Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

İngiltere’deki salgın ve Türkiye için uyarı

Prof. Dr. Bekir KOCAZEYBEK
Tıbbi Mikrobiyoloji Uzm., Cerrahpaşa Tıp Fak.

12 Haziran 2024, Cumhuriyet
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

 

İngiltere Sağlık Güvenliği Ajansı (UKHSA) yetkilileri 4 Haziran 2024 itibarıyla İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’da doğrulanmış 113 kanlı ishal vakasının görüldüğünü, bunların %61’inin hastaneye kaldırıldığını, yılsonuna dek bu olguların giderek artabileceğini ve 1500’e dek çıkabileceğini açıkladılar. UKHSA yetkilileri kanlı ishalin nedeni olarak da Shiga toksini üreten Escherichia coli (STEC) isimli bir bakteri olduğunu bildirdiler.

STEC serotipi bakterinin idrar yolları enfeksiyonu yapan, insanların ve hayvanların bağırsak bakterisi olan “Escherichia coli”nin bir alt serotipi olarak ishal/diyare ve kusma yapan bakteridir. Bu EHEC/STEC tipi bakteriler, insanlarda kanlı ishal ile seyreden hemolitik üremik sendrom (HÜS) gibi böbrek fonksiyonlarının (işlevlerinin) bozulmasıyla karakterize (nitelikli) kronik (süregen) böbrek yetmezliğine neden olmakta ve ölümlere de yol açabilmektedir.

İngiltere’de ciddi kanlı ishal vakalarının (olgularının) artışına neden olan EHEC/STEC serotipi içindeki alt tipin O145 alt tipi olduğu, bu serotip içinde en sık hastalık nedeni olarak görülen O157:H7 alt tipinden farklı olduğu ve çoğu vakanın O145 alt tipiyle tek bir salgını oluşturduğu ifade edilmiştir. Bu bakterinin bir bireye bulaşıp kanlı ishal ve kusma ile seyreden hastalığı oluşturması için 1 ile 15 arası bakteri hücre sayısı yeterlidir. Bu kadar düşük sayıda bakterinin hastalık oluşturması kişiden kişiye bulaşı artırmakta ve lokal ciddi salgınların gelişmesine neden olmaktadır.

UKHSA yetkilileri kanlı ishal salgınının kaynağının henüz belirlenemediğini, ancak İngiltere’de geniş bir coğrafyada vakaların dağılımı olduğunu belirterek, muhtemelen ulusal düzeyde dağıtılan bir gıda veya birden fazla gıda maddesinin buna neden olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Tehlikeli EHEC/STEC serotipinde alt tip olarak O157:H7 alt tipi enfeksiyon hastalıkları bilim çevrelerince çok iyi bilinen ve salgınlarda en sık rastlanılan kanlı ishal ve HÜS yapabilen bir etkendir.

SUYA KARIŞABİLİR

2022’de Bolu’nun Çaydurt Yuva ve Kındıra köylerinden olası içme suyu tüketen 148 kişi bulantı ve kusma ile hastaneye başvurmuş, beş kişinin yapılan tetkiklerinde ise kanlı ishal ile ortaya çıkan anemi (kansızlık), akut böbrek yetmezliği ile seyreden HÜS tanısına ulaşılmış, bir kişi yaşamını yitirmiştir. Hastaneye başvuran kişilerin yaşadığı bölgede yapılan mikrobiyolojik incelemelerde dere, akarsu ve sondaj kuyularında bakteriyolojik kirlenme tespit edilmiştir. Bu yerel salgın üzerine dikkatler o dönemde Kurban Bayramı nedeniyle kesilen hayvanlardan arta kalan EHEC/STEC bakterisiyle olası enfekte (bulaşlı) hayvan deri postları, kemikleri, bağırsaklarının gelişigüzel kırsal ve ormanlık kesime bırakılmasına ve olası O157:57 EHEC/STEC bakterisinin (ya da az bir olasılıkla benzer hastalık kliniği oluşturabilen Shigella spp. tipi bakterisinin olabileceği) köylerde kullanılan içme suyu kaynağına karışabileceği (o dönemde basında Bolu’daki vaka bildirilen bölgelerde köy içme suyu salgınlarından sorumlu olacağı ileri sürülmüştü) üzerine yüksek olasılıkla yoğunlaşmıştır. Özellikle EHEC/STEC gibi kanlı ishal, akut böbrek yetmezliği ile HÜS yapabilen bu alt tip bakterilerin bulaş zincirlerinin başta süt inekleri olmak üzere sığır, dana, koyun, keçi gibi sıcak kanlı hayvanların dışkıları ile ete, süte, toprağa, suya ve dolayısıyla tüm çevreye yayıldığı net olarak gösterilmiştir.

Nitekim geçmişte Bolu’da HÜS ile seyreden ve bir kişinin yaşamını yitirmesine neden olan ve yakın zamanda İngiltere’de de benzer klinik yakınmalarla geniş bir bölgede kanlı ishal ve HÜS ile seyreden vakalarda etken olan bakteri aynı EHEC/STEC serotipine sahiptir. Bu bakteri serotipinin önümüzdeki günlerde ülkemizde yaşanacak olan kurban kesimleri sonrası hayvan artıklarının kırsal kesim, mera vb. içme suyu bulunan havzalara bırakılmasıyla süreç içinde
içme sularına karışması kaçınılmaz gibi gözükmektedir.

BAYRAMDA DİKKAT

Yapılan bir çalışmada bu bakterinin sayısının toprakta 130 günde 100 milyon hücreden 10 milyon hücreye indiği, yani aylarca hastalık oluşturma sayısını hâlâ korunduğu gösterilmiştir.
Bu nedenlerle kesilen hayvan artıklarının içme suyu bulunan havzalara bırakılmaması ya da kesim yapılan yerlerde lokal (yerel) çukurlarda imha edilmeleri gerekmektedir. Bunun dışında içme ve kullanım sularındaki klor düzeylerinin “İnsani Tüketim Amaçlı Sular Yönetmeliği”ne göre içme ve kullanım sularında olması gereken klor düzeyinin 0.2 mg/L üzerinde olmasının sağlanması hususunda içme suyu şebeke hatlarının periyodik kontrollerinin (dönemsel denetimlerinin) yapılmasının önemi de ortadadır. (AS: Anılan Yönetmelik, 10. maddesinde “..uç noktada yapılacak ölçümlerde serbest klor düzeyinin 0.2-0.5 mg/L” demektedir. Kanımızca Bayram döneminde üst sınıra yakın olunmalı.)

Bunun ötesinde özellikle kurban kesimleri süresince belediye/valilik, zabıta ve güvenlik ekiplerinin hayvan kesim artıklarının toplum sağlığını tehdit edebilecek ve salgın hastalık oluşturabilecek içme ve kullanım suyu havzalarına gelişigüzel bırakılmaması hususunda izlemlerinin ve denetimlerinin süreklilik göstermesi halk sağlığı yönünden önem arz etmekledir (taşımaktadır).
====================================
Dostlar,

“Kurban kesimi” dinsel bir yüküm değildir.
Muhammet Peygamber döneminde Kâbe’yi ziyarete gelenlere ikram için bir gelenektir. Günümüz koşullarında, 13-14 yy sonra, muazzam artan Müslüman nüfus 2 milyara yakındır.
Salt Türkiye’de geçen yıl “Kurban Bayramlarında” 4 milyona yakın hayvan 1-4 gün içinde topluca kesimevi (mezbaha) koşulları dışında kesildi. Bu eylem halk – toplum sağlığı, çevre sağlığı açısından çok ciddi bir tehdit kaynağıdır. Dünya genelinde sayı yüz milyona ulaşabilir ki bu çok ağır yükü çevresel yapı – doğa kaldıramamaktadır. Sorun Küresel ölçektedir ve Müslüman olmayan 6 milyarı aşkın insanın yaşamını da tehdit edebilir, bu yönüyle uluslararası bir çatışma konusu da olabilir. BM ve Dünya Sağlık Örgütü, FAO, UNEP küresel topluma uyarı yapmalıdır.

Öte yandan, hayvan hakları bakımından, bir “bayıltma” yapılmadan ve de acemi ellerde kesim açık vahşettir!

