Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

EGEMENLİK ULUSUNDUR

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

Büyük devrimci Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşını başlatırken, savaşın siyasal hedefini “Ulusal egemenliğe dayalı ve tam bağımsız yeni bir devlet kurmak” olarak saptamıştı. Bu nedenle Kurtuluş Savaşımız eşzamanlı iki savaşım (mücadele) biçiminde olmuştur:

  1. Tam bağımsızlığın ön koşulu olan yurdun işgallerden kurtarılması için askeri savaşım,
  2. Egemenliği Osmanlı hanedanından alıp ulusa vermek için siyasal savaşım.

Askeri savaşım, “iç hat manevrası” denilen bir strateji ile ve evrelerle yapılmıştır. Önce Doğu Anadolu’da Emeni işgaline son verilmiş, Güney cephesindeki Kuvayı Milliye direnişi Anadolu ve Rumeli Müdafayı Hukuk Cemiyeti’nin (ARMHC) Temsil Kurulunun yönetiminde deneyimli komutanlar eliyle yürütülmüştür. Doğu ve güney cepheleri güven altına alındıktan sonra tüm ağırlık kesin sonucun alınacağı Batı cephesine verilmiştir.

Batı cephesinde ise ilk evrede Kuvayı Milliye direnişi ile zaman kazanırken düzenli bir ordu kurulmuştur. 2. evrede 1921 başından başlayarak Sakarya’ya dek (Eylül 1921) düzenli ordu ile stratejik savunma yaparak düşmanın saldırı (taarruz) gücü tüketilmiş, son evrede Ağustos 1922’de stratejik saldırı (taarruz) aşamasına geçilerek kesin utku (zafer) elde edilmiştir. Utkunun siyasal sonucu olan tam bağımsızlık, Lozan’da diplomatik olarak da kazanılmıştır.

Siyasal Savaşım

Kurtuluş Savaşının siyasal hedefi egemenliğin Osmanlı hanedanından alınıp ulusa verilmesidir.

EGEMENLİK: Bir devlette kuralları koyma ve gerektiğinde zor kullanarak uygula(t)ma yetkisidir. Egemenlik, içeride zor kullanma yetkisi tekeline sahip olmak, dışarıya karşı da tam bağımsız olmak demektir. Egemenlik bölünemez, paylaşılamaz, devredilemez. hiçbir zümreye veya sınıfa bırakılamaz (AY md.6).

Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan beri egemenlik yetkisini ulus değil, Osmanlı hanedanı kullanmakta idi. Bu durum Atatürk’ün çağdaş devlet tasarımına uymuyordu. Egemenliğin ulusa devredilmesi süreci de askeri savaşım gibi evrelere ayrılarak yürütülmüştür. İlk atılım 22 Haziran 1919’da bir başkaldırı bildirisi olan Amasya Bildirgesidir. Bu Bildirge ile artık padişah hükûmetine güvenilmediği ve ulusun kendi yazgısını kendisinin belirleyeceği duyurulmuştur.

İşgale karşı yerel Kuvayı Millîye kongrelerinin kurulması egemenliğin ulusa geçmesinin sonraki adımıdır. Ordusuz bırakılmış ulus, yurt çapında toplam 1396 kişinin katıldığı 30 kuvvayı milliye kongresi ile örgütlenerek[1] 100 000 kişilik silahlı güç oluşturmuştur. Bu, ulusun yazgısını eylemli olarak kendi eline alması demektir ve ulusal egemenliğe doğru önemli bir atılımdır.

Yerel kongrelerin en önemlisi 23 Temmuz 7 Ağustos 1919 tarihleri arasındaki Erzurum kongresidir. Bu kongrede Kuvayı Millîyeyi etken, ulusal istenci (milli iradeyi) egemen kılma kararı alınmıştır.

Sonraki evre ulusal kongre evresidir. 4- 11 Eylül 1919 arasındaki Sivas kongresinde tüm yerel kongreler Anadolu ve Rumeli Müdafayı Hukuk Cemiyeti (ARMHC) adı altında birleştirilmiş ve Mutafa Kemal’in başkanlığında Temsil Kurulu oluşturulmuştur.

Bu tarihten sonra Anadolu ve Trakya’da egemenliği Padişah değil, ulusun temsilcilerinden oluşan Sivas kongresinin verdiği yetki ile yürütme erkine sahip ARMHC Temsil Kurulu (Heyet-i Temsiliye) kullanmaktadır.

TBMM:

Egemenliğin ulusa geçmesinde en önemli adım 104 yıl önce 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk anayasası olan 1876 anayasası ile “meşruti (anayasa ile koşullara bağlı) monarşi” sistemi getirilmişti. İki kanatlı bir Osmanlı Meclisi vardı ama son söz yine padişahındı. Meclisin çıkardığı yasaları padişah onaylardı Meclis padişahı (yürütmeyi) denetleyemezdi. Padişah kutsal ve sorumsuzdu (1876 AY md.5). Padişahın meclisi kapatma yetkisi vardı. Kısaca padişah meclisin üzerinde idi.

1876’da açılıp 1877’de Abdülhamit tarafından kapatılan Osmanlı Meclisi, 1908 devrimi ile yeniden açılmış, 30 Ekim 1918 Mondros ateşkesinden sonra 21 Aralık 1918’de Padişah Vahdettin tarafından kapatılmıştı. Mustafa Kemal kurtuluş savaşını başlattığında ortada bir meclis yoktur. Oysa büyük devrimci, kurtuluş savaşının yönetimini tek başına değil, bir meclisin denetimi altında yapmak istemekteydi.

Sivas Kongresinden sonra 20-22 Ekim 1919’da Mustafa Kemal Paşa, Amasya’da Osmanlı Bahriye Nazırı (Denizcilik Bakanı) Salih Paşa ile buluşmasında meclisin İstanbul’da, bu olanaklı olmazsa Ankara’da açılmasını Osmanlı hükümet temsilcisine kabul ettirmiştir. Mustafa Kemal’in 16 Kasım 1919’da Sivas’ta yaptığı komutanlar toplantısında meclisin İstanbul’da toplanmasına ve milletvekillerinin İstanbul’a gitmeden önce ulusal savaşım konusunda bilgilendirilmelerine karar verilmiştir.  Son Osmanlı Meclisi Amasya kararı gereği 12 Ocak 1919’da İstanbul’da açıldı.

Kuvayı Milliyecilerin ağırlıklı olduğu son Osmanlı Meclisi, 28 Ocak 1919’da gizli toplantısında kurtuluş savaşının siyasal hedefini tanımlayan Misakı Milli’yi kabul etti ve 17 Şubat 1919’da tüm dünyaya duyurdu. İşgalci İtilaf devletlerinin Misakı Milli duyurusuna tepkisi 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgali oldu. Amaç Padişaha Sevr anlaşmasını kabul ettirmekti. İşgalci İngilizler aynı gün Meclisi basarak Misak-ı Milli’yi kabul eden 11 milletvekilini Malta’ya sürgüne gönderdiler. Bunlar arasında Mustafa Kemal’in önceden uyarısına karşın Ankara’ya gitmeyen temsil kurulu üyeleri Rauf Orbay ve Kara Vasıf da vardı.

İşgalden iki gün sonra (18 Mart) Meclis, “Güvenli bir ortamda görev yapma olasılığının doğmasına kadar dek görüşmelerinin ertelenmesine” karar verdi ve 11 Nisan 1920’de son Padişah Vahdettin tarafından kapatıldı. İstanbul’daki meclisin basılması ve kapanması Mustafa Kemal’e Ankara’da yeni bir meclisi açmak için beklediği fırsatı vermişti. Temsil Heyeti Başkanı Mustafa Kemal, İstanbul’un işgalinden üç gün sonra 19 Mart’ta yayınladığı genelgede memleket işlerini idare etmek ve denetlemek üzere Ankara’da fevkalade selahiyeti haiz(olağanüstü yetkilere sahip) bir meclisin açılacağını ve bunun için yapılacak seçimlerin ilkelerini duyurdu[2].

