Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 6 Mart 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

GERİCİ

İzmir Müftülüğü, ilkokul öğrencilerini, gerici Menemen ayaklanmasından yargılanıp ceza alan Esad Erbili’nin mezarına götürdü. Övgüler düzüldü.

Gerici iktidarın yobazlaştırma uygulaması…

CUNTA

RTE, “Sağda solda kendi kendilerine gelin güvey olan varsa, hepsini de ikaz ediyorum. Hayalinizde 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat gibi bir darbe veya cunta girişimi varsa, karşılaşacakları gerçek en hafif tabirle 15 Temmuz olacaktır.” dedi.

Her seçim öncesi hayal ürünü de olsa bir düşman veya mağduriyet yaratılmalı…

SOYKIRIMCI

RTE, İsrail’i soykırımla, öbür ülkeleri sessiz kalmakla suçlarken İsrail’e Türkiye’den yapılan ihracat devam ediyor (dışsatım sürüyor).

Soykırıma dolaylı destek…

PARTİLİ

Şırnak’ta Vali ve İl Jandarma Komutanının Anayasa’yı çiğneyerek AKP’li belediye başkan adayının seçim çalışmasına destek verdiği görüntülendi.

Vali, AKP il başkan yardımcısı,

Jandarma Komutanı, AKP Özel Güvenlik Müdürü…

GAZİ

Terörle mücadele gazimize MSB‘nin ödediği tazminatı bozan Bölge İdare Mahkemesi, tazminatın bir bölümünün geri alınmasına karar verdi.

İktidar ve yandaşlarının haksızlık ve hukuksuzluklarında kafayı kuma gömenleri gördükçe…

BÜYÜME

%4.5 büyüme ilan edilince RTE sevinçten uçtu. Ekonominin iyi gittiğini söyledi.

Yalandan kim ölmüş?..

EMEKLİ

RTE bu yılı emekliler yılı ilan etmişti.

Emeklilerin yaşam kalitesi açısından 44 ülke içinde sondan ikinciliğe düştük.

Ver kardeşine yetkiyi, gör etkiyi…

KARŞILIK

Erzincan’ın İliç ilçesinde maden faciasına ilişkin soruşturmada gözaltına alınan Anagold Madencilik’in yönetim kurulu başkanı serbest bırakıldı.

Veren el, alan elden üstündür…

DENETİM

Murat Kurum’un 2015-2022 arasında 111 kez denetlediklerini söylediği İliç Madeni Proses Mühendisi Kaan Murat Akpolat, “Bakanlık tarafından denetim görmedim.” dedi.

Görmeden ve görülmeden denetlemişlerdir…

Halifeliğin Kaldırılışı – Din Devletinin Yıkılışı

Alev Coşkun
Alev Coşkun
03 Mart 2024, Cumhuriyet

Bugün 3 Mart 2024 halifeliğin kaldırılışının, tarihin derinliklerine gönderilişinin 100. yılıdır. Milli Mücadele’nin en büyük devrimidir. Kısa bir durum değerlendirmesi yapalım.

I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti yenilince o günün sömürge devletleri Anadolu ve Trakya’yı paylaşmak istediler. İngiltere, Fransa ve İtalya ortak olarak İstanbul’u işgal etti. Güney kıyıları İtalyan ve Fransız askerleri tarafından işgal edildi. Batı Anadolu; İzmir, Bursa ve Eskişehir’e kadar sömürge devletlerinin planları, destek ve yardımlarıyla Yunan askeri birlikleri tarafından işgal edildi. Yunan ordusu, emperyalist devletler tarafından taşeron olarak kullanılıyordu.

Dört yıla yakın süren Milli Mücadele 9 Eylül 1922’de zaferle sonuçlandı. Emperyalist devletler yenilgiye uğramışlardı. Sömürgeci devletlerin Anadolu’yu parçalama ve bölüşme planları yırtılıp atılmıştı. Kuşkusuz Milli Mücadele’nin başarısı, emperyalizmin yenilgiye uğraması dünya tarihinde ilk kez gerçekleşiyordu.

Milli Mücadele’nin aşama aşama hedefine ulaşması, Lozan Barış Antlaşması’nda Kuvayı Milliyecilerin süper güçleri geriletmesi çok büyük bir dönüşümün başlamasına kaynaklık etti.

ÜÇ BÜYÜK DEVRİM

9 Eylül 1922 ile 3 Mart 1924 arasındaki zaman dilimi bir buçuk yıldır. Bu bir buçuk yılda üç büyük devrim gerçekleşti. Birinci devrim, saltanat tacı ile ilgilidir. Padişahlık kurumu “ilga edildi” (kaldırıldı). Padişahın saltanat tacı onun başından alınıp halka verildi. Bu durum, 9 Eylül 1922 zaferinden sadece 52 gün sonra, 1 Kasım 1922’de gerçekleşti. (AS: Henüz Cumhuriyet ilan edilmeden!)

İkinci devrim, 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetin ilanıdır. 9 Eylül 1922 zaferinden 1 yıl 50 gün sonra gerçekleşmiştir. Cumhuriyetin ilan edilmesi başlı başına büyük bir devrimdir.

Üçüncü devrim, 3 Mart 1924’te kabul edilen üç yasadır ki Cumhuriyetin ilanından yaklaşık 4 ay sonra gerçekleşmiştir:

  • 429 sayılı Şeriye ve Evkaf ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletlerinin İlgasına Dair Kanun
  • 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu
  • 431 sayılı Hilafetin İlga ve Hanedan-ı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun

Bu yasalarla,

  • Şeriye ve Evkaf Bakanlığı ile halifelik kaldırıldı. Din devleti tarihin derinliklerine gönderildi.
  • Medreseler kapatıldı. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı.
  • Çağdaş ve karma eğitimin yolu açıldı, öğretim birliği sağlandı.

İşte bugün bu büyük devrimin 100. yıldönümüdür. Cumhuriyet kazanımlarının ve Türklerin en büyük devrimidir.

NASIL GERÇEKLEŞTİ?

1 Kasım 1922’de padişahlık kaldırılmış ancak halifelik korunmuştu. Osmanlı soyunun en yaşlı üyesi Abdülmecit, Meclis tarafından halife olarak seçilmişti.

Halifeliğin korunması, kimi din adamlarını harekete geçirmişti. Milli Mücadele karşıtı “Teali-i İslam Cemiyeti” başkanı İskilipli Atıf Hoca, İslam Yolu adlı kitabında halifeliğin koşullarını ayrıntılarıyla anlatıyor ve halifenin “Peygamberin vekili ve halkın padişahı” olduğunu, dolayısıyla din işleri yanında dünya işlerine de bakması gerektiğini savunarak şunları söylüyordu:

  • “Halife, Peygamber Efendimizin vekili olup, halkın dini ve dünya işlerine bakan ve onu idare eden umum (genel) reistir.” (AS: Peygamber Allah’ın elçisi idi. Elçilik görevi ölümle bitti. Bu görüş Allah’a şirk koşmaktır, din dışıdır.. Allah’ın elçisine halef – ardıl atanamaz!)

İskilipli Atıf Hoca’yı Afyon Milletvekili İsmail Şükrü Hoca (Çelikalay) izledi. Şükrü Hoca, Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi adlı kitabında “Halife Meclis’in, Meclis Halifenin” sloganını işleyerek ve “Yasama ve yürütme işlerini, halifemizin taşıması yani devlet işlerinin ve devletin geleceğinin halifenin onayına sunulması zorunludur ve şeriatın gereğidir” diyerek halifeyi devlet başkanı, Meclis’i de onun bir danışma kurulu kabul ediyordu.

ADALET BAKANI SEYİT BEY’İN KONUŞMASI

Meclis’te halifeliğin kaldırılmasıyla ilgili yasa görüşülürken Adalet Bakanı ve İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Seyit Bey, çok önemli bir konuşma yaptı.

Halifelik kurumunun gelişme aşamalarını irdelediği konuşmasında, Hz. Peygamber’in bir hadisini okudu. Hadiste şöyle deniyordu: “Benden sonra halifelik otuz senedir. Ondan sonra ısırıcı saltanata döner.” Bu hadisin okunmasından sonra Seyit Bey, halifeliğin şeriat açısından niteliklerini de sergileyen açıklamalarda bulundu. Seyit Bey, fıkıh kitaplarında “İmamın, peygamberin kabilesi olan Kureyş’ten olması” gerektiğinin yazıldığını da sözlerine ekledi. Sonunda Meclis, hilafetin kaldırılması kararını verdi.

BÜYÜK YANKI

Hilafetin kaldırılışı çok büyük bir devrimdi. Tüm dünyada büyük yankılar yaratmıştı.

Osmanlı Devleti’nde halifelik salt dinsel değil, dünyasal, günlük yaşam ve devlet işleriyle ilgili bir makamdı. Halife, İslamda “devlet başkanı” demekti. Kurtuluş Savaşı’nda, işgalcilere ve emperyalistlere hizmet etmiş olan bu ortaçağ kurumu, Cumhuriyet adı verilen çağdaş yönetim sistemiyle birlikte olabilir miydi?

ŞERİATIN PENÇESİ

Yine Meclis tarafından kabul edilen Tevhidi Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası) ile eğitim, şeriat kurallarının pençesinden kurtarılıyor, çağdaşlaştırılıyordu. Öğretim Birliği Yasası ile Osmanlı Devleti’ndeki eğitim ikiliğine son veriliyordu. Dinsel konuları ve şeriatı temel alan eğitim yerine, eleştirel aklı öne çıkaran çağdaş eğitim hedefleniyordu. İşte bu nedenlerle bu üç yasa, laik Cumhuriyetin kuruluşunun en önemli üç temel yasasıdır. İşte bu nedenle 3 Mart 1924 çok önemlidir.

AKLA DAYALI ÇAĞDAŞ EĞİTİM

Bu yasalar ile Türk toplumu ortaçağ karanlığından kurtulmak için çağdaşlaşma yolunda ileri adımlar atıyordu. Bu üç temel yasadan sonra devrimler ve dönüşümler birbirini izledi. Ortadoğu ve İslam coğrafyasında Türk Aydınlanması gerçekleştirildi. Atatürk’ün önderliğinde, Türk Aydınlanması laik ilkelere dayalı, birbirini tamamlayan devrimlerle yürütülmüş; devletin, hukukun, kültürün ve eğitimin laikleşmesi sağlanmıştır.