Kurban” sözcüğü ille “hayvan kesimi” anlamına gelmiyor! Tanrı’yı hoşnut edecek tüm eylemler bu kapsamdadır. Öğrencilere burs vermek, yurt yaptırmaktan tutunuz verginizi tam vermek, işinizi namuslu – dürüst yapmak, adil ve erdemli olmak, çalışıp üretmek… hep bu kapsamdadır. Konu ticarete de alet edilmektedir.

Dini siyasete alet etmeyen politik önderlerin, DİB’in halka dürüstçe çağrı yapması artık ertelenmemeli, insanların temiz duyguları kötüye kullanılmamalı, sömürülmemelidir. Bir de ağır yoksullaşTIRma kıskacındaki milyonlar, gerçekte dinsel zorunluk – ibadet olmayan “bu ritüeli / geleneği” yerine getiremedikleri için tinsel (manevi) acı duymaktadırlar. Bu sorun da yönetilebilir.

Yoksulların et yemesi” gerekçesi acıklı – gülünçtür (traji -komiktir)! İslam dini yoksulluğu verili olgu saymakta, fitre-zekat önermektedir. Yabanıl (vahşi) kapitalizm sömürgendir. Oysa toplumcu – kamusal ekonomi politikalarıyla yoksulluk sıfırlanamasa bile çok önemsiz düzeye köktenci olarak çekilebilir. İnsanların, dinleri ve ideolojik sistemleri sorgulamaları, yoksulluklarının nedenlerini anlamaya çalışması, bu tablonun bir yazgı değil insan eliyle dayatıldığını ve aşılabileceğini kavraması gerek! Aydınlar yürekli davranmalı, siyaset kurumu dürüst olmalı!

Web sitemizde bu bağlamda daha önce de epey yazı yayınladık. “Kurban” sözcüğü ile taranabilir. Yalnızca iki yazımız için erişkeler (linkler) aşağıda.

Bkz. http://ahmetsaltik.net/2015/09/24/kurban-bayrami-ve-sagligimizi-korumak-2/
http://ahmetsaltik.net/2017/09/01/kurbanin-islevini-sorgulayalim-bosuna-kurban-kesip-durmayin/

İlahiyatçı yazar İhsan Eliaçık‘ın  üstteki erişke (link) ile okunabilecek yazısından :

  • Kuran diyor ki; “Onların etleri, kanları Allah’a ulaşmaz!”
  • Yani, boşuna kesip durmayın! 
  • Allah diyor ki, onlar bana ulaşmaz, Ben sizden iyilik, doğruluk, dürüstlük, kardeşlik, merhamet, sevgi, bunları bekliyorum; karz-ı hasen, salat, zekat, ihtiyaç fazlasını verme, isar, birbirinize kendinizi feda etme, yoksulları gözetme, zayıfın elinden tutma, düşmüşü kaldırma, bunları bekliyorum, takva budur.
  • Her yeri kan gölüne çevirdiğin zaman, Allah bundan mutlu oluyor değildir.
  • İşin aslı buydu, sonra döndü dolaştı ve başka bir şeye dönüştü.”

Sevgi ve saygı ile. 13 Haziran 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

AKP İKTİDARININ PEDAGOJİK AÇIDAN “ÇEDES” ve “TÜRKİYE YÜZYILI MAARİF MÜFREDATI” ÜZERİNE NOTLAR

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

AKP iktidarının “ÇEDES (Çevreme Duyarlıyım ve Değerlerime Sahip Çıkıyorum)” projesi ile “Türkiye Yüzyılı Maarif Müfredatı” (öğretilecek ders içerikleri, yetişek) Programı” hem hazırlanma biçimi, hem ana okuluna dek inen hedef kitlesi, hem programın paydaşları ve öğreticileri ve hem de bilimsel niteliği konusunda önemli ve çoğu da haklı eleştirilere uğradı. Özellikle bilimsel PEDAGOJİK FORMASYONDAN uzak kaldığı ısrarla vurgulandı. Peki Pedagoji ne demek? Özetleyerek anlatmaya çalışalım.

PEDAGOJİ NEDİR?

Pedagoji bilimi, eğitim ve öğretim bilimlerinin temeli yapı taşı ya da o olmazsa olmazıdır. Eğitim ve öğretim süreçlerinin her yönde ve her aşamada kuramsal ve uygulamalı olarak analiz edilmesini hedefler. Ana konusu eğitim kuramları, eğitim yöntemleri, öğrenci-öğretmen ilişkileri ve öğrenme süreçleri üzerine yoğunlaşır. Pedagoji, farklı yaşlar ve aşamalardaki öğrencilerin ve yetişkinlerin en doğru ve en etkili biçimde nasıl öğrenebileceklerini belirler. (AS: yetişkin eğitimi için Androgoji terimi kullanılıyor.)

Eğitimde öğrenilmesi gereken başlıca konular şunlardır :

1- Eğitim kuramları (teorileri)

Pedagojik eğitime yön veren bilimsel kuramların incelenip öğrenilmesi zorunludur. Bu kuramlar eğitim programını yapanlara ve öğretmenlere Pedagojik Formasyon kazandırma ve uygulamaya aktarabilme kapasite (sığa) ve yeteneklerini artırmaya yönelik temel girdileri sağlar.

2- Öğrenme süreçlerinin analizi (çözümlenmesi)

Bu aşama, farklı yaş dilimindeki öğrencilerin yaş düzeylerine uygun öğrenme ve anlama yeteneklerini göz önünde bulundurma bilgi ve becerisine kavuşmaları içindir. Örneğin anaokulu çocuklarına soyut bilgiler veril(e)mez.

3- Eğitim Psikolojisi

Eğitim psikolojisi, öğretici ya da öğretmene farklı yaş dilimlerindeki öğrencilerin psikolojilerini doğru bilmek ve bu bilgiler ışığında onların davranış kalıplarına uygun ders çalışmaya isteklendirme (motivasyon) yolları bulmak içindir.

4- Toplumsal ve kültürel (ekinsel) etkenler

Her çağın sosyo-kültürel (toplum-ekinsel) etmenleri ve koşulları farklıdır. Ayrıca, aynı çağda yaşasalar bile, toplumların gelişme düzeyleri ve sosyo-kültürel (toplum-ekinsel) yapıları birbirine uymaz. Eğitimci ve öğretmenin görevi, kimi gelenek, örf, boşinan (hurafe), yanlış davranışlar konusunun eğitim ve öğretim sistemine zarar vermesine engel olmaktır. Kimi kültürler aklı-bilimi önceler, kimileri de engeller oluşturabilir. Örneğin kız çocuklarının kimi yanlış dinsel yorumlarla eğitim alma ve meslek edinme haklarının ellerinden alınmaması için öğrenci ailelerinin ikna edilmesi gerekir.

Öğretim sürecindeki her yaş basamağına göre ayrı pedagojik uygulama yöntemleri vardır.

PEDAGOJİK UYGULAMA BASAMAKLARI

a- Okul öncesi eğitimin ana amacı, öğrencilere temel beceri kazandırma ve sosyalleşmelerine katkı sağlamaktır Bu iş tuvalet eğitiminden el becerilerine, arkadaşları ile iyi geçinmeden düşüncelerini doğru tümcelerle açıklamaya, giysilerini temiz tutmadan, eğitim araç-gerecine zarar vermemeye… dayalı temel becerileri geliştirmeye dayanır. Yalan, iftira ve hırsızlığın sakıncaları anlatılır. Ama anaokulu öğrencileri henüz soyut düşünemedikleri ve analiz yeteneğine yeterince ulaşamadıkları için onlara din, mezhep, ideoloji vb. soyut telkinleri yapmak yanlış ve sakıncalıdır.

b- İlk ve orta öğretim düzeyinde öğrenciler için en gerekli kazanım doğru ve eleştirel düşünceyi öğrenmek ve gelecekteki mesleksel ya da akademik öğrenimi için gerekli temel bilgi ve becerilere sahip olabilmektir. Bu basamakta öğrencilere kimlik, ait olma, din, yurt, bayrak ve toplum sevgisi verilebilir. Ancak kazandırılan her türlü ulusal değerin, başka ulusların benzer
ya da denk değerlerine düşmanlık yaratacak biçimde ve dozda olmaması gerekir.

