak altında.

Sermaye egemenliğinin, devletin yönetim kadroları dışında, günlük yaşamımıza ne denli egemen olduğunun örneğini de İliç’te gördük. Maden ocağının sahibi olan Anagold firmasının adı “GOLD” olarak bir kuaför dükkânına verilmiş, hatta bir iş güvenliği ofisine ad olmuş.

– Şirketin izni 2027 yılına kadarmış, sonra alıp başını gidecekmiş.

Bu faciaya “İkinci Çernobil vakası” diyen uzmanlar var…
İlk değil, bir maden ocağı göçüyor ya da heyelan oluyor, iki bilemedik üç hafta Kırmızı Kurdele izleyen sayfada sürüyor…

Sonra ocak yeniden faaliyete geçiyor ve belki abisi, kardeşi, belki babası, belki komşusu, belki köylüsü son maden faciasında yaşamını yitirenlerden birisi daha “kara elmas tabut olmuş, gerekirse ölürüm**” diyerek o maden ocağına iniyor. “Aynı tehlike” değil iş güvenliğinin kat be kat arttığı koşullarda çalışmaya devam ediyor.

Çünkü yoksulluk var, çünkü işsizlik var, çocuklarını aç koyma korkusu var bu memlekette. İnsanların ölümü göre göre, kendi başına da gelebileceğini bile bile işçi güvenliğinin olmadığı alanlarda çalışmaya devam etmesi yalnız kadercilikle açıklanamaz.

Çok yönü var; bir özet olanaklı değilse de “kapitalizm ve işsizlik” üzerine söylemezsek çok eksik kalır. Özgür Müftüoğlu sekiz yıl öncesinde bir yazısında

• “Kapitalist düzenin özeti: İşçinin kanı patronun kârı”*** demişti:

“Sömürüye rıza göstermeyi sağlamanın yolu, kitleleri güvencesizleştirerek, burjuvazinin vereceği işlerde ücret karşılığında çalışmaya zorunlu bırakmaktır. Küreselleşmeyle birlikte emekçiyi koruyacak hiçbir kuralın olmadığı çevre ülkeler, uluslararası sermayenin ucuz emek sömürü alanları durumuna getirilmiştir.”

Özetle; yazıda;
-ülkemiz işçi ve emekçilerinin İş güvencesini, sosyal güvencesini yitirmekte,
-işsizlik ve düşük ücretler nedeniyle açlık sınırı düzeyinde yoksullaşarak çaresizliğe sürüklenmekte olduğu
-ve kendisine dayatılan en kötü çalışma koşullarını bile kabullenmek zorunda kaldığı

anlatılmaktaydı. Müftüoğlu aynı yazıda şunu vurgulamıştı:

• “Kamboçya, Bangladeş, Çin, Hindistan, Mısır gibi ülkelerin içinde yer aldığı emek sömürü alanlarında işçilerin insan olarak hiçbir değeri yoktur ve yaptığı iş nedeniyle ölen,
engelli kalan, hastalanan emekçilerin kaydı bile tutulmamaktadır.”

Bugünlerde boşuna denmiyor Türkiye Bangladeşleştiriliyor, diye.

O halde en temel insan hakkı olan yaşam hakkını hiçe sayan bu düzene karşı koyabilmek için sınıf bilinci içinde bir araya gelmek ve mücadele araçlarını yeniden inşa etmek zorunluluktur.

*https://www.evrensel.net/haber/504736/denetim-eksiklikleri-liyakatsiz-yetkililer-bir-gemi-neden-batar
** https://youtu.be/qzDBD7XKYuQ?feature=shared
*** https://www.evrensel.net/haber/279976/kapitalist-duzenin-ozeti-iscinin-kani-patronun-k-ri

Eski Yargıtay Birinci Başkanı Sami Selçuk’tan, Can Atalay açıklaması

sami selçukYargıtay Birinci Başkanlık Kurulu olaya el koymalıdır

“Görev kullanılmaz. Ya yerine getirilir ya da getirilmez”

GÖKÇER TAHİNCİOĞLU, 20.02.2024

T24, https://t24.com.tr/haber/eski-yargitay-birinci-baskani-sami-selcuk-tan-can-atalay-aciklamasi-yargitay-birinci-baskanlik-kurulu-olaya-el-koymalidir,1152600#google_vignette, 

Eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, Gezi davasında 18 yıl hapse mahkum edildiği dosyaya ilişkin olarak, Anayasa Mahkemesi’nin iki ayrı hak ihlali kararına rağmen tahliye edilmeyen ve Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin AYM kararlarına uymaması sonrasında TBMM Genel Kurulu’nda milletvekilliği düşürülen Avukat Can Atalay’la ilgili çarpıcı açıklamalar yaptı. Selçuk, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin tutumu konusunda,

• “Burada birbirinden ayrı ve birbirini izleyen bağımsız iki suç söz konusudur. Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu olaya el koymalıdır. Bundan otuz beş yüzyıl önce mahkeme kararlarına uymayanların ölümle cezalandırılacakları yolunda bir Buyrultu yayımlayan Hitit Kralı II. Tuthaliya bu topraklarda hüküm sürmüştür. Hiç kimse, Türkiye’nin insan ve hukuk düzeyini ‘Tunç Çağı’na taşımaya kalkışmamalıdır.” dedi.

Eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, T24’e şu açıklamayı yaptı:

  • “Ben, ilke olarak ilk mahkemelerin önüne gelen davalarda demeç vermem. Sadece mahkemelere “uzman görüşü” (CMUK, m. 67/6) sunarım. O kadar. Bu yüzden Can Atalay davasında sadece bir suç ve ceza hukukçusu olarak karşımıza çıkan ve uygulanması gereken yazılı hukuk metinlerini yazmakla ve anımsatmakla yetineceğim. Zira hukukçuya düşen görev, her davranışı yazılı hukuk karşısında dürüstçe ve yansız olarak değerlendirmektir.
    “AYM kararlarına uyulması zorunludur” Bu konuda Anayasa şunları buyuruyor:

“Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.”

“Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi (egemenlik dâhil) kullanamaz” (m.6/2 ve 3)”,

“Yargı(lama) yetkisi, Türk Ulusu adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır” (m.9),
“Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır” (m.11) dedikten sonra,

153/son madde ve fıkrasında çocukların bile kolayca anlayabileceği bir emir kipiyle AYM kararlarının herkesi, her kurumu, bu arada öncelikle yargılama erkinde görev yapan yargıçları da bağladığını söylüyor, hatta söylemekle yetinmiyor, buyuruyor da.”

“TCY’deki suçları işlemeyi göze almıştır” 

“Görülüyor ki, bu anayasal düzenlemeler karşısında her şeyden önce, Yargıtay 3. Ceza Dairesi, yetkisini aşarak anayasal boyuttaki yazılı hukuku, yani bütün bu anayasal ve başvuru hakkıyla ilgili yasal buyrukları yersiz, ilgisiz ve gerekçe kavramı dışında kalan yapay nedenlere dayanarak ve AYM’nin ihlal kararına uymayarak çiğnemiştir. Bu, bir.”

Bundan başka Özel Daire, bununla da kalmamış, TCY’nin öngördüğü suçları işlemeyi bile göze almıştır: Bunlardan birincisi, “cezalandırılabilme koşulu” olan “kişilerin mağdur olmaları”yla birlikte bütün öğeleri oluşan “yetkiyi kötüye kullanma suçu” (TCY, m. 257/1);

İkincisi de, kesintisiz (mütemadi) suç olan “kamu görevinin sağladığı yetkiyi kötüye kullanarak
kişiyi özgürlükten yoksun kılma suçu”dur (TCY, m. 109/1, 3d). Bu da iki.”

“Hemen belirtilmelidir ki, bu suçlar arasında “düşünsel birleşme”nin (fikrî içtima, TCY, m. 44) koşulları yoktur. Çünkü birinci suç, davranışın yani AYM’nin kararına direnme işleminin yapıldığı anda oluşup bitmiştir. İkinci suç ise, o anda başlayıp zaman içinde kesintisiz (mütemadi) bir eylem ve suç olarak sürüp gitmiştir. Dolayısıyla eylemler örtüşmemektedir. Bu yüzden suçlar arasında düşünsel birleşme (fikrî içima) yoktur. Nitekim yasa yapıcı da, dolandırıcılık ile belgede sahtecilik suçları birlikte işlendiği zaman birleşmenin (içtima) nasıl olacağına ilişkin ayrıklı bir düzenleme (TCY, m. 212) yaptığı halde, olayımızda durum berrak olduğundan, inceleme konusu suçlarla ilgili böyle bir düzenleme yapmaya gerek görmemiştir.