  • Bu yasalarla din devleti, şeriat devleti yıkılıyordu.

İSLAM DİNİ ve POLİTİKA

Atatürk, 1 Mart 1924’te Meclis’i açış konuşmasında, olabilecekleri haber vermişti. Şöyle diyordu:

  • İslam dinini, asırlardan beri alışılageldiği şekilde, bir politika aracı konumundan uzaklaştırmak ve yüceltmek gereğini görüyoruz. Kutsal ve dini inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, her türlü çıkar ve ihtiraslara giriş sahnesi olan politikalar ve politikanın bütün kısımlarından bir an önce kesin biçimde kurtarmak zorunludur. Ancak bu suretle İslam dininin yüksekliği belirir.”
    (TBMM Tutanak, Devre II, Cilt VII, s. 3-6)

ATATÜRK’ÜN HALİFE OLMASI İSTENİYOR

Atatürk’e halife olması için çeşitli yollardan baskı yapılıyordu. Meclis üyesi din bilginlerinden Antalya Milletvekili Rasih Hoca, Kızılay kurulu adına görevli olarak Hindistan ve Mısır’a gitmiş ve bu uzun gezisinden yeni dönmüştü. Rasih Hoca, gittiği ülkelerde Müslüman halkın, Atatürk’ün halife olmasını istediğini ve bu isteğin Atatürk’e ulaştırılması için kendisini de vekil tayin ettiklerini Atatürk’e bildirdi. Bu biçimdeki öneriler yurtiçinden ve Atatürk’ün eski arkadaşlarından da ısrarla geliyordu.

Atatürk, bu öneriye verdiği yanıtta, başka başka devlet yönetimlerinin olduğunu ve bu yönetimlerin altında yaşayan Müslüman halkın, halifenin buyruklarını ve yasaklarını nasıl yerine getirebileceğini sordu.

BAĞIMSIZLIKLA BAĞDAŞMAZ

Atatürk kendisine önerilen, halifeliği kabul etmeyişinin gerekçelerini Nutuk’ta şöyle açıklamıştır:

  • “Bütün Müslümanların bağlı olacağı bir halifelik makamının yönetme imkânı olamayacağını düşünüyorum. İran ve Afganistan gibi Müslüman devletler halifenin herhangi bir yetkisini tanımayacaklar çünkü böyle bir tanıma o devletlerin bağımsızlıkları ve ulusal egemenlikleriyle bağdaşmayacaktır.”

Ayrıca Atatürk, sömürü yönetimi altında bulunan Müslüman ülkelerle ilgili olarak şöyle diyordu:

  • “Türkiye’deki bir halife, sömürge altındaki öteki Müslüman ülkelerin bağımsızlığa kavuşmasında ne derece etkili olabilir?”

Atatürk, sömürge altında yaşayan Müslüman ülkelerin bağımsızlığa kavuşmasına, Türkiye’deki bir halifenin gücünün yetmeyeceğine de dikkati çekmiştir.

Atatürk, “Kendimizi dünyanın egemeni sanmak gibi düşüncelerin, Türk ulusunu felaketlere sürüklediğini” belirtmiş ve dünyada artık ulusal değerlere dayanan yönetim biçimlerinin geçerli olduğuna işaret etmiştir.

ÇOK PARTİLİ SİSTEMİN GETİRDİKLERİ

Ülkemiz, 14 Mayıs 1950’de çok partili sisteme geçtikten sonra, ne yazık ki bu “üç devrim yasası” sürekli saldırı altında kalmıştır. Son yıllarda, bu saldırı daha da artmış, hatta emperyalist güçlerin bir oyun sahasına dönüşmüştür.

SAĞCI İKTİDARLARIN HEDEFİ

Çok partili sisteme geçtiğimiz günden bugüne sağcı iktidarların, ilk iş olarak neden Milli Eğitim Bakanlığı’nı üstlenmek istedikleri, dinin siyasete alet edilerek kullanılmasına yarayacak dinci politikaları öne çıkarmak amacıyla bu üç temel yasayı törpülemek ve delmek için neden çaba gösterdikleri açıktır. Olabildiğince çoğaltılan Kuran kursları, alabildiğine çoğaltılan imam hatip liseleri, alabildiğine çoğaltılan vakıf okulları, 1980 askeri dikta rejiminin kurucusu Kenan Evren ve arkadaşlarının koruması ve kollaması sonucu, çıkardığı yasa ile imam hatip liselerine 1983 yılında üniversitelerin her bölümüne girme hakkının tanınması

İşte Devrim Yasalarını törpüleyen adımlar… Bugün AKP’nin de yapmak istediği, imam hatip okullarının alanlarının genişletilmesi ve kendi eğitim alanlarının dışına taşmasını sağlamaktır. Her gelen sağcı iktidar bu üç temel yasadan özellikle “Öğretim Birliği Yasası”nı delmek üzerinde çalışmıştır.

Bugün Türkiye’de 1 milyonu aşan öğrenci imam hatip ortaokulu ve lisesinde okumaktadır.

ATATÜRK’ÜN DEĞERLENDİRMESİ

Bu yasaların kabul edilmesinin Türk siyasal ve toplumsal yaşamındaki etkilerini Atatürk, Söylev’de şöyle belirtmiştir:

“Bu yasalarla:

a) Türkiye Cumhuriyeti’nde, halkın işleriyle ilgili yasaları yapmaya ve yürütmeye yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun kurduğu hükümetin yetkili olduğu saptandı; Şeriye ve Evkaf Bakanlığı kaldırıldı.
b) Türkiye içindeki bütün bilim ve öğretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı.
c) Halifeliğe son verildi ve halifelik sorunu kaldırıldı.”

Atatürk, halifeliğin kaldırılışı kadar öğretim birliğinin kurulmasına da çok önem vermiştir. Bu nedenle bu yasanın uygulanmasına geçildiğinde, bir yurt gezisinde Rize’de kendisinin önüne çıkarak medreselerin yeniden açılmasını isteyen iki müftüye Atatürk şöyle yanıt verdi:

“Şimdiye kadar geri kalmamızda en büyük etkenin ne olduğunu biliyor musunuz? Hayır, medreseler açılmayacaktır. Bu adamlar burasını İran gibi mi yapmak istiyorlar?” (Belleten, 18.9.1924, 211, s.1169)

‘MECLİS’TEKİ OLAYLAR BENİ ÇOK ÜZÜYOR’

Meclis’in içine dek uzanan bu tartışmalar, Mustafa Kemal Atatürk’ü rahatsız ediyordu. O sırada, Lozan’da görüşmelerde bulunan İsmet İnönü’ye 26 Aralık 1923 tarihinde gönderdiği mektupta bu kişileri “mürteci” (gerici) olarak niteliyordu:

Sağlığım iyidir. Meclis’te bazı cereyanlara karşı daima uyanık ve izleyici bulunmak mecburiyeti beni çok üzüyor. (…) Halifeye saltanat hukuku vermek hevesinde bulunan mürtecilerin için için girişimleri beni çok sinirlendiriyor.” (ABE, C.14, s.201)

Atatürk 23 Ocak 1924 tarihinde Başbakan İnönü’ye gönderdiği telgrafta ise konu ile ilgili olarak şöyle diyordu:

  • “… Halife ve bütün dünya kesin olarak bilmelidir ki, var olan ve korunan halife ve halifelik makamının gerçekte ne dinen ne de siyaseten hiçbir mana ve varlık nedeni yoktur
  • Türkiye Cumhuriyeti, safsatalarla, varlığını ve bağımsızlığını tehlikeye atamaz…
  • Hilafet makamı, bizce en sonunda tarihsel bir hatıra olmaktan fazla bir öneme sahip olamaz.” (ABE, C.16, s.190)

Sonunda 3 Mart 1924’te halifeliği kaldıran yasa tasarısı Meclis’e geldi. Yasanın gerekçesinde, “Türkiye Cumhuriyeti içerisinde halifelik makamının bulunmasının Türkiye’yi iç ve dış siyasette iki ‘başlı’ olmaktan kurtaramadığı” belirtilmişti. Türkiye’nin “açık ya da gizli” böylesi bir ortaklığa tahammülü olmadığına ve imparatorluğu çöküntüye sürüklemiş bir hanedanın “halifelik elbisesi” altında güçlerini devam ettirmesinin ülke için artık bir tehlike doğurduğuna işaret edilmişti. Ayrıca, halifeliğin aslında İslamın ilk dönemlerinde “hükümet” anlamında kurulduğu, günümüzde dünya ve din işlerinin tümünü yüklenmiş olan hükümetlerin yanında ayrı bir halifelik makamının yeri olmadığı vurgulanmıştı. Bu yasalar üzerindeki görüşmeler ve tartışmalar Meclis’te beş saate yakın sürdü.

SÜPER GÜÇLERİN İSTEMLERİ

Süper güçler Türkiye’de halkın dinsel dogmalara sarılmasını isterler. Halkın eleştirel akıldan uzaklaşmasını isterler. Türkiye’de halifeliğin tekrar kurulmasını isterler. Çünkü tek adamı ele geçirmek her zaman daha kolaydır.

FETÖ hareketinin en üst düzeyde seyrettiği 2010’lu yıllardan bir örnek verelim.

27 Şubat 2010’da Washington’da “Yeni Türkiye; ABD için anlamı” başlıklı bir toplantı düzenlenmişti. Bir zamanlar Türkiye’de CIA şefliği daha sonra CIA Ulusal İstihbarat Dairesi başkan yardımcılığı yapan ve daima FETÖ’nün koruyuculuğunu yapmış olan Graham Fuller bu toplantıyı yönetiyordu. Fuller, sözü Atatürk’e getiriyor ve “Atatürk’ün Müslüman kimliğini bastırdığını” ve “Halifeliğin kaldırılışının hata olduğunu” söylüyordu. Fuller adeta Müslüman olmuştu. Müslümanlık adına konuşuyor, Atatürk’e karşı çıkıyor, hilafetin neden kaldırıldığını sorguluyordu.