Bu basamakta öğrencilerin duygudaşlık (empati) yeteneklerinin de geliştirilmesi gereklidir. Çoğulculuk, eşitlik – hakçalık (hakkaniyet), adalet, sevgi, barış, hoşgörü, konukseverlik, aile bağlarının güçlendirilmesi, dayanışma… vb. alışkanlıklar kazandırılması hedeflenebilir.

c- Yükseköğretim – üniversite aşamasında da bilimsel Androgojik formasyona gerek vardır. Üniversitelerdeki eğitim ya meslek edinme ya da derinlemesine bilgi sahibi olma amacına yöneliktir. Bilimsel ve eleştirel düşünme, araştırma yöntem ve tekniklerini kullanabilme yetisini kazanmak ve bağımsız araştırmalarla bilimsel ve yararlı bilgi üretmek… evrensel üniversite eğitimi ile olanaklıdır. Ayrıca üniversite öğrencisi bir yetişkindir. Onlara yetişkin psikolojisine uygun davranmak gerekir.

PEDAGOJİ TÜRLERİ ve PEDAGOJİK YAKLAŞIM ÇEŞİTLERİ NELERDİR?

Bilim insanları, özet olarak, üç tür pedagoji kümesinden söz ediyorlar.

1- Otoriter Pedagoji
Katı disiplin ve esnemez otoritenin (yetkenin) egemen olduğu yaklaşım modelidir. Öğretici- öğretmen odaklıdır. Dersler tek yönlü, öğreticiden öğrenciye aktarmayla yapılır. Daha çok ezbere ve verilen bilgilerin sınavlarda geri bildirimine dayanır. Bu yaklaşımda öğrenci genellikle edilgendir (pasif). Feodal, teokratik (dinci) medrese tahsiline dayalı bir modeldir. Otoriter ve totaliter ülkelerde eğitim bu yöntemle verilir…

2- Liberal Pedagoji
Bireysel özgürlükleri ve eleştirel düşünmeyi amaçlayan bir yaklaşımdır. Öğretmen değil, öğrenci odaklıdır. Ezberlemeye değil öğrenmeye dayanır. Her öğrencinin, verilen eğitim girdileri, ders içerikleri hakkında soru sorma ve eleştiri özgürlüğü vardır. Bu yöntemde öğrenci aktiftir (etkindir). Bilgileri ezberlemek değil, sindirebilmiş olmak önemlidir. Sınavlarda, öğrencilerin aldıkları bilgileri özümseme düzeyleri ölçülür.

3- Katılımcı Pedagoji
Katılımcı Pedagoji, Liberal Pedagojinin daha geliştirilmiş biçimidir. Bu modelde tüm paydaşlar, uzmanlar, öğretmenler öğrenciler ve öğrenci velileri görüş bildirme ve katkı sunma hakkına sahiptir. Ders içerikleri birlikte eleştirilip geliştirilebilir. Bu modelde paydaşlar, özellikle öğretmenler ve öğrenciler özgürlüğün ve katılımcılığın psikolojik hazzını (doyumunu) yaşarlar. Etkin (Aktif) oldukları için, öğrencileri (ve öğretmenleri) öğrenme süreçlerinde isteklendirme daha kolaydır. Gelişmiş ve demokratik ülkelerdeki Pedagojik yaklaşım genelde yukarıda anlatılan son iki sistemin sentezi (bireşimi) gibidir.

BİR MÜFREDAT (Yetişek) NE ZAMAN ÇAĞDAŞ OLUR?

1- Eğer bir müfredat (yetişek), aklın ve bilimin ışığında, tüm paydaşların (öğretmen, sendika, üniversite, bakanlık, uzmanlar, basın…) özgür ve ortak katılımı ile çağdaş birey, çağdaş aile, çağdaş toplum ve çağdaş devletin ulusal ve evrensel gereklerini karşılayacak biçimde hazırlanmışsa,
2- Müfredatın (Yetişeğin) hazırlanmasında dikkate alınan veriler ve kaynaklar akılcı, bilimsel ve çağdaşsa,
3- Eğitim ve öğretimin baş ögeleri olan öğretmenler çağdaş bir anlayışa ve motivasyona (güdülenmeye) sahiplerse, maddi olarak insanca yaşayabiliyorlarsa,
4- Eğitim-öğretim araç-gereçleri yeterli ve çağdaşsa
5- Eğitim-öğretim yerleri, derslikler, laboratuvarlar, kütüphaneler.. internete, bilgiye erişim olanakları fiziksel ve maddi olarak nitelikli, yeterli ve çağdaşsa,
6- Eğitim politikası bir etnik ya da azınlık kesimin ideolojik aygıtı olmaktan uzak, toplumun bütünün ve devletin çağdaş gereklerine göre düzenlenmişse,
7- En önemlisi de ülkedeki yönetsel, bilimsel, eğitsel, kültürel, ekonomik, hukuksal ve siyasal anlayış çağcılsa, o zaman çağdaş olur.
***
Değerli okurlar,
Yukardaki bilimsel bilgiler, veriler ve ölçütleri dikkate alarak ÇEDES ve YENİ MAARİF MÜFREDATI (Yetişeği) hakkında bir kanıya varabilirsiniz.

Son sözüm şudur             :

Eğitim programlarının yapılmasını eğitimbilim uzmanlarına (Program Geliştirmecilere), program öğretmenliğini mesleksel teknik bilgi birikiminin yanında, üniversitelerde bilimsel pedagojik formasyon diploması olan öğretmenlere yaptırmak gereklidir. Nasıl ki hekimler kuyumculuk yapamaz, terziler bakır dövemez, avukatlar mühendislik projesi çizemezse… bilimsel pedagojik formasyonu olmayan müftüler, imamlar, hocalar, dedeler, şeyhler, şıhlar da müfredat (yetişek) hazırlayamaz ve resmi-özel eğitim kurumlarında öğretmenlik yapamazlar. Her meslek sahibi kendi uzmanlık alanında yararlı ve verimli olur. Zaten tersine yaklaşım, kutsal öğretmenlik mesleğinin onuruna da ters düşer.

TENCERE DİBİN KARA

Suay Karaman

Siyasal iktidarın hazırladığı “Kamuda Tasarruf ve Verimlilik Paketi”, 17 Mayıs 2024&’te yürürlüğe girdi ama toplum olarak ne denli yürüyeceğini göreceğiz. Tasarruf her zaman, her ortamda çok önemli. En küçük aile bütçenizde bile tasarrufun büyük önemi var. En azından denk bütçe yaparsanız, yaşamınız rahatlar, kolaylaşır. Devlet bütçesini denk bütçe yapsanız topluma rahatlık da gelir, mutluluk da gelir. Hele bütçe fazlası verirseniz yeni yatırımların yolu açılır, kalkınma hızlanır.

İstanbul Anakent Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, 2027 Avrupa Olimpiyat Oyunları imza töreni için 17 Mayıs 2024’te Roma’ya gitti. İmamoğlu ile birlikte 45 gazeteci ile toplam 73 kişi vardı. Bu etkinliğin tüm giderleri İstanbul Anakent Belediye bütçesinden karşılandı. Kafile (Küme), Roma kent merkezinde beş yıldızlı bir otelde konakladı ve seyahat için THY’den bir uçak kiralandı. Yerel seçimlerin ardından Cumhuriyet Halk Partisi, belediye başkanlarına “kayırmacılık, şatafat ve israfla mücadele” başlıklı bir genelge göndermişti. Bu gezi, CHP’nin genelgesini çiğnemiştir.

Ekrem İmamoğlu, yapılan eleştirilere karşı “Avrupa Oyunları, İstanbul tarihinde ilk kez yapılıyor. Bunun yadırganacak bir tarafı yok. Önemli bir organizasyondur. Etik kurallar üzerinden eleştirileri dinliyoruz. Bir eksiğimiz varsa bakarız, bir sonrakinde yapmayız. Ama ilk kez yapıyoruz.” ifadelerini kullandı. Ancak Mayıs 2022’deki Karadeniz gezisi de belleklerdedir.

Kamunun parasıyla gazetecileri uçağa bindirip, her türlü giderini karşılayarak, propaganda için beğeni yazısı yazdırmak normal değildir, bu yaklaşım Turgut Özal ile gelişen bir olaydır. Böyle yapılarak hem gazetecilik, hem belediyecilik, hem de siyaset yozlaştırılmaktadır.

