Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

Denizlerimizin Ulusallaştırılması: Kabotaj Hakkı

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm. 

98 yıl önce 1 Temmuz 1926’da yürürlüğe giren Kabotaj Yasası ile Osmanlı İmparatorluğunca denizlerimizde yabancı devletlere verilen ayrıcalıklar (kapitülasyonlar) kaldırılmış, denizlerimiz ulusallaştırılmıştır (millileştirilmiştir).

Öncesi

Büyük devrimci Atatürk, bağımsızlık savaşının hedefini “ulusal sınırlar içinde ulusal egemenliğe dayalı tam bağımsız yeni bir devlet kurmak” olarak belirlemişti. Ulusal sınırlar kuşkusuz karasularımızı da kapsıyordu.

Tarihte ilk kez başarı ile verilen anti-emperyalist bağımsızlık savaşı sonunda ulusal sınırlarımız belirlenmiş ve Lozan’da düşmanlarımıza kabul ettirilmiştir.

Bu sınırlar içinde tam bağımsızlığın ön koşulu, Osmanlı imparatorluğunca yabancılara verilen ve İmparatorluğun çöküşünde ana etken olan kapitülasyonların kaldırılması idi.

  • Lozan’da bu hedefe ulaşılmış, kapitülasyonlar tüm yönleri ile kaldırılmıştır.

Kapitülasyonların denizlerimizdeki uygulaması liman işletmelerinin yabancılara bırakılması, limanlarımız arasındaki taşımacılığın yabancı gemilerle yapılması idi. Bu durum denizciliğimizin gelişmesine engel olmanın yanında, ekonomik yitiklere yol açıyordu. Tam bağımsız bir devlette yabancılara bu tür ayrıcalıklar kabul edilemezdi.

Büyük Atatürk, henüz Lozan görüşmeleri tamamlanmadan, yeni devletin ekonomi politikasını saptamak amacıyla 17 Şubat 1923’te geniş katılımlı Türkiye İktisat Kongresini İzmir’de  düzenlemiştir. Bu Kongrede alınan kararlardan biri de, kendi limanlarımızda kendi bayrağımızı taşıyan gemilerden başkasının ticaret ve yük – yolcu taşımacılığı yapamaması (Kabotaj Hakkı) idi. Bu hedefin gerçekleştirilmesi, Lozan’da kapitülasyonların tümüyle kaldırılması ile olanaklı olmuştur.

1926’da yoğunlaşan hukuk devrimi kapsamında yapılan yeni yasalardan biri de, Türk karasularında her türlü denizcilik eylemlerinin Türk yurttaşlarınca yapılmasını öngören 815 sayılı Kabotaj Yasasıdır. Yasa 19 Nisan’da kabul edilmiş, 1 Temmuz’da yürürlüğe girmiştir.

Kabotaj Yasası kıyılarımız arasındaki taşımacılığı Türk gemilerine özgü kılmanın ötesinde,
tüm denizcilik eylemlerinin Türk yurttaşlarınca yürütülmesini de öngörmüştür. Bu nedenle,
1 Temmuz salt “Kabotaj Bayramı” değil, Kabotaj ve Denizcilik Bayramıolarak kutlanmaktadır.

Değerlendirme

  • Kabotaj Yasası, Atatürk devriminin denizlerimizdeki uygulamasıdır.

Yasa ile denizlerimiz bizim olmuş, denizcilik gücümüz gelişmiştir. Denizcilik gücü; deniz gücünden (Donanmadan) öte, ulusun denizle ilgilenmesi, denizi sevmesi, denizden yaralanması, limanlarımızın, tersanelerimizin ve deniz ticaret filomuzun geliştirilmesini, kısaca denizci ulus olmayı kapsar.

Bugün gelinen noktada, karşı devrim süreci içinde, limanlarımızı işletme hakkının uzun sürelerle (49 yıllığına!?) yabancılara verilmesi, Kabotaj Hakkından geriye gitmektir.

Donanmamızın yanında denizcilik filo gücümüz de coğrafyamızın gerektirdiği düzeye yükseltilmeli, yabancılara verilen liman işletme ayrıcalıkları kaldırılmalı, Kabotaj Yasası duyarlıkla uygulanmalıdır..

Kabotaj ve denizcilik bayramı kutlu olsun!

Savcılar ve anayasa ihlali

Prof. Dr. Doğan SOYASLAN | Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLMProf. Dr. Doğan Soyaslan

27 Haziran 2024, Cumhuriyet

Savcılık, eski Roma’da kamu düzenini bozan fiillerin cezalandırılması için devlet adına kovuşturma yapan kurum olarak doğmuştur. 1789 Fransız İhtilali’nden önce kraliyet düzenini bozanlara karşı kovuşturma yapanlar da “kraliyet savcıları” olmuşlardır. İhtilalden sonra kaldırılması tartışılmış, cumhuriyetin de korunmaya ihtiyacı olacağı için “Cumhuriyet Savcısı” olarak korunmasına karar verilmiştir.

Tanzimat döneminde 1860’lı yıllarda Napolyon Ceza ve Ceza Muhakemesi yasaları ve mahkemeler teşkilatı (örgütü) alındığında, “müdde-i umumilik” olarak savcılık kurumu da hukukumuza girmiştir. Osmanlı kurumlarının çürüyen yapısını gören ve yeni bir sistem kurmak isteyen kurucu lider (ATATÜRK!), M. Esat Bozkurt’a müdde-i umumiliğin durumunu sorar. Bozkurt, “Cumhuriyeti koruyacak ve savunacak bir kuruma gereksinim olacaktır” der.
Savcılığın önüne cumhuriyet sözcüğü ilave edilir (eklenir).

  • Savcılığın görevi Cumhuriyeti ve Cumhuriyet kurumlarını yaşatmaktır.

Cumhuriyet aklın rehberliğinde, özgür ortamda, halkın kendi kendisini idare etmesi ve
kendi kaderine (yazgısına) egemen olmasıdır. 
Kamu idaresinde (yönetiminde) insanlığın ulaştığı ideal bir rejimdir.

Savcının görevi böyle bir rejimi koruyarak halkına sahip çıkmaktır.
Oysa bugüne dek rejime sahip çıkılamadığını görüyoruz.

TEK ADAMLIĞA GİDEN YOL

Özgürlükçü, laik hukuk devleti değerlerine bağlı Türkiye Cumhuriyeti devletini idare edenler (yönetenler), 2002 yılında laik Cumhuriyete sadık kalacağını ilan eden siyasal İslamcı (özünde demokrasiye karşı) bir kökten gelen siyasi partiye iktidarı teslim etti. Yeni iktidar ilk beş yıl içinde Avrupa normlarına uyum çerçevesinde mevzuatta önemli değişiklikler yaptı. 2007’de yapılan anayasa değişiklikleri ile cumhurbaşkanı halk tarafından seçilmeye başlandı. Böylece tek adamlığa giden yol açıldı.

  • 12 Eylül 2010 anayasa değişiklikleri ile yargı iktidar partisinin denetimine geçti.

Böylece Güçler Ayrılığına son verildi. Yüksek yargıya Cumhuriyeti hazmedememiş hâkimler (yargıçlar) atandı.

15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişiminin ardından olağanüstü hal ilan edildi. Tek taraflı (yanlı) propaganda ile kısa zamanda anayasa hazırlandı, referanduma (halkoylamasına) sunuldu.

Hukuksal olarak yoklukla sakat mühürsüz oylar geçerli sayılarak
yeni bir anayasa yürürlüğe sokuldu. 

GÜÇLER AYRILIĞI

Yeni anayasa yasama, yürütme, yargı yetkilerini cumhurbaşkanında topladı. Parti önderliği ile cumhurbaşkanlığı birleştirildi. Parlamento devre dışı bırakıldı ya da parlamenter kendini devre dışı bıraktı. Aslında yapılan siyasal literatürde sivil darbe veya beyaz ihtilaldir.

  • İktidarı bir kişide toplayan anayasalar tarihin akışına engel koyarlar,
    toplumun gelişmesini geciktirirler.
  • Anayasalar kişiye güvenerek yeni özgürlükler ve sorumluluklar yükledikleri, iktidarı kurumlar arasında paylaştırdıkları, denge-denetleme mekanizmasını işlettikleri ölçüde meşrudurlar.
  • Tüm güçleri bir kişide toplama ve ülkeyi 21. yüzyıl koşullarında İran benzeri bir rejime dönüştürerek kendi anlayışlarına göre totaliter bir İslami rejim kurma çabaları sürmektedir.(İnsanı yaşamının her aşamasında denetim altında tutan totaliter rejim toplumu ileri götürmez.)

Bunun son örneği MEB tarafından kabul edilen “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” programıdır.
Söz konusu program, hatta yıllardan beri uygulanan eğitim programları
akılcılığı,
kuşkuculuğu,
analitik düşünceyi,
zihin özgürlüğünü benimsemiş Cumhuriyet felsefesine aykırıdır.

Eğitimde Cumhuriyetin hedefleriyle taban tabana zıttır. Anayasanın içinin boşaltılmasıdır.

REJİME SAHİP ÇIKMAK

  • Sayın savcıların görevlerinden en önemlisi laik Cumhuriyeti korumak ve kollamaktır.

Yaklaşık yüz yıllık Cumhuriyet uygulamasından sonra laik Cumhuriyetin içinin boşaltılmasına, yoklukla sakat işlemler yaparak yeni bir anayasanın yürürlüğe sokulmasına,
özgürlükleri güvence altına alan bir siyasal rejimden vazgeçerek tüm güçleri bir kişinin elinde toplayan otoriter bir anayasal düzene geçişe seyirci kalmalarına yetkileri yoktur.
Seyirci kalmama ve müdahale etme görevleri vardır.

  • Anayasayı korumakla görevli savcılar hukuken görevlerini yapmadıkları için
    ihmal ederek icra yoluyla anayasayı ihlal suçunu işlemektedirler
    (TCK md. 309).

Devlet ve yürütme kaç başlı?

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset, 27.06.2024, BİRGÜN

Osmanlı-Cumhuriyet kazanımlarına ve yerli-milli ne varsa hepsine sünger çeken 2017 değişikliği aktörleri, Cumhuriyet’in niteliklerine (md.2)  anayasal düzlemde dokunamadılarsa da; kendi koydukları kurallara bile saygı göstermeden kurdukları fiili yönetimle hayli yol aldılar.

YETKİ TEKELİ

1982: “Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasa’ya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” (md.8)

2017: “Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı tarafından, Anayasa’ya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” (md.8).

Bu değişiklik doğrultusunda Hükümet ve Bakanlar Kurulu yetkileri, bir kişiye verildi:

  • Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir.” (md.104).

CB, kararname yetkisi ile de donatıldı.

Devleti temsil ve Hükümet (siyaset) ‘kişisel yetki tekeli’ kurulmuş oldu.

Fatih döneminden başlayarak ayrılan Padişah (CB) ve Sadrazam (Hükümet) yetkileri bir kişide toplandı. Aynı kişi, parti başkanlığını da üstlendi.

İÇ İÇE İTTİFAKLAR

Başkanı olduğu AKP, MHP ile Cumhur İttifakı kurdu.

Yasama koalisyonu ile yetinmeyen Cumhur İttifakı, fiili olarak “Yürütme ittifakı” da yaptı. Gerekçe ve sonuç arasındaki çelişki açık:

Anayasa değişikliği, ‘Yürütme’de çift başlılığa son’ sloganı ile dayatılmasına karşın,  Yürütme’nin yalnızca Hükümet ile özdeşleşen siyasal kanadı değil, Devlet Başkanlığı olarak Cumhurbaşkanlığı da fiilen çift başlı oldu.

Özetle; ‘koalisyona ve çift başlılığa son’ sloganları ile parlamenter rejim ve Hükümet kaldırıldı; ama Yasama koalisyonu ve Yürütme koalisyonu,  vaatlerin tam tersine, iki Parti ve iki Kişi iktidarının beka koşulu oldu.

Anayasa bilimi verilerini yadsıyarak ve bilgi kirliliği yayılarak kurulan yetki tekeli, CB statüsü ile bağdaşmadığı halde parti başkanlığı ile pekiştirildi. Bu tekel, hukuksal ve fiili çift başlı Devlet yönetimi ve Yürütme uygulaması ile kırılarak, vekillerin yasama görevlerini Anayasa andı gereği yapmalarını engelleyecek bir düzenek oluşturuldu.

Yürütme ve siyasal karar düzenekleri dışında bırakılan Bakanlar ise, parti içinde. Dahası, Anayasa’ya karşın teklifler Bakanlıklarda hazırlandığı halde, kendileriyle ilgili yasa görüşmeleri için TBMM’ye gitmeyen Bakanlar, aynı mekanda Parti grup toplantılarında…

TSK ve DİB

TSK’nin hiyerarşik yapısı -anayasal güvencelere karşın- bozuldu;
ama -hukuka saygısızlıkta sınır tanımayan- DİB, adeta anayasal düzen-üstü bir konuma çıktı.

DİB-MEB-Cemaat ve Tarikatlar arasında örülen ittifak bağları ise, “fiili çift başlı Devlet başkanlığı ve Yürütme”nin, “üç eksenli eğitim ittifakı” ayağı olarak paralel yapılar dizisinde filizlendi.

Milliyetçi kanat, 1970’lerde 2. Milliyetçi Cephe Hükümeti’nde kök salan ırkçı şiddeti hortlatma çabasında: TBMM’de en yakıcı araştırma önergeleri karşısında bile suspus olan vekiller, toplantıları basma, şiddeti körükleme ve başkentin göbeğinde işlenen siyasal cinayeti örtbas etme seferberliğinde.

Şiddet naraları atan IŞİD uzantısı sözde maneviyatçı kanat ise, 1980’ler politikalarından ve paralel ittifaklardan besleniyor.

İSTİSMARLARA SON…

İstismarcı Anayasa değişikliği, Anayasa’ya aykırı geçiş düzenlemeleri ile sürdürüldü. İstismarcı uygulaması ise, en beteri: parti genel başkanlığı, çifte fiili koalisyonlar, Bakanların siyaset yapması  ve başkaca hukuk dışı söylem ve eylemler, ‘özgür ve eşit yurttaş’ yerine ‘dindar ve kindar mürit’ yetiştirmek için.

Sonuç olarak; çift başlılık diyerek CB (Çankaya) ve Hükümet (Kızılay), Saray (Beştepe)’da birleştirildi; ama tekelci yönetim, fiili çift başlılıklara ve üçlü mekana yayıldı. TBMM’yi de güdümüne alan İttifak;

  • Saray, AKP Genel Merkezi ve MHP Genel başkanı evi üçgeninde ülke yönetiyor.

Soru                                             :

  • İki Devlet’in Anayasal ve siyasal  belleğini oluşturan rejim ve sistem neden sonlandırıldı?

Yanıt açık değil mi?

  • Cumhuriyet’in niteliklerini tasfiye için.

Bu nedenle, CHP’nin hukuka çağrısı, fiili çifte ve paralel yapılara son verecek Anayasal hedef kararlılığı ile sürmeli. Kuşkusuz bu çağrı, Cumhuriyet yanlısı bütün yurttaşlara.
=======================
Yazarın Son Yazıları

Alevlenen şeriat tartışması

Gani Aşık
Emekli Müftü

26 Haziran 2024, Cumhuriyet

Geçen hafta, “Yer6” adlı YouTube kanalında bir gencin, peygamberimize ve İslama karşı saygısız ifadeler kullandığı gerekçesi ile hakkında yakalama kararı çıkarıldığını Adalet Bakanı açıkladı. İlahiyatçı seçkin bir grup, ortak bildiri yayımlayarak söz konusu gencin İslamı değil, şeriatı eleştirdiğini belirtip özetle, “Şeriat İslamın kendisi değildir” dediler ki; bu, din ilminin temel gerçeklerine olduğu ölçüde, İslamın 1500 yıllık uzun evresinde dünyanın, milletlerin ve toplumların geçirdiği değişim ve başkalaşımların özüne de tümüyle uygun ve sağlıklı bir saptamadır.

Hem ilahiyatçıların gerekli ayrıntılara inmesi hem de yer darlığı nedeniyle tartışılan konuyu yalnızca ilke açısından irdelemekle yetineceğim. Bu gelişmeler bağlamında sorunun özü,
İslam ve şeriat ilişkisidir.

Tarihimizde “Din elden gidiyor” yaygarası ile nice kanlı ayaklanmalar yaşanmıştır.

Oysaki dinin hiçbir koşulda elden gitmeyeceğinin çarpıcı örneği, 70 yıldan fazla bir süre bütün dinleri yasaklayan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği-SSCB’nin 1990’da yıkılması ile dinsel yaşamın bütün görkemi ile yeniden ortaya çıkmış olmasıdır.

Demir ve çelik eritilip buharlaştırılabilir ama kişinin iman akidesini ve milliyet duygusunu ortadan kaldıracak bir keşif yapılamayacaktır.

Tanrı katında seçilen peygamberlere gönderilen vahiylerden oluşan dört kitap vardır:

Hz. Musa’ya Tevrat,
Hz. Davut’a Zebur,
Hz. İsa’ya İncil ve
Hz. Muhammed’e Kuran.

Tevrat, Musa’nın ölümünden 500 yıl, İncil İsa’nın ölümünden 90 yıl sonra yazılmıştır.
Bu kitaplarda soyut bir Tanrı inancı yoktur. Kudüs’te Sanhedrin mahkemesinde suçlu bulunarak Yahuda bölge valisinin kararı ile 31 yaşında çarmıha gerilirken kutsal ruhtan gebe Meryem’in, Allah ile aynı cevherden olduğu ileri sürülen oğluna (!) yüce kudret sahip çıkmamıştır.

DİN ŞERİATTAN BAĞIMSIZDIR

İslamda ve Kuran’da ise akıldışılık, hatta çelişki yoktur.
Kuran temelli İslam evrenseldir.

  • Şeriat, sağlamlığı kuşkulu kimi hadisleri ve ender olarak da fıkhın konusundan
    farklı nedenlerle inen ayetleri referans almış olsa da İslamla özdeş değildir.
  • İslam tek, şeriat yüzlerce.

Geniş İslam coğrafyasında tarihsel, dönemsel ve sosyal koşullar altında fakihlerce ortaya konulan birbirinden oldukça farklı İslam hukuku (fıkıh) -Osmanlı’daki Mecelle de dahil-
21. yüzyılda gereksinimi karşılamamıştır.

1926’da Türk Medeni Kanunu çıkarılmıştır.
Türkiye laik bir hukuk devletidir.
Felsefe, sosyoloji, mitoloji, din, tarih ve değişik alanlarda araştırmalar yapan yeni kuşaklar arasında yaygın bir deist ve ateist eğilim vardır.

Bu eğilimdekiler, ekonomik çöküşün yalnızca kötü yönetimden değil,
doyumsuz bir sistemli soygundan da kaynaklandığını biliyor.
Bu yağma çarkının, din perdesi ile halktan saklanmasına tepki olarak da
dinden kopuyorlar.

Almanya’da -hatta tüm Avrupa’da- Hıristiyanlık aleyhinde ileri geri konuşan yüz binler, bu yaşlı kıtanın ileri refah (gönenç) düzeyine ulaşmasına engel olmadığı gibi; bizde toplumun tümünün İhvan İslamının çemberine alınmak istenmesi de, milli gelirimizi kişi başı 10 bin doların üstüne çıkaramamıştır.

  • Vicdani gelişim ve düşünsel özgürlük, akla alan açılması anlamına geldiği için,
    uygarlığın temel taşıdır.

Cehaletin pençesindeki tüm İslam ülkelerinin tersine Türkiye, Ata’sının gösterdiği yolda
laik kalmaya ve içindeki Müslüman nüfusla birlikte İslamın şeriattan bağımsızlığını savunmayı sürdürecektir.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 26 Haziran 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

CİHAT

Diyarbakır’da bir grup yobaz Burger King ve Starbucks’ı basıp “cihat” sloganları attı.

Neden Gazze’ye gitmezler ki?..

MÜLK

Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası Sinan Oğan’ın 120 milyonluk mülk edindiğini Veryansın TV ortaya çıkarmıştı.

CHP olayı teyit ettiğini (doğruladığını) açıkladı.

Mülk Allah’tan, emanetçi seçimde şike yapan…

SURİYELİ

Suriye savaşta, Türk askeri Suriye’de, Ensar’ın (RTE/AKP okunur) korumaya aldığı Suriyeliler plajlarımızda keyif çatmada.

Suriyeli eğlensin, vergiler bize gelsin…

İNDİRİM

Hazine ve Maliye Bakanlığı, vergi cezalarında hiçbir şekilde uzlaşmaya gidilmeden ve indirim yapılmadan tahsil edilmesini istedi.

Çetelere indirim, vatandaşa bindirim…

DAVA

Sinan Ateş davası konusunda Bahçeli, “Davamızı üç beş çapulcunun keyfine göre yargılatamayız. MHP ve ülkü ocaklarını sorgulatamayız.” ifadelerini kullandı.

Dava kapanacak, MHP dışarda kalacak diyebilir miyiz?…

KUSURSUZ

AKP sözcüsü Çelik, ekonomik programın kusursuz işlediğini söyledi.

Bu kusursuzsa!..

FONLANMAK

Suay Karaman

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, 15 Haziran 2024 günü Erzurum’da AKP il başkanlığının bayramlaşma programında “Sokakta gördüğünüz 80 kişiden 1 tanesi, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından maaşı ödenen öğretmen statüsünde. Bakın bu devasa bir rakam. Öğretmen başına düşen öğrenci sayısı 30’lu 40’lı rakamlardan şu an 13-14’lere düşmüş durumda. Bunlar dünya ortalamalarının gerçekten üstünde olan rakamlar. Dünyanın hiçbir tarafında bu kadar büyük bir öğretmen kitlesi, kamu tarafından fonlandırılmıyor.” dedi.

Yusuf Tekin’in bu söyledikleri gerçeklerle uyuşmuyor. Ülkemizde öğretmen başına düşen öğrenci sayısı belki imam okullarında 13-14 olabilir. Ama öbür okullarda sınıflarda 30-50 arasında öğrenci bulunmaktadır. Bu sayılar dünya ortalamalarının üstünde değil, altındadır. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde, bilime önem veren ülkelerde kamu tarafından öğretmenlere maddi ve manevi büyük olanaklar sunulmaktadır.

Kamu tarafından öğretmenler kesinlikle fonlanmıyor, yaptıkları özverili işin, verdikleri büyük emeğin karşılığında ücret alıyorlar ama bu ücret yoksulluk sınırının altında. Gerçek olmayan söylemleriyle öğretmenleri itibarsızlaştıran Yusuf Tekin, üyesi olduğu tarikat ve cemaatlerin fonlanmayla geçindiğini saklamak için ve fonlanmanın tarikat ve cemaatlere yapıldığını bilmesine karşın, öğretmenlere çamur atmaktadır.