Hilafet kurumu 1924 yılında kaldırılırken buna, o günün emperyalist devleti İngiltere karşı çıkmıştı. Türkiye’de dine dayalı isyanları örgütlemiş ve desteklemişti. Türkiye’nin çok partili sisteme geçtiği 1950’den beri de halifelik kurumunu yeni süper güç ABD destekliyor.

Yukarıda somut olarak adını verdiğimiz CIA yetkilisi Fuller bu konuda kitaplar da yazdı.

2003’te, “Siyasal İslamın Geleceği”, 2007’de “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”, 2010’da “İslamsız Dünya”, 2014’te “Türkiye ve Arap Baharı”… Sanırsınız ki Fuller İslam için mücadele eden, İslamı koruyan bir “mücahit”. Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde Türkiye’de “ılımlı İslam” cumhuriyetini ve Türkiye’nin İslam dünyasındaki rolünü anlatıyor. Ilımlı İslam hareketini övüyor, Türkiye’nin İslamlaşmasını istiyordu.

  • Amaç, Türkiye’yi laiklikten uzaklaştırmak, yeniden din devleti kurallarına bağlı kılmaktır.

Yeter ki Türk toplumu Atatürk’ün düşünce sisteminden uzaklaşsın,
çağdaşlaşma amaçlarını bıraksın…
Eleştirel aklı, sorgulamayı öne çıkaran laik eğitimden uzaklaşsın.
Tekrar din devleti kurallarına dönsün.
Böyle olunca başa geçecek tek halifeyi yönlendirmek çok daha kolay olacaktır.

Bu emperyalist politikalarla, ülkemizde özellikle Öğretim Birliği Yasası’nın yok edilmesi yönünde ellerinden geleni yapıyorlar. İmam hatip ortaokul ve liselerini çoğaltıyorlar. İmam hatiplerde okuyan öğrenci sayısı milyonları geçti. İlahiyat fakültelerinin sayısı 110’lara ulaştı. Açıkça belirtmeliyiz ki özellikle AKP döneminde Öğretim Birliği Yasası delinmiştir. Bugünlerde halifelik konusunda da istekler vardır.

  • Türk toplumunu kutuplaştırmak için süper güçlerin daha etkin harekete geçtiği anlaşılıyor.

Büyük bir kavga var. Bu kavga, karşıdevrimcilerin 3 Mart 1924 Devrim Yasalarına karşı kavgasıdır. Oysa bu Devrim Yasaları yalnız çağdaş toplum için değil, gerçek bir demokrasi için de gereklidir.

  • Her şeye karşın Türk toplumu Atatürk ve devrimlerinden kopmayacaktır.

Din devleti isteyen süper güçler ve onların yardakçıları başarılı olamayacaktır.

Türk halkı Atatürk’ün Aydınlanma Devrimlerinden ve ilkelerinden kopmayacaktır.

3 Mart’ın 100. yılı

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
04 Mart 2024, Cumhuriyet

3 Mart 1924 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde alınan kararla, hilafet kaldırıldı, onun yerine din işlerini koordine etmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu; medreseler kapatıldı, onun yerine tüm vatandaşlar için bilimsel ve laik eğitimi öngören Öğretim Birliği Yasası kabul edildi.

Bu karar, Türkiye Cumhuriyeti’nin 29 Ekim 1923’te kurulmasından sonra gerçekleşen ilk büyük devrimdi ve laikliğin temellerinin atılmasının en önemli adımlarından birisiydi.

1926 yılında kabul edilen Medeni Kanun ile kadının ve erkeğin hukuk önünde eşit olmasının sağlanması ve şeriat yasalarının ortadan kaldırılması; 1928 yılında, devletin dininin İslam olduğuna dair (ilişkin) 1876 Osmanlı anayasasından kalan maddenin anayasadan çıkarılması ve bu sayede din konusunun vatandaşın özgür iradesine bırakılması; 1934 yılında kadının seçme ve seçilme hakkını kazanması; 1937 yılında laiklik ilkesinin anayasa maddesi haline gelmesi de, laiklik doğrultusunda TBMM’de gerçekleşen en büyük devrimlerin arasında sayılırlar.
***

  • Laiklik dinin, devlet, siyaset, hukuk, eğitim işlerine müdahale etmemesi; devletin de dindar vatandaşın dinsel inanç ve ibadet özgürlüğünü, dinsiz vatandaşın yaşam biçimi ve felsefi görüş özgürlüğünü güvence altına almasıdır.
  • Laiklik dinsizlik anlamına gelmez.
  • Laiklik bir uzlaşma modelidir.
  • Laiklik, halk egemenliğine dayalı bir yönetim biçimi olan cumhuriyetin ve demokrasinin özünde olan bir ilkedir.
  • Laiklik, cumhuriyetin ve demokrasinin önkoşullarından birisidir.
  • Laikliğin olmadığı yerde cumhuriyet ve demokrasi olmaz, teokrasi olur.
  • Laikliğin olmadığı yerde halk egemen olmaz, ruhban sınıfı egemen olur.
  • Laikliğin olmadığı yerde halife, şeyhülislam, ulema, tarikat ve cemaat egemen olur.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması laiklik ilkesine aykırı değildir. Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasıyla, dinin devlet işlerine müdahale etmesi değil, devletin din işlerini koordine etmesi sağlanmıştır. Hilafet ise Osmanlı İmparatorluğu döneminde, devlet, siyaset, hukuk ve eğitim işlerine müdahale eden bir makamdı.

Sorun; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı değil, AKP iktidarı döneminde,
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, hilafet makamına özenmesi ve
laiklik karşıtı kadrolaşmanın merkezlerinden birisine dönüşmesidir.

  • Laiklik, cumhuriyetin ve demokrasinin güvencesi olduğu gibi, ulusal güvenliğin de güvencesidir.

Laikliğin olmadığı bir ülkede, belli bir dinin, belli bir mezhebinin, belli bir yorumu, toplumun çoğulcu yapısı dikkate alınmadan, vatandaşların tümüne dayatıldığı için din, mezhep ve felsefi görüş üzerinden kutuplaşmalar, bölünmeler, parçalanmalar ve gerginlikler ortaya çıkar.

Laiklik karşıtlığı, bu yolla büyük felaketlere yol açar ve emperyalizme hizmet eder.
***
Anayasasının 2. maddesine göre, Türkiye Cumhuriyeti “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir”.

Anayasanın 14. maddesine göre, anayasadaki hak ve özgürlükler, “insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.”

Anayasanın 24. maddesine göre, “kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar, yahut nüfuz sağlama amacıyla, her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını, yahut dince kutsal sayılan şeyleri, istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”

Laiklik ilkesini ortadan kaldırmak, anayasal düzeni ve cumhuriyeti yıkmak ve sivil darbe yapmak anlamına gelir.

Yapılan tüm araştırmalara göre, Türkiye’de vatandaşların çoğunluğu, laiklik ilkesini savunmaktadır.

  • Aylardır hilafet ve şeriat çağrısı yapan soytarılar,
  • Türk milletinin sabrını zorladıklarının ve ateşle oynadıklarının farkında değillerdir!

Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İliç’te ne oldu?19 Şubat 2024

PARA, BİLGİ, TOPLUM, SİYASAL REJİM ve GOETHE

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Bir kapitalist için mal, servet sermaye, para ne ise; gerçek bir bilim insanı için de bilimsel bilgi birikimi aynı şeydir. İkisinin de doyum ya da yeterlilik noktası yoktur.

Ancak kapitalistin para ve sermayesi kendisi ve kendi ailesi içindir. Halbuki bilim insanının bilgisi toplumu aydınlatma amacına hizmet eder.

Gelişmiş ülkeler, aklı (usu) ve bilimi eğitimin merkezine yerleştiren ve bilimsel bilgi birikimleri en yüksek olan ülkelerdir.

Ulaştığı bilimsel bilgi düzeyi ne denli yüksek olursa olsun, eğer bir bilim insanı yeni şeyler öğrenmeyi bırakırsa önünde sonunda çağ dışı kalmış olur.

Akıl (us) ve bilim kaynaklı eğitimden uzaklaşan toplumlar da çağ dışı kalmaya mahkumdur.

Sermayeleri cehalet olan toplumların yaşamları sefalet olur.

Bilgi ve kültür birikimleri yüksek olan toplumlar genelde demokrasi ile, buna karşın cehaletin baskın olduğu toplumlar ise genellikle diktatörlükle yönetilirler.

Ülkelerin siyasal rejimlerini ve yönetim biçimlerini genellikle toplumların kendileri belirler.

Her toplum layık (yaraşır) olduğu rejimle yönetilir.
****

Almanların büyük filozofu GOETHE (1740-1834) diyor ki :

-Bir toplumun acıları ve iniltileri arasında saltanat sürmek krallık değil ZİNDAN BEKÇİLİĞİDİR.

-Eğer insanları kuyumcuların hassas terazisi (duyalı tartaç) ile değil de bakkal terazisi (tartacı) ile tartarsan onlarla daha kolay anlaşırsın.

-İnsanlar yeteneklerini geliştirirken, farkında (ayrımında) olmadan kusurlarını da geliştirirler.

-Kardeşlerini Tanrı yaratır, ama dostlarını kendin seçersin.

-Aptallar asla huzursuz olmazlar.

-Dünyada en korkunç şey, cehaletin egemenliğidir.

-İnsanın karakteri, davranışlarının aynasıdır.

– Doğa, her yaprağında en derin anlamlı yazılar olan biricik kitaptır.

İyilik, insanları birbirine bağlayan altın zincirdir.

-İnandığı ve sevdiği şeyi yapan insanların enerjisi asla tükenmez.

– Büyük sevinçlere büyük zahmetlere katlanılarak ulaşılabilir.

– İnsanlar güneş kadar, sevgiye de gerek duyarlar.

– Konuşmak gerekli olabilir ama susmak bir sanattır.

– Söz sözü nasıl açarsa, başarı da başarıyı doğurur.