28 Mayıs’ta Sayıştay‘ın 162. kuruluş yıl dönümü nedeniyle AKP genel başkanı Tayyip Erdoğan yaptığı konuşmada, Ekrem İmamoğlu’nun Roma gezisini eleştirerek şunları söyledi:

  • “Son dönemde eş dost atamaları ile belediye imkanlarının kişisel amaçlar için kullanıldığını görüyoruz. Milletin kamu kurumlarına olan güvenini sarsıyor. Kimse kusura bakmasın ama milletin cebinden basın mensuplarına özel uçakla Roma turu yaptırmanın hiçbir haklı gerekçesi olamaz.” dedi.

Tayyip Erdoğan’ın bu eleştirisine karşı Ekrem İmamoğlu da; “Sayın Cumhurbaşkanı mı bana kamu parasını korumayı öğretecek? Almanya Cumhurbaşkanı bile 1 uçak kullanırken, sen 8 uçak kullanıyorsun bu ülkede. İsrafın daniskasını anlatırım saatlerce. dedi.

Tayyip Erdoğan’ın bundan daha büyük kadrolarla yaptığı gezileri yazmaya kalksak sayfalar yetmez. Kamu paralarının böyle gezilere harcanması doğal olarak eleştirilebilir ama bunun yanında yolcu garantili köprüler, yollar, havaalanları; hasta garantili hastaneler yaparken de düşünmek gerekir. Kamu kaynaklarını tarikatlara, şeriatçı vakıflara verenlerin, bu eleştiriyi yapanların önce kendi geçmişlerine bakması gerekir. Sonuç olarak Ekrem İmamoğlu, Roma’daki imza törenine daha küçük bir kadro ile gitseydi, eleştirilmez ve övgü alabilirdi.

Ayrıca Sayıştay töreninde yine anayasa çağrısı yapan Tayyip Erdoğan şöyle konuştu :

  • “Türkiye yüzyılının kilometre taşlarından biri yeni ve sivil bir anayasadır.
    Anayasanın demokratikleşmesine yönelik çok kritik adımlar attık.
    Yeni hükümet sistemi sayesinde siyasi belirsizlik ortadan kalktı.
    Yönetimde güven ve istikrar tesis edildi.”

Her 27 Mayıs’ta darbelere karşı olduğunu söyleyip, demokrasi dersi veren Tayyip Erdoğan’ın, önce yasalara ve Anayasa Mahkemesi kararlarına uyması gerekmektedir. Zaten tasarruf yapılmayacak, bari hukuk devletinin kurallarını işletelim de, en azından toplum psikolojik (ruhsal) olarak biraz rahatlasın.

Azim ve Karar, 3 Haziran 2024

ÇARŞAMBA İĞNELERİ

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

VURGUN

Et ve Süt Kurumu’nun kilosunu 176 TL’ye ithal ettiği etleri alan firmaların, vatandaşa 550 TL’ye sattığı açıklandı.

Firmaların bu Kurumla ilgisi-ilişkisi olmadığına eminim!..

MÜLTECİ

MEB, okulun semtinden bile geçmeyen mülteci öğrencilere karne verecek.
Öğrenciler üniversite kazanırsa diploma da verilecek.

Memleket Türkiye Cumhuriyeti değil, Türkiye Mülteci Cumhuriyeti

DUADAYIZ

Mamak İlçe Milli Eğitim Müdürü, ÇEDES projesi kapsamında LGS sınavına girecek öğrencileri ve velilerini sabah namazına çağırdı. Projenin adı

Ailecek huzurda kıyamdayız, Gençler için duadayız

A be müdürüm; derse, kursa ne gerek, her gün çağır milleti namaza-duaya LGS çantada keklik…

BİRİNCİYİZ

TÜİK’in bütün çabalarına karşın Mayıs 2024 enflasyonu %75.4 çıktı.

Demek ki %115 (%50 fazlası) garanti.

Ekonomist reis ve tayfası sayesinde Avrupa birinciliğini kaptırmıyoruz. Dünya birinciliğine az kaldı…

İHBAR

AKP’liler birbirini ve yakınlarını yolsuzluktan ihbar etmeye başladı.

Yolun sonu görülüyor…

BAKIR

TCDD’nin bakım için anlaştığı şirket, tren motorlarından milyarlarca değerinde bakır çalmış.

Çalana bak, çaldırana bakmayı unutma…

KAPATIN!

AYM, Cumhurbaşkanı’nın Merkez Bankası başkanlarını görev süresi dolmadan alma yetkisini iptal etti. Rektör atamasını Anayasa’ya aykırı buldu.

Koltuk değneği ne der?

  • “Bu mahkeme kime hizmet etmektedir? Derhal kapatılmalıdır!”…

TSK’nın Komuta Yapısı da Anayasaya Aykırıdır

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm. 

Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanı’na yasaya aykırı yetki veren 703 sayılı KHK’yı iptal etti.
İptal kararının gerekçesi, yasa ile yapılmış bir düzenlemenin KHK ile değiştirilmesinin normlar hiyerarşisine (kurallar katmanlanmasına) aykırı olması ve Cumhurbaşkanı’nın yetki aşımında bulunmasıdır.

Benzer bir durum 15 Temmuz hain darbe girişiminin hemen ardından 31 Temmuz 2016’da yayınlanan 669 sayılı KHK için de geçerlidir. 669 sayılı KHK’nın 35. maddesi ile Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Milli Savunma Bakanı’na (MSB) bağlanmıştır, Bakanlığı’na değil!!

KHK ile yapılan bu düzenleme anayasaya alıkça aykırıdır. Kara, Deniz ve Hava kuvvetleri Türk Silahlı Kuvvetlerini (TSK) oluşturur. Anayasanın 117. maddesi “Genelkurmay Başkanı Türk Silahlı Kuvvetlerinin komutanı olup, savaşta başkomutanlık görevini cumhurbaşkanlığı adına yerine getirir.” demektedir. Anayasaya göre TSK’nın komutanı Milli Savunma Bakanı değil, Genelkurmay Başkanıdır. Bu düzenleme, binlerce yılık savaş deneyimlerinden ortaya çıkan ilkelerden “komuta birliği” ilkesine de aykırıdır. Komuta yapısının bozulmasının inandırıcı bir nedeni açıklanmamıştır.

Sakıncalar

  1. 669 sayılı KHK ile yapılan komuta düzenlemesi anayasaya açıkça aykırıdır. Milli Savunma Bakanı Anayasanın 6. maddesine aykırı olarak kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanırken, Genelkurmay Başkanı anayasal görevini yapamaz duruma getirilmiştir.
  2. Yapılan düzenleme TSK’nın üst düzey komuta ilişkilerinde belirsizlik oluşturmuştur. Komutan anayasaya göre Genelkurmay Başkanı, KHK’ya göre Milli Savunma Bakanıdır.
    Emir-komutada belirsizlik askerlikte yapılabilecek en büyük yanlıştır. Harp tarihi bunun acı örnekleri ile doludur.
  3. Düzenleme ile Kuvvet Komutanlıkları Mili Savunma Bakanına bağlanmıştır. Kuvvet Komutanlıklarının iki komutanı olamayacağına göre, Genelkurmay Başkanı Kuvvetlere buyruk (emir) veremez duruma getirilmiştir. Barışta Kuvvetlere komuta edemeyen, savaşa hazırlıklarını geliştirip denetleyemeyen, personeli tanımayan Genelkurmay Başkanı’nın savaşta cumhurbaşkanı adına başkomutanlık görevini yerine getirmesi olanaksız duruma getirilmiştir. Bir birliği savaşa hangi komutan hazırladı ise savaşta o birliğe aynı komutanın komuta etmesi temel bir kuraldır. Bu durumda barışta MSB, Kuvvetleri savaşa hazırlatacak, savaşta genelkurmay başkanı yönetecektir. Bu yanlıştır.
  4. Son iki MSB asker kökenledir. İleride askerlik bile yapmamış, askeri bilgi ve deneyimi olmayan sivil bir politikacı Mili Savunma Bakanı olarak atandığında, bilgi ve deneyim gerektiren komutanlık görevini yerine getirmesi olanaksızdır.Bu durum ulusal güvenliğimizi tehlikeye sokar.

    Öte yandan, Genelkurmay Başkanlarının görev süreleri sonunda MSB olarak atanmaları alışkanlık durumuna getirilerse, bir başka büyük yanlış olan Orduya siyaset sokulmuş olur.