Çünkü burada birbirinden ayrı ve birbirini izleyen bağımsız iki suç söz konusudur.
“Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu olaya el koymalıdır”

Bütün bu nedenlerle Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulunun olaya el koyması gerekir.”
“Yeri gelmişken belirteyim ki, “yetkiyi kötüye kullanma suçu,” Türk hukukuna Eski Fransız Ceza Yasası’ndan (Yeni Fransız Ceza Yasası, m. 434) girmiştir. Suçun bu ülkedeki adı ise, eski ve yeni yasada “yetkiyi kötüye kullanma”dır (abus d’autorité, abuso di autorità). Bu yüzden ülkemizde
eski ve yeni ceza yasalarında bu suçun “görevi kötüye kullanma” olarak adlandırılması hem
hukuk açısından yanlıştır, hem de Türkçemiz açısından. Çünkü burada kullanılan görev değil,
yazılı hukukun kamu görevlisine tanıdığı “yetki”dir (autorité, autorità).

Ayrıca görev kullanılmaz. Ya yerine getirilir ya da getirilmez. Yerine getirilmezse, görev savsanmış, Osmanlı Türkçesiyle ihmal edilmiş olur (TCY, m. 257/2).”

“Umarım, bu kaba hukuk terimi ve dil yanlışını düzeltmek için yasalarda ve uygulamada gerekli adımlar atılır.”

“Son olarak şunu da eklemek isterim:

  • Bundan otuz beş yüzyıl önce, mahkeme kararlarına uymayanların ölümle cezalandırılacakları yolunda bir Buyrultu yayımlayan Hitit Kralı II. Tuthaliya bu topraklarda hüküm sürmüştür.
  • Hiç kimse, Türkiye’nin insan ve hukuk düzeyini Tunç Çağı’na taşımaya kalkışmamalıdır.

Hz. MUHAMMET diyor ki….

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

HZ. MUHAMMED diyor ki             :
(570 Mekke – 632 Medine)

1- İşler, o işlere ehil olmayanlara verilirse kıyamet yaklaşmış demektir.
2- Bilim Çin’de olsa bile gidip almak gerekir.
3- Bilginlerin mürekkebi şehitlerin kanından daha kutsaldır.
4- Beşikten mezara dek bilim öğreniniz.
5- Adalet güzeldir, fakat emirlerin (yönetenlerin) adil olmaları daha da güzeldir.
6- Bilgi ibadetten üstündür.
7- Bilim hem süs, hem de düşmanlarımıza karşı bir silahtır.
8- Bilim öğrenmek kadın-erkek tüm müslümanlar için bir borçtur.
9- Dünyayı isteyen bilime sarılsın, ahireti isteyen bilime sarılsın, hem dünyayı ve hem ahireti isteyen yine bilime sarılsın.
10- Bilime ve bilginlere saygı gösterenler bana saygı göstermiş olurlar.
11- Bilginler peygamberin mirasçılarıdır.
12- Bilginler yeryüzünün ışıklarıdır.
13- Evlat kokusu cennet kokusudur.
14- Dünya ile ahiret iki ortak kadın (kuma) gibidir; birini razı ettin mi öbürü kızar.
15- Dünya ahiretin bir tarlasıdır. Dünyada ne ekersen ahirette onu biçersin.
16- Kendin için sevip istediklerini herkes için de iste.
18- Bir şeyi çok sevmek, insanı o şeye karşı kör ve sağır yapar.
19- En sevdiğim söz doğru sözdür.
20- Adaleti çiğneyen devlet adamlarını cezalandırmayan uluslar çökmek zorundadır.
———————–
Kaynak :
Recep S. TATAR. Özlü Güzel Sözler, Bilge Yaşamlar. Su yayınları ss. 233-241. İstanbul 2016