– Aktif (etkin) olmayan insanın bilgisi ölüdür. Aktifleşmeyen (etkinleşmeyen) bilgi işe yaramaz.

Halifelik Kaldırılmıştır

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

1517’de Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi ile Osmanlı İmparatorluğu’na geçen Halifelik, yüz yıl önce 3 Mart 1924’te Türkiye Cumhuriyeti tarafından kaldırılmış ve tarihe karışmıştır.

Halefliğin geri getirilmesi istemlerinin dile getirildiği bugünlerde konunun anımsanmasında yarar vardır.

Halifelik Nedir?

Haleflik Hz. Muhammet’in ölümünden sonra aşiretler halinde düzensiz yaşayan Arap topluluklarını yönetmek üzere yönetici gereksiniminden kaynaklanmıştır.

  • Dinin gereği değil, siyasal bir orundur.

Halifeliğin Tarihi

Hz. Muhammet (570-632) Müslümanlığı çöllerde yaşayan, çadırlarda oturan, göçebelikle geçinen ilkel Arap Bedevi toplumuna yaymıştır. Arapların Müslümanlıktan önceki dönemine “cahiliye devri (bilisizlik-cehalet dönemi) denilmektedir. Bu toplumda devlet yoktur. Hukuk düzeni, insan hakları, yönetim biçimi ilkeldir. Bu nedenle Muhammet hem dinsel önder hem de toplumun saygı duyduğu, inandığı bir siyasal önder (yönetici) olmuştur.

Hz. Muhammet 632 yılında öldüğü zaman “Toplumu kim yönetecek? Siyasal önder kim olacak?” sorusu gündeme gelmiştir. Bu aynı zamanda kim iktidar olacak?” arayışıdır. Muhammet kendisinden sonra kimin siyasal önder (iktidar) olacağını söylememiştir. Kuran’da da halifelikle ilgili bir düzenleme yoktur. Bunun üzerine Müslümanların ileri gelenlerinden on kişi toplanıp Muhammet’in kayınpederi Ebubekir’i ilk halife olarak seçmişlerdir (632).

Ebubekir’in halifeliği iki yıl sürmüş, O’ndan sonra sırasıyla Ömer (634-644), Emevi ailesinden Osman (644-656), Muhammet’in yeğeni ve damadı Ali (656-661)  halifelik yapmışlardır. Ali’nin halifeliğini Osman’ın akrabalarından Şam Valisi ve Emevi devletinin kurucusu Muaviye kabul etmemiş, Ali yandaşları ile Muaviye yandaşları arasında savaş çıkmıştır. Ali yandaşları halifeliğin Muhammet’in soyundan olması gerektiği savıyla Ali’nin oğulları Hasan veya Hüseyin’in halife olmasını istemişlerdir. Ali yandaşlarına Ali Partisi anlamına gelen  Şiiah Ali (kısaca Şii) denmektedir. Ali’yi yenen Muaviye halifeliğini ilan etmiştir. Ali’nin oğlu Hasan da kendisini halife ilan etmiş, İslam dünyası iktidar kavgasına tutuşmuştur. Hasan halifeliği kendi isteği ile Muaviye’ye bıraksa bile kardeşi Hüseyin halifelik savından vazgeçmemiştir. Muaviye’nin oğlu Yezid Hüseyin’i 70 adamı ile birlikte 680 yılında Muharrem ayının onuncu günü (aşure günü) Kerbela’da öldürmüştür.[1] Bu olay üzerine halifelik zorla Emevi ailesine geçmiştir.

Görüldüğü gibi Muhammet’ten sonra “4 Halife Dönemi” (632-661) Müslümanları birleştirememiş, tersine bugün hala süren Şii-Sünni ayrımı biçiminde bölmüştür.

  • İlk 4 halifenin 3’ü (Ömer, Osman, Ali) öldürülmüştür.

Emevilerin halifeliği 750 yılına kadar sürmüştür. Bu dönemde halifelik tamamen siyasal   amaçlarla kullanılmıştır. Emevi hanedanı 750 yılında yıkılınca yerine Abbasi devleti kurulmuş, halifelik Abbasilere geçmiştir. Halifelik artık kim güçlü ve iktidarda ise ona geçmekte olan siyasal bir kurum durumuna gelmiştir. 1258’de Moğollar Abbasilerin merkezi Bağdat’ı ele geçirince Abbasilerin halifeliği sona ermiş, İslam dünyası üç yıl halifesiz kalmıştır. Bağdat’tan kaçıp Mısır’daki Kölemenoğullarına (Memlüklülere)  sığınan El Muntasır kendisini halife ilan etmiştir. Bundan sonra halifelik Mısır’daki Memlüklülere geçmiş, bu dönemde Memluk Sultanı Baybars devlet yönetimi ile uğraşırken, Halife siyasal yetkileri olmayan, işlevsiz bir orun (makam) durumuna gelmiştir.

Yavuz Sultan Selim’in 1517’deki Mısır seferi sonucunda halifelik orunu (makamı) aynı yıl Memluklerden Osmanlı İmparatorluğu’na geçmiştir. Yavuz’dan başlayarak Osmanlı padişahları hem devlet başkanı hem de Halife, yani tüm Müslümanların önderidir.

Osmanlı padişahları uzun süre salt kendi ülkelerindeki Müslümanların halifesi idiler. Bütün dünya Müslümanlarının halifesi savında bulunmadılar. Bu durum 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile değişti. Küçük Kaynarca Anlaşması ile Osmanlı imparatorluğu ilk kez Müslüman Türklerin (Tatarların) yaşadığı toprakları (Kırım’ı) yitirmişir. Bu Anlaşmada Ruslar Osmanlı İmparatorluğu’n-daki Ortodoksların (Ermenilerin) koruyuculuğunu üstlenmişler, buna karşılık Osmanlı padişahı da halife sıfatı ile, yitirilen Kırım topraklarındaki Müslümanların koruyuculuğunu üstlenmiştir.

Halifeliğin uluslararası bir güç kazanması emperyalist devletlerin işine gelmiş, halife aracı ile Müslüman ülkeleri etkilemek istemişlerdir. 1878 Berlin Kongresinde İngiltere Halifelik sorununu kaşımaya başlamış, Osmanlı yerine Araplardan bir halife olması gerektiğini ileri sürmüştür.

1. Dünya Paylaşım Savaşı’nda Almanya’nın Osmanlı ile ittifak yapmasında halifeliğin etkisi olmuştur. Halife – Sultan Reşat, 1. Dünya Paylaşım Savaşı’nın başlangıcında (14 Kasım 1914’te) Almanya’nın zorlaması ile “kutsal cihat” ilan etmiş, sömürgelerdeki Müslümanların, uyruğunda bulundukları İngiliz, Fransız ve Ruslara karşı ayaklanmalarını, Osmanlı ordusu ile savaşmamalarını istemiştir. Buna karşın İngiliz ve Fransız ordularındaki Müslümanlar halifeyi dinlememiş, dindaşları Osmanlı askerlerine karşı savaşmışlardır. Mekke Şerifi Hüseyin önderliğindeki Müslüman Araplar Halife’nin cihat çağrısına karşın Osmanlı’ya ayaklanmışlardır. Bu olaylar halifeliğin İslam dünyasında saygınlığının kalmadığını göstermiştir.

Kurtuluş Savaşında Padişah-halife Vahdettin, işgalci Hıristiyan devletlerle işbirliği yapmış, Kuvva-yı Milliye’ye karşı İngiliz desteği ile kurduğu Kuvva-yı İnzibatiye birliklerini  (Hilafet Ordusu) göndermiştir. Halife-Padişahın milli mücadele önderlerini hain ilan ettiği fetvaları (dinsel bildirileri) Anadolu’ya İngiliz uçakları ile atılmıştır. Halife-padişah başta Mustafa Kemal olmak üzere Kurtuluş Savaşı önderlerini idama mahkum etmiştir. Vahdettin Osmanlı İmparatorluğu’nun Hıristiyan devletlerce parçalanmasını öngören Sevr Andlaşmasını kabul etmiştir. Sonunda Vahdettin, “Müslümanların Halifesi” sıfatı ile işgalci Hıristiyan İngiltere’ye sığınarak ülkeden kaçmıştır
(17 Kasım 1922).

Kurtuluş savaşımızın önderleri halifelikten güç almamışlar, tam tersine direnç görmüşlerdir. İsmet İnönü 3 Mart 1924 günkü konuşmasında mücadeleler sırasında halifelik makamına dayanan herhangi bir güç almadık, tam tersine kötü etkilerini gördük. Halife düşmanımızdır’ dedik” diyerek bu gerçeği ifade etmiştir. [2]

Halifelik Niçin Kaldırıldı?

  1. Ulusal egemenliğe dayalı çağdaş, laik bir ülkede halifelik gibi ortaçağ kurumuna yer yoktu.
  2. Halife-Sultan Kurtuluş Savaşı’na ve önderlerine karşı çıkmış, Hıristiyan emperyalist işgalcilerle işbirliği yapmıştı. Cumhuriyet bu ihaneti kabul etmemiş, halifeliği kaldırmıştır.
  3. Egemenlik ulusa geçtiğine göre, ulusun egemenliğini halife ile paylaşması “egemenliğin bölünmezliği” ilkesine aykırı idi.
  4. Halifelik tarih boyunca İslam dünyasını birleştirmemiş, tam tersine bölmüştü.
  5. Halifeliğin İslam dünyasında saygınlığı kalmamıştı.
  6. 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılıp halifelik Osmanlı hanedanında bırakılınca cumhuriyet karşıtları halifelik makamını Osmanlı’yı yeniden canlandırmak için bir olanak olarak gördüler ve halife çevresinde toplanmaya başladılar. Bu durum genç Türkiye Cumhuriyeti’ne bir tehdit idi.
  7. 3 Mart 1924’te kabul edilen bir yasayla Şer’iye ve Evkaf Vekaleti (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) kaldırılmış, yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştu. İslam’ın tapınma ilgili işleri Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilmiş, devlet yönetimi ile ilgili konuları da TBMM’de olduğundan halifeliğe gerek kalmamıştı.
  8. Halife’nin tüm Müslümanların önderi olma savı, Müslümanların yaşadığı emperyalistlerin sömürgesi devletlerle (Örn. Hindistan) ilişkilerimize zarar vermekte idi. Halife o ülkelerdeki Müslümanların dinsel önderi olunca, o ülkeyi yöneten sömürgeci devletin (Ör. Hindistan’ı yöneten İngiltere’nin) de bizim içişlerimize karışmasına ortam hazırlıyordu.