AKP iktidarında hiçbir iş yapmadan, havadan para alan danışmanların fonlandığı bilinmektedir. Teşvik adı altında özellikle dinci okul patronlarına, geçiş garantili köprülere, havalimanlarına, otoyollara, şehir hastanelerine aktarılan kamu kaynaklarına, yandaşların silinen vergi borçlarına ve kaçak sarayın büyük harcamalarına ayrılan paralara, itibardan tasarruf edemeyen yöneticilere bakınca, kamu kaynaklarının nasıl fonlandığı daha doğrusu nasıl peş keş çekildiği açık olarak görülmektedir. Gittiği her ilde ayrı makam aracı olan Yusuf Tekin,
bu makam araçlarının giderinin kaç öğretmen aylığı ettiğini biliyor mudur?

Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı kamu okullarındaki öğretmenlerin aldıkları ücret için  “kamudan fonlandırılma” ifadelerini kullanan Yusuf Tekin, 23 Kasım 2013 tarihinde Atatürk dönemine karşı çirkin ve yakışıksız sözler söylenen ‘100. yılında İmam Hatip Liseleri Uluslararası Sempozyumu’nda “1930’lu yıllar Türkiye coğrafyasının bir daha asla yaşamasını istemediği dönem. Bu dönemin başında dini referans kaynaklarının diliyle oynanmış, bu kurumlar siyaset malzemesi haline gelmiş” demişti. Gericiliğin, dinciliğin, yobazlığın odağında bulunan ve karma eğitimin zorunlu olmadığını savunan Yusuf Tekin, 10 yıldır üzerinde çalışıldığını söylediği 3500 sayfalık Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli ile kim olduğunu açıkça belli etmiştir.

2013-2018 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı müsteşarlığı görevinde bulunan Yusuf Tekin, 27 Temmuz 2018’de Resmi Gazetede yayımlanan ilan ile Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümüne profesör olarak atandı. Halbuki üniversitede beş yıl doçent olarak çalışmadan, profesör yapılması yasaya aykırıydı. Yusuf Tekin, 15 Eylül 2018 tarihinde de Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi rektörlüğüne atandı. Rektör olmak için en az üç yıl profesörlük koşulu gerekmesine karşın, yine yasalar çiğnenerek bir aylık profesör Yusuf Tekin’i rektör yaptılar. İşte bunlar da fonlanmanın başka bir çeşidiydi…

Bu hızlı yükselişin ardında yatan ise kurucusu olduğu Cihannüma Vakfı’nın başkanı olmasıydı. Bu vakfın amacı şöyleydi:

  • “Müslüman zihnini inşa etmeye katkıda bulunmak için çalışmak.”

Yusuf Tekin’in başında olduğu Milli Eğitim Bakanlığı Cihannüma Vakfı ile protokol yaparak, bu tür “işbirliği anlaşmalarıyla” okulların kapısını dinci cemaatlere açtı. Nur Cemaati Nakşibendi Kolu Hayrat Vakfı ile “Değerler Eğitimi” protokolü, TÜRGEV (Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı) ile “Sosyal, Sportif ve Mesleki Kurs Düzenleme” protokolü, TÜGVA (Türkiye Gençlik Vakfı) ile “Medeniyet ve Değerler Eğitimi protokolü, İnsan Vakfı ile “Mescitsiz Okul Kalmasın” kampanyası protokolü, Süleymancı tarikatlar ile “Değerler Eğitimi” protokolü, Ensar Vakfı ile çeşitli eğitim, seminer ve sosyal etkinlikler düzenlenmesine ilişkin işbirliği protokolü, İlim Yayma Cemiyeti ile sosyal, kültürel faaliyetler protokolü, Türkiye Diyanet Vakfı ile okul öncesi eğitim kurumlarında Kuran kursu açma protokolü yaparak, laik eğitimi yok etmek için dinci bir yapılanmaya doğru yol alındı.

İşte kamu kaynaklarının nasıl ve kimler tarafından fonlandığı açık şekilde görülmektedir.

Günümüzde İmam Hatip, ÇEDES, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli derken Öğretim Birliği yasası yok edilmeye başlandı.

  • Bilimsel ve laik eğitimi ortadan kaldırıp, eğitimi dinci eğitime dönüştürdüler.

Yakında tüm okulların imam okulu yapılması gündeme gelecektir. Bütün bu laiklik dışı uygulamalarla Milli Eğitim Bakanlığı, Dinci Eğitim Bakanlığı’na dönüştürülmektedir. Yaptığı görevi kötüye kullanan, yasalara uymayan, anayasayı çiğneyen Yusuf Tekin’in istifa etmesi gerekir. Ancak istifa da bir erdem gerektirir.

Kimlerin, kamu kaynaklarından fonlandığı bilinmesine karşılık, utanmadan, özveriyle çalışan öğretmenlere çamur atanların, attıkları çamur içinde boğulacakları günler de gelecektir.
Yeter ki örgütlü olup, hep birlikte çağdaş bir Türkiye mücadelemizde azim ve kararlılığımızdan vazgeçmeyelim.

Azim ve Karar, 24 Haziran 2024

Diamond Tema

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
24 Haziran 2024, Cumhuriyet

 

Türkiye’de aklı başında, kitap okuyan, araştıran, soruşturan, sorgulayan, kendisini geliştiren, cesur, vatansever kaç genç vardır acaba? Sayıları herhalde çok değildir.

Araştırmacı-yazar Diamond Tema bu gençlerden birisidir. Ama Türkiye’deki laiklik karşıtı tarikatlar, cemaatler ve AKP hükümeti, onu da hukuk dışı yollarla baskı altına aldı!
Gençlere örnek olması gerekenler, gençlere kötü örnek olmakla kalmayıp, gençlerden ne kadar korktuklarını da ortaya koydular.

Felsefe, tarih, din, mitoloji, kültür, uygarlık, cumhuriyetçilik gibi konularda araştırmalar yapan, kitaplar ve yazılar yazan, YouTube yayınları yapan Diamond Tema hakkında, konuk olduğu bir yayında şeriata karşı olduğunu savunduktan sonra, soruşturma başlatıldı ve yakalama kararı çıkarıldı!

Bu uygulama, anayasanın laiklikle ilgili 2., 14., 24. maddelerine ve düşünceyi ifade etmekle, yayımlamakla ilgili anayasanın 25., 26., 28. maddelerine aykırıdır!

Bu uygulamanın temeli olarak gösterilen ve yoruma açık muğlak ifadeler içeren Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesi de bu anayasa maddelerine aykırıdır, antidemokratik bir ucubedir!

Aynı yayında anayasanın 2., 14. ve 24. maddelerini ihlal ederek şeriatı savunan, Cumhuriyeti ve anayasayı eleştiren, Afganistan’daki Taliban yönetimini öven, karma eğitime karşı çıkan,
reşit olmayan kızlarla evlenmeyi savunan Asrın Tok adlı zat hakkında hiçbir işlem yapılmazken; Cumhuriyeti, laikliği, anayasayı savunan ve şeriata karşı çıkan Diamond Tema, önce AKP,
tarikat, cemaat trolleri ve yobaz barbarlar tarafından sosyal medyada linç edildi;
sonra hakkında “yasal” işlem başlatıldı; bunların sonucunda da terör örgütü IŞİD tarafından hedef haline getirildi!
***
Sözde “Adalet Bakanı”, aslında adalete bakmayan Yılmaz Tunç ise kendisini yargıç yerine koyarak peşin hüküm verdi, Diamond Tema’nın “peygamberimiz” hakkındaki ifadelerinin “hakaret içerikli, çirkin, provokatif, tahrik edici, asla kabul edilemez” olduğunu ilan etti, böylece anayasa ve rejim düşmanlarının sözcülüğünü üstlendi!

Birincisi, Muhammed herkesin peygamber olarak kabul ettiği birisi değildir ve Yılmaz Tunç açıklamasında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesin Müslüman olduğunu varsaymıştır! Suudi Arabistan’ın, İran’ın, Afganistan’ın değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin Adalet Bakanı olan birisi, devlet adına, Bakan olarak, böyle bir açıklama yapamaz!

İkincisi, Diamond Tema, Müslümanların peygamber olarak kabul ettiği Muhammed hakkında hiçbir hakaret içerikli ve çirkin ifade kullanmamıştır, Muhammed’in evliliği hakkında hadislerden bir bölüm okumakla ve dokuz yaşında bir kız çocuğuyla evlenmeyi ve cinsel ilişkiye girmeyi ahlaken uygun bulmadığını belirtmekle yetinmiştir.

Eğer böyle bir açıklama bazılarını tahrik ve provoke ettiyse, bu onların kişisel ruhsal sorunudur, bu bir yargı konusu değildir. Bu olsa olsa psikiyatrinin konusu olabilir!
***
Ayrıca yaklaşık iki saatlik yayında, Diamond Tema, kaynaklara dayanarak şeriata karşı çıktı, Muhammed ile ilgili bölüm, beş dakikayı geçmedi. Asrın Tok adlı zat ise şeriatı savunmaya çalışırken, şeriatın ne olduğunu Diamond Tema’dan öğrenmek zorunda kaldı.

Diamond Tema, hem agnostik ve dinsiz olduğu, hem de bu tartışmanın hâkimi (baskını) konumuna geçtiği için, yobaz barbarların saldırısına ve tacizine uğradı! Tarihte sık sık görüldüğü gibi, aklı kıt olan insanlar, karşı tarafı akılla değil, kaba kuvvetle bertaraf etme girişiminde bulundular!

Herkes şunu bilmelidir ki; din konusunun tartışılamadığı ve bir tabu durumuna geldiği bir ülkede, demokrasiden kesinlikle söz edilemez! Diamond Tema ile birlikte gündeme gelen
tikel sorun, makro boyuttaki tümel bir rejim sorununun yansımasıdır, buzdağının yalnızca görünen bölümüdür.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Diamond Tema24 Haziran 2024
Anayasaya darbe10 Haziran 2024

İlhan Selçuk olabilmek

Miyase İlknur

Miyase İLKNUR

22 Haziran 2024, Cumhuriyet

 

Tam tamına 14 yıl oldu. İlhan abiyi kendi deyimiyle “Hoşgörünün Kâbe’si Hacıbektaş”ta Hünkâr’ın kanatları altına vereli. Dün ölüm yıldönümüydü. Ölüm; ne de soğuk bir sözcük. Doğa yasasıdır canlılar için ölüm. Mezarlık kapılarında da “Her canlı ölümü tadacaktır” yazısı boşuna değil.

O zaman Hünkâr’ın felsefesinden gelen Yunus Emre’nin şu sözüne ne demeli?

– Ölürse tenler ölür/ Canlar ölesi değil.

Her can ölür oysa. Ama kimi canların yalnızca tenleri ölür. Çünkü kimi canlar, yarattıklarıyla, ürettikleriyle, topluma verdikleriyle, anılarıyla, bu dünyaya bıraktığı izlerle tenleri ölse bile adları, yapıtları canlılığını korur.

O’nu tanımayan genç kuşaktan biri İlhan Selçuk kimdir? diye Google’a baktığında köşe yazarı olduğunu öğrenir.

Başka?

Cumhuriyet gazetesinin eski vakıf başkanıdır.

Evet, İlhan Selçuk bir köşe yazarıdır. 1952’de başladığı fıkra yazarlığını 2010 yılına dek sürdürmüştür.

Nasıl bir köşe yazarı olduğunu biraz irdelemek gerek.

İLHAN SELÇUK’UN KÖŞE YAZARLIĞI

Türkiye’de köşe yazarlığının işlevi, tekelleşme ve meslekten gelen gazete patronlarının yerini
iş dünyasından gelenlerin aldığı 1980 ve 90’lı yıllardan başlayarak oldukça değişti. Artık topluma fikirleriyle yön veren, ülkemizde ve dünyada gelişen olayların arka planını (ardalanını) ve gelecekte nelere yol açabileceğini öngören, olabileceklere karşı ne yapılması konusunda fikirler üreten köşe yazarı profili tarihe karıştı. O yazar profilinin yerini artık, gazete patronu ve o patronun içinde bulunduğu klanın çıkarlarına ve ilişkilerine göre yazılar yazan, moda akımların ve çoğunluğun yankı odalarından gelen sesin peşine takılan yazarlar aldı.

Kalemi iyiyse, lafı gediğine oturtuyorsa ne yazdığının, ne söylediğinin çok da önemi yoktu.
Bir gazetede iken farklı şekilde görüşleri savunurken karşı kamptaki gazeteye geçince tam tersini savunmanın adı değişimdi. Ya da ülkede her iktidar değiştiğinde köşe yazarının kıblesinin değişmesi de olağandı.

Değişmeyen dinozor, statükocuydu.

Geçmişte Karl Marks hayranı olan köşe yazarı, küreselleşme rüzgârına kapılıp pekâlâ Karl Popper’in şakirdi olabilirdi. Sonuçta ikisinin de önadı Karl. O dönem Karl Marx modaydı;
şimdi O’nun modası geçti. Yeni moda Karl Popper’i referans almaksa, köşe yazarı da bu değişime ve modaya kayıtsız kalamazdı.

Gelecekte insanlığın başına örülecek çorapları öngörüp toplumu bilinçlendirmek yazarın işi değildi. Açık toplum, neoliberalizm her şeyin çaresini düşünmüştü nasıl olsa. Ulus devletler ve ideolojilerin sonu gelmişti. İdeolojik sıkıcı yazılar yazmanın alemi yoktu. Şarap, çiçek böcek, siyasal magazin yaz otur.

İlhan Selçuk, yazılarıyla kaç kuşağı etkiledi. 68 kuşağı, 78 kuşağı ve 80 kuşağı onun yazılarıyla siyasal bilincine yön verdi. 90’lara gelince dünyada iletişim devrimiyle birlikte neoliberal sistemin estirdiği kasırga ülkemizde de meyvelerini vermiş ve genç nesli sarmalına almıştı.

YİNE HAKLI ÇIKTI

O gün Yeni Dünya Düzeni, küreselleşme karşısında neredeyse tek başına direndi. Bu yeni sistemin yaratacağı yoksulluk ve bölgemize “Demokrasi getiriyoruz” adına başlatılan savaşlarla küresel terörün, milliyetçiliğin hortlamasının kaçınılmaz olduğunu ve bu durumun en çok Batı’yı vuracağını yazdığında bıyık altında gülenler şimdi “Aaa! Avrupa ve Amerika’da neler oluyor böyle? Popülist ve milliyetçi liderler demokrasinin beşiğinde nasıl güçlenebilir?” diye soruyorlar.

Herkes köşe yazarı olabilir. Olayları kahvehane muhabbeti tadında yorumlayabilir.

  • İlhan Selçuk olmak kolay değildir.

Siyasal İslamcılarla bir dönem yoldaş olanları da çokça uyarmıştı İlhan Selçuk.
Siyasal İslamcıların demokrasi diye bir derdinin olmadığını, takiye yaptıklarını
ve iktidarı tam olarak ele geçirdiklerinde onların da canına okuyacağını söylediklerinde de gülmüşlerdi.

Ne oldu?
***
İlhan Selçuk öldü ama yok olmaktan kurtardığı Cumhuriyet gazetesi 100 yaşını kutladı. Fikirleriyle, egosuz, engin hoşgörüsüyle en çok da fikirleriyle bizim için ölümsüzleşti.

Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

Cumhuriyetin Habercisi: Amasya Bildirisi

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

Kurtuluş savaşımız salt cephede işgalci ordulara karşı yapılmamış, Osmanlı İmparatorluğu’na son vererek ulusal egemenliğe dayalı tam bağımsız yeni bir devlet kurmanın siyasal savaşımı da eş zamanlı olarak verilmiştir.

Egemenliği Osmanlı hanedanından alıp ulusa vermenin ilk önemli ve açık adımı 22 Haziran 1919’da yayımlanan Amasya Bildirisi belgesidir.

9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, önce İstanbul’dan birlikte getirdiği 3. Kolordu Komutanı Albay Refet Bele’yi Samsun Mutasarrıflığına atamış ve buyruğundaki 15. Kolordu komutanı Kazım Karabekir ve 20. Kolordu komutanı Ali Fuat Cebesoy’la bağlantı kurmuştur. Komutanlara ülkenin son durumunu anlatmış, “Millet ve memlekete borçlu olduğumuz en son vicdan vazifesini yakından beraber çalışarak en iyi şekilde yerine getirme[1] kararlılığını bildirmiştir.

Mustafa Kemal’e verilen görev Samsun tarafında Rumlara saldıran Türkleri engellemek, Anadolu’daki kimi ulusal örgütlenmeleri ortadan kaldırmaktır. O ise Samsun’a çıkışından üç gün sonra İstanbul’a gönderdiği raporda Türklerin Hıristiyanlara saldırmadığını, tersine Hristiyanların Türk köylerine saldırdıklarını, Türklerin kendilerini savunduğunu bildirmiştir.[2]

Genel Durum

Mustafa Kemal Samsun’a çıktığında İstanbul, Doğu Anadolu, Adana, Antep, Urfa, Maraş, Antalya, Konya işgal altındadır. Demiryolları işgalcilerin elindedir. Samsun’da İngiliz askerleri vardır. Her yerde Mondros Ateşkes Andlaşmasının (30 Ekim 1918) uygulanmasını denetleyen
yabancı resmi ve gizli görevliler vardır.

Mustafa Kemal’in İstanbul’dan hareketinden bir gün önce 15 Mayıs ‘ta (1915) Yunan ordusu İzmir’e çıkmış, yerli Rumlarla birlikte Ege bölgesindeki işgal alanını genişletmektedir.

Ordu terhis edilmiş, silahları toplanmaktadır.

Ulus büyük savaştan yıpranmış olarak çıkmıştır, ekonomi bitkin ve çökkündür.

  • Padişah 6. M. Vahdettin ve hükümeti kendi tahtını korunak için düşmanla işbirliği yapmaktadır.

Öte yandan Yunan işgaline karşı ilk örgütlü silahlı direniş 28 Mayıs’ta Ayvalık ve Ödemiş’te Kuvayı Milliye tarafından gösterilmiştir. Ordusuz kalmış bir ulusun kendiliğinden ordulaşması olan Kuvayı milliye hareketi gelişmektedir.

Yunan ordusunun Ege bölgesini işgali ve bu işgalde yerli Rumları kullanmaları tüm yurtta tepkilere neden olmuş, Mustafa Kemal ulusal direnişi örgütlemede bu tepkileri planlı biçimde birleştirerek ana hedefe yöneltmiştir.

İlk Siyasal Çıkış: Havza Genelgesi

Samsun’da bulunan İngiliz işgal birliği ve ajanları Mustafa Kemal’in rahat çalışmasını engellemektedir. O, amacını gerçekleştirmek için Anadolu içlerine gitmek istemektedir.
28 Mayıs’ta Samsun’dan ayrılır. İlk durağı Havza’da ulusla doğrudan ilişki kurmaya başlar.
Havza Müdafayı Hukuk Cemiyeti’nin kurulmasını sağlar. Havza’da 28/29 Mayıs’ta (1919) yayınladığı genelgede (Havza Genelgesi), Ege’deki Yunan işgalinin yarattığı tehlikeye dikkat çekmiş, bütün ulusun aydınlatılmasını ve ulusal protesto mitinglerinin düzenlenmesini,
İtilaf devletleri temsilcileri ve Osmanlı hükümetine yoğun protesto telgrafları gönderilmesini, Hıristiyan halka zarar verilmemesini istemiştir.

Havza Genelgesi Mustafa Kemal’in ilk siyasal çıkışıdır. Bununla resmi görevini değil,
ulusal kurtuluş görevini yerine getireceğini duyurmuştur.

Önderler Amasya’da

Mustafa Kemal 12 Haziran’da Havza’dan Amasya’ya hareket etmiş aynı gün Amasya’ya varmıştır. 20. Kolordu Komutanı A. Fuat Cebesoy ve 3. Kolordu Komutanı Refet Bele’yi
daha önce Amasya’ya çağırmıştır. Ali Fuat, Rauf Orbay’la birlikte 21 Haziran gecesi
Amasya’da Mustafa Kemal’e katılmıştır. Refet Bele ise bir gün sonra Amasya’ya gelmiştir.

Erzurum’daki 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir ve Konya’daki 2. Ordu Müfettişi
Cemal Paşa ile telgraf bağlantısı kurulmuştur. Böylece, Amasya Bildirisini yayımlayacak
önder kadro bir araya gelmiş olmaktadır.

Padişahın Tepkisi

Mustafa Kemal’in kendisine verilen resmi görev dışına çıkarak ulusal direnci örgütlediğini gören Osmanlı hükümeti İngilizlerin baskısı ile 8 Haziran’da kendisini İstanbul’a çağırmıştır. Oysa Mustafa Kemal ulusal hedefe ulaşmak için yola çıkmıştır, ,  geri dönmez. “Bağımsızlığa ulaşana kadar bütün ulusla birlikte özveri ile çalışacağına ant içtim. Anadolu’dan ayrılmam söz konusu olamaz”[3] diyerek padişaha karşı çıkar.

Osmanlı hükümetinin Mustafa Kemal’e ikinci atılımı 23 Haziran’da (Amasya bildirisinden bir gün sonra) kendisini görevden almak olmuştur. Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Ali Kemal, valiliklere gönderdiği buyrukla Mustafa Kemal’in görevden alındığı bildirilmiş kendisinin buyruklarına uyulmaması, devlet işlerine karıştırılmaması istenmiştir.[4].

Padişahın, “geri dön” çağrısına uymayan Mustafa Kemal’e tepkisi idam kararına dek gidecektir.

Amasya Bildirisinin Hazırlanması

Amasya Bildirisi’nin hazırlanmasında iki etken öne çıkmıştır:

  1. Ulusal savaşımın protestolarla, mitinglerle kazanılamayacağının anlaşılması

Protesto mitingleri Mondros Ateşkesinden sonra yurdun işgali üzerine başlamıştır. Daha çok İstanbul’da yapılan bu mitingler aydınlar ve toplum önderlerince düzenlenmiş, Beyazıt ve Sultanahmet meydanlarında Halide Edip’in konuşmacı olduğu toplantılara coşkulu katılım olmuştur.

  • 105 yıl önce toplantı ve gösteri özgürlüğü işgal altında bile karışma olmadan barışçı biçimde kullanılabilmiştir.

İşgallerin genişlemesi, Ege’de yerli Rumların, güneyde yerli Ermenilerin işgalcilerle işbirliği içinde sivil yurttaşlara düşmanca davranışları karşısında bu tür mitinglerin yeterli olmayacağı anlaşılmış; ilk kez Amasya Bildirisi’nde Osmanlı padişahı ve hükümeti doğrudan hedef alınmıştır.

  1. Amasya Bildirisinin hazırlanmasında 2. etken Mustafa Kemal’in ulusal savaşımı kişisel olmaktan çıkartıp ulusa dayandırmak istemesidir.

O, padişahın “Geri dön” buyruğuna uymayan asi bir Generaldir.