Olağanüstü yetkilere sahip meclis” betimlemesi, anayasa hukukunda, yeni bir anayasa yapmaya yetkili asli kurucu iktidar anlamına geliyordu. Bu da yeni bir devletin kurulması demekti. Mustafa Kemal Ankara’da yeni bir meclis açılmasını istemişti ama Ankara’da toplantıların yapılabileceği bir bina bile yoktu. İttihat ve Terakki Kulübü için yapılmakta olan bir binanın yapımı hızlandırıldı. Yapım aşamasındaki bir ilkokulun çatı kiremitleri buraya aktarıldı, yakındaki kahvehanelerden gaz lambaları getirtildi ve hızla bitirilen bina sade biçimde döşenerek toplantı için uygun duruma getirildi. TBMM, Mustafa Kemal’in 19 Mart genelgesine göre yapılan seçimde seçilen milletvekilleri ile 23 Nisan 1920 Cuma gönü açıldı. TBMM’nin açılışı Mustafa Kemal’in yayınladığı izlenceye göre, dinsel ağırlıklı bir törenle oldu.

TBMM’nin 23 Nisan 1920 tarih ve 1 sayılı kararı ile kapanan Osmanlı meclisinin üyelerinin de TBMM’de milletvekili olmaları kabul edildi. Böylece ilk TBMM üyeleri iki gruptan oluşuyordu:

  1. Mustafa Kemal’in 19 Mart genelgesine göre yapılan seçimlerle gelenler, (1. Grup)
  2. Son Osmanlı Meclisi üyelerinden Ankara’ya gelebilenler. (2. Grup)

23 Nisan 1920 Cuma günü ilk toplantısını yapan TBMM’deki milletvekillerinin mesleklerine göre dağılımı şöyledir:

115 memur, emekli,
61 sarıklı hoca,
51 komutan, subay,
46 çiftçi,
37 tüccar,
29 avukat,
15 doktor,
10 aşiret reisi, ağa,
8 tarikat şeyhi,
6 gazeteci,
2 mühendis[3]

Görüldüğü gibi ilk TBMM’de toplumun tüm kesimleri temsil edilmektedir. Mustafa Kemal, 24 Nisan’da TBMM’de yaptığı konuşmada yeni meclisin işlevlerini ve yeni yönetim biçiminin ilkelerini açıkladı. Mustafa Kemal’in 24 Nisan konuşmasında belirttiği geçici anayasa niteliğindeki ilkeler TBMM genel kurulunda oylanarak kabul edildi. Buna göre:

  1. Hükümet kurmak zorunludur.
  2. Geçici de olsa bir hükümet başkanı tanımak uygun değildir.
  3. Ulusal istencin (milli iradenin) temsilcisi Türkiye Büyük Millet Meclisidir.
  4. Türkiye Büyük Millet Meclisinin üstünde hiçbir orun (makam) yoktur.
    (Padişah dahil C.D.)
  5. Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır.
  6. Meclisten seçilecek bir kurul meclisin vekili olarak hükümet işlerini görür. Meclis başkanı,
    bu kurulun da başkanıdır. Kurul üyeleri ve başkanı meclise karşı tam sorumludur.
  7. Padişah ve halife, altında bulunduğu baskıdan kurtulduktan sonra meclisin düzenleyeceği yasa içinde durumunu alacaktır.[4]

1921 anayasasına temel oluşturan bu ilkeler, egemenliğin eylemli olarak ve hukukça (hukuken) ulusa geçmiş olduğunu ve TBMM tarafından kullanıldığını göstermekte ve TBMM’yi yeni devletin en üstün kurumu yapmaktadır. 1876 anayasasında öngörülen padişahın (yürütmenin) meclise (yasamaya) karşı üstünlüğü yerline meclisin (yasamanın) yürütme üzerinde üstünlüğü ilkesi getirilmiştir. Sorumsuz padişahtan meclise karşı sorumlu hükümete geçilmiştir. Bu şekli ile adı 29 Ekim 1923’te konulacak olsa da, yeni devlet demokratik bir cumhuriyet olarak kurulmuştur. 24 Nisan’daki (1923) konuşmasının ardından yapılan seçimde Mustafa Kemal, oybirliği ile meclis başkanlığına seçildi (39 yaşında idi).

Mustafa kemal TBMM’nin açılışından bir gün önce (22 Nisan’da) tüm yurda yayınladığı bir bildiri ile “Meclisin açılışından sonra bütün sivil ve askeri makamların ve bütün ulusun başvuracağı en yüce makamın TBMM olacağını” bildirmiştir.[5] TBMM açıldığında Güneyde Fransız işgali, Batı’da ve Trakya’da Yunan işgali sürerken, işgalcilerle padişahın işbirliği ile yurdun pek çok yerinde ulusal direniş ve kuvayı milliyeye karşı ayaklanmalar sürmekte idi. Ayaklanmacılar Ankara’yı tehdit ediyordu. Mondros’ta teslim edilen ordunun yerine henüz yeni bir ordu kurulamamıştı. Ulus büyük savaştan yorgun çıkmış, yoksulluk, bilgisizlik, geri kalmışlık ve hastalıklar yaygındı. Bu koşullarda bile Mustafa Kemal’in ulusa güveni tamdı.

Yasama ve yürütmeyi tek elde toplamayı zorunlu kılan bu zor koşullarda Mustafa Kemal tüm yetkileri kendisinde değil, kendisinin de sorumlu olduğu TBMM’de toplamıştır (Meclis hükümeti sistemi). Mustafa Kemal’in 24 Nisan’da açıkladığı ve meclisçe kabul ilkelere göre 2 Mayıs 1920’de yeni devletin ilk hükümeti, aynı zamanda meclis başkanı da olan Mustafa Kemal’in başkanlığında kuruldu. İlk hükümette Milli Savunma Bakanı Fevzi Çakmak Paşa, hükümet üyesi olan Genelkurmay Başkanı (bakanı) Albay İsmet İnönü İdi.[6]

Demokratik Meclis:

İlk TBMM yukarıda belirtilen ağır savaş koşullarında bir yandan yasama işlevini yerine getirirken aynı zamanda kendi içinden seçtiği yürütme organını (icra vekilleri heyeti) etkili olarak denetlemiştir. 5 Eylül 1920’de kabul edilen Nisabı Müzakere Kanunu (Görüşme Yeter Sayısı Yasası) Büyük Millet Meclisi’nin halifelik ve saltanatın, yurt ve ulusun kurtuluşuna dek aralıksız toplanmasını öngörmüştür. Buna göre 23 Nisan 1920’den, 2. Meclisin göreve başladığı 11 Ağustos 1923’e dek hemen her gün genel kurul yapılmış; 625 soru önergesi, 76 gensoru verilmiş, 338 yasa çıkartılmıştır. Günde ortalama 24 milletvekili söz alıp konuşmuştur. [7]

29 Kasım 1920 tarihli İstiklal Madalyası Yasası, ile 1. Meclis üyelerine yeşil şeritli istiklal madalyası verilmiştir.

Değerlendirme ve Sonuç

Kurtuluş savaşımızın siyasal hedefi olan egemenliğin Osmanlı hanedanından ulusa geçmesi büyük devrimci ve strateji ustası Mustafa Kemal’in önderliğinde adım adım gerçekleşmiştir. TBMM’nin açılması ve yeni bir anayasanın yapılması ile Osmanlı imparatorluğu tarihe karışmış, ulusal egemenliğe dayalı yeni bir devlet kurulmuştur. 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılırken, Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’un işgal edildiği 16 Mart 1920’den başlayarak varlığını yitirmiş olduğuna karar verilmiştir.

Mustafa Kemal’in 24 Nisan 1920 konuşmasında koyduğu ve 1921 anayasasına temel oluşturan ilkelerle, 1876 anayasasında öngörülen padişahın üstün olduğu sistem yerine meclisin üstün olduğu sisteme geçilmiştir. 1876 anayasası ile 1921 anayasası karşılaştırıldığında siyasal devrimin büyüklüğü ve önemi daha net görülmektedir.

Kurulan yeni devlet zamanın koşullarının çok ötesinde demokratik bir işleyişe sahiptir. Halkın seçilmiş temsilcilerinden oluşan TBMM ağır savaş koşullarına karşın, kendi içinden seçtiği yürütme organını etkili biçimde denetlemiştir. Görünürde yasama ve yürütme erkleri tek elde toplanmakla birlikte (erkler birliği), yasamanın yürütmeyi etkili denetimi dikkate alındığında sistem demokrasinin gereği olan “erkler ayrılığı” sistemi gibi işlemiştir. Mustafa Kemal, o günkü ağır koşullarda tüm yetkileri kendisinde toplayan bir hükümet sistemi oluşturabilirdi. Böyle yapmamış, tüm yetkileri kendisinin de sorumlu olduğu mecliste toplamıştır. Ulusa geçen egemenlik, TBMM tarafından kullanılmıştır. Mustafa Kemal’in 22 Nisan 1920 bildirisine göre yeni devlette en yüce orun TBMM’dir.

Anayasamızdaki Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur (Md.6) hükmü, yukarıda aktarılan sürecin sonucudur. Ulusa ait olan egemenlik yasama, yürütme ve yargı organları eliyle kullanılır. Bu organlar egemenliğin sahibi değil, anayasaya göre Ulusun egemenliğini kullanmasında araçtırlar. Cumhuriyetimizin temelinde TBMM’nin en üstün kurum olduğu ve yürütmeyi etkili olarak denetlediği demokratik bir yönetim sistemi bulunmaktadır.

2017 anayasa değişikliği ile bir yandan Yürütme güçlendirilip sorumsuz / hesap sorulamayan tek kişiye bırakılırken, öte yandan TBMM’nin yürütmeyi denetleme işlevinin zayıflatılması, 100 yıl önce konulan çağdaş ilkeleri yok sayıp, 150 yıl geriye 1876 anayasasındaki “anayasal monarşi” sistemine dönüştür. Karşı devrimin bir parçasıdır.

[1] Bülent Tanör, Kurtuluş Kuruluş. Cumhuriyet Kitapları, İstanbul,2017, s.62
[2] M.K. Atatürk, Nutuk, Türk Tarrih Kurumu Yayını, Ankara, 1981, s.306
[3] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 2. cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1964, s.363
[4] Enver Behnan Şapolyo, Türk İnkılap Tarihi Notları, Kara Harp Okulu Yayını, Ankara, 1949, s.164
[5] Atatürk, a.g.e. s.314
[6] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, cilt 2, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1987, s.255
[7] Tanör, a.g.e. s.120

31 MART 2024 SEÇİMLERİ NELERİN İŞARETİ?

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

TOPLUMDAN SİYASAL İKTİDARA, “MİLLİ İRADE” ANITSATMASI ve SİYASAL SARI KARTLI “BİR NİSAN” ŞAKASI!…

Ayrıştırmayıp birleştirenler kazandı.

Yüce Önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK de

  • Türkiye Cumhuriyetini kuran TÜRKİYE HALKINA TÜRK MİLLETİ DENİR.

diyerek, ulusu ayrıştırarak değil, birleştirerek kazanmıştı…

TÜRK TOPLUMU:
– Ulusal (milli) istencin (iradenin) tartışılmazlığına,
– Halifelik ve saltanat devrinin kesinkes kapandığına,
– Ekmeğine, özgürlüğüne, yaşam biçimine,
– Laikliğe, demokrasiye, dinbazlık yapanlara,
– Atatürk’e, çoğulculuk içinde kalarak ulusal birliğe,
– Akıl ve bilim temelli ÖĞRETİM BİRLİĞİ YASASINA,
– Toplumsal cinsiyet (gender) eşitliğine,
– Evrensel, çağdaş uygarlık anlayışına,
– Hukukun üstünlüğüne, adalete, insan haklarına,
– Üretim odaklı ve adil paylaşıma dayalı ekonomik düzene

GÜÇLÜ BİR BİÇİMDE SAHİP ÇIKTI..

Sosyolojik olarak feodal, tarımsal, dogmatik ve teokratik (dinci) değerlerle; demokratik bilgi toplumunu, akıl-bilim ve kent kültürünün eğittiği çağdaş bireyleri yönetme dönemi önemini yitirdi.
***
DİKTATÖRLÜK NEDİR?

Vatandaş, “Hocam diktatörlük nedir?” diye soruyor.
Çok özet olarak şunlar söylenebilir :

Hakkı yenilenin hak aramaktan korktuğu;
işsiz ve aç insanların ekmek isteme haklarının olmadığı,
siyasal düşünce suçluların hapishaneleri doldurduğu,
salt muktedir olanların düşüncelerinin doğru kabul edildiği,
sendikal ve siyasal örgütlenmelerin basķı altında tutulduğu,
sarı sendikacılığın özendirildiği,
tüm basın kuruluşlarının iktidar yanlısı olmaya zorlandığı,
bol bol ırkçılık, dincilik, vatan, ezan ve bayrak propagandasının yapıldığı,
çoğulculuk, özgürlük, barış ve demokrasiden öcü olarak söz edildiği,
aklın ve bilimin eğitimden iyice dışlandığı,
eğitim sisteminin militanlaştırıldığı,
her türlü din vicdan özgürlüğü ve evrensel insan haklarının askıya alındığı;
yasama, yürütme ve yargı erkinin tek kişide toplandığı,
yürütme erkinin başındaki kişinin hiçbir ahlak, hukuk, adalet, anayasal ve yasal sınırlamaya bağlı olmadığı,
yönetenlerin asla hesap vermediği ve hesap sorulamadığı.
toplumun, militarizme benzer polis devleti yöntemleriyle basķılandığı ve korkutulduğu siyasal rejimlere;

DİKTATÖRLÜK REJİMİ denir!…. (01 Nisan 2024)

Dünya Sıralamasına Giremeyen  Üniversiteler Kapatılacak mı?

Prof. Dr. Rıdvan KARLUK
ridvankarluk@gmail.com 
(Turkish Forum – eturkiyeyiz.biz] Bugün Forum’da yayınlanan yazımı Grup üyeleri ile paylaşıyorum. R. Karluk)

Sözcü Gazetesi’nde sayın Sultan Uçar, 29 Mart 2024 tarihinde “Dünya sıralamasına giremeyen 197 üniversite kapatılacak mı?”  başlıklı yazısında çok önemli bir konuyu  gündeme getirmiştir: YÖK’ün diploma denkliği için dünya sıralamalarında ilk bin üniversite içinde en az 2’sinde olma şartını, Türkiye’deki 208 üniversiteden 11’i tuttururken, 197’si tutturamadı. QS 2024 Dünya Sıralamasında ilk 400’e yalnızca ODTÜ girdi.”

THE 2024 Dünya Sıralamasında ilk binde   11 üniversite  yer almıştır. Bunlar; ODTÜ, Koç, İTÜ, Sabancı, Bilkent, Boğaziçi, Çankaya, Hacettepe, Bahçeşehir, Özyeğin ve  YTÜ.

“Dünya başarı sıralamalarında ARWO, QS World, CWTS Leiden ve THE Word’ü ölçü alan YÖK’ün listesindeki 4 sıralamaya yalnızca İTÜ ve Hacettepe girebiliyor. ‘İlk binde en az 2 uluslararası araştırma sıralamasına girme’ şartını ise 11 üniversite tutturdu. Türkiye’deki 208 üniversiteden 197’si dünya sıralamalarında ilk binde yok. YÖK’ün yurt dışındaki öğrencilerden istediği ilk bin koşulunl, Türkiye’deki üniversiteler taşımıyor. Buna karşın yurt dışındaki Türk öğrencilerin diploması, Türkiye’de geçersiz sayılabilecek.”

“İlk bin üniversite için ‘akademik yayın sayısı’ kriteri var. THE 2024’te Çankaya Üniversitesi, yılda 349 makale yazıp (AS: Bu olanaklı mı??! Bir yılda olanaksız!), 25.482 atıf alan Prof. Dr. Dumitru Baleanu sayesinde dünya sıralamasında ilk bine girdi. Marmara, Ege, Dokuz Eylül, Gazi, İÜ, Çukurova gibi birçok köklü üniversite, ilk binde yok.”

Türkiye’deki üniversitelerde kayıtlı öğrenci sayısı 8 milyon ile OECD ülkeleri içinde ilk sıralardadır. Bu öğrenci sayısı, ortalama bir rakamla nüfusumuzun %9’udur. ABD’de bu oran  %6, AB’de ise %5.7’dir. Toplam kamu, vakıf ve özel üniversite sayımız 209’dur. 130 devlet üniversitesi (11 teknik üniversite, 2 güzel sanatlar üniversitesi ve 1 yüksek teknoloji (AS: İzmir ve Gebze..?) enstitüsünün yanı sıra Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi, Polis Akademisi ve Milli Savunma Üniversitesi), 75 vakıf üniversitesi ve 4 vakıf meslek yüksekokulu vardır.

21 üniversitenin uluslararası  etkinliği ve sosyal sorumluluk projesi, 65 üniversitenin  endüstriyel proje yönetimi yoktur. 65 üniversite kütüphanesinde yeterli sayıda yabancı dilde yazılmış kitap bulunmamaktadır. 88 üniversite patent ve tasarım başvurusu yapmamış, 28 üniversite ise TÜBİTAK bursundan yararlanmamıştır.

Üye olmak için kapıda beklediğimiz Avrupa Birliği’nde 20 öğrenciye 1 hoca, bizde 41.5 öğrenciye 1 hoca düşmektedir. 68 üniversite rektörünün uluslararası yayını yoktur. Uluslararası yayını olmayan bir öğretim üyesinin rektör olmasını  doğru bulmuyorum. Bu üniversitelerde öğrenciler için bu durum kötü örnek oluşturur. Daha da önemlisi, bu üniversitelerde öğretim üyeleri rektör olmak için uluslararası yayın yapmaya gerek duymazlar.

Bu konuda Ankara’da önemli bir tıp profesörünün adını taşıyan bir vakıf üniversitesinde yaşanmış bir örnek YÖK tarihine geçecek ölçüde önemlidir. Bu  üniversitede aşağıda yer alan 9 kriter (ölçüt!) ile profesör atanmıştır. YÖK mevzuatında olmayan kriterler (ölçütler) ile  yapılan  hukuk dışı atama, yargı kararı ile iptal edilmiş olmasına karşın YÖK bu konuda sessiz kalarak bu kriterleri (ölçütleri) onaylamıştır.

Aşağıda yer alan 9 kriter (ölçüt) ile profesör ataması yapılıyorsa, Türkiye’deki 197 üniversitenin  dünya sıralamalarında ilk binde yer almaması  normaldir. Üstelik, atanmayan aday, kendini bilimsel olarak kanıtlamış biri olmasına karşın.

Acaba profesör olmak için adayın “genç” olmasına bakılacak, eğer genç değilse “dinamik” de olmadığı için profesör ataması yapılmayacak mıdır? Oscar Wilde der ki:

  • “Biri gerçeği söylerse, bir başkası er veya geç yalanının ortaya çıkacağından emin olmalıdır.”  

Mark Twain de  doğru bir saptama yapmıştır:

  • “Gerçek ayakkabılarını giymeden, yalan dünyayı üç kez dolaşır.”

YÖK tarihine örnek olarak geçmiş 9 ölçüt aşağıdadır :

  • Dosyanın düzenli olması, (The regularity of the file)
  • Taşınır bellek, (Portable memory)
  • Adayın genç olması, (The candidate is young)
  • Adayın dinamik olması, (The candidate is dynamic)
  • Adayın projeci olması,  (Being a project designer)
  • Adayın yaşı, (Candidate’s age)
  • Adayın dinamikliği, (Candidate’s dynamism)
  • Adayın lisans programlarında ders vermesi, (The candidate’s teaching in undergraduate programs)
  • Adayın yüksek lisans programlarında ders vermesi. (The candidate’s teaching in graduate programs)

Yukarıda yer alan 9 kriter (ölçüt) ile Ankara’da bir vakıf üniversitesinde profesör atanabiliyor ve de YÖK bu atamayı iptal etmiyorsa, “Dünya sıralamasına giremeyen 197 üniversite kapatılacak mı?” sorusuna yanıt verecek makam YÖK’tür.

CHP ulusal birliği sağladı, saray çöktü

Işık Kansu
Işık Kansu
kansu@cumhuriyet.com.tr

Yerel seçim sonuçlarının partilere göre dağılımını şöyle yorumlayabiliriz:

CHP:

Müdafaa-i Hukuk örgütlenmesi ile Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştiren, TBMM’yi kuran ulusal birliğin köküne dayanan CHP, yaklaşık 100 yıl sonra bir kez daha, özellikle büyük kentlerde emperyalizmin yeni masalı küreselleşme ile birlikte siyasetin temeli yapılmaya kalkışılan etnik, mezhep vb. ayrışımları Türkiye ittifakı söyleminde eriterek toplumsal kaynaşmayı seçimlerle sağlamış oldu.

Yıllardır yürüttüğü sağcılaşma ve sağcı partilere ana kucağı olma siyasasından kopuş ile birlikte, akıllı ve bilinçli bir çizgiyle ulusal bütünlüğü sağlayan siyasal örgüt, dolayısıyla ülkeyi tek başına yönetecek bir iktidar seçeneği olduğunu kanıtladı.

Özellikle daha önce kendisinde olan büyük kentlere yenilerini ekleyerek önemli bir seçim başarısı elde eden CHP, bu yurttaş desteğiyle, bir tür meşruti monarşi anlamına gelen Saray sistemi yerine laik, demokratik, sosyal hukuk devletine dönüş için gerekli güvenoyunu almış bulunuyor. Hem de yakın geçmişte olduğu gibi, kendisini orasından burasından çekiştiren, ödün vermeye zorlayan, kıymeti kendinden menkul kimi sağ siyasetçilere boyun eğmeden, kendi tarihsel gerçekliğinden ve tabanından kopmadan bu aşamaya varmış bulunuyor.

Başarı, yıllardır sığlaştırılmış ve belli bir oranda tıkanıp kalmış olan partide değişim ve dönüşümü tarihsel bilinçle gerçekleştiren CHP tabanına ve onların inanarak önder yaptıkları Özgür Özel’e aittir.

CHP, artık gerçekten Saray’daki AKP’linin ve O’nun yarattığı gericiliğin ve yoksulluğun karşısında tek başına, iktidarı almaya hazır ana muhalefet partisidir.

Bir tek koşulla:

  • Yerel yönetimleri kazanan CHP’liler,
    yurttaştan aldıkları emanete hıyanet etmeyip canla başla çalışırlarsa…

AKP:

Seçimden bir gün önce, Saray’daki AKP’linin ense tıraşını göreceğimizi dile getirmiştik.

Öyle de oldu. Ense tıraşını gördük.

14 Mayıs 2023 seçimlerinin hemen ertesi günü gazetemiz Cumhuriyet, AKP’nin aldığı %36.30’lu oy oranı ile 1. parti olmasını Erdoğan kaybetti”, 28 Mayıs cumhurbaşkanı seçimini de “Kaybederek kazandı” manşeti ile vermiştik. Bu iki manşet de kimi çevrelerde yadırgandı. Oysa tarihsel ve siyasal açıdan her iki manşet de doğruydu. Erdoğan ve partisi, her iki seçimi de en batısından en doğusuna büyük kentlerde seçimi yitirmişti. Kentli seçmen Saray rejimini istemiyordu. Sonuçlar, AKP’nin yerel seçimlerde de beklentisinin boşa çıkması büyük olasılıktı. Ve dünkü sonuçlara göre öyle de oldu.

AKP’nin, “Bizi bırakma” diye yalvaran ortağının koltuk değnekleriyle yürüttüğü çağla, demokrasiyle ve ülkenin kuruluş felsefesi ile uyuşmayan antidemokratik sistem çökmüştür.

  • Ekonomist olduğunu söyleyen imam-reisin yarattığı yolsuzluk ve yoksulluk,
    sonunu getirmiştir.

Geri dönüşü olmayan iniş başlamıştır.

Türkiye’nin sağduyulu halkı, kendisini yok sayanlara büyük bir şamar atmıştır.

MHP:

AKP’nin gövdesine sarılarak yaşamayı seçen MHP, birkaç ili almayı kendine kazanç saymaya devam edecektir. Geçmişten bu yana 1. partilerin koalisyon ortaklığı ile idare eden bu parti, yakında AKP’yi boşlarsa hiç şaşırmamalı.

İYİ Parti:

Meral Akşener’in partisi için beklenen olmuş, İYİ Parti erimiştir.

DEM Parti:

Güneydoğu’da var olan bir parti olarak yaşayacaktır.
Etnikçilik üzerinden ilerleyen siyasal hareketin büyük kentlerde bir anlam ifade etmediği görülmüştür.

YRP:

Erbakan’ın Milli Görüş’ü kendi tabanına dönmüştür.

Özetle; dünkü yerel seçimler, Türk siyasal yaşamında önemli değişimleri doğuracak bir dönüm noktasıdır.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Cumhuriyet’te köşe yazımız: 31 Mart 1909-31 Mart 2024; 115 Yıl Sonra Gene İstibdat mı?!

Dostlar,

Dün, 28 Mart 2024 Perşembe günü, Cumhuriyet gazetemizin 8. sayfasında 14. köşe yazımız yayınlandı. 2 haftada bir yazmaktayız. Köşe yazarlığı kıdemimiz de böylece 9.aya girdi!

Bu yazımızı paylaşmak istiyoruz.
https://t.co/D5QV3rumDJ
https://x.com/profsaltik/status/1773701899964801380?s=20

***
31 Mart 1909 – 31 Mart 2024 :
115 Yıl Sonra Gene İstibdat mı?!


Belleklerdedir: 31 Mart Kalkışması (isyanı), Meşrutiyet’in 2. kez ilanından sonra (ilki 1876) İstanbul’da başlatılan büyük bir ayaklanma ve darbe girişimidir. İttihat-Terakki’nin desteklediği Hüseyin Hilmi Paşa Sadrazam idi. Önceki sadrazam-başbakan Mecliste güvensizlik oyu ile düşürülmüştü! Hareket Ordusu tarafından isyan bastırıldı. 2. Abülhamit’in 1878’de ilk meşrutiyeti daha 2. yılında kaldırarak başlattığı “istibdat” (koyu baskı-mutlak sultanlık) rejimi sürsün istiyordu gerici-yobazlar. Oysa şimdiki yurdun iki katı alan yitirilmişti bu karanlık dönemde. Vatan toprağı Kıbrıs sözde “kiralanmıştı” İngiltere’ye!

Ancak “Hürriyet ilan edilmişti” bir kez, geri dönüş yoktu. Avrupa’nın çok gerisinden de olsa “ilerliyorduk”. Tarihin tekerleği ileriye dön(dürül)üyordu, 23 Nisan 1920’de açılan ilk TBMM, “Egemenlik bağsız koşulsuz milletindir” ilkesini benimseyerek, gerçekte eylemli olarak (fiilen) saltanatı tanımadığını duyurmuştu. “Tebaa” sözcüğü yerine özen ve bilinçle “millet” sözcüğü konmuştu, Cumhuriyet’e giden yolun taşları döşeniyordu. Bağımsızlık savaşının görkemli askeri utkusunun (30 Ağustos 1922) hemen ardından, 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmış ve son Padişah Vahdettin İngilizlere sığınarak kaçmıştı.
***
   115 yıl sonra neredeyiz ?

  Hükümet yok!

Cumhurbaşkanlığı Kabinesi uydurma-zorlama-göstermelik bir sekreterler kurulu.
   Meclis yok!
Cumhur İttifakı TBMM’yi noter gibi kullanıyor. Tüm yasa önerileri kaçak Saraydan geliyor.
Yargı yok gibi!
HSK eliyle mutlak egemenlikle atamalar-yükseltmeler-yer değiştirmeler yapılıyor. Bu Kurul da TEK ADAM’ın güdümünde; 6 üye doğrudan RTE atamasıyla, 7 üye Yürütme’nin TBMM’yi yönlendirmesi ile. Tepedeki AYM’nin 12/15 üyesini tek adam RTE atıyor! Son dönemlerde
bu yüksek Mahkeme “lüks” görülmeye başlandı, kararları utanmazca uygulanmıyor,
Anayasa değişimi dayatılıyor!
Demokrasilerin sacayağı, YASAMA – YÜRÜTME – YARGI erklerinin birbirinden bağımsız denge-denet sistemine dayanır. Ulus, egemenliğini bu Anayasal “Güçler” eliyle kullanır.
Güçler ayrılığı” yüzlerce yıldır emekle örülmüş bir siyasal kazanımdır ancak ülkemizde
3 Kasım 2002 AKP iktidarı ile birlikte 21+ yıldır adım adım çökertilmiş ve 21. yy’da dünyada
hiçbir ülkede benzeri olmayan bir post-modern (!) dinci-gerici despotik rejim koskoca ülkeye dayatılmıştır. Ucubenin adı: Cumhurbaşkanlığı hükümetidir! Atlantik kurgusu-dayatması olarak kökü dışarıda, asla yerli-milli olmayan bir kuşatmadır Türkiye’ye.
21+ yılda ülke hemen her bakımdan gerile(til)miş, çok borçlu = çok bağımlı duruma sürüklenmiştir.
TEK ADAM rejiminde Ulusa hesap verme yükümü çöpe atılmıştır.

  • Oysa 1908’de güvenoylaması ile Sadrazam düşürülmüştür!

Günümüzde hükümet de yoktur, güven oylaması da!

TEK ADAM RTE’ye, yardımcısına, bakanlarına, milletvekillerine Yüce Divan’da (Anayasa Mahkemesi) hesap sorabilmek için 400/600 oy gereklidir TBMM’de. Üstelik bu “tuhaf” kural (Anayasa m.105/3), ölene dek geçerlidir.

Ucube TEK ADAM REJİMİ, İslami faşizm zeminini de pekiştirerek bir patrimonial sultanlık kurmuştur. Siyaset bilimi terimi ile bu bir “anomali”dir. Bu rejimler olağan yollarla yıkıl(a)mamaktadır. O halde, anti-emperyalist bağımsızlık savaşını kazanan Devrimci Ulusumuz, bu acı kuşatmayı nasıl yaracaktır?
İlk olarak, Türk Devrimi’nin tüm mazlum uluslara örnek “6 Ok”unu anımsamak gerekir.
O bütüncül devrimci ideolojinin 6 bileşeninden (Ok’undan) biri ve en uzun olanı “DEVRİMCİLİK” tir, unutulmasın! Tarih, 115 yıl sonra 31 Mart 2024’te, Türk ulusunun önüne, adeta altın tepside bir fırsat sunmaktadır. O tarihsel fırsatın adı, kağıt üstünde “Yerel seçimler” ancak çok aşkın bir anlam ve önem kazandı.