Halifelik Nasıl Kaldırıldı?

Büyük devrimci Atatürk, yaptığı her devrimi adım adım, yeri ve zamanı geldikçe gerçekleştirmiştir. Halifeliğin kaldırılması da böyle olmuştur. İlk aşamada büyük utkudan (zaferden) sonra kurulacak barış masasına (Lozan Konferansına) TBMM hükümeti ile birlikte Osmanlı hükümetinin de çağrılması üzerine “Türkiye’yi ancak TBMM hükümeti temsil eder” diyerek 1 Kasım 1922’de saltanatla halifeliği ayırmış, saltanatı kaldırmış, ama o aşamada halifeliğe dokunmamış, halife olarak Osmanlı hanedanından Abdülmecit Efendi TBMM tarafından seçilmiştir.

İkinci aşama halefliğin de kaldırılmasıdır. Bu olayı çabuklaştıran ve gerekli kılan olaylar, son halife Abdülmecit’in hatalı davranışlarından kaynaklanmıştır. Abdülmecit’in, kendisini padişah gibi görmeye başlaması, gösterişli cuma selamlıkları, Fatih Sultan Mehmet gibi sarık takması, yabancı temsilcilerle görüşmesi, halifelik bütçesinin artırılmasını istemesi gibi davranışları Cumhuriyet hükümetini rahatsız ediyordu.

Başlangıçta Atatürk ile birlikte olanlardan Rauf Orbay, Dr. Adnan Adıvar, Ali Fuat Cebesoy,
Refet Bele gibi kişilerin İstanbul’daki Halifeyi ziyaret etmeleri bu rahatsızlığı artırıyordu.
15 Kasım 1923’te Afyon Mebusu Hoca Şükrü Efendi’nin yayınladığı bir kitapçık halifelik makamını savunuyordu. Buna göre “Halife Meclisin, Meclis halifenin idi”  “TBMM, halifenin danışma organı olmalı idi”. “Halife, Meclisin de, hükümetin de başı idi”.[3] Bu tür karşı devrim girişimlerine izin verilemezdi.

Hindistan’daki İsmailiye mezhebinin lideri Ağa Han ve İngiltere Kralının danışmanı(!) Emir Ali’nin

Başbakan İsmet İnönü’ye yazdıkları ve halifenin siyasal durumunun korunmasını istedikleri mektubun İnönü’ye ulaşmadan kimi İstanbul gazetelerinde yayınlanması süreci hızlandırdı.[4]

Halife Abdülmecit 22 Ocak 1924 tarihli mektubunda, İstanbul’a giden TBMM hükümeti yetkililerinin kendisi ile ilişki kurmamasından yakınarak, Ankara’da bir temsilci bulundurmasını veya hükümetin Halife nezdinde bir temsilci göndermesini ve hazinesinin artırılmasını istemişti.

O sırada harp oyunları için İzmir’de bulunan Atatürk’ün bu mektuba cevabı sert ve kesindi:

Halife kendisini dışlanmış hissediyorsa bu kendi davranışlarından doğmaktadır.

Hilafet makamının ne dinen ne siyaseten hiçbir anlamı ve varlık nedeni yoktur.

Ankara’ya temsilci göndermeye kalkışması, cumhuriyet hükümeti ile karşı karşıya vaziyet alması demektir. Buna yetkili değildir.

Hilafetin hazinesi yoktur ve olamaz. Maksat lüks yaşam ve gösteriş değil insanca yaşam ve temel gereksinimlerin sağlanmasından ibarettir (oluşmaktadır) [5]

Atatürk Nutuk’tahilafetin kaldırılması zamanının geldiğine İzmir’de iken karar vermiştim.” demektedir.[6] Atatürk, 23 Şubat 1924 günü İzmir’den Ankara’ya döner ve bu kararını arkadaşlarına bildirir.

Konu 2 Mart’ta Halk Partisi grubunda görüşülür. 3 Mart’ta Şeyh Saffet Efendi ve elli arkadaşı “halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanı mensuplarının yurt dışına çıkartılması” ile ilgili bir yasa önerisi sunarlar. Yasa önerisinin gerekçesinde özetle şunlar belirtilmektedir:

  • Türkiye cumhuriyet içinde halifelik makamının bulunması Türkiye’yi iç ve dış politikasında
    iki başlı olmaktan kurtaramadı.
  • Bağımsızlığında ve ulusal yaşamında ortaklık kabul etmeyen Türkiye’nin, görünüşte bile olsa ikiliğe tahammülü (dayancı)
  • İmparatorluğun çöküş aracı olan hanedanın halife kisvesi altında Türkiye’nin varlığını etkileyecek bir tehlike olacağı deneyimlerle belli olmuştur.

431 sayılı yasa, 3 Mart 1924 günü TBMM’ce oybirliği ile kabul edilerek yasalaşmıştır.

431 sayılı, Halifeliğin İlgasına (kaldırılmasına) ve Hanedan-ı Osmani’nin (Osmanlı aile üyelerinin) Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine (ülkesi dışına) Çıkarılmasına İlişkin Kanuna göre:

  1. Halife hal edilmiştir (görevinden alınmıştır).
  2. Hilafet hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda (anlam ve kavramında) gerçekte mündemiç olduğundan (zaten var olduğundan), hilafet makamı mülgadır (kaldırılmıştır).
  3. Hanedanın bütün üyeleri ebediyen (sonsuza dek) Türkiye’de ikamet (oturmak) hakkından yoksun bırakılmıştır.
  4. On gün içinde ülkeyi terk edeceklerdir.
  5. Türk vatandaşlığını yitirmişlerdir.
  6. Taşınmazlarına tasarruf edemezler (taşınmaz malları ile ilgili işlem yapamazlar).
  7. Padişahlık yapmış olanların taşınmazları ulusa geçmiştir.
  8. Padişahlık sarayları, kasırları… içindeki tüm taşınmazları ulusa geçmiştir.

Sonuç ve Değerlendirme:

Halifeliğin kaldırılması ile;

  • Ulusal egemenlik pekiştirilmiş, dinsel bir makam olan halifelik devlet yapılanmasından çıkartılmıştır. Laiklik ve demokratikleşme yolunda önemli bir adım atılmıştır.
  • Devletin tepesindeki iki başlılık (bir yanda TBMM, öte yanda kendisini padişah gibi gören
    Halife Abdülmecit)
    giderilmiştir.
  • Müslüman ülkeleri sömüren emperyalist devletlerin içişlerimize karışması önlenmiştir.
  • Tutuculuğun son kalesi yıkılarak öbür devrimlerin önü açılmıştır.
  • Saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin ilanından sonra siyasal devrimin üç ayağı tamamlanmıştır.
  • Osmanlı hanedanının yurt dışına çıkartılması ile Osmanlı’yı yeniden canlandırma düşleri söndürülmüştür.
  • Türkiye İslam dünyasında dinsel merkez olmaktan çıkmış, devrimlerle İslam dünyasına yeni bir örnek olmuştur.

Halifeliğin yeniden canlandırılması düşleri dünyanın gerçeklerine, anayasaya, Cumhuriyet’in kurucu değerlerine aykırı olduğu ölçüde, tarihin durdurulmaz akışına da aykırıdır.

Halifeliği geri getirme girişimlerine karşı cumhuriyet savcıları gereğini yapmalı,
toplum örgütlü demokratik tepki göstermelidir.

Kaynaklar
[1] Kenneth Pollack, The Persian Puzzle The Conflict Between Iran And America,
Random House, New York, 2004, p.11
[2] Akalın, a.g.e. s.87
[3] a.g.e. s.208
[4] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Cilt-III, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1965, s.168
[5] Bülent Tanör, Kurtuluş Kuruluş, Cumhuriyet yayınları, İstanbul, 2003, s.208
[6] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Alfa Yayınları, İstanbul, 2005, s.601

Yaşasın Devrim Yasaları

Zeynep Oral
Zeynep Oral
zeynep@zeyneporal.com
3 Mart 2024, Cumhuriyet

Bugün 3 Mart! Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı’ndan, Cumhuriyetimizin kuruluşundan sonra, bugünkü varlığımızı borçlu olduğumuz bir tarih! Cumhuriyetimizin niteliğini belirleyen bir tarih. Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerinin en önemli adımının atıldığı tarih. Aydınlanma seferberliğinin temelini oluşturan tarih.

Bence de 3 Mart, ulusal bayram ilan edilmeli! Biliyorum bunu istemekte yalnız değilim! Öyleyse bir gün mutlaka diyelim!

Bundan 100 yıl önce 3 Mart 1924’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde birbirini tamamlayan üç Devrim Yasası kabul edildi! Neydi bu üç yasa:

1) “Şeriye ve Evkaf Vekâleti”nin kaldırılması, yerine Diyanet İşleri Bakanlığı ile Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulması. (Ne büyük ironi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş amacı, dinimizi hurafelerden, yozluktan, yobazlıktan koruma, eşitliği ve laikliği sağlamak içindi. Bir de bugün geldiği duruma bakın!)

2) Tevhidi Tedrisat Kanunu. Yani öğretim birliği. Her tür ayırımcılığı kaldırıp her çocuğa fırsat eşitliği sağlamak. Her çocuğun eşit olanaklarla, eşit eğitim alması. Eğitimin zorunlu ve ücretsiz olması. Kindar ve dindar değil, özgür gençler yetiştirmeye yönelikti. Tüm okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı.

3) Hilafetin kaldırılması. Sultan-halife egemenliği yerine, milli egemenlik!

Çağdaş ve evrensel değerlere ulaşabilmek ve tüm Devrim Yasalarını gerçekleştirmek, Aydınlanmayı ve eğitimi toplumun bir kesimi için değil; tek millet, tek devlet ilkesiyle toplumun tüm katmanlarına, herkese yaymak için kaçınılmazdı.