Uygulamayı düşündüğü girişimin sert olacağını değerlendirmektedir. Nutuk’taki ifadesiyle “Eylemlerinin bir an önce kişisel olmak niteliğinden çıkarılması, bütün ulusun birlik ve dayanışmasını sağlayacak ve temsil edecek bir kurul adına yapılması gerekmektedir.”[5]

Büyük devrimci, Ulusun savaş yorgunu, yoksul, eğitimsiz, yaygın hastalıklı olmasına bakmaksızın savaşımı Ulusa dayandırmakta, tüm gücünü Ulustan almaktadır.

Mutafa Kemal ve Amasya Bildirisini yayımlayan komutanlar yönetimi kendi ellerine alıp savaşımı askeri bir örgütlenme ile yönetmeyi düşünmemişler, başlangıçtan beri ulusa dayanmayı yeğlemişlerdir.

Mustafa Kemal tarafından hazırlanan ve Amasya Bildirisi’nin temelini oluşturan bir metin
18 Haziran 1919’da Trakya’daki 1. Kolordu komutanı Cafer Tayyar’a gönderilmiştir.
Mustafa Kemal bu telgrafında özetle;

  • Padişah ve hükümetinin işgaller karşısında güçsüz kaldığını,
  • Trakya ve Anadolu’daki ulusal örgütlerin birleştirilmesine, Ulusun sesini bütün gürlüğü ile dünyaya duyurabilecek bir yer olan Sivas’ta birleşik ve güçlü bir kurul oluşturulmasına
    karar verdiğini” bildirmiştir.

Sıra bu düşünceleri içeren bir Bildirinin Amasya’da toplanan önder kadro tarafından yayımlanmasına gelmiştir.

Mustafa Kemal tarafından 21/22 Haziran 1919 gecesi yaveri Cevat Abbas’a yazdırılan son metin üzerinde Ali Fuat ve Rauf Bey’in onayı alınır, ertesi gün telgrafla Kazım Karabekir ve Cemal Paşa’nın da onayları alınır. Refet Bele’nin Amasya’ya gelmesi beklenir. Refet Bele metni okuyunca “Kongrenin icabında bir hükümet teşkil edeceği anlaşılıyor” yönünde kuşkularını bildirir ama Ali Fuat Paşa ile konuştuktan sonra imza yerine kendisine özgü belli-belirsiz bir işaret koyar.

Amasya Bildirisi 22 Haziran 1919’da Anadolu’daki tüm yönetsel ve askeri orunlara yayınlanır.

Bildiri: Amasya Bildirisinin tam metnini Atatürk, Nutuk’ta vermiştir.[6]

Özetle şöyledir:

    1. Yurdun bütünlüğü ve ulusun bağımsızlığı tehlikededir.
    2. İstanbul’daki hükümet üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getirmemektedir.
      Bu durum ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor.
    3. Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır.
    4. Ulusun haklarını bütün dünyaya duyurmak için her türlü etkiden ve denetimden kurtulmuş ulusal bir kurulun varlığı çok gereklidir.
    5. Her sancaktan ulusun güvenini kazanmış üçer kişi gizlice Sivas’a gönderilmelidir.

Amasya kararlarının bir de salt komutanlıklara yayımlanan gizli 6. maddesi vardır. Buna göre;

  • Askeri ve ulusal örgütler dağıtılmayacak,
  • Askeri birliklerin komutanlıkları devredilmeyecek,
  • Silah ve cephane elden çıkarılmayacak,
  • Bir yerin işgali uğraması yalnız oradaki askeri birliği değil tüm orduyu ilgilendirecektir.[7]

Mustafa Kemal ayrıca İstanbul’daki kimi kişilere bir mektup göndermiş, bu mektupta şu konuları belirtmiştir:

  • Yalnız mitingler ve gösteriler büyük amaçları hiçbir zaman gerçekleştiremez.
  • Bunlar ancak ulusun bağrından çıkmış ortak güce dayanırsa kurtarıcı olur.
  • Artık İstanbul Anadolu’ya egemen değil, bağlı olmak zorundadır.[8]

Değerlendirme ve sonuç

Amasya Bildirisi, devrim tarihimizde iki bakımdan önemlidir:

  • Padişah ve hükümetine ilk kez açıkça meydan olunmuş, İstanbul’dan bir şey beklenmediği duyurulmuştur. Bu, hanedan egemenliğinden ulusal egemenliğe geçiş yönünde
    önemli bir aşamadır.
  • Ulusal savaşım bir kadro hareketi olmaktan çıkartılmış, ulusa dayandırılmıştır.
    Amasya Bildirisi, Anadolu Ve Rumeli Müdarayı Hukuk Cemiyeti (ARMHC) ve TBMM ile evrimleşecek olan ulusal egemenliğin başlangıcı olmuştur. Yeni devlet zor koşullara karşın, adı 29 Ekim 1923’te konulacak olsa bile, başlangıçta demokratik cumhuriyet olarak kurulmuştur.
  • Amasya Bildirisi tam bir devrim belgesi ve bağımsızlık bildirisidir.

Bildiri ile Ulusal kurtuluş savaşımının siyasal cephesinde protesto – miting aşamasından Padişaha karşı açık savaşım aşamasına geçilmiştir. Gizli tutulan 6. madde ile silahlı direniş önlemleri alınmıştır.

Önder kadro içinde tam bir uyum sağlanmıştır.

Bildiri İstanbul hükümetinde ve işgalcilerde şaşkınlık yaratmıştır.
Artık kılıçlar çekilmiş, köprüler atılmıştır.

Amasya Bildirisi Cumhuriyetin habercisidir.

Her yıldönümünde anımsanmalıdır. (22 Haziran 2024)
===========================
[1] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam İkinci Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul,1964, syf.21
[2] Orhan Çekiç, 1919 Başlangıç, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015, syf.178
[3] A.g.e. syf.29
[4] Aydemir, a.g.e. syf.40
[5] Nutuk, syf.41
[6] Nutuk syf.43
[7] Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Yayını, İstanbul, 2013, syf.129
[8] Nutuk, syf.49

21. yüzyıl aydınlanması, Aristoteles ve CHP üzerine

Hatice Nur Beyaz Erkızan (@HaticeNurErkzan) / XProf. Dr. H. Nur Beyaz Erkızan

20 Haziran 2024, Cumhuriyet

“Siyasetin bir kenti/toplumu/ülkeyi yönetmesinden dolayı aynı zamanda Tanrıları da yönettiği söylenemez.”Aristoteles

Aristoteles, Metafizik adlı eserinin ilk satırında şöyle der:

  • İnsan varoluşu gereği bilmek ister, bilmeyi arzular”. Ancak bu, insanın bilmeye otomatik olarak yöneldiği anlamına gelmez. Çünkü insan olan değil, olabilen bir varlıktır. Olmayı gerçekleştiremeyen insan potansiyel olarak ışık saçma yeteneğine sahip olsa da
    bunu etkin kılamadığı sürece karanlıkta kalabilendir.”

Bir insan düşünme yeteneğine sahip olabilir ama düşünme cesaretini gösteremeyen için böyle bir  potansiyele sahip olmanın hiçbir değeri ve anlamı yoktur. İnsanın insan olabilmesi için kendine değerler yaratması, seçmesi ve de onları “var etmesi” gerekir. İster ülke bağlamında isterse de bireysel bağlamda düşünülsün, ne olduğumuz ne yapabildiğimizin toplamıdır.

İKİ FARKLI AYDINLANMA

Tarihsel olarak farklı iki aydınlanmadan söz edilebilir.

I. Aydınlanma MÖ 6. yüzyılda bugünkü Ege kıyılarında, Anadolu’da gerçekleşen varlığın bilinebilir olduğuna ilişkin bilim felsefe devrimidir.

II. Aydınlanma ise “varlığı ve yaşamı kapatan” ortaçağ anlayışına karşıt olarak Ockhamlı William’ın nominalizmi ile kendini duyurur.

İnanç alanı başka, bilgi alanı başka demek anlamına gelir bu.

I. Aydınlanmanın ruhunu izleyen Rönesans ve 18. yüzyıl Aydınlanması hiç kuşkusuz çok önemli olmakla birlikte ne yazık ki insanın insana ve insanın varlığa baskısını sonlandıramadı.

  • Afganistan’da Taliban’a destek yürüyüşü düzenleyen kadınlar, özgürlüğü için mücadele yerine Amerikan uçağının kanatlarına sığınanları Amerika/Avrupa nasıl özgürleştirebilirdi?

Şimdi, 21. yüzyıl Aydınlanması veya III. Aydınlanma olarak da tanımlayabileceğimiz yeni bir anlayışa gereksinim olduğu açıktır. Bu “Aydınlanma” varlığa ve insana hükmetmenin olmadığı bir zemin üzerinde yükselmeyi olanaklı kılma sorumluluğu ile karşı karşıyadır. İşte tam da bu noktada Atatürk Devrimlerini/Türk Aydınlanma Devrimini radikal bir biçimde yeniden düşünmemiz gerekir. Çünkü kavrayışı değiştirmeden koşulları değiştirmek pek olası görünmüyor.

Atatürk’ten esinlenerek söylenecek olursa, “Kavrayış koşullardan önce gelir. İnsan makus talihini yenmek istiyorsa, önce kavrayışını değiştirmek zorundadır.”

BUGÜN NE, NEDEN OLUYOR?

Günümüze gelince… Özellikle Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonucu birçok bakımdan alarm vericidir. Çünkü evrenselci, göçmen yanlısı, küreselci, yeşilci ve farklı cinsel tercihleri onaylayan tüm partiler kaybetti. Macron parlamentoyu feshederek seçime gitme kararı aldı, Belçika başbakanı üzgün olduğunu söyledi. Almanya’da aşırı sağcı parti ikinci sıraya yerleşti. Bazıları zaten Avrupa’nın çoktan bittiğini söylemeye başlamışlardı.

Neler oluyor, niçin oluyor ve tüm bunların anlamı ne?

I. ve II. Aydınlanma  bir anlamda üstten/jakoben bir aydınlanmaydı; doğal ve zorunlu olarak. Bir grup Anadolulu bilim insanı/filozofu dünyayı aklın ışığında anlama gibi insanın tarihinde bir devrimi gerçekleştirmişti. Kesintiler olsa da dünyanın her yerinde bu devrim gerçekleşmese de onun sonuçları tüm insanları etkiledi… Eldeki bilgisayarlar ve telefonlar, antibiyotiğin kullanımı ve hepsinden de tartışılmazı herkesin aydınlanmak için elektrik düğmesine basması… Anadolu Aydınlanmasının sonuçlarıydı bunlar.

Bu Aydınlanma, Rönesans ile başka bir biçime evrildi: Var olanı akıl ışığında anlama çabası bu kez esas olarak insana yöneldi; insanın bir insan olarak sahip olduğu hakları merkeze aldı, demokrasi bir etik estetik değer olarak kendini kabul ettirdi.

Herkes demokrat, herkes demokrasi sevdalısı. Irkçısı, dincisi, dinsizi, kadını, erkeği, azgelişmişi, çok gelişmişi… Eğer demokrasi iyi bir şey, teknoloji başarının bir alanı olarak görülüyorsa, neden hâlâ dünyada okuma yazma bilmeyenlerin çoğunluğu kadın, neden trafik kazalarında çok sayıda insan hayatını kaybediyor?

  • Neden I-II. Aydınlanmanın değerleri tehdit altında?
  • Neden “demokratik Avrupa” ölüme yürüyor?
  • Neden demokrasi iyileştirmiyor veya iyileştiremiyor?

Bu noktada CHP bu evrensel gelişmeleri izliyor mu?

Dünya politik arenasındaki oluşumlar onun kaygısını oluşturuyor mu? Yoksa yalnızca Avrupa’da çoktan zemin yitiren standart sosyal demokrat şarkıları mı söylüyor?

CHP’nin düşünsel zemini nedir? Nasıl bir ülke ve insanlık ufku söz konusudur?

SİYASET POLİTİKAYA EVRİLMELİ

Yalnızca biz değil; Avrupa da I. ve II. Aydınlanmayı aşamadı. Çünkü var olanı ve yaşamı akılla anlama çalışması önemli ama yeterli değildi. Yeni bir Aydınlanma gerekli. Bunun için;

– İnsan kendini başlangıç olarak almalı ve kendinden başlamalı.
– Ne yapmalı sorusunu, “ne olabilirim” sorusuna bağlamalı!
– Uman değil, umut eden ve gerçekleştiren
– Ne bir ideolojinin ne bir inancın kölesi olan
– Söylemlerin taşıyıcısı değil, yaşamın öznesi olabilen
– Kendini din üzerinden tanımlamayan
– Kapitalizmin tüketici-edilgen kinetik öznesi olmayan 
– Özgürlüklerin ve hakların edilgin taşıyıcısı olmayan
– Alan değil, verebilen… kendine, hayata ve başkalarına

Bunlar için de siyasetin politikaya evrilmesi gerekir. Siyaset, ürettiği söylemin aracı olarak insanı edilgenleştirir.

  • Bugün Türkiye’de CHP siyaseti terk edip politikaya dönerek kendi ülkesini
    III. Aydınlanmaya taşıyabilir…
  • Bunun için de halihazırda III. Aydınlanmanın bilgesi Atatürk’ün yaptıklarına bakması gerekir.

ÜÇÜNCÜ AYDINLANMA

Kısa bir anektod: Yaklaşık olarak MÖ 5. yüzyıl civarında İzmir’de/Klazomenai yaşamış olan büyük Anadolulu bilim insanı/filozof Anaksagoras Perslerle girişilen savaş sonucu Atina’ya gitmek zorunda kalır ama burada da tanrıtanımazlık suçlamasıyla karşılaşır. Anaksagoras, bugün fizikçilerin kabul ettiği “Büyük Patlama” kuramını bin yıllar önce ortaya atar. O’na göre, Atinalıların Tanrı olarak kabul ettikleri güneş, ay ve diğer gök cisimleri “Büyük Patlama” sonucuydu. Anadolu fiziği Atina metafiziği ile karşı karşıya gelmişti. Anaksagoras dinsizlikle suçlanarak yargılanır ve çocuklarıyla birlikte ölüme mahkûm edilir. Ölüm sırası kendisine gelip son arzusu sorulduğunda: “Her yıl benim ve çocuklarımın ölüm ayına denk gelen bu ayda çocuklar için bayram yapılsın.” der.

Atatürk çocuklara bir bayram armağan ediyor.

Çünkü O, yaşadığı toprakların düşünsel öyküsünü biliyordu. O, bir “intellectual slumming” değildi; yani yaşama ve ülkesine ilişkin kaygılarını kısa bir gecekondu ziyareti ile süslemeyen, başkalarının aydınlanmaları ile aydınlanılamayacağını bilen, bunun için kendi topraklarındaki düşünceden hareket eden biriydi.

  • O’nun yaşamı bir “üçüncü aydınlanma” gerçekliğidir.

Kendimizden başlamak durumundayız, o zaman belki yalnızca Avrupa değil, insanlık da bize bakar…

Her insanın insan olabilme olanağını sağlama ama insanın insani var oluşunu gerçekleştirmeyi insana bırakma…

İşte CHP bir tek bundan sorumlu olmayabilir!

işte o zaman demokrasi erdemli ve insan da etkin bir varlık olabilir…

Cicero’nun sorusunu III. Aydınlanmaya şu soruyla bağlayabiliriz:

  • Peki, insan olarak doğduğumuz halde nasıl oluyor da insan olmayabiliyoruz?

Artık soru, insan için budur; ya yanıtlar ve yaşarız ya da…