  • Görülmemiş bir yoksullaşTIRma halka dayatıldı, ülke talan edildi!

Alın teri – göz nurumuz, İslamcı-dinci sermayeye ve dış ortaklara aktarıldı. Öyle ki; başsorumlu AKP=RTE, milyonlarca emekliyi 10 bin TL/ay mutlak yoksulluğa ısrarla mahkum eti.

  • Hemen hemen tüm demokratik hesap sorma yolları tıkandı!

Eğer bu lanetli (maledictus) gidiş durdurul(a)mazsa, fatura daha da ağırlaşacak; “çıkış” (exodus) belki de onlarca yıla uzayabilecektir! Okuyucu hoş görür ise; bu “can sıkan” öngörülerimiz salt
Tıp değil, Mülkiye ve Hukuk eğitimimize de, –mutlak bir bilimsel terbiye ile– dayalı, yalın karamsarlık asla değil.

Ne yapmalı                                                             ??

  • Ana ve şaşmaz hedef AKP=RTE faşist-gerici-uydu rejimini olabildiğince zayıflatmak.

  • Bunu hakkımız olan “oy” larımızla demokratik-barışçıl ve meşru yolla yapmak.

  • Bugün yapıl(a)mazsa gelecekte bu yollar da kullanılamayabilir.

  • Öyle ise; her seçim bölgesinde, kazanabilecek en güçlü adayı destekleyerek Cumhur İttifakı adaylarını sandıkta yenmek.

  • Ulusal güçleri birleştirin” buyruğu ATA’nın!

==========================================================
Köşe yazımızın Cumhuriyet‘teki pdf biçimi aşağıdadır.

Cumhuriyet gazetesi köşe yazımız;.. 115 Yıl Sonra Gene İstibdat mı

Okunması, paylaşılması ve gereklerinin yerine getirilmesi dileğimizdir.

Sevgi ve saygı ile. 29 Mart 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik

https://www.instagram.com/ahmet_saltik

TÜRKİYE, ANKARA, İSTANBUL İTTİFAKI KURUP EL ELE VERELİM

Gönül Pınar Atacı

Sözün tam ve tüm anlamıyla DAHİYANE bir yazı. Çok değerli ve sevgili hocamız
Prof. SALTIK’ın DAHİ kalbine, DAHİ eline, DAHİ kalemine sağlık ve konuya ve soruna ilişkin
özel bir adak : https://x.com/profsaltik/status/1773701899964801380?s=20

***

TÜRKİYE, ANKARA, İSTANBUL İTTİFAKI KURUP EL ELE VERELİM!

Bütün üretim ve değişim,
Tüm bölüşüm ve dağıtım,
Tüketim, birikim, yatırım
İş, emek, girişim ve bilim,
Beka, barış, bağımsızlık, özgürlük ve Cumhuriyet,
Hak, hukuk, adalet, sanat, edebiyat, ahlak ve erdem (fazilet)
Sistemini ve öznelerini
Ögelerini ve süreçlerini

Korkunç bir felce, hastalığa, sakatlığa ve kötürüme
Hatta kaçınılması çok zor ve olanaksız bir ölüme
Sürüklemiş olan eski ve yeni mandacıları,
Ve yerel, bölgesel ve küresel mafyacıları,
En dinsiz dinci şeriatçıları ve cihatçıları,
Ayakkabı kutularına kara para yığanları,
Haramzedeleri, haksız rantçıları, tefeci faizcileri,
Bunların uzak ve yakın emperyal destekçilerini,
Hizmetçilerini ve yer altı ve üstü köstebeklerini
Ve de ‘sağdaki’ ve ‘soldaki’ koltuk değneklerini

Teşhis ve tespit, teşhir, tel’in ve mahkum etmek için
Türkiye, Ankara, İstanbul İttifakı kurup el ele verelim
Ve dahi başkanlar İmamoğlu’nu ve Mansur Yavaş’ı
Ve onlar gibi vatansever ve demokrat tüm adayları
Bütün il, ilçe ve belde belediyelerine başkan seçelim.
Yani tüm BOP’çuları ve Kanal’cıları kapı dışarı edelim!
Buna gücümüz yeter, sayısal çoğunluk biz Cumhuriyetçilerde..

Çin ordusu mu çil yavrusu mu?

Siyaset 28.03.2024, BİRGÜN

27. Yasama döneminde TBMM’de 336 vekil ile temsil edilen Cumhur İttifakı, Genel Kurul’da 180’e bile ulaşamıyordu. Yoklama istenince odalarından koşup gelerek kapılara yakın masalarda oy kullanan vekiller, çoğunluk teyidiyle hızlıca ayrılıyordu. CHP Grup başkan vekili Özgür Özel, bu durumu, “Çin Ordusu gibi geliyorlar, çil yavruları gibi dağılıyorlar” metaforuyla betimliyordu.

Ya AKP-MHP Genel Başkanlarının talimatları?  Yasa önerilerini onaylamakla sınırlı.

TERS KELEPÇE

Medya mensuplarının, “eskiden üç bakan çekilirdi; şimdi neden seçim meydanlarında?”  şeklinde sorgulamalarına şaşırmamak elde değil. Neden? Çünkü anayasal ve siyasal tasfiye operasyonu olarak 2017 kurgusu, Yürütme yetkisini Cumhurbaşkanı’na tarafsızlık statüsünü koruyarak verdi ve bakanları, siyaset dışına çıkardı. Buna göre, siyaseti CB yapacak; bakanlar ise onun tercihlerini uygulamaya koyacak. Öyle ki, bakanlar müdür atama yetkisine bile sahip değil, sicil amiri hiç değil. Şu halde, hiçbiri siyaset yapamaz.

Ya uygulama? Anayasa ile bağdaşmadığı halde CB, parti genel başkanı oldu. Statüsünü, diğer partileri bastırmak için kullanan CB, bakanları, diğer adaylar karşısında devlet gücünü kullanmak için sahaya sürdü.

  • CB’nin ve bakanların siyasal faaliyetleri Anayasa dışı.

TBMM’ye vurulan ters kelepçe olarak nitelediğim Cumhur İttifakı da, 2017 kurgusu ile çelişiyor.

Bu saptama, kurgunun Cumhuriyet’in niteliklerini zedelediği gerçeğini gizlememeli. Yandaş medyanın CB yerine ‘başkan’ hitabı, gerçekçi. ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi’ (CBHS) ise,  yoklukları gizlemeye yönelik sanal bir kavram.

Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme’ (PBDBY) uygulaması ile aslında Türkiye Cumhuriyeti, Temmuz 2018’de fetret dönemine sokuldu (“PBDBY fetreti”, Yeniarayış, 25 Mart).

ÜÇLÜ AMAÇ

Hiçbir haklı gerekçesi olmayan yıkımın amacı belli idi: Önce, tek kişi başkanlığını ömür boyu kılmak; sonra, iktidar tekeli yoluyla siyasal/tarihsel/kültürel/doğal mirası lağvetmek; nihayet, yurttaşlık ve dünyevi hukuku tasfiye ederek “ümmetçi toplum” hedefine varmak.

7 Haziran 2015 seçimleri, göreceli serbest oy ve eşit yarış ortamında yapılan son seçim oldu; 1 Kasım 2015’ten itibaren 6 kez kurulan sandıkta yarışma hiçbir zaman eşit olmadı. 31 Mart’ta kurulacak olan 7. sandık öncesi sahaya sürülen -ergin olmayanlar dahil- neferler, 7 yıldır PBDBY üzerine yazdıklarımın acı, ama gerçek görüntüsü.

TALİMAT ve TEHDİT

CB unvanını kullanarak CHP’ye ve Genel Başkanına sürekli hakaret eden ve seçim yasaklarını hiçe sayan AKP Genel Başkanı,  Anadolu’dan seçmenlere talimat ve tehditle sesleniyor: Adayıma oy vermezseniz Ankara’dan hizmet gelmez; yakınlarınıza telefon etmezseniz İstanbul’u düşman (!) işgalinden kurtaramayız.

NASIL OKUMALI?

Öncelikle, ‘Cephe’deki bakanlarına bile güvenmiyor; adayına ise, ne kendisi ne de bakanları. İçişleri Bakanı Yerlikaya’ya, “İşin gücün yok mu senin? dönsene Ankara’ya…!”  diye seslenen İmamoğlu, “17 değil, 27 bakan gelin!” sözleriyle meydan okuyor. Oysa önceki bakanlar da sayılırsa, 27’yi de geçer.

Sonra, CHP’ye ve belediye başkanlarına yönelik üçlü eleştiri dili, iktidarın karanlık geçmişini ve Türkiye üzerindeki kara bulutları çağrıştırıyor:

  • -‘Para sayma’; 17-25 Aralık sürecinde İmam-Hatipli Genel Müdürün para dolu ‘ayakkabı kutuları’,
  • ‘Telefon’; aynı dönem Başbakan ve oğlu arasındaki ekranlara yansıyan paraları sıfırlama telefon görüşmesi,

-‘Çöp/çamur/çukur’ ise; Akkuyu, İliç ve Kanal İstanbul (Yıkımlar ve olası tehlikeler, ayrı yazı konusu).

SONUN BAŞLANGICI

  • Devlet içinde cemaat+ÇEDES+tarikat üçlüsü,
    Cumhur İttifakı’nın Cumhuriyet’in niteliklerini yok etme kararlılığını gösteriyor.

Demokrasi+hukuk+özgürlük için oy, karanlık üçlüye karşı oy demek.

Hukuk, haysiyet ve ahlak dışı cepheleri, çil yavruları gibi dağıtarak Türkiye Cumhuriyeti tarihinde fetret dönemi açan PBDBY ayracını kapatma umudu için 31 Mart oyu çok değerli.
==========================================
Yazarın Son Yazıları

CADDE TV Programımız.. Yerel Seçimlere koşar adım…

Dostlar,

Dün, 27 Mart 2024 günü Cadde TV‘de Sayın Rahmi AYGÜN‘ün çağrısı ile 50 dakikalık bir söyleşi yaptık.

İki ana bölüm oluştu; ilk yarıda
– 21,5 yıllık tek başına AKP = RTE iktidarında SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM‘ü (Health Transformation!; tümü ile dış dayatma, ne yerli ne de milli!!),
– yabanıl (vahşi) özelleştirmeyi,
– apaçık sağlık kapitülasyonları olan şehir hastanelerini,
– hekim göçünü,
– sağlıkta şiddeti,
AKP= RTE‘nin hekimleri aşağılayan, emeklerini değersizleştiren, bezdiren, iş güvencesini yok eden, emeklilikte yoksullaştıran, iş yükü ilke ezen, ayrımcılık yapan, liyakata dayanmayan… çağdışı politikalarını..
– Halkın sağlık hakkını
– Sağlık sektöründeki yandaşa – yabancı sermayeye peş keş çekilen milyarlarca Doları…
– Böyle giderse daha neleeeer neler olacağını…

konuştuk.. (yaklaşık 35 dk.)
***
İkinci bölümde 31 Mart “yerel” seçimlerini konuştuk.
“Yerel” olmaktan çıkan çooook kritik bir anlam ve işlev kazanan bu çok özel seçimleri..
Ulusumuza net ve kritik çağrılarımız oldu : (Bu çağrıyı bu gün Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan köşe yazımızda da yineledik..)

Ne yapmalı                                                       ??

– Ana ve şaşmaz hedef AKP=RTE faşist-gerici-uydu rejimini olabildiğince zayıflatmak.
– Bunu hakkımız olan “oy” larımızla demokratik-barışçıl ve meşru yolla yapmak.
– Bugün yapıl(a)mazsa gelecekte bu yollar da kullanılamayabilir.
– Öyle ise; her seçim bölgesinde, kazanabilecek en güçlü adayı destekleyerek Cumhur İttifakı adaylarını sandıkta yenmek.
– “Ulusal güçleri birleştirin” buyruğu ATA’nın!
***
Programı izlemek için lütfen tıklayın..

İzlenmesini, paylaşılmasını ve gereklerinin hızla yapılmasını dileriz…

Sn. Fikri Sağlar’ın tweet iletisi ile bağlayalım : (https://x.com/dfikrisaglar/status/1773263449025311185?s=20)

  • AKP’ye öyle bir ders verin ki:
  • Halk açken, halkın parasıyla lüks içinde yaşanamayacağını anlasınlar.
  • Halkı zamlarla soyarken, bir avuç yandaşa peşkeş çekilemeyeceğini anlasınlar.
  • Halkın verdiği yetkiyle, halka tepeden bakılamayacağını anlasınlar.
  • Hesap sor ey Halkım! 

Sevgi ve saygı ile. 28 Mart 2024, Ankara
 
Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Akıl tutulması

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
25 Mart 2024, Cumhuriyet

İnsanlık tarihinde, bütün hakların tek bir devrimle elde edildiği bir devrim yoktur. Haklar zaman içinde adım adım, farklı devrimlerle elde edilir.

Mükemmel bir devrim veya mükemmel bir lider bekleyen kişiler, devrim yapamazlar, bir ömür boyu devrimi ve lideri beklemekle yetinirler.

31 Mart belediye seçimlerini de bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

  • Seçimleri AKP’nin kazanması durumunda;
  • Laiklik karşıtı teokratik karşıdevrim süreci hız kazanacak,
  • bu sonuçlardan cesaret alan AKP,
  • anayasa değişiklikleriyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin tabutuna son çiviyi çakacaktır.

AKP şu anda Türkiye’nin birçok ilinde ve ilçesinde, CHP yönetimine tepkili olan CHP ve muhalefet seçmeninin sandığa gitmemesi veya CHP dışındaki muhalefet partilerine oy vermesi nedeniyle seçimleri kazanacaktır.

Türkiye’nin çoğu ilinde ve ilçesinde muhalefet cephesinde CHP’nin adayları önde olduğu halde, bu adayları desteklemek yerine sandığa gitmemek veya kazanması olanaksız olan başka muhalefet partilerinin adaylarına oy vermek, muhalefet oylarının bölünmesine yol açmak, akıl tutulmasından başka bir şey değildir.

Bu tavır AKP’nin karşıdevrim sürecine hizmet eder. Karşıdevrim sürecine hizmet edenler, devrim konusunda herhangi bir iddia ortaya atamazlar.

  • Yapılması gereken öncelikli iş, karşıdevrim sürecini frenlemek;
  • hem karşıdevrimci hareketin belediyelerin olanaklarından yararlanmasını
  • hem de belediye seçimi sonuçlarının karşıdevrimci anayasa değişikliklerine
    cesaret vermesini önlemektir.

CHP yönetiminde parti içi demokrasi ve partinin ilkelerine sahip çıkılması konusundaki sorunların çözülmesini seçim sonrasına ve bu yıl gerçekleşecek tüzük kurultayına bırakmak yerine, AKP’nin karşıdevrim sürecine hizmet etmek, akıl tutulmasıdır.
***
Şu anda muhalefet cephesinde İstanbul, Bursa, Balıkesir, Antalya, Antakya gibi çok önemli kentlerde CHP’nin adayları önde olduğu halde, bu kentleri AKP’nin kazanma olasılığı var.
Çünkü bu kentlerde AKP ve CHP adayları arasındaki yarış başa baş ilerlemektedir.

Bu koşullarda CHP seçmeninin bir kesiminin sandığa gitmemesi veya muhalefet oylarının, kazanma olasılığı bulunmayan İYİ Parti ve Zafer Partisi gibi partilerin adaylarına veya bağımsız adaylara verilmesi, ancak akıldışı içgüdüsel davranışlarla, öfke ve kin duygularıyla açıklanabilir.

Benzer bir durum İstanbul’un Sarıyer ilçesi, Muğla’nın Bodrum ilçesi ve Trabzon’un Ortahisar merkez ilçesi için de geçerlidir. AKP ile CHP arasında başa baş bir mücadelenin yaşandığı bu ilçelerde, CHP seçmeninin sandığa gitmemesi veya muhalefet oylarının bir bölümünün, kazanma olasılıkları bulunmayan İYİ Parti’nin ve Zafer Partisi’nin adaylarına veya bağımsız adaylara kayması durumunda, seçimleri AKP kazanacaktır.

Böylece 15 yıldır CHP’de olan ve İstanbul’un en büyük ilçelerinden birisi olan Sarıyer AKP’ye geçecektir; Türkiye’nin en önemli turizm merkezlerinden birisi olan Bodrum ilk kez AKP’ye geçecektir; CHP 15 yıl sonra Türkiye’nin en köklü ve önemli kentlerinden birisi olan Trabzon’un merkezini yeniden yönetme olanağını yakalamışken, AKP burayı yönetmeye devam edecektir.
***
Yeniden Refah Partisi yönetimi, adaylarını çekmeyeceklerini açıklamasına rağmen, YRP seçmenlerinin önemli bir kısmı AKP’li adaylara oy verecektir. YRP Merkez Karar Yürütme Kurulu üyelerinden birisinin İstanbul’da AKP’nin adayının desteklenmesi gerektiğini açıklaması da bu eğilimin bir yansımasıdır.

Bu ortamda

  • CHP seçmenlerinin bir kesiminin sandığa gitmemesinin ve İYİ Parti ile Zafer Partisi tabanının CHP’nin adaylarına oy vermemesinin bedeli ne yazık ki çok ağır olacaktır.

Yitiren yalnızca CHP değil, Türkiye olacaktır.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Akıl tutulması25 Mart 2024
Seçmen ittifakı11 Mart 2024

LAİK AHLAK VAR MIDIR, VARSA NASIL DOĞMUŞTUR ve DİNSEL AHLAKTAN FARKLARI NELERDİR?

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

A- KURAMSAL ÇERÇEVE.

Evet, geleneksel ve tarihsel dinsel anlayışlardan farklı olan bir LAİK AHLAK ANLAYIŞI vardır. Fakat laik bir ahlak anlayışının oluşabilmesi için iki önemli gelişme ve değişimin ortaya çıkması gerekmiştir.

Birincisi Batı toplumlarında Aydınlanma felsefesine bağlı olarak dinsel otoriteden bağımsız eleştirel özgür aklın ve deneysel bilim anlayışının gündelik düşünme ve yaşama biçimine egemen olması ya da başka bir söyleyişe göre de toplumsa ZİHNİYETİN dogmatizmden kurtulup ÇAĞDAŞLAŞMASIDIR.

İkincisi de, bilimin ve teknolojinin değiştirici ve dönüştürücü etkilerine bağlı olarak
dinsel-tarımsal bir toplumsal yapıdan ve düşünme biçiminden giderek sıyrılıp
demokratik ve laik bir sanayi toplumuna kavuşmaktır.

Çünkü evrensel insan hakları, evrensel hukuk normları, pozitif ve negatif anlamda din ve vicdan özgürlüğü, laik devlet, laik toplum ve laik birey olmadan çağdaş ve demokratik bir devlet ve toplum kurma olanağı yoktur.

Bir tümce ile söylemek gerekirse:

Laik ahlak ancak ve ancak laik toplumsal yapı, laikliği ve demokratik toplumsal yapıyı biçimsel olarak değil, öz olarak benimsemiş ve özümsemiş devletlerin ürünüdür.

Mutlaka belirtilmesi gereken bir konu da şudur:
Çağdaş, laik toplumlar ve devletler; geçirdikleri zihinsel, ekonomik, teknolojik, sosyolojik ve kültürel değişim ve dönüşümler nedeniyle tek ırklı, tek dilli, tek inançlı, tek dinli tek mezhepli ve tek ideolojili değildir.

Tersine çağdaşlaşma, laikleşme ve demokratikleşme çok ırklı çok dilli, çok inançlı, çok dinli, çok mezhepli çok ideolojili… bir devlet ve toplum yapısı oluşturmuştur. Böylece toplumlar tekçi
(monist) bir toplumsal yapıdan, çoğunlukçu değil, çoğulcu (pluraliste) bir toplumsal yapıya kavuşmuşlardır.

B- DİN KAYNAKLI AHLAK ile LAİK AHLAK FARKLARI

1-Fesefi Temel:

Din kaynaklı ahlak anlayışı genel olarak inanılan bir Tanrı ya da ilahi otoritenin emredici buyruklarına dayanır. O ilahi buyruklara hiçbir eleştiri getirmeden kesin itaat edilmelidir. Çünkü Tanrı öyle buyurmuştur.

Halbuki laik ahlak eleştirel aklın ürünüdür. Felsefe olarak evrensel insan hakları, tüm insanların doğuştan eşit oldukları, pozitif ve negatif anlamda din ve vicdan özgürlüğü ve adalet… gibi akılcı gerekçelere dayanır.

2- İnançsal Temel.

Din kaynaklı ahlak o toplumca benimsenen dinin dogmatik inanç temelleri ve öğretilerinden biçimlenir. Halbuki laik ahlakın temelleri dinsel öğretiler değildir. Evrensel akılcı, insancıl, (hümanist) adalet ve her toplumda kabul görebilecek genelgeçer ahlak değerleri ve normlarıdır. Dinden değil toplumsal gerekler ve zorunluluklardan kaynaklanır.

3- Sosyolojik ve Kültürel Temel.

Genel olarak din kaynaklı ahlak, ortaya çıktığı ya da içine doğduğu toplumun o dönemdeki yaşam koşulları, töreleri, alışkanlıkları ve geleneklerinden oluşan kültür normları, kültür kodları ve kültür değerleri ile sıkı bir bağlantı ve düzenleme gösterir.
Halbuki laik ahlak, yerel bölgesel ve hatta ulusal değerler ve kültür normları yerine insan hakları temelli, tekçi değil, çok kültürlü, evrensel, hümanist sivil sosyal normları dikkate alır. Din, mezhep, ırk, dil cinsiyet vb. farklılıkları dikkate almaz.

4- Tarihsel Deneyim ve Birikim:

Genelde din kaynaklı ahlak, tarihsel olarak, hemen her toplumda geçmişte yaşanmış ve birikmiş olan o toplumdaki mevcut normlardan hareketle oluşur ve biçimlenir.

Halbuki laik ahlak kodları ise Aydınlanma çağında, eleştirel akıl ve deneysel bilimlerle yeniden biçimlenen yeni dünya görüşü ve bu dünya görüşüne kaynaklık eden çok kültürlü, demokratik, akılcı ve çağdaş değerler dizelgesine göre biçimlenir.

SONUÇ

Son sözler şu olmalıdır: Felsefi açıdan, günümüzün gelişmiş toplumlarında, çağdaş ve laik zihniyetle at başı giden, dinlerin ahlak öğretilerinden bağımsız, ya da din temelli olmayan laik bir ahlak anlayışı vardır.

Fakat bu durum dinsel ahlak normlarının tümüyle yerel, ulusal olduğu, evrensellikten uzak kaldığı anlamına gelmez. Din kaynaklı ahlak normlarının önemli bir bölümü de yine evrensel niteliktedir.

Bu nedenle laik ahlak, dinsel ahlakın rakibi değil, tamamlayıcısı ve geliştiricisidir.
Sosyolojik olarak, çoğulcu, çok dinli ve çok kültürlü ülkeler ve toplumlar için daha büyük önem taşır.