ÜMMET DEĞİL MİLLET

3 Mart’ın bu üç yasası, laikliğin temel taşlarıydı. Var olabilmenin hukuksal nedeniydi. Akıl ve bilim yolunda ilerlemenin koşuluydu.

Ümmet değil, millet olma yolundaki en önemli adımdı.

Aynı zamanda KUL değil YURTTAŞ olmanın de temeliydi.

Üç Devrim Yasasının sağladığı kazanımlar, çıkar uğruna, talan uğruna, güç ve iktidar uğruna, şahsını ve yakınlarını zengin etme uğruna, daha çok oy kapma uğruna, çok partili döneme geçişten beri sık sık yok edilmeye çalışıldıysa da bugünkü ölçüde ileri hiç gidilmemişti!

Bakmayın bugün alanlarda meydanlarda birilerinin millet değil ümmet olalım, yurttaş değil kul olalım, illaki şeriat isteriz diye bağırıp çağırmalarına… Bakmayın eğitim sistemimizi tarikatlara, cemaatlere teslim etme yarışına… Musluğun suyu kesilip (ki artık musluk da yalama yaptı, su zaten çoktan tükendi) açlığa mahkûm olduklarında, kuşkunuz olmasın yarın, kendilerine yeni tanrılar, yeni tapınaklar bulurlar!

YETER Kİ KARARMASIN

Hiç endişeniz olmasın! Her karanlık gecenin sonunda mutlak gün ağarır, güneş doğar!

Yeter ki gericiliğe ve karşıdevrime izin vermeyelim. Bıkmadan, yorulmadan, korkmadan sesimizi yükseltelim! Her zaman her yerde yalanı, talanı yüzlerine vuralım, herkese duyuralım!

Yeter ki inanç ve düşünce farklılıklarımızı, etnik farklılıklarımızı, ırk ve renk farklılıklarımızı, dil ve din farklılıklarımızı, cinsiyet, yaş ve cinsel tercih farklılıklarımızı zenginlik sayalım; bu farklılıklarla bütünleşebilelim; bu farklılıklarla ayırımcılığı lanetleyelim. Çoğulculuğun nimetlerinden yararlanalım!

Yeter ki anayasal düzene, yargının bağımsızlığına ve adalete geri dönebilelim.

Yeter ki seçimlerimizi doğru yapalım.

Yeter ki kararmasın sol mememizin altındaki cevahir!

Laikliğin güvencesine inanan bizler, karanlığa karşı mücadeleden vazgeçmedikçe,

  • Atatürk’ün rehberliğinden vazgeçmedikçe bu ülkenin sırtı yere gelmez!

Öyleyse YAŞASIN DEVRİM YASALARI! 

100 yıllık ihanetin mirası

Zülal Kalkandelen
Zülal Kalkandelen
zulal.kalkandelen@cumhuriyet.com.tr
01 Mart 2024, Cumhuriyet

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum, AKP’yi sol politikalara yakın parti olarak değerlendirmiş. Bu çarpıtma özgün bir değerlendirme olsaydı, yazıma “Bu da oldu!” diyerek başlayabilirdim. Ne var ki Prof. Dr. İdris Küçükömer’in 1960’larda ortaya attığı tezlerden bu yana 2. Cumhuriyetçilerin, dönek solcuların savunduğu bir düşünce bu.

Dolayısıyla lise ve üniversite yıllarında sosyalist siyasetin içinde yer alan ama sonradan AKP milletvekili ve şimdi de Saray’ın kadrolu çalışanı olan Uçum’un da aynı yanlışı yayması hiç şaşırtıcı değil.

Öyle ki “İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri” adlı kitabımda, Küçükömer’in solu sağ, sağı sol olarak gösteren tezleri günümüze yansıtıldığında bu sonucun ortaya çıkacağını yazmıştım.

Jön Türklerin Prens Sabahattin kanadı, Hürriyet ve İtilaf, TBMM’deki saltanat ve hilafet yanlılarının da içinde yer aldığı İkinci Grup, şeriatçı Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra irticayı yüreklendirdiği gerekçesiyle kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, kurulduktan sonra gericilerin odağı haline gelen Serbest Fırka, Cumhuriyet Devrimi’nin kazanımlarını baltalayan, emperyalizmin güdümünde tarikatlarla, şeyhler, şıhlar ve ağalarla el ele ilerleyen ve ilk çıkışını Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na muhalefet ederek yapan Demokrat Parti ve onun izinden giden Adalet Partisi’ni sol kanada koyan Küçükömer’in takipçilerinin de aynı çizgiyi izleyen AKP’yi sola koyacağını anlatmıştım.

Bu nedenle kitabımın alt başlığını

  • “İkinci Gruptan Yetmez Ama Evetçi Liberallere 90 Yıllık İhanetin Mirası olarak belirlemiştim.

BAYATLAYAN TEZLER

Uçum’un Oda TV’deki yazısında, laik Cumhuriyete dair şu satırları görüyoruz: “Bürokratik devlet, halkı, batıcı/ aydınlanmacı ideolojiye göre şekillendirme görevi üstlendiği için halk karşıtı uygulamaların merkezi olmuş bir tür bürokratik oligarşi doğmuştur.”  Artık bayatlayan bu düşünceler, Küçükömer’in tezleridir.

Oysa saltanat ve hilafeti kaldırıp Cumhuriyeti ilan eden, halkın temsilcilerinden oluşan TBMM’yi kurup egemenliği kayıtsız şartsız millete veren, şeriat hukukunu sona erdirerek laik hukuku uygulamaya koyan, medreseleri kapatıp çağdaş ve bilimsel eğitimi başlatan, kadının olması gerektiği gibi toplumsal hayatta öne çıkmasını sağlayan, her alanda bilimi referans alan Cumhuriyet Devrimi, tartışmasız hem siyasi hem de toplumsal açıdan ileri bir adımdır.

Henüz üretim ilişkilerindeki dönüşümün tam olarak sağlanmasına olanak bulunmayan bir toplumsal/ ekonomik yapıda ve dönemde gerçekleştiği için bu devrimi “halk karşıtı” olarak değerlendirmek ancak acınacak bir tarafgirliğin ürünüdür.

SOLA HAKARET BU

Bu tarafgirliğe bir diğer örnekse Uçum’un CHP’nin bugünkü durumundan hareketle yaptığı AKP övgüsüdür.

  • “Türkiye’de gerçek anlamda kendini yurtsever sol demokrat olarak kimliklendiren veya buna layık olan güçlü bir sol siyasal akım yoktur. Ancak günümüzde solun ayırt edici karakterlerine bakıldığında, antiemperyalizm, yurtseverlik, darbe karşıtlığı, mültecilerin korunması, kadın hakları savunuculuğu, gençliğe sahip çıkılması, güçlü sosyal politikalar gibi temel sol yaklaşımlar üzerinden değerlendirildiğinde siyasi niteleme açısından olmasa dahi siyasi pratik bakımından sol ilkelere daha uygun hareket eden liderin R.T. Erdoğan, sol politikalara yakın olan partinin AK Parti olduğu çok güçlü bir şekilde söylenebilir.”

CHP, ideolojik savrulma yaşayarak ortanın sağına geçmiş olabilir ancak bu ülkede gerçek anlamda yurtsever, sol siyasal akım vardır. Ama Uçum da epeyce sağa savrulduğundan göremez olmuş.

O kadar ki ülkenin tüm kamusal birikimini emperyalist şirketlere satan,
anayasayı çiğneyerek sivil darbe yapan,
kadınları şiddete karşı koruyan uluslararası sözleşmeden çekilen,
sınırları kevgire çevirip IŞİD, Taliban teröristlerinin ülkeye doluşmasına yol açan,   
gençlerin en büyük hayallerinin yurt dışında yaşama olmasına neden olan,
açlıkla sınanan vatandaşları sadakaya mahkûm eden AKP’yi
sol ile ilişkilendirebiliyor.
Bunu ancak ihanetin mirasına konanlar yapar!

“Tahammülsüzlük” kaynağı tahammül!

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 29.02.2024, BİRGÜN

Yoklara tahammül, varolanlara tahammülsüzlüğün itici gücü.

Hükümet, Bakanlar Kurulu, karar alma düzeneği, siyasal sorumluluk yok.

Yok edenler, şimdi, Anayasa Mahkemesi(AYM)’nin ve Danıştay’ın varlığını hazmedemiyor.

Sorunun özü: ‘6’lı Masa’ mirasçıları, 2017 yıkımını kanıksadıkça, Cumhur İttifakı, ‘yoklar çizelgesi’ni genişletiyor.

YIKIMA HAYIR!

Yıkımı hazmetmeyen ‘hayır bloku’, yaklaşık 6 ay sonra demokratik anayasa yolunda ortak adımlar atmaya başladı: CHP/HDP/İyi P (İP). Saadet P. (İlerleyen yıllarda Parti yönetimden dışlanınca Ü. Özdağ, ‘ortak ilkeler’ metnini şantaj malzemesi yaptı; İP yöneticileri de, Akşener öncülüğünde inkar ve iftira için saf tuttu…)

6’lı Masa, HDP’siz kuruldu; Deva ve Gelecek Partileri de, Güçlendirilmiş Parlamenter Rejim (GPS) için “hayır bloku”na katıldı.

GPS için anayasa hedefinde hazırlanan yol haritası ve geçiş dönemi raporları, 16 Nisan 2017 yıkımının hazmedilemediğinin göstergesi idi.

2023 seçim sonuçları CHP için hezimet oldu. DP, Deva P., Gelecek P., Saadet P. vekilleri ve  yarım düzine İP’li, TBMM’ye CHP yoluyla girdi.

Hezimet, 6’lı Masa bileşenleri için teslimiyet sonucunu doğurdu. ‘Yoklar çizelgesini hazmetme’ görüntüsü, GPS savunucularını, sürekli Anayasa ihlalleri karşısında seyirci konumuna geçirdi.

AYM ve DANIŞTAY

HDP davası ve Atalay kararı ardından, AYM karşıtlığında Bahçeli ve Erdoğan saf tutmaya başladı.