Değerlendirme:

Bu bir ulusal güvenlik sorunudur.

Ulusal güvenlik ulusu oluşturan yurttaşların güvenliklerinin toplamıdır.

Soluduğumuz hava gibi, özgürlükler gibi varlığı pek duyumsanmaz, tehlikeye girdiğinde, kısıtlandığında veya yokluğunda önemi ve değeri anlaşılır ama geç olabilir!!.

Tarih bize bu coğrafyada yaşamda kalabilmenin güçlü bir silahlı kuvvetlerle olanaklı olacağını öğretmiştir. Güçlü silahlı güçlerin ön koşulu, barıştan başlayarak yetkin ve kuşkuya yer bırakmayan komuta yapısı ile savaşa hazırlanmaktır. Çevremizdeki güvenlik ortamının ulusal çıkarlarımız aleyhine (karşıtı) bozulmakta olduğu günümüzde konu önem ve öncelik kazanmaktadır.

Öneri

TSK’nın üst düzey komuta yapısını anayasaya aykırı olarak bozan ve ulusal güvenliğimizi tehlikeye sokan 669 sayılı KHK’nın ilgili maddesi iptal edilmelidir.

Yasama sınavındaki 1. parti CHP

31 Mart seçimleri sonrası demokrasi, ‘demos-kratos’ ayrışması ışığında okunmalı.

Anayasal olarak “iktidar ve anamuhalefet partisi” yerine, “en fazla üyeye sahip iki parti” nitelemesi (2017 Değ.) de “toplum-yasama-anayasa” ilişkilerini yeniden tasarımda kullanılmalı.

DEMOS MEŞRULUĞU

AKP ve CHP, TBMM’de “en fazla üyeye sahip iki parti”. 31 Mart seçimleri, halk ve temsili organ (demos/kratos) arasında şöyle bir farklılaşma yarattı:

CHP’yi birinci parti yapan halk, AKP’yi ikinciliğe düşürdü.

Demos (halk) değişikliği, kratos (iktidar)’a yansımadı; çünkü hükümet ve siyasal sorumluluk, 2017’de kaldırıldı.

Bu ayrışma, iktidar-muhalefet ilişkisini yeniden kurgulama fırsatı da yarattı. CHP, demos adına 1. Parti sıfatını TBMM etkinliklerinin her aşamasında kullanmalı. Temsil organında Cumhur İttifakı’nın sayısal üstünlüğü karşısında, güçlü bir demokratik meşruluk dayanağı var CHP’nin.

Sayı üstünlüğünü haklılık ölçütü olarak kullanan ve “Yaptığımızı doğru bulduğu için seçmen bize oy veriyor, yasama tercihlerinde ölçümüz seçmen tercihi” vb. AKP söylemleri, demokratik meşruluk temelinde artık kullanılamaz. Yasama sürecinde, sürekli “Anayasa’ya saygı” testinden geçirilmesi gereken Cumhur İttifakı’nın 2017 kurgusunun amacı ile bağdaşmadığı gibi,
TBMM için ters kelepçe işlevi gördüğü, artık daha sık ve yüksek sesle dillendirilmeli.

YASAMA KUŞATMASI

Bu çerçevede, yasa önerileri üzerinde Komisyon öncesi, Komisyon aşaması, genel kurul, Anayasa Mahkemesi süreci olmak üzere, yapılması gerekenler üzerine “TBMM İçtüzüğü” nü yeniden okuma gereği açık.

Komisyonlar: Tam kadro ve sürekli katılmak, Anayasallık ön incelemesi, torba ve hızlı yasa uygulamasına karşı çıkmak, ikili ve/ya üçlü etki analizi istemek, kuşatıcı muhalefet şerhi yazmak…

Genel Kurul: İlgili Komisyon üyeleri olarak sürekli ve eksiksiz katılmak, torba yasaları temel yasa gibi görüşme dayatmasına karşı çıkmak, yasa önerisi üzerinde eksiksiz konuşmak, geri çekilen maddelerin son dakika değişiklikleri ile eklenmesine karşı uyanık olmak; bir de Komisyonlar arası torbalara sokuşturularak ‘gizlenen’ torba yasa maddelerini teşhir için özel bir izleme kurulu kurmak.

Anayasa’ya saygı ve demokratik anayasa değişiklik hedefi ile de tutarlılık için, nitelikli yasama için etkili yasama süreci, muhalefet olarak adlandırılmamalı; tam tersine, tabanda birinci olan Parti’nin önermesi, ön alması, seçenek üretmesi, halka yönelik güçlü ve sistematik bir söylem oluşturması, TBMM’de DEM P., İyiP, Saadet P., TİP demokratik yelpazesi ile kucaklayıcı bir ortak direnme zemini oluşturma çalışmalarını da kapsamına alması, nitelikli yasama yol haritası için belirleyici olmalı.

ÖNERİCİ ve ÖNALICI

27. dönemde deneyimlediğimiz “opposition” (muhalefet) yerine “proposition” (önerme) yaklaşımını Sn. Özgür Özel, şimdi 1. Parti Genel Başkanı olarak sistemli ve sürekli bir uygulamaya dönüştürebilir.

AYM’nin çok gecikmeli olarak ve bir ölçüde de olsa iptal ettiği CBK-1 ve KHK-703 üzerine,
1. Parti’nin söylem ve eylemlerinin haklılığını pekiştirici yasama yol haritası da belirlenmeli.

Toplum-yasama-anayasa’ ilişkisindeki yeni kurgu, Cumhur İttifakının “İnsan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyetikiyüzlülüğünü de teşhir etme vesilesi olmalı.

DEZENFORMASYON ve TUZAK

Nitelikli yasa ereğinde yasama işbirliğini Anayasa’ya ve kamu yararına uygunluk açısından bilgi temelinde geliştirmek, öncelikle, tematik (konulu) toplantılar olarak toplumla inşa edilmekte (kurulmakta) olan demokratik siyasetin inandırıcılığı bakımından çok önemli.

Sonra, Anayasa’ya saygı ve demokratik Anayasa değişikliği hedefi için gerekli. Bu çerçevede, TBMM’nin Anayasal dezenformasyona alet edilmesine de karşı çıkılmalı.

Nihayet (Son olarak), ‘hukuka çağrı’ yolunda yürütülmeye çalışılan müzakereler (görüşmeler) için de nitelikli yasama ciddiyeti önemli.

Bu yolda, 2017 kurgusunu (tuzağını) aşmaya odaklanmak ve CB adayı tuzağına asla düşmemek de, izlenmesi gereken yol ve yöntemin ne denli duyarlı bir konu olduğunu doğruluyor.

Erdoğan’ın umudu Kılıçdaroğlu!

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
03 Haziran 2024, Cumhuriyet

Dünyada, partisi seçimde birinci olduğu halde, seçimlerin üzerinden iki ay geçmeden, genel başkanlık tartışmasını gündeme getiren, kaç siyasetçi vardır? Muhtemelen yoktur.

Bunun tek istisnası eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’dur!

CHP, 31 Mart belediye seçimlerinde %38 oy alarak birinci parti oldu ve büyük bir seçim zaferi kazandı. Böylece CHP 1977 seçimlerinden sonra ilk kez birinci parti oldu; SHP’nin 1989 yılındaki belediye seçimi zaferi de o zamandan beri ilk kez yinelenmiş oldu.

Bu oyların önemli bir bölümünün ekonomik krizden dolayı tepki oyları olarak CHP’ye kaydığı söylenebilir. Ancak sonuçta bu oylar muhalefette olan başka bir partiye değil, CHP’ye kaymıştır. O nedenle CHP yönetiminin de bu seçim zaferinde bir payının olduğu kesindir.

Ayrıca geçtiğimiz yıl parti yönetiminde bir değişiklik gerçekleşmeseydi, 31 Mart belediye seçimleri kazanılmayacaktı. Çünkü 13 yıl boyunca girdiği tüm seçimleri yitiren Kılıçdaroğlu’na yönelik hem parti tabanında hem de genel olarak seçmen tabanında büyük bir tepki oluşmuştu. CHP tabanının ve genel olarak seçmen tabanının büyük bir kesimi, Kılıçdaroğlu’nun görevden ayrılması için, 31 Mart seçimlerini boykot etmek ve sandığa gitmemek eğilimine girmişti.

Durum böyleyken, Kılıçdaroğlu geçtiğimiz hafta katıldığı bir televizyon yayınında, kurultay delegelerinin aday göstermesi durumunda CHP Genel Başkanlığı’na yeniden aday olacağını ifade etti!
***
Kılıçdaroğlu, “Kurultay delegelerinin aday göstermesi durumunda, siz öyle bir durumda, ‘varım’ der misiniz” sorusuna yanıt olarak, “O kurultay delegelerine bağlı, bana bağlı değil. Kurultay delegesi isterse, tabii. ‘Ben olmayacağım’ olmaz. Onlar önerirlerse, olursa, bir sorun yok” dedi.

Oysa CHP’de 2025 yılının kasım ayına dek seçimli bir kurultay gündemi yok. Ayrıca CHP’nin daha iki ay önce gerçekleşen bir seçim zaferi söz konusu. Kılıçdaroğlu’nun, söz konusu soruya, “Şu anda seçimli kurultay gündemde değil; ayrıca CHP’nin bir seçim başarısı söz konusu iken bir genel başkanlık tartışmasını doğru bulmuyorum” biçiminde bir yanıt vereceğine, böyle bir sorunun üzerine balıklama atlayarak aday olabileceğini ifade etmesi, nasıl bir amaca hizmet edebilir?!

Bu tür bir yanıtın ve tutumun, AKP’ye hizmet edeceği açıktır. Ekonomik krizi aşamayacağını kendisi de anlayan AKP’nin şu andaki tek umudu, CHP’nin kendi içinde bölünmesi ve parçalanmasıdır.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş arasında bir bölünmeye ve tartışmaya umut bağlayan AKP, bunun gerçekleşmeyeceğini gördükten sonra, Kılıçdaroğlu’nun bu çıkışından dolayı çok mutlu oldu!
***
Partinin ilkelerinden uzaklaşılması ve parti içi demokrasinin uygulanmaması durumunda, örneğin bu yıl gerçekleşecek tüzük kurultayında, demokratik bir tüzüğün kabul edilmemesi ve CHP’nin seçim zaferinin sürdürülebilir olması engellendiği takdirde, CHP yönetimi, seçim zaferine karşın eleştirilebilir.

Ancak bu eleştiriyi, daha önceki yıllarda partinin ilkelerine sahip çıkmayan ve parti içi demokrasiyi uygulamayan Kılıçdaroğlu’nun ortaya koyması durumunda, bunun hiçbir içtenliği ve inandırıcılığı olmaz.

2025 yılında, genel başkanlık ve parti meclisi üyeliği yarışının gerçekleşeceği seçimli kurultayda da, Kılıçdaroğlu’nun yeniden aday olmasının hiçbir siyasal gerekçesi olamaz.

CHP’yi temel ilkelerinden ve Mustafa Kemal Atatürk’ten koparttığı gibi, 13 yılda girdiği tüm seçimleri yitiren Kılıçdaroğlu’nun yeniden aday olması, salt AKP’ye ve onun genel başkanı
Recep Tayyip Erdoğan’a yarar sağlar.
=================================
Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

İnsan ve hayvan27 Mayıs 2024

RAHMANİ VE ŞEYTANİ


Prof. Dr. Halil ÇİVİ

İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
Halk Ozanı

 

Tanrı’nın, sağduyunun ve aklın buyurdukları :

– Ahlak, hukuk ve adalet, 
– Sevgi, saygı ve hürmet,
– Dürüstlük, vefa ve sadakat,
 – Vicdan, insaf ve merhamet,
– Duygudaşlık ve eşitlik,
– Barış, huzur ve esenlik,
– Mutlu aile, mutlu toplum,
– Adil ve huzurlu ülke.

Şeytanın ve nefsin fısıldadıkları :

– Kibir, kindarlık ve şehvet,
– Zorbalık, cebir ve şiddet,
– Irkçlık, cinsiyetçilik ve cehalet,
– Yalancılık, fitnecilik ve fesatcılık,
– Ayrımcılık, dinbazlık ve bencillik,
– Düşmanlık, kargaşa ve savaş,
– Mutsuz aile, mutsuz toplum,
– Adaletsiz ve huzursuz ülke.
***
İnsanı Tanrılaştırma,
İnsanın kulu olursun.
Tanrıyı insanlaştırma,
Umut yoksulu olursun.
***
Aydınlar muma benzer,
Işık saçarak erir.
Kara cahil yobazlar,
Aydınları hor görür.

Anayasaya aykırı mıydı? Ali Fuat Başgil ve Tahkikat Komisyonu

Alev Coşkun
03 Haziran 2024, Cumhuriyet

 

27 Mayıs hareketinin 64. yıldönümü nedeniyle değerli gazeteci Sedat Ergin, “27 Mayıs’ın Sancılı Sayfaları” başlığını taşıyan bir yazı dizisi yayımladı.

Bu yazı dizisinde 1961 Anayasası’nın halkoylamasıyla kabul edilişinden sonra 1961 Ekim ayında yapılan seçimler sonunda ortaya çıkan siyasal tablo ve zor dönem anlatılıyor. 1961 Ekim seçimlerinde senatör seçilen Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in Cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçmesi için kendisine yapılan baskı üzerinde duruluyor.

Kuşkusuz bu baskı kabul edilemez. Demokrasiye aykırıdır. O günün güçleri eski Milli Birlik Komitesi üyeleri Orgeneral Fahri Özdilek, General Sıtkı Ulay, Kuvvet Komutanları, siyasal aktörler İsmet İnönü, Osman Bölükbaşı, Ekrem Alican’ın siyasal anılarına dayanarak yazılan ve altı gün süren bu yazı dizisi o günlerle ilgili önemli bilgiler vermiştir.

1961 Ekim seçimlerinden sonra eski Milli Birlik Komitesi’nin artık gücü ellerinden kaçırdıkları Silahlı Kuvvetler içinde “yeminli cunta” denilen bir gücün ortaya çıktığı, belgelere dayanarak anlatılıyor.

İstanbul Üniversitesi’nde polisin öğrencilere uyguladığı orantısız güç sonucu, yüzlerce öğrenci yaralandı.

DEMOKRASİ DERSİ

İşlerin tam çıkmaza girdiği ve Silahlı Kuvvetler içinde oluşan “cunta”nın siyasal etkisinin yükseldiği bir zaman diliminde siyasal parti liderleriyle, TSK generallerinin bir araya geldiği Çankaya toplantısında İnönü’nün verdiği demokrasi dersi üzerinde duruluyor.

Silahlı Kuvvetler 1961 Ekim seçimlerinden beklediklerini bulamamışlardı ve bu duygunun yarattığı bir huzursuzluk içindeydiler. Meclis’in toplanmadan dağıtılmasını isteyenler vardı.

Çankaya’da generaller, siyasal parti liderlerinin katılımıyla bir toplantı yapılacaktı.

Sedat Ergin bu toplantıyı sonradan Hava Kuvvetleri komutanı olan Orgeneral Muhsin Batur’un anılarına dayanarak anlatıyor:

“Kuvvet komutanları, ordu komutanları, kolordu komutanları toplanmışlardı. Toplantıyı Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay açtı. Toplantının gündemini de açıkladı;
‘içinde bulunduğumuz politik ortamda Silahlı Kuvvetler nasıl bir yol izlemeli?…
Meclis’in açılmasına ve demokrasiye geçişe izin verilmeli mi, verilmemeli mi?’”

Batur şöyle sürdürüyor:

İnönü söz aldı. Bu gibi toplantılarda konuşma genelde başkana hitap edilerek yapılır. İnönü ise bizlere generallere doğru döndü… Tok sesi ve kendine özgü şivesi ile ve biraz da sertçe şunları söyledi:

  • ‘Bu anayasa silahlı kuvvetlerin eseri mi? Bu anayasa ve demokrasiye inanıyor musunuz? Eğer böyleyse bu işlere ne karışıyorsunuz? Bunlar Meclislere ait işlerdir…’ dedi.

Uzun bir sessizlik oldu… ”Aslında bu tavır İnönü’nün demokrasiye olan bağlılığının somut bir göstergesidir. Ergin’in yazı dizisinin en önemli noktası, 1961 seçimlerinden sonra Meclis ve Silahlı Kuvvetler içinde oluşan cuntanın yarattığı ortamın açık bir biçimde ortaya çıkmasıdır.
Bu karmaşık ortam beş yıl sürdü ve bu ortamdan demokrasiye inanmış İnönü’nün kesin karar ve tUTUMları sayesinde kurtulunmuştur.

ANKARA’DAN GELEN TELEFON

Ergin’in dizisinde başlıca sözü edilen kişi Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’dir. Biz, bu yazımızda asıl tartışmalı konuya girmek istiyoruz. DP tarafından kurulan Tahkikat Encümeni (Komisyon) anayasaya aykırı mıdır, değil midir?

27 Mayıs 1960 hareketinin en önemli sebeplerinden birisi Meclis’te kurulan Tahkikat Encümeni (Komisyonu) ve bu komisyona verilen yetkilerdir.

Tahkikat Komisyonu, 17 Nisan 1960’ta kuruldu. 15 kişilik komisyonun bütün üyeleri DP milletvekillerinden oluşuyordu. Tahkikat Komisyonu konusu Meclis’te görüşülürken büyük tartışmalar olmuştur.

  • Komisyona tutuklama yetkisi, yargılama ve savcılık yetkisi verilmiştir.

Komisyon gazeteleri ve matbaaları kapatabiliyor, gazetecileri hapse atabiliyordu.
Komisyonun kararlarına karşı da itiraz hakkı yoktu.

Komisyonun kuruluşundan 10 gün sonra 27 Nisan günü bu Komisyona yetkiler veren yasa
kabul edildi. Bu Yasa DP’nin “sivil hükümet darbesi” niteliğindeydi.

28 Nisan 1960 günü, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde üniversite öğrencileri
direnme hareketi başlattılar. “Hukukun katledildiği yerde hukuk okunmaz” diyorlardı.

Üniversite bahçesinde öğrencilerle polis arasında çatışma çıkmıştı. Polis aşırı güç kullanıyordu. Hatıralarında anlattığına göre anayasa hukuku hocası Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, polisin aşırı güç kullanmasına tanıklık ediyordu. Bu sırada Ankara’dan bir telefon geldi. Arayan DP milletvekili ve Milli Eğitim Bakanı Atıf Benderlioğlu idi.

Benderlioğlu telefonda “Hocam, Sayın Başbakan Menderes sizinle görüşmek istiyor. Ankara’ya gelebilir misiniz?” diyordu.

Ertesi gün 29 Nisan 1960’ta bu kez Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesinde protestolar başlamıştı.

Ali Fuat Başgil

KUCAKLAŞAN ASKER ve ÖĞRENCİ

Ali Fuat Başgil hatıralarında olayı şöyle anlatıyor:

“28 Nisan Perşembe günü dersimi vermek üzere, saat 09.00’u geçe, üniversiteye geldim. Binanın cümle kapısı dışında ve içinde üçer-beşer kişilik talebe grupları ve koşuşmaları gördüm. Gençler şakalaşıyor sandım, ehemmiyet vermedim. Saat 10.00’a doğru hadiseler başladı.

Başından sonuna kadar şahidi olduğum bu feci hadiselerin hatırasını unutmak istiyorum. Yalnız örtülü kalan bir iki noktada üstüne parmak basmakla iktifa edeceğim: Saat 11.00’e doğru, gençlik kitlesi, üniversite binasının kule tarafı köşesine bina ile kule arasındaki sahaya toplanmıştı. Yirmi beş, otuz kadar atlı polise emir verildi. Bunlar birden hücuma kalktılar ve kitle üzerine yürüdüler. Gençler polislere taş, toprak, ot, çimen ellerine ne geçtiyse savurdu. Atlar bu türlü hizmetler için yetiştirilmemiş olacak ki ürküp şahlandılar. Dört polisin attan yuvarlandığını gördüm. Kıta geriye çekildi. Bunun üzerine askere marş marş emri verildi. Önde subaylar, bir askeri birlik hızlı adımlarla yürüdü. Büyük bir fecaatin kopması bir an meselesi haline geldi. Üst kat penceresinden manzarayı nefesim tutulurcasına heyecan içinde seyrediyordum. Askerle talebe arasında 5-10 adım aralık kaldı kalmadı, talebe: ‘Yaşa Türk askeri!’ diye hep bir ağızdan haykırdı. Birlik birdenbire durdu. Bir an sonra subay, asker, talebe kucaklaşıyordu.
Bunu görünce heyecanım son haddini buldu ve beni büyük bir endişe sardı.”
(Ali Fuat Başgil’in Hatıraları, Boğaziçi Yayınları, s. 67, 69.)

TARİHSEL TOPLANTI

30 Nisan akşamı Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Bayar, Başbakan Menderes ve
Prof. Dr. Başgil’in katıldığı toplantının siyasal tarihimizde önemli bir yeri vardır. Başbakan Menderes, Prof. Başgil’e “Meclis’in Tahkikat Komisyonu’nu kurması anayasaya aykırı mıdır?” sorusunu sordu. Genellikle muhafazakâr düşünceye sahip anayasa hukuku hocası bilim insanı Başgil şu yanıtı verdi: “TBMM herhangi bir konu hakkında ‘tahkikat’ yani soruşturma komisyonu kurulmasına karar verebilir.” dedi.

Menderes, “O zaman muhalefet neden bu kadar gürültü çıkarıyor?” diye bir karşılık verdi. Başgil’in tarihsel yanıtı şöyledir:

Tahkikat Komisyonu kurulabilir ancak bu komisyona verilen yetkiler anayasaya aykırıdır.
(Ali Fuat Başgil’in Hatıraları, Boğaziçi Yayınları, 1990.)

Başgil hatıralarında şöyle devam ediyor:

“28 Nisan Perşembe günü çıkan bu kanunu okuyunca bazı noktalardan anayasa hududunun aşılmış olduğunu gördüm esef ettim. Bunu 30 Nisan Çankaya sofrası görüşmemde açıkça söyledim. Menderes merhum, salahiyet kanununda hangi noktadan anayasanın aşılmış olduğunu sordu. ‘Misal olarak Meclis müzakerelerinin yasaklanması noktasından aşılmıştır. Anayasanın 25. maddesi mucibince Meclis müzakereleri alenidir. Müzakerelerin neşrinin yasaklanması aleniyet prensibine aykırıdır’ cevabını verdim ve bu noktada merhum ile aramızda uzunca bir konuşma oldu”. (Çankaya görüşmelerini Prof. Dr. Başgil, Cumhuriyet gazetesinde de yazmıştır. Bu makale de önemlidir ve analiz edilmesi gerekir. Başgil’in makalesi 5-8 Haziran 1960 tarihinde yayımlandı.)

SONUÇ

1950-1960 dönemi ne yazık ki belgelere dayalı ve nesnel olarak tüm ayrıntılarıyla henüz yazılmadı. Şunlar ana noktalardır:

  • DP’nin iktidara gelir gelmez CHP’nin mallarına el koyması,
  • Halkevleri ve Köy Enstitülerini kapatması,
  • Kendisine oy vermeyen Kırşehir ilini ilçe yapması,
  • Basın üzerine baskı kurması, gazetecileri hapse atması,
  • Muhalefet lideri İsmet İnönü’ye sopalarla ve taşlarla saldırılması,
    Topkapı’da yolunun kesilmesi, kendisine karşı linç girişiminde bulunulması,

Ve en sonunda, DP’ye gönül vermiş Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in de belirttiği gibi,
anayasaya aykırı Tahkikat Komisyonu kurulması ve yetkiler verilmesi…

Bunlar bilinmeden 27 Mayıs 1960 hareketi tam olarak anlaşılamaz.

Kaynak: Ord. Prof. Ali Fuat Başgil’in Hatıraları, 2. baskı, Boğaziçi Yayınları, s. 65-69.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İKTİDAR SALDIRIRKEN “NORMALLEŞME” ARAYIŞI 

OĞUZ OYAN
SOL PORTAL, 28 Mayıs 2024
https://haber.sol.org.tr/yazar/iktidar-saldirirken-normallesme-arayisi-393527 

Sol Haber’de yer alan son iki yazımda başlıktaki konuya kenarından köşesinden bir biçimde değindim. Ama öyle anlaşılıyor ki bu konuya daha fazla odaklanmamız gerekecek.

Öncelikle “normalleşme” ile kastedilen nedir ona bakalım. Bununla murat edilen, kutuplaştırıcı siyaset yerine diyaloğa ve zaman zaman işbirliklerine açık bir siyasal iklimin (“yumuşamanın”) geçmesi oluyor. Peki ama kutuplaştırma dili ve eylemi nereden kaynaklanıyordu? Doğrudan doğruya iktidarın siyasal bileşenlerinden! Oysa şimdiki normalleşme/yumuşama hamlesi daha çok ana muhalefet partisi üzerinden geliyor. Ana muhalefet partisi, AKP iktidarı boyunca onun Cumhuriyet karşıtı siyasal projelerine, emek karşıtı ekonomik programına cepheden bir muhalefeti hiçbir zaman örgütlemediğine göre, hatta hep alttan alıcı/ödün verici bir çizgiyi benimsediğine göre, bu hamlesinin siyasal oportünitesi (fırsatçılığı) yerinde midir veya bunun anlamlı bir siyasal karşılığı olabilecek midir?

Temel soru budur. Öyle anlaşılıyor ki ana muhalefet, bu hamlesinin toplumun hakemliğinde kendi lehine seçmen desteği olarak döneceğinin hesabını yapmaktadır. Ancak bu çok naif bir beklentidir ve seçime odaklı bir siyaset anlayışına hapsolmak demektir. Oysa ilk sorudan çıkarılabilecek çeşitli türev sorular bulunmaktadır. İşte onlardan biri: İktidar bloğunun karşı devrimci ve emek karşıtı niteliği verili iken, “yumuşama/ normalleşme” denilen şey bu özelliklerinin peşinen kabulüne, pekiştirilmesine ve meşrulaştırılmasına hizmet etmeyecek midir?

İktidara Yeni Fırsatlar Sunmak

Diğer bir türev soru da şu olabilirdi: Nereden itibaren başlayacaktır bu normalleşme? Örneğin AKP’nin kendi dinci rejimini inşa etme gündeminden güçlü geri adımlar atmasından itibaren değilse, tam tersi sonuçlar vermesi siyasetin doğasına daha uygun olmayacak mıdır? Tam da bu nedenle AKP açısından bu “normalleşme” girişimi çok kullanışlı bir araca dönüşmek üzeredir. Birkaç neden üzerinde duralım.

Birincisi ve en güncel olanı, 31 Mart seçimleri sonucunda ilk kez ikinci önem sırasına gerilemiş olan bir “rejim dönüştürücü siyasi hareketin”, kendi yolunda ilerleyebilmek açısından zamanı ve hareket alanı daralmışken, yeni bir “Allah’ın lütfu” olarak kendisine bir can simidi atılmış durumdadır. Üstelik bu can simidinden geminin kaptanlığına yeniden yükselme arasındaki mesafe hayli kısadır.

İkincisi, dinci-despotik rejim kendi gerici programını hızlandırmak ihtiyacı içindeyken ve bunun için de devletin sosyal zorlama uygulamalarını kolluk/yargı baskıları üzerinden sertleştirmeye, açık bir meydan okumaya dönüştürmeye hazırlanırken, bütün bu niyetlerini geçici de olsa perdeleyecek, toplumdan ve siyasal düzlemden yükselebilecek başlangıç tepkilerini yumuşatacak aldatıcı bir normalleşmeden daha fazla neyi isteyebilirdi? Üstelik, ana muhalefet normalleşme derken hiçbir koşul da koşmamaktadır! Örneğin “Türkiye Yüzyılı Maarif Müfredatı” olarak adlandırdığı damardan Cumhuriyet ve Anayasa karşıtı bir uygulamadan herhangi bir geri adım atmaya dönük ne bir istem ne de bir niyet bildirimi bile ortada yoktur!
Eh, iktidarın laiklik karşıtı uygulamalarına karşı çıkmak 2010’dan beri siyasetin mayınlı alanı olarak kabul edilerek (veya, laik seçmenine ihanet etme pahasına, toplumun dinsel duygularının “incitilmemesi” oportünizmine yaslanılarak) bu alan tamamen (tümüyle) terkedildiğine göre, şaşılacak bir durum da yoktur.

Üçüncüsü, iç ve dış sermayenin istemleriyle tümden uyumlu ama tam cepheden emek ve halk karşıtı bir istikrar programını uygulayabilmek açısından da iktidarın devletin sosyal zorlama araçlarını harekete geçirmesi gerekirdi. Önce şunun altını çizelim: 2016-2022 döneminde emek aleyhine kuvvetli bir bölüşüm şokuna sebep olduktan sonra, iktidar şimdi de 2023 Haziran’ında başlattığı ve 2024 Nisan’ından itibaren (başlayarak) dozunu iyice artırmaya koyulduğu yeni bir bölüşüm şokunu emekçi kesimlere kabul ettirme derdindedir.

Toplam olarak bakılırsa, 2016 sonrasında emek aleyhine gelir dağılımı bozulmalarının 1980’lerdeki tarihi bozulmanın çok ötesine taşınmış olduğu ve bundan böyle daha da şiddetleneceği anlaşılır. Bu bağlamda 1980’lerle karşılaştırmaya şu anımsatma da eklenmelidir: 1980’lerde 24 Ocak Kararlarının öngördüğü sert sınıf saldırısı ancak 12 Eylül askeri rejimi aracılığıyla (sendikaların ve siyasi partilerin yasaklandığı, yöneticilerinin tutuklandığı bir konjonktürde) uygulanma olanağı bulabilmişti. Gerçi emekçi sınıfların örgütlenme düzeyi ve mücadele kararlılığı bugün o dönemle karşılaştırılamayacak ölçüde geridedir. Ama gene de bugünkü sermaye iktidarının işi şansa bırakacak, sendikaları sarılaştırmakla yetinecek durumu olamaz. Her an her şeyin kontrolünden (denetiminden) çıkabileceğini hesaba katmak zorundadır. Bu nedenle de iktidarının faşist yönelimlerini berkitmesi, şiddete dayalı kolluk/yargı baskılarını örgütleme kapasitesini pekiştirmesi gerekmektedir.

Ama bunun için de elini yeni baskılama düzenlemeleriyle güçlendirmesi gerekir. İşte bu nedenle yargı paketini hazırlamakta, içine “kara propaganda” kodlamasıyla “etki ajanı” gibi hukuk-dışı muğlak suçları dahil etmektedir. Her türlü muhalif sesi bastırmaya dönük düzenlemeler bunlarla da sınırlı kalmamakta, Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği üzerinden -legal siyasal partilerin mitingleri de dahil olmak üzere- iktidarın sınıfsal saldırısına karşı anayasal direniş haklarını kullanmak isteyecek tüm toplumsal kesimleri kriminalize etmeye hazırlanmaktadır. Emekli TSK personeline medyada konuşma/yazma yasağı getirilmesi (iktidar siyasetinin parçası olanlar bunun elbette dışında tutulacaktır) gibi keyfi ve baskıcı düzenlemeler de sıradadır. RTÜK’ün iktidarın işine gelmeyen haberleri “BİP” uygulaması ile sansürlemek istemesi de iktidarın faşist yüzünü sergilemekten kaçınmayacağının yeni işaretlerindendir.

Sonuç

Şimdi büyük siyasal stratejiymiş gibi “normalleşme” adımları atan ve Erdoğan’ın Haziran başında yapılacağı duyurulan karşı ziyaretine hazırlanan ana muhalefet partisi yönetimine de bir çağrımız olsun :

Gezi tutuklularının serbest bırakılması” gibi nokta hedeflere yönelen ve buradan alınabilecek kısmi (parçalı) bir başarıyla (ki bu kez çok daha zordur) yetinen bir muhalefet anlayışı, faşizme sürüklenen bir Türkiye’de doğru politika ekseni olamaz.

Hadi azami talepleri (istemleri) bir yana bırakalım. Ana muhalefet partisi, uzlaşmacı siyasetinin karşılığı olarak, hiç olmazsa iktidar cenahından “Maarif Müfredatı”, “etki ajanı” ve “Seferberlik… Yönetmeliği” gibi gerici/despotik girişimlerinden vazgeçmesini önkoşul olarak isteyemez miydi?

  • İsteyemeyeceğini biliyoruz, iktidarın da geri adım atmayacağını biliyoruz, ama biz gene de çağrımızı yapmış olalım.

Siyaset bir meydan okuma işidir ve geçici kazanımlardan çoğunu hedeflemeyi gerektirir.