Ayasofya Müzesi ve İstanbul Sözleşmesi kararları için alkışlanan Danıştay, 15 Temmuz sonrası dünya hukuk tarihinin en büyük toplu katliamı üzerine hukuku dillendirince,  “hazmedilemeyen kurum” oldu.

AYM ve Danıştay, 2017’de tasfiye edilemeyen anayasal kurumlar.

Bu nedenle, 31 Mart oyu, Anayasal kurumların ve yerel yönetimlerin yaşarkalma sorunsalına ilişkin olduğu gibi, Türkiye için “demokratik yörünge umudu”  bakımından da yaşamsal.

“DEVLET BENİM”

Anayasal tasfiye sürecini hazmeden! muhalefet, CB’nin her gün seçim sahasında çifte anayasa ihlallerini de kanıksamış görünüyor:

-Ülke genelinde CB sıfatı ve Devlet olanakları ile yerel seçim kampanyası yürütmesi, tümüyle Anayasa dışı,

Kendini Devletle özdeş kılarak seçmenlere yönelik ayrımcı ve tehdit edici konuşmaları, partiler ve adaylar arasında eşit yarışma koşullarını tümüyle ortadan kaldırıyor.

Siyasal statü veya kimlikten arındırılmış olan CB yardımcısı ve Bakanların da seçim çalışmalarına katılması, Anayasa ihlali.

SANAL SİSTEM…

Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme (PBDBY), ‘resmi dezenformasyon’ eşliğinde Devlet kurumlarını ve kamu makamlarını, CHP ve adaylarına karşı seferber etmiş durumda.

  • Kanal ile bölmeyi hedeflediği İstanbul’u ‘komuta merkezi’ yapma hazırlığında.

– Yürütme’yi kişiselleştirerek,
– Yasama’ya Cumhur İttifakı ile  ‘ters kelepçe’ takarak,
– HSK/YSK ve Yargıtay’ı araçsallaştırarak
– erkler ayrılığını tasfiye eden ikili,

şimdi iki anayasal kuruma göz dikti: AYM’yi ve Danıştay’ı da,  Anayasa gibi tümüyle görünüşte kurumlara dönüştürmek.

  • Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi (CBHS), sanal bir söylem:
  • Hükümet yok, CB yok ve öngörülemezlik nedeniyle sistem de yok!

PBDBY, neden ülke için bir güvenlik sorunu?

…GÜVENLİK SORUNU

Ekosistemi geriye dönüşü olanaksız biçimde bozdu: Tarım ve hayvancılık yok edildi; delik-deşik edilen ve sınır ötesi etkiler yaratma riski bulunan ekokırım faaliyetleri, ülkenin bölünmez bütünlüğünü tehlikeye düşürdü.

AYM ve Danıştay için ‘musalla taşı hazırlığı’ sürerken, DİB ve MEB ekseninde dünyevi hukuktan ve bilimsel eğitimden uzaklaşma çalışmaları ivme kazandı.

TSK kurumlarını tasfiye ve MGK’yi Anayasa dışı kullanma, ayrıca ele alınmalı.

  • PBDBY, ülke, toplum ve gelecek kuşaklar için sürekli risk üretiyor.

Bu nedenle, büyük yıkım hiçbir zaman hazmedilmemeli.
Eğer yıkıma tahammül edilirse, demokrasi hedefi bir yana,
güvenli bir ülkede uyanma umudu bile kalmaz.

Şeriat çığlıklarının ardında kimler var?

Zülal Kalkandelen
Zülal Kalkandelen
zulal.kalkandelen@cumhuriyet.com.tr
28 Şubat 2024, Cumhuriyet

 

Şeriatçılar dün yine Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde boy göstermiş. Laiklik karşıtı oluşum Hayırların Fethi Derneği (HAYFED), avukat Feyza Altun hakkında, şeriat karşıtı sözleri ve sosyal medya paylaşımları nedeniyle suç duyurusunda bulunmuş.

Olaya dair (ilişkin) haberi TV’de izlerken gördüm; sarıklı ve cüppeli grup adına açıklama yapan Nusret Oktar, zaman zaman Arapça konuşarak dünya genelinde Müslümanların zulme uğradığını, inançlarına küfredildiğini anlatıyordu. Taleplerini, “Nasıl Atatürk’ü koruma kanunu varsa, nasıl cumhurbaşkanına küfreden hapse atılıyorsa biz Allah için de koruma kanunu, resulullah için de, dinlerimiz, değerlerimiz için de koruma kanunu çıkarılsın istiyoruz.” diyerek açıkladı.

Sanırsınız Türkiye’de gerçekten Atatürk’e küfreden ceza alıyor! Şevki Yılmaz denilen şahıs, Atatürk’e yönelik hakaretleri toplumda büyük bir infial yaratmamış gibi ortada geziyor.

Sanırsınız bu ülkenin anayasasında laik bir devlet olduğu yazmıyor ve bu nedenle şeriat talep etmek suç teşkil etmiyor (oluşturmuyor) !

Konuşmasının başında bu meselenin (sorunun) Türkiye laiktir, laik kalacak mevzusu olmadığını iddia eden Oktar, daha sonra “Türkiye laik midir? Laiktir. Laik mi kalacaktır? Allah bilir. Bu ülke yüzlerce yıl şeriatla yönetildi.” diyerek kendi kendisini yalanladı.

HUKUK DEVLETİNDEN MONARŞİYE!

Anayasaya açıkça karşı olan böyle bir eylem adliyenin önünde hiçbir müdahale olmadan nasıl yapılabiliyor? Laiklik isteyen gruplara anında müdahale edilirken, şeriatçılar ülkede nasıl böyle rahatça toplanıp açıklama yapabiliyor?

Onun yanıtını da “Şeriat eşittir İslam” çarpıtmasını yineleyerek Oktar verdi; “Sayın cumhurbaşkanımız daha iki hafta önce şeriatın İslam olduğunu, Kuran olduğunu bizzat canlı yayında açıkladı!” dedi.

  • 14 ve 28 Mayıs seçimlerinin ertesinde şeriat istemlerinin artmasının nedeni doğrudan AKP ve AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır.

Bütün bunlar adliyelerin içinde ve önünde yaşanırken, tek bir cumhuriyet savcısının yetkilerini kullanmaması ibret vericidir; Türkiye’de hukuk devletinin sona erdiğinin en çarpıcı kanıtlarından biridir.

Çünkü devletin her kademesinde hukuk dışına çıkanlardan Cumhuriyet adına hesap soracak olan kamusal iddia makamı cumhuriyet savcısıdır. Ne utanç vericidir ki bu makamda oturanlar, şeriat isteminde bulunanlara yani devlet yönetiminde ve hukuk sisteminde şeri yasaların uygulanmasını isteyerek suç işleyenlere karşı sessizliklerini koruyor.

Cumhuriyet savcılarının bile görevlerini tam yetki ve sorumlulukla yerine getirmediği, getiremediği bir ülkede hukuk devletinden söz edilemez. Bu makam işlevsizleştirilmişse, tek bir kişinin direktifleri ile hareket ediliyorsa o ülkede monarşi vardır.

SAĞCI ve DİNCİ GERİCİLERİN NEFESİ

Osmanlı monarşisine özlem duyanların şeriat istemesi rastlantı değildir. 

  • Cumhuriyetin 100. yılında laiklik, kuruluş yıllarında olduğu gibi,
    en temel mücadele alanıdır. 

Atatürk’ün ölümünden sonra bu cepheyi oy için boşaltanlar, tarikatlara ve cemaatlere ödün verenler ve dincilerle kol kola girenler, bugünkü şeriat çığlıklarına güç verenlerdir.

Sonra aralarına 28 Şubat’tan söz ederken, “Bir kadın mitingi yapılacaktı ve ‘Kahrolsun şeriat’ diyorlardı. İnancıma göre şeriat, İslam demektir. O geceyi hayatımdan silmek isterim. Anlatılamayacak bir acı hissettim” diye konuşan Meral Akşener ve 6 Temmuz 1993’te Sivas katliamı TBMM’de görüşülürken, “Şeriat İslam demektir” diyen, Sivas’ta “Şeriat isteriz!” diye bağırarak insan yakan kitlenin aslında şeriat düzeni istemediği, dini savunduğu anlamında konuşan Muhsin Yazıcıoğlu gibi siyasetçiler katılmıştır.

Bugünkü şeriat çığlıklarının ardında Menderes’ten Demirel’e, Erbakan’dan Özal’a, Türkeş’ten Yazıcıoğlu’na, Çiller’den Erdoğan’a kadar tüm sağcı ve dinci gericilerin nefesi vardır.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

28 Şubat’tan bugüne

Cumhur Utku
Em. Albay

28 Şubat 2024, Cumhuriyet

Laikliğin kilit taşı olduğunu ve irticanın bin yıl süreceğini unutmuştuk. Balık belleğimiz neleri unutmadı ki? 28 Şubat 1997 günkü Milli Güvenlik Kurulu’nun kararlarından önce Genelkurmay Başkanlığı tarafından cumhurbaşkanına sunulan brifingi, MİT Müsteşarlığı’nca sunulan raporları unuttuk.

İlköğretimdeki sekiz yıllık kesintisiz eğitimi kimlerin istemediğini, Aczimendi rezaletini, Bankasya’nın açılış fotoğraflarını, kasten sürdürülen türban gerginliğini, şeriatı öven nutukları, Rafsancani’nin ziyaretini, Libya’daki çadırı, başbakanlık konutunda şeyhlerin, müritlerin, dervişlerin ağırlanmasını unuttuk.

Sözde milli görüş partisinin, aşırı İslamcı radikal örgütlerle yasal ya da yasadışı temaslarını, ticarete din kisvesi bulaştırıp helalle haramın karıştığını, Ordudan ihraç edilen tarikat mensuplarının milli görüşçü ya da Nurcu ticari kuruluşlarda istihdam edildiğini, Fethullah’ın yurtdışındaki yüzlerce okulunu, onlarca şirketini, Zaman gazetesinin yurt dışı dahil bedava dağıtıldığını, Sincan’daki Kudüs gecesini, ertesi gün Ecevit, Baykal ve Mesut Yılmaz’ın canhıraş beyanatlarını (demeçlerini) unuttuk.

Dile kolay, tam 27 yıl geçmiş. Aklımızda yalnızca, Kudüs tiyatrosundan dört gün sonra Sincan’dan geçen tanklar, bir generalin 28 Şubat kararlarına “Postmodern darbe denilebilir” demesi ve başka bir generale de haksız yere atfedilen “demokrasiye balans ayarı” sözü kaldı.

NE OLDU?

Alışamadım!” diyen teğmenden “Atatürk’ü sevmek zorunda değilim!” diyen teğmene gelirken o günlerde “Ben Hizbullahım. Türkiye’nin %90’ı Hizbullahtır. Hizbullah olmayanlar ise Hizbulşeytandır” diyen Şevki Yılmaz’dan “Osmanlı’yı süren soysuzları lanetliyorum” diyen Şevki Yılmaz’a geldik.

Medyada 28 Şubat’a “darbe” kelimesi eklenerek belleklerde yanlış kaldı. “Darbe” kelimesi mahkeme tutanaklarında ve savcılık iddianamelerinde bile bu kadar fazla geçmemişti. Bu yanlış algı halen devam etmektedir. İnternette “28 Şubat” yazdığınızda birçok doğrunun arasına pek çok yalan ve yanlışın sıkıştırıldığını görürsünüz. Nedeni, MGK kararlarının 2018’deki yıldönümünde, zamanın başbakanının şu sözlerinde saklıdır: “Hukuk içinde hak ettikleri en ağır cezayı alacaklardır. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın!” İşin ilginç yanı, bu sözlere şimdiye dek hiç kimse hangi hukuk, hangi ağır ceza, hangi şüphe diye sormamış, soramamıştı.

AÇILAN DAVALAR

Koalisyon partileri içinde çekişme devam etti. İrtica odaklarının eylem ve söylemleri devam etti. Batı Çalışma Grubu kuruldu. Yasaldı. Başbakanlıkta, İrticayı Sürekli İzleme Merkezi (SİM) kuruldu. Yasaldı.

O günlerin partisiz cumhurbaşkanı (AS: S. Demirel);

  • “Şimdi 28 Şubat’a darbe diyorlar. Neresi darbe? Ne olmuş 28 Şubat’ta? Parlamento fesih mi edilmiş? Hükümet alaşağı mı edilmiş? Siyasi partiler mi kapatılmış? Milletvekilleri mi tutuklanıp götürülmüş? Ne yapılmış? Milli Güvenlik Kurulu toplanmış, kararlar almış. Bunları herkes imzalamış ve sonra da uygulanmış. Hükümet görevinin başında kalmış. Dört ay sonra istifa etmiş. Anayasaya göre yenisi kurulmuş. Buna darbe denilmez.” demişti.

Açılan intikam mahkemelerinde tanıklık yapan siyasilerin hepsi MGK kararının doğal olduğunu, kendilerine silah zoruyla bir şey imzalatılmadığını açıkça beyan etmişler (bildirmişler).

O günlerden sonra yeni atanan Genelkurmay başkanı “İrticayla mücadele irtica bitene kadar, gerekirse bin yıl devam eder” demişti. (AS : Eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu)

Yıllar sonra verilen bir dilekçeyle başlatılan soruşturma sonunda iddianame hazırlandı ve 2 Eylül 2013’te “28 Şubat” davası adıyla 103 sanık, “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini cebren devirmeye, düşürmeye iştirak”la suçlandı. Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi, Nisan 2018’de 103 sanıktan 21’i hakkında müebbet (yaşam boyu) hapis cezası verdi. 68 sanık beraat etti (aklandı). 10 sanık için zamanaşımının dolması, dört sanık için de hayatlarını kaybetmiş (yaşamlarını yitirmiş) olmaları nedeniyle dava düşürüldü. Bir numaralı sanık olan dönemin Genelkurmay başkanı 26 Mayıs 2020’de temyiz süreci devam ederken yaşamını yitirdi. (AS : Eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı)

Yargıtay 9 Temmuz 2021’de 14 sanık hakkında verilen müebbet hapis cezalarını onadı. Davada hüküm giyen emekli generallerin rütbeleri, Genelkurmay Başkanlığı’nın kararıyla söküldü.

Bir general 22 Aralık 2022’de tutuklu bulunduğu Sincan Cezaevi’nde demans hastalığı nedeniyle yaşamını yitirmişti. Altı general sağlık nedeniyle tahliye edildi (salıverildi).

Yaşı sekseni aşan, beden ve akıl sağlıkları yerinde,
beş Türk generali 925 gündür zindandadırlar.

Onlar, TSK İç Hizmet Kanunu‘nun 35. maddesi gereğince görevlerini yapan komutanlarının verdikleri yasal emirleri yerine getirmişlerdi. Siyaset adamlarının çoğu 35. maddenin askerlere müdahale hakkı verdiğini sanıyor ama komutanlar, müdahaleye yasal ve vicdani hakları olmadığını onlardan daha iyi biliyorlardı. Müdahalenin ne menem bir şey olduğunu, geçmiş her müdahaleyi yaşamış olan o günün komutanları yalnızca yasal uyarı görevlerini yerine getirmişlerdi. MGK Genel Sekreterliği 28 Şubat 1997 günü o tavsiye kararı ve 18 maddelik ekini hazırlamasaydı, tarih önünde görevi savsaklama ve kötüye kullanmakla suçlanacaklardı.

SONUÇ : 28 Şubat kararları, askeri bir darbe ya da müdahale değildir!

Bu kararlar din istismarcılarının, gericilerin Cumhuriyet düşmanlığını ortaya çıkartıp siyasal iktidarın önüne koyan bir sorumluluğun sonucudur. Askerler bu sorumlulukta davranmayıp görevlerini savsaklasalardı, 15 Temmuz kalkışması daha erken yıllarda olurdu.

O günlerden bu güne yaşadıklarımız 28 Şubat’ın bitmediğini göstermektedir.

Mücadele sürecinin bittiğini sananlar yanılırlar. Tarikatlar her gün, her ortamda pusudalar. Saklandığı yerden çıkıp açıkça saldırıya geçenlerin, hangi mevzilerden korunduğu ve nereden desteklendiği bellidir.

Din bezirgânlığı, sözde toplu mağduriyetler ve eli kılıçlı fetvalar sürmektedir.

Halkın kanını emen din tüccarlarından yararlananların eylemlerinin bin yıl süreceği varsayılarak, halk aydınları tetikte bulunmalıdır.
==============================================================
Dostlar,

Aşağıdaki tweet iletisini de biz ekleyelim… (Sn. Zafer Arapkirli’nin)

Bir de Barış TERKOĞLU‘nun bir makalesinden alıntı yapacağız (Erdoğan mı Netanyahu mu? Cumhuriyet, 27 Kasım 2023, Barış Terkoğlu: Erdoğan mı Netanyahu mu? (cumhuriyet.com.tr)

“… Bugün dava kapsamında hapiste 5 emekli general bulunuyor. Çetin Doğan 83, Fevzi Türkeri 82, Yıldırım Türker 82, Cevat Temel Özkaynak 78, Erol Özkasnak 77 yaşında.

İçeridekiler bakanın söylediği gibi birer birer Adli Tıp’a sevk edildi.

Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu, generallere ayrıntılı bir sağlık taraması yaptı. Bir dizi gel gitin ardından
5 generalin de sürekli hastalık ve kocama halleri çıktı. Raporlar nisan-mayıs aylarında savcılıklara gönderildi. Doktorlara göre de 5 general hapiste kalamazdı.

Örnek olsun. Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu, Çetin Doğan’ın hastalıklarını şöyle sıraladı:
Diabetes mellitus, hipertansiyon, koroner arter hastalığı, opere lomber dar kanal, sağ peroneal sinir hasarı, sağ düşük ayak, işitme kaybı. Doğan için oybirliği ile “kocama hali” raporu verildi.
Doğan’ın dosyası 6 Nisan’da savcılığa gönderilmiş.

İNTİKAM İÇİN İMZALAMIYOR

Dosyalar infaz savcılıklarından Adalet Bakanlığı’na oradan ise Cumhurbaşkanlığı’na iletildi.
Buradan sonrası aslında bir takdir değil, sadece görevdi. Hasta ve kocamışlığı kanıtlanmış bir mahkûm için cumhurbaşkanı “Bence öyle değil” diyemezdi. İmzayı atacak, generaller adreslerinde hayatlarının son evresini geçirecekti. Herkes de buna hazırdı. Generallerin tahliyesi sonrası kalacakları adresin tespiti bile karakollar tarafından yapılarak dosyaya eklendi.

Gelgelelim her ne olduysa burada süreç durdu. Mezarevlerde günahsız insanları işkenceyle öldüren Hizbullah davası sanığı 71 yaşındaki Mehmet Emin Alpsoy’un, Saadet Partili sandık görevlilerini katleden 75 yaşındaki Hacı Sülük’ün, Sivas’ta yazarları diri diri yakan 75 yaşındaki Hayrettin Gül’ün hapisliklerini hasta ve yaşlı diye hızla kaldıran cumhurbaşkanı, hapisteki generallerin dosyasını
6 aydır bekletiyor.
(AS: Bu gün 9 ay bitti!) Bir yıl önce Vural Avar’ın ölümünün ardından başlayan süreç bir türlü ilerlemiyor. Yaklaşık 50 yıl TSK üniformasını taşımış askerlerin çocukları ise her sabah
“Babam öldü mü” endişesiyle uyanıyor.

Nedenini tahmin etmek güç değil. Zira savaşın bile bir hukuku varken, bu hukuk Hamas-Netanyahu tarafından bile bir buçuk ayda tanınırken, bizimkilerin intikam duygusu hiçbir kural bilmiyor. İçerideki generaller için de Katar’ın ya da Sisi’nin devreye girmesi mi lazım?

İntikam önce sahibini kör eden bir zehir gibi. Herkes biraz içse gerçekler görünmez olurdu.”

Sevgi ve saygı ile. 28 Şubat 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik