Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

Yasama sınavındaki 1. parti CHP

31 Mart seçimleri sonrası demokrasi, ‘demos-kratos’ ayrışması ışığında okunmalı.

Anayasal olarak “iktidar ve anamuhalefet partisi” yerine, “en fazla üyeye sahip iki parti” nitelemesi (2017 Değ.) de “toplum-yasama-anayasa” ilişkilerini yeniden tasarımda kullanılmalı.

DEMOS MEŞRULUĞU

AKP ve CHP, TBMM’de “en fazla üyeye sahip iki parti”. 31 Mart seçimleri, halk ve temsili organ (demos/kratos) arasında şöyle bir farklılaşma yarattı:

CHP’yi birinci parti yapan halk, AKP’yi ikinciliğe düşürdü.

Demos (halk) değişikliği, kratos (iktidar)’a yansımadı; çünkü hükümet ve siyasal sorumluluk, 2017’de kaldırıldı.

Bu ayrışma, iktidar-muhalefet ilişkisini yeniden kurgulama fırsatı da yarattı. CHP, demos adına 1. Parti sıfatını TBMM etkinliklerinin her aşamasında kullanmalı. Temsil organında Cumhur İttifakı’nın sayısal üstünlüğü karşısında, güçlü bir demokratik meşruluk dayanağı var CHP’nin.

Sayı üstünlüğünü haklılık ölçütü olarak kullanan ve “Yaptığımızı doğru bulduğu için seçmen bize oy veriyor, yasama tercihlerinde ölçümüz seçmen tercihi” vb. AKP söylemleri, demokratik meşruluk temelinde artık kullanılamaz. Yasama sürecinde, sürekli “Anayasa’ya saygı” testinden geçirilmesi gereken Cumhur İttifakı’nın 2017 kurgusunun amacı ile bağdaşmadığı gibi,
TBMM için ters kelepçe işlevi gördüğü, artık daha sık ve yüksek sesle dillendirilmeli.

YASAMA KUŞATMASI

Bu çerçevede, yasa önerileri üzerinde Komisyon öncesi, Komisyon aşaması, genel kurul, Anayasa Mahkemesi süreci olmak üzere, yapılması gerekenler üzerine “TBMM İçtüzüğü” nü yeniden okuma gereği açık.

Komisyonlar: Tam kadro ve sürekli katılmak, Anayasallık ön incelemesi, torba ve hızlı yasa uygulamasına karşı çıkmak, ikili ve/ya üçlü etki analizi istemek, kuşatıcı muhalefet şerhi yazmak…

Genel Kurul: İlgili Komisyon üyeleri olarak sürekli ve eksiksiz katılmak, torba yasaları temel yasa gibi görüşme dayatmasına karşı çıkmak, yasa önerisi üzerinde eksiksiz konuşmak, geri çekilen maddelerin son dakika değişiklikleri ile eklenmesine karşı uyanık olmak; bir de Komisyonlar arası torbalara sokuşturularak ‘gizlenen’ torba yasa maddelerini teşhir için özel bir izleme kurulu kurmak.

Anayasa’ya saygı ve demokratik anayasa değişiklik hedefi ile de tutarlılık için, nitelikli yasama için etkili yasama süreci, muhalefet olarak adlandırılmamalı; tam tersine, tabanda birinci olan Parti’nin önermesi, ön alması, seçenek üretmesi, halka yönelik güçlü ve sistematik bir söylem oluşturması, TBMM’de DEM P., İyiP, Saadet P., TİP demokratik yelpazesi ile kucaklayıcı bir ortak direnme zemini oluşturma çalışmalarını da kapsamına alması, nitelikli yasama yol haritası için belirleyici olmalı.

ÖNERİCİ ve ÖNALICI

27. dönemde deneyimlediğimiz “opposition” (muhalefet) yerine “proposition” (önerme) yaklaşımını Sn. Özgür Özel, şimdi 1. Parti Genel Başkanı olarak sistemli ve sürekli bir uygulamaya dönüştürebilir.

AYM’nin çok gecikmeli olarak ve bir ölçüde de olsa iptal ettiği CBK-1 ve KHK-703 üzerine,
1. Parti’nin söylem ve eylemlerinin haklılığını pekiştirici yasama yol haritası da belirlenmeli.

Toplum-yasama-anayasa’ ilişkisindeki yeni kurgu, Cumhur İttifakının “İnsan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyetikiyüzlülüğünü de teşhir etme vesilesi olmalı.

DEZENFORMASYON ve TUZAK

Nitelikli yasa ereğinde yasama işbirliğini Anayasa’ya ve kamu yararına uygunluk açısından bilgi temelinde geliştirmek, öncelikle, tematik (konulu) toplantılar olarak toplumla inşa edilmekte (kurulmakta) olan demokratik siyasetin inandırıcılığı bakımından çok önemli.

Sonra, Anayasa’ya saygı ve demokratik Anayasa değişikliği hedefi için gerekli. Bu çerçevede, TBMM’nin Anayasal dezenformasyona alet edilmesine de karşı çıkılmalı.

Nihayet (Son olarak), ‘hukuka çağrı’ yolunda yürütülmeye çalışılan müzakereler (görüşmeler) için de nitelikli yasama ciddiyeti önemli.

Bu yolda, 2017 kurgusunu (tuzağını) aşmaya odaklanmak ve CB adayı tuzağına asla düşmemek de, izlenmesi gereken yol ve yöntemin ne denli duyarlı bir konu olduğunu doğruluyor.

Erdoğan’ın umudu Kılıçdaroğlu!

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
03 Haziran 2024, Cumhuriyet

Dünyada, partisi seçimde birinci olduğu halde, seçimlerin üzerinden iki ay geçmeden, genel başkanlık tartışmasını gündeme getiren, kaç siyasetçi vardır? Muhtemelen yoktur.

Bunun tek istisnası eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’dur!

CHP, 31 Mart belediye seçimlerinde %38 oy alarak birinci parti oldu ve büyük bir seçim zaferi kazandı. Böylece CHP 1977 seçimlerinden sonra ilk kez birinci parti oldu; SHP’nin 1989 yılındaki belediye seçimi zaferi de o zamandan beri ilk kez yinelenmiş oldu.

Bu oyların önemli bir bölümünün ekonomik krizden dolayı tepki oyları olarak CHP’ye kaydığı söylenebilir. Ancak sonuçta bu oylar muhalefette olan başka bir partiye değil, CHP’ye kaymıştır. O nedenle CHP yönetiminin de bu seçim zaferinde bir payının olduğu kesindir.

Ayrıca geçtiğimiz yıl parti yönetiminde bir değişiklik gerçekleşmeseydi, 31 Mart belediye seçimleri kazanılmayacaktı. Çünkü 13 yıl boyunca girdiği tüm seçimleri yitiren Kılıçdaroğlu’na yönelik hem parti tabanında hem de genel olarak seçmen tabanında büyük bir tepki oluşmuştu. CHP tabanının ve genel olarak seçmen tabanının büyük bir kesimi, Kılıçdaroğlu’nun görevden ayrılması için, 31 Mart seçimlerini boykot etmek ve sandığa gitmemek eğilimine girmişti.

Durum böyleyken, Kılıçdaroğlu geçtiğimiz hafta katıldığı bir televizyon yayınında, kurultay delegelerinin aday göstermesi durumunda CHP Genel Başkanlığı’na yeniden aday olacağını ifade etti!
***
Kılıçdaroğlu, “Kurultay delegelerinin aday göstermesi durumunda, siz öyle bir durumda, ‘varım’ der misiniz” sorusuna yanıt olarak, “O kurultay delegelerine bağlı, bana bağlı değil. Kurultay delegesi isterse, tabii. ‘Ben olmayacağım’ olmaz. Onlar önerirlerse, olursa, bir sorun yok” dedi.

Oysa CHP’de 2025 yılının kasım ayına dek seçimli bir kurultay gündemi yok. Ayrıca CHP’nin daha iki ay önce gerçekleşen bir seçim zaferi söz konusu. Kılıçdaroğlu’nun, söz konusu soruya, “Şu anda seçimli kurultay gündemde değil; ayrıca CHP’nin bir seçim başarısı söz konusu iken bir genel başkanlık tartışmasını doğru bulmuyorum” biçiminde bir yanıt vereceğine, böyle bir sorunun üzerine balıklama atlayarak aday olabileceğini ifade etmesi, nasıl bir amaca hizmet edebilir?!

Bu tür bir yanıtın ve tutumun, AKP’ye hizmet edeceği açıktır. Ekonomik krizi aşamayacağını kendisi de anlayan AKP’nin şu andaki tek umudu, CHP’nin kendi içinde bölünmesi ve parçalanmasıdır.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş arasında bir bölünmeye ve tartışmaya umut bağlayan AKP, bunun gerçekleşmeyeceğini gördükten sonra, Kılıçdaroğlu’nun bu çıkışından dolayı çok mutlu oldu!
***
Partinin ilkelerinden uzaklaşılması ve parti içi demokrasinin uygulanmaması durumunda, örneğin bu yıl gerçekleşecek tüzük kurultayında, demokratik bir tüzüğün kabul edilmemesi ve CHP’nin seçim zaferinin sürdürülebilir olması engellendiği takdirde, CHP yönetimi, seçim zaferine karşın eleştirilebilir.

Ancak bu eleştiriyi, daha önceki yıllarda partinin ilkelerine sahip çıkmayan ve parti içi demokrasiyi uygulamayan Kılıçdaroğlu’nun ortaya koyması durumunda, bunun hiçbir içtenliği ve inandırıcılığı olmaz.

2025 yılında, genel başkanlık ve parti meclisi üyeliği yarışının gerçekleşeceği seçimli kurultayda da, Kılıçdaroğlu’nun yeniden aday olmasının hiçbir siyasal gerekçesi olamaz.

CHP’yi temel ilkelerinden ve Mustafa Kemal Atatürk’ten koparttığı gibi, 13 yılda girdiği tüm seçimleri yitiren Kılıçdaroğlu’nun yeniden aday olması, salt AKP’ye ve onun genel başkanı
Recep Tayyip Erdoğan’a yarar sağlar.
=================================
Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

İnsan ve hayvan27 Mayıs 2024

RAHMANİ VE ŞEYTANİ


Prof. Dr. Halil ÇİVİ

İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
Halk Ozanı

 

Tanrı’nın, sağduyunun ve aklın buyurdukları :

– Ahlak, hukuk ve adalet, 
– Sevgi, saygı ve hürmet,
– Dürüstlük, vefa ve sadakat,
 – Vicdan, insaf ve merhamet,
– Duygudaşlık ve eşitlik,
– Barış, huzur ve esenlik,
– Mutlu aile, mutlu toplum,
– Adil ve huzurlu ülke.

Şeytanın ve nefsin fısıldadıkları :

– Kibir, kindarlık ve şehvet,
– Zorbalık, cebir ve şiddet,
– Irkçlık, cinsiyetçilik ve cehalet,
– Yalancılık, fitnecilik ve fesatcılık,
– Ayrımcılık, dinbazlık ve bencillik,
– Düşmanlık, kargaşa ve savaş,
– Mutsuz aile, mutsuz toplum,
– Adaletsiz ve huzursuz ülke.
***
İnsanı Tanrılaştırma,
İnsanın kulu olursun.
Tanrıyı insanlaştırma,
Umut yoksulu olursun.
***
Aydınlar muma benzer,
Işık saçarak erir.
Kara cahil yobazlar,
Aydınları hor görür.

Anayasaya aykırı mıydı? Ali Fuat Başgil ve Tahkikat Komisyonu

Alev Coşkun
03 Haziran 2024, Cumhuriyet

 

27 Mayıs hareketinin 64. yıldönümü nedeniyle değerli gazeteci Sedat Ergin, “27 Mayıs’ın Sancılı Sayfaları” başlığını taşıyan bir yazı dizisi yayımladı.

Bu yazı dizisinde 1961 Anayasası’nın halkoylamasıyla kabul edilişinden sonra 1961 Ekim ayında yapılan seçimler sonunda ortaya çıkan siyasal tablo ve zor dönem anlatılıyor. 1961 Ekim seçimlerinde senatör seçilen Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in Cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçmesi için kendisine yapılan baskı üzerinde duruluyor.

Kuşkusuz bu baskı kabul edilemez. Demokrasiye aykırıdır. O günün güçleri eski Milli Birlik Komitesi üyeleri Orgeneral Fahri Özdilek, General Sıtkı Ulay, Kuvvet Komutanları, siyasal aktörler İsmet İnönü, Osman Bölükbaşı, Ekrem Alican’ın siyasal anılarına dayanarak yazılan ve altı gün süren bu yazı dizisi o günlerle ilgili önemli bilgiler vermiştir.

1961 Ekim seçimlerinden sonra eski Milli Birlik Komitesi’nin artık gücü ellerinden kaçırdıkları Silahlı Kuvvetler içinde “yeminli cunta” denilen bir gücün ortaya çıktığı, belgelere dayanarak anlatılıyor.

İstanbul Üniversitesi’nde polisin öğrencilere uyguladığı orantısız güç sonucu, yüzlerce öğrenci yaralandı.

DEMOKRASİ DERSİ

İşlerin tam çıkmaza girdiği ve Silahlı Kuvvetler içinde oluşan “cunta”nın siyasal etkisinin yükseldiği bir zaman diliminde siyasal parti liderleriyle, TSK generallerinin bir araya geldiği Çankaya toplantısında İnönü’nün verdiği demokrasi dersi üzerinde duruluyor.

Silahlı Kuvvetler 1961 Ekim seçimlerinden beklediklerini bulamamışlardı ve bu duygunun yarattığı bir huzursuzluk içindeydiler. Meclis’in toplanmadan dağıtılmasını isteyenler vardı.

Çankaya’da generaller, siyasal parti liderlerinin katılımıyla bir toplantı yapılacaktı.

Sedat Ergin bu toplantıyı sonradan Hava Kuvvetleri komutanı olan Orgeneral Muhsin Batur’un anılarına dayanarak anlatıyor:

“Kuvvet komutanları, ordu komutanları, kolordu komutanları toplanmışlardı. Toplantıyı Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay açtı. Toplantının gündemini de açıkladı;
‘içinde bulunduğumuz politik ortamda Silahlı Kuvvetler nasıl bir yol izlemeli?…
Meclis’in açılmasına ve demokrasiye geçişe izin verilmeli mi, verilmemeli mi?’”

Batur şöyle sürdürüyor:

İnönü söz aldı. Bu gibi toplantılarda konuşma genelde başkana hitap edilerek yapılır. İnönü ise bizlere generallere doğru döndü… Tok sesi ve kendine özgü şivesi ile ve biraz da sertçe şunları söyledi:

  • ‘Bu anayasa silahlı kuvvetlerin eseri mi? Bu anayasa ve demokrasiye inanıyor musunuz? Eğer böyleyse bu işlere ne karışıyorsunuz? Bunlar Meclislere ait işlerdir…’ dedi.

Uzun bir sessizlik oldu… ”Aslında bu tavır İnönü’nün demokrasiye olan bağlılığının somut bir göstergesidir. Ergin’in yazı dizisinin en önemli noktası, 1961 seçimlerinden sonra Meclis ve Silahlı Kuvvetler içinde oluşan cuntanın yarattığı ortamın açık bir biçimde ortaya çıkmasıdır.
Bu karmaşık ortam beş yıl sürdü ve bu ortamdan demokrasiye inanmış İnönü’nün kesin karar ve tUTUMları sayesinde kurtulunmuştur.

ANKARA’DAN GELEN TELEFON

Ergin’in dizisinde başlıca sözü edilen kişi Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’dir. Biz, bu yazımızda asıl tartışmalı konuya girmek istiyoruz. DP tarafından kurulan Tahkikat Encümeni (Komisyon) anayasaya aykırı mıdır, değil midir?

27 Mayıs 1960 hareketinin en önemli sebeplerinden birisi Meclis’te kurulan Tahkikat Encümeni (Komisyonu) ve bu komisyona verilen yetkilerdir.

Tahkikat Komisyonu, 17 Nisan 1960’ta kuruldu. 15 kişilik komisyonun bütün üyeleri DP milletvekillerinden oluşuyordu. Tahkikat Komisyonu konusu Meclis’te görüşülürken büyük tartışmalar olmuştur.

  • Komisyona tutuklama yetkisi, yargılama ve savcılık yetkisi verilmiştir.

Komisyon gazeteleri ve matbaaları kapatabiliyor, gazetecileri hapse atabiliyordu.
Komisyonun kararlarına karşı da itiraz hakkı yoktu.

Komisyonun kuruluşundan 10 gün sonra 27 Nisan günü bu Komisyona yetkiler veren yasa
kabul edildi. Bu Yasa DP’nin “sivil hükümet darbesi” niteliğindeydi.

28 Nisan 1960 günü, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde üniversite öğrencileri
direnme hareketi başlattılar. “Hukukun katledildiği yerde hukuk okunmaz” diyorlardı.

Üniversite bahçesinde öğrencilerle polis arasında çatışma çıkmıştı. Polis aşırı güç kullanıyordu. Hatıralarında anlattığına göre anayasa hukuku hocası Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, polisin aşırı güç kullanmasına tanıklık ediyordu. Bu sırada Ankara’dan bir telefon geldi. Arayan DP milletvekili ve Milli Eğitim Bakanı Atıf Benderlioğlu idi.

Benderlioğlu telefonda “Hocam, Sayın Başbakan Menderes sizinle görüşmek istiyor. Ankara’ya gelebilir misiniz?” diyordu.

Ertesi gün 29 Nisan 1960’ta bu kez Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesinde protestolar başlamıştı.

Ali Fuat Başgil

KUCAKLAŞAN ASKER ve ÖĞRENCİ

Ali Fuat Başgil hatıralarında olayı şöyle anlatıyor:

“28 Nisan Perşembe günü dersimi vermek üzere, saat 09.00’u geçe, üniversiteye geldim. Binanın cümle kapısı dışında ve içinde üçer-beşer kişilik talebe grupları ve koşuşmaları gördüm. Gençler şakalaşıyor sandım, ehemmiyet vermedim. Saat 10.00’a doğru hadiseler başladı.

Başından sonuna kadar şahidi olduğum bu feci hadiselerin hatırasını unutmak istiyorum. Yalnız örtülü kalan bir iki noktada üstüne parmak basmakla iktifa edeceğim: Saat 11.00’e doğru, gençlik kitlesi, üniversite binasının kule tarafı köşesine bina ile kule arasındaki sahaya toplanmıştı. Yirmi beş, otuz kadar atlı polise emir verildi. Bunlar birden hücuma kalktılar ve kitle üzerine yürüdüler. Gençler polislere taş, toprak, ot, çimen ellerine ne geçtiyse savurdu. Atlar bu türlü hizmetler için yetiştirilmemiş olacak ki ürküp şahlandılar. Dört polisin attan yuvarlandığını gördüm. Kıta geriye çekildi. Bunun üzerine askere marş marş emri verildi. Önde subaylar, bir askeri birlik hızlı adımlarla yürüdü. Büyük bir fecaatin kopması bir an meselesi haline geldi. Üst kat penceresinden manzarayı nefesim tutulurcasına heyecan içinde seyrediyordum. Askerle talebe arasında 5-10 adım aralık kaldı kalmadı, talebe: ‘Yaşa Türk askeri!’ diye hep bir ağızdan haykırdı. Birlik birdenbire durdu. Bir an sonra subay, asker, talebe kucaklaşıyordu.
Bunu görünce heyecanım son haddini buldu ve beni büyük bir endişe sardı.”
(Ali Fuat Başgil’in Hatıraları, Boğaziçi Yayınları, s. 67, 69.)

TARİHSEL TOPLANTI

30 Nisan akşamı Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Bayar, Başbakan Menderes ve
Prof. Dr. Başgil’in katıldığı toplantının siyasal tarihimizde önemli bir yeri vardır. Başbakan Menderes, Prof. Başgil’e “Meclis’in Tahkikat Komisyonu’nu kurması anayasaya aykırı mıdır?” sorusunu sordu. Genellikle muhafazakâr düşünceye sahip anayasa hukuku hocası bilim insanı Başgil şu yanıtı verdi: “TBMM herhangi bir konu hakkında ‘tahkikat’ yani soruşturma komisyonu kurulmasına karar verebilir.” dedi.

Menderes, “O zaman muhalefet neden bu kadar gürültü çıkarıyor?” diye bir karşılık verdi. Başgil’in tarihsel yanıtı şöyledir:

Tahkikat Komisyonu kurulabilir ancak bu komisyona verilen yetkiler anayasaya aykırıdır.
(Ali Fuat Başgil’in Hatıraları, Boğaziçi Yayınları, 1990.)

Başgil hatıralarında şöyle devam ediyor:

“28 Nisan Perşembe günü çıkan bu kanunu okuyunca bazı noktalardan anayasa hududunun aşılmış olduğunu gördüm esef ettim. Bunu 30 Nisan Çankaya sofrası görüşmemde açıkça söyledim. Menderes merhum, salahiyet kanununda hangi noktadan anayasanın aşılmış olduğunu sordu. ‘Misal olarak Meclis müzakerelerinin yasaklanması noktasından aşılmıştır. Anayasanın 25. maddesi mucibince Meclis müzakereleri alenidir. Müzakerelerin neşrinin yasaklanması aleniyet prensibine aykırıdır’ cevabını verdim ve bu noktada merhum ile aramızda uzunca bir konuşma oldu”. (Çankaya görüşmelerini Prof. Dr. Başgil, Cumhuriyet gazetesinde de yazmıştır. Bu makale de önemlidir ve analiz edilmesi gerekir. Başgil’in makalesi 5-8 Haziran 1960 tarihinde yayımlandı.)

SONUÇ

1950-1960 dönemi ne yazık ki belgelere dayalı ve nesnel olarak tüm ayrıntılarıyla henüz yazılmadı. Şunlar ana noktalardır:

  • DP’nin iktidara gelir gelmez CHP’nin mallarına el koyması,
  • Halkevleri ve Köy Enstitülerini kapatması,
  • Kendisine oy vermeyen Kırşehir ilini ilçe yapması,
  • Basın üzerine baskı kurması, gazetecileri hapse atması,
  • Muhalefet lideri İsmet İnönü’ye sopalarla ve taşlarla saldırılması,
    Topkapı’da yolunun kesilmesi, kendisine karşı linç girişiminde bulunulması,

Ve en sonunda, DP’ye gönül vermiş Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in de belirttiği gibi,
anayasaya aykırı Tahkikat Komisyonu kurulması ve yetkiler verilmesi…

Bunlar bilinmeden 27 Mayıs 1960 hareketi tam olarak anlaşılamaz.

Kaynak: Ord. Prof. Ali Fuat Başgil’in Hatıraları, 2. baskı, Boğaziçi Yayınları, s. 65-69.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İKTİDAR SALDIRIRKEN “NORMALLEŞME” ARAYIŞI 

OĞUZ OYAN
SOL PORTAL, 28 Mayıs 2024
https://haber.sol.org.tr/yazar/iktidar-saldirirken-normallesme-arayisi-393527 

Sol Haber’de yer alan son iki yazımda başlıktaki konuya kenarından köşesinden bir biçimde değindim. Ama öyle anlaşılıyor ki bu konuya daha fazla odaklanmamız gerekecek.

Öncelikle “normalleşme” ile kastedilen nedir ona bakalım. Bununla murat edilen, kutuplaştırıcı siyaset yerine diyaloğa ve zaman zaman işbirliklerine açık bir siyasal iklimin (“yumuşamanın”) geçmesi oluyor. Peki ama kutuplaştırma dili ve eylemi nereden kaynaklanıyordu? Doğrudan doğruya iktidarın siyasal bileşenlerinden! Oysa şimdiki normalleşme/yumuşama hamlesi daha çok ana muhalefet partisi üzerinden geliyor. Ana muhalefet partisi, AKP iktidarı boyunca onun Cumhuriyet karşıtı siyasal projelerine, emek karşıtı ekonomik programına cepheden bir muhalefeti hiçbir zaman örgütlemediğine göre, hatta hep alttan alıcı/ödün verici bir çizgiyi benimsediğine göre, bu hamlesinin siyasal oportünitesi (fırsatçılığı) yerinde midir veya bunun anlamlı bir siyasal karşılığı olabilecek midir?

Temel soru budur. Öyle anlaşılıyor ki ana muhalefet, bu hamlesinin toplumun hakemliğinde kendi lehine seçmen desteği olarak döneceğinin hesabını yapmaktadır. Ancak bu çok naif bir beklentidir ve seçime odaklı bir siyaset anlayışına hapsolmak demektir. Oysa ilk sorudan çıkarılabilecek çeşitli türev sorular bulunmaktadır. İşte onlardan biri: İktidar bloğunun karşı devrimci ve emek karşıtı niteliği verili iken, “yumuşama/ normalleşme” denilen şey bu özelliklerinin peşinen kabulüne, pekiştirilmesine ve meşrulaştırılmasına hizmet etmeyecek midir?

İktidara Yeni Fırsatlar Sunmak

Diğer bir türev soru da şu olabilirdi: Nereden itibaren başlayacaktır bu normalleşme? Örneğin AKP’nin kendi dinci rejimini inşa etme gündeminden güçlü geri adımlar atmasından itibaren değilse, tam tersi sonuçlar vermesi siyasetin doğasına daha uygun olmayacak mıdır? Tam da bu nedenle AKP açısından bu “normalleşme” girişimi çok kullanışlı bir araca dönüşmek üzeredir. Birkaç neden üzerinde duralım.

Birincisi ve en güncel olanı, 31 Mart seçimleri sonucunda ilk kez ikinci önem sırasına gerilemiş olan bir “rejim dönüştürücü siyasi hareketin”, kendi yolunda ilerleyebilmek açısından zamanı ve hareket alanı daralmışken, yeni bir “Allah’ın lütfu” olarak kendisine bir can simidi atılmış durumdadır. Üstelik bu can simidinden geminin kaptanlığına yeniden yükselme arasındaki mesafe hayli kısadır.

İkincisi, dinci-despotik rejim kendi gerici programını hızlandırmak ihtiyacı içindeyken ve bunun için de devletin sosyal zorlama uygulamalarını kolluk/yargı baskıları üzerinden sertleştirmeye, açık bir meydan okumaya dönüştürmeye hazırlanırken, bütün bu niyetlerini geçici de olsa perdeleyecek, toplumdan ve siyasal düzlemden yükselebilecek başlangıç tepkilerini yumuşatacak aldatıcı bir normalleşmeden daha fazla neyi isteyebilirdi? Üstelik, ana muhalefet normalleşme derken hiçbir koşul da koşmamaktadır! Örneğin “Türkiye Yüzyılı Maarif Müfredatı” olarak adlandırdığı damardan Cumhuriyet ve Anayasa karşıtı bir uygulamadan herhangi bir geri adım atmaya dönük ne bir istem ne de bir niyet bildirimi bile ortada yoktur!
Eh, iktidarın laiklik karşıtı uygulamalarına karşı çıkmak 2010’dan beri siyasetin mayınlı alanı olarak kabul edilerek (veya, laik seçmenine ihanet etme pahasına, toplumun dinsel duygularının “incitilmemesi” oportünizmine yaslanılarak) bu alan tamamen (tümüyle) terkedildiğine göre, şaşılacak bir durum da yoktur.

Üçüncüsü, iç ve dış sermayenin istemleriyle tümden uyumlu ama tam cepheden emek ve halk karşıtı bir istikrar programını uygulayabilmek açısından da iktidarın devletin sosyal zorlama araçlarını harekete geçirmesi gerekirdi. Önce şunun altını çizelim: 2016-2022 döneminde emek aleyhine kuvvetli bir bölüşüm şokuna sebep olduktan sonra, iktidar şimdi de 2023 Haziran’ında başlattığı ve 2024 Nisan’ından itibaren (başlayarak) dozunu iyice artırmaya koyulduğu yeni bir bölüşüm şokunu emekçi kesimlere kabul ettirme derdindedir.

Toplam olarak bakılırsa, 2016 sonrasında emek aleyhine gelir dağılımı bozulmalarının 1980’lerdeki tarihi bozulmanın çok ötesine taşınmış olduğu ve bundan böyle daha da şiddetleneceği anlaşılır. Bu bağlamda 1980’lerle karşılaştırmaya şu anımsatma da eklenmelidir: 1980’lerde 24 Ocak Kararlarının öngördüğü sert sınıf saldırısı ancak 12 Eylül askeri rejimi aracılığıyla (sendikaların ve siyasi partilerin yasaklandığı, yöneticilerinin tutuklandığı bir konjonktürde) uygulanma olanağı bulabilmişti. Gerçi emekçi sınıfların örgütlenme düzeyi ve mücadele kararlılığı bugün o dönemle karşılaştırılamayacak ölçüde geridedir. Ama gene de bugünkü sermaye iktidarının işi şansa bırakacak, sendikaları sarılaştırmakla yetinecek durumu olamaz. Her an her şeyin kontrolünden (denetiminden) çıkabileceğini hesaba katmak zorundadır. Bu nedenle de iktidarının faşist yönelimlerini berkitmesi, şiddete dayalı kolluk/yargı baskılarını örgütleme kapasitesini pekiştirmesi gerekmektedir.

Ama bunun için de elini yeni baskılama düzenlemeleriyle güçlendirmesi gerekir. İşte bu nedenle yargı paketini hazırlamakta, içine “kara propaganda” kodlamasıyla “etki ajanı” gibi hukuk-dışı muğlak suçları dahil etmektedir. Her türlü muhalif sesi bastırmaya dönük düzenlemeler bunlarla da sınırlı kalmamakta, Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği üzerinden -legal siyasal partilerin mitingleri de dahil olmak üzere- iktidarın sınıfsal saldırısına karşı anayasal direniş haklarını kullanmak isteyecek tüm toplumsal kesimleri kriminalize etmeye hazırlanmaktadır. Emekli TSK personeline medyada konuşma/yazma yasağı getirilmesi (iktidar siyasetinin parçası olanlar bunun elbette dışında tutulacaktır) gibi keyfi ve baskıcı düzenlemeler de sıradadır. RTÜK’ün iktidarın işine gelmeyen haberleri “BİP” uygulaması ile sansürlemek istemesi de iktidarın faşist yüzünü sergilemekten kaçınmayacağının yeni işaretlerindendir.

Sonuç

Şimdi büyük siyasal stratejiymiş gibi “normalleşme” adımları atan ve Erdoğan’ın Haziran başında yapılacağı duyurulan karşı ziyaretine hazırlanan ana muhalefet partisi yönetimine de bir çağrımız olsun :

Gezi tutuklularının serbest bırakılması” gibi nokta hedeflere yönelen ve buradan alınabilecek kısmi (parçalı) bir başarıyla (ki bu kez çok daha zordur) yetinen bir muhalefet anlayışı, faşizme sürüklenen bir Türkiye’de doğru politika ekseni olamaz.

Hadi azami talepleri (istemleri) bir yana bırakalım. Ana muhalefet partisi, uzlaşmacı siyasetinin karşılığı olarak, hiç olmazsa iktidar cenahından “Maarif Müfredatı”, “etki ajanı” ve “Seferberlik… Yönetmeliği” gibi gerici/despotik girişimlerinden vazgeçmesini önkoşul olarak isteyemez miydi?

  • İsteyemeyeceğini biliyoruz, iktidarın da geri adım atmayacağını biliyoruz, ama biz gene de çağrımızı yapmış olalım.

Siyaset bir meydan okuma işidir ve geçici kazanımlardan çoğunu hedeflemeyi gerektirir.

7 Haziran 2015 ve 31 Mart 2024

Anayasal seçim tarihine göre 2015, AKP iktidarlarının ortası (2002-2028). 1 Haziran 2015 ve 31 Mart 2024 arasındaki benzerlik ve ayrışmalar neler?

DÜNÜN DERSİ

7 Haziran 2015’te AKP, 4. Yasama seçiminde TBMM’de azınlığa düştü.

Suruç’ta (20 Temmuz 2025) başlayan ve Ankara Garı’na (10 Ekim 2025) uzanan zincirleme saldırı ve toplu ölümler, Anadolu tarihinin  “en kara yazı” olarak toplum belleğine kazındı.

İstikşafi’ olduğu sonradan itiraf edilen CHP ile koalisyon görüşmeleri sözde kaldı; gerçek olan patlayan bombalardı. Cumhurbaşkanı ise, sözde Anayasal yetkisini kullanarak seçimlerin -4 yıl sonrası yerine- 5 ay içinde yapılmasına karar verdi: 1 Kasım 2015.

Ya sonrası? 15 Temmuz 2016, 16 Nisan 2017, 24 Haziran 2018, 31 Mart (23 Haziran) 2019,
14 ve 28 Mayıs 2023. Ayrı ayır ele alınması gereken bu anayasal ve siyasal tarihlerin ortak paydası, hukuk ve demokrasi yerine iktidar bekası için her yolu kullanmak.

GERÇEK GÜNDEM

31 Mart 2024 seçimlerinde ise, 2018’den bu yana TBMM’de azınlıkta olan AKP, tabanda da 2. Parti konumuna geçti; CHP ise ilk kez 1. Parti oldu.

31 Mart seçimleri sonrası AKP-MHP koalisyonunun gerçek gündemi ne?

Maarif müfredatı,
-Dezenformasyondan sonra etki ajanı düzenlemesi,
Seferberlik ve savaş yönetmeliği,
28 Şubat komutanlarının Anayasa dışı mahpusluğu ardından emekli askerlere ekran yasağı,
Gezi intikamının sürekliliği,
-Sinan Ateş siyasal cinayeti,
-A. B. Kaplan vak’ası ve Ankara’da çeteler savaşı
-Saraylar saltanatı ve halkın sefaleti,
-İnsan haklama, çevre ve doğa yağmasına eklenen hayvan katliamı (kırımı),
-Sürekli istismar edilen dinin siyasete alet edilmesi; Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB)’nın
buna öncülük etmesi,
Hamas üzerinden onarılmaya çalışılan Müslüman Kardeşler köprüsü. (…)

YALANCI GÜNDEM

Kamuda tasarruf’: ‘Tasarruf tedbirleri’ adı altında alınan ve saydam olmayan önlemler,
Sarayı ve DİB’i kapsam dışı bıraktıkça ‘göstermelik’tir.

Anayasa’: Yürürlükteki Anayasa’ya asgari saygı gösterilmedikçe, değişiklik ve yenileme söylemleri ‘sahte’dir.

‘CBHS’:  Hükümet ilga edildiği, Cumhurbaşkanı Parti başkanı olduğu, rejim ve sistem yerine keyfiliğin geçerli olduğu bir yönetim için Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, gerçek karşılığı olmayan ‘sanal’ bir kullanımdır.

CBHS’ye karşı olanların da bu kullanım tuzağına düşmüş olması da, acı bir gerçektir.

İKİLİ AMAÇ

Gerçek ve sözde gündemin seçimlere yönelik amacı, AKP-MHP iktidarının bekası; 2. Yüzyıla yönelik amacı ise, “Türkiye vizyonu” söylemi ile ‘Cumhuriyet kazanımları’ ve Türkiye’nin tarihsel, kültürel ve doğal değer ve varlıklarını bozmak ve yok etmek, en hafif deyimi ile bunlara, genç kuşakları yabancılaştırmak.

Özetle, gerçek ve yalancı gündemin ikili amacı açık: 2028’deki 28. Yasama seçiminde de iktidarı bırakmamak, bıraksa da, gelecek kuşakları, “bilimsel eğitim-özgür birey ve sorumlu yurttaş” gereklerinden yoksun kılmak.

VE ÇİFTE MİRAS

İlk on yıl; AKP-FETÖ enkazı

İkinci on yıl, AKP-MHP’nin devam eden…

Ortak payda; hukuk ve liyakat yokluğu, keyfilik ve yandaşlık

Anayasal ve siyasal tarihe ihanet olan 2017 kurgusunu pekiştirmek için, darbe anayasası ve sivil anayasa karşıtlığında yürütülen dezenformasyon kampanyası, en sadık yandaşlar için bile inandırıcı değil 31 Mart sonrası.

FARKINDALIK VE KARARLILIK

Ne yapmalı?

Rejim ve sistem yokluğunu sürdürme kararlılığı karşısında yakın geçmiş üzerine sürekli bellek tazeleyerek, gerçek gündem ve yalancı gündem farkındalığı ile, “bilimsel eğitim- özgür birey ve sorumlu yurttaş” üçlüsü için, bireysel ve toplu olarak

  • düşünsel-hukuksal ve eylemsel mücadelelere süreklilik kazandırmak.

Failleri Anayasa’ya saygıya zorlama ve demokrasiye geçiş için TBMM önünde sorumlu hükümet kararlılığı, HUKUKA ve DEMOKRASİYE ÇAĞRI ile pekiştirilmeli ve sürekli kılınmalı.

Cumhuriyet’in 2. Yüzyılı tarihi, tehlikelerini fark edip Türkiye Yüzyılı’na karşı sivil ve siyasal örgütlerin kararlı mücadelesi ile yazılabilir ancak.
====================================
Yazarın Son Yazıları

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 29 Mayıs 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

BESLEME

İBB İmamoğlu’nun gazetecilere yurt dışı gezisi yaptırdığı açıklandı.

  1. Katılan gerçek gazeteci midir?
  2. Götürmek / gitmek etik midir?
  3. Kimin parası kime verilmiştir?..

BİTİŞ

AKP, beş yılda 20 milyar TL harcayıp bitiremediği millet bahçelerinin yapımını durdurdu.

Yalan bitmedi, para bitti…

PEYNİR

İliç Maden Kazasını araştıran kurulda sunum yapan akademisyenler, siyanürün zararlı olmadığını anlatınca Mustafa Sarıgül, “Siyanür değil sanki Erzincan tulumu” demiş.

Hocalar özelmiş…

HESAP

İliç’te faciaya sebep olan kapasite artış iznini dönemin bakanı Murat Kurum’un onayladığı açıklandı.

Kurum kurum kurumlanmak kolay, haydi hesaba!..

KANAT

İmamoğlu, 300 halk otobüsü alınmasını engelleyen RTE’ye “Halk sandıkta bileti kesti, engellemekten vazgeçin” dedi.

İnadı inat, basen iki kanat…

TEBLİĞ

Ordu’da halka “namaz çağrısı” yapan Mahmut Efendi Tarikatı mensuplarına bir vatandaş,
“Dini siz böldünüz, milleti siz böldünüz, defolun!” diye tepki gösterdi.

Kuyruklarını kıstırıp gittiler.

Anladıkları dilden tebliğ edilmiş…

YUMURTA

AKP iktidarı Sudan’dan yumurta ithal edecek.

Tavuk beyni de getirtip yeseler…

VERİM

Sudan’dan sebze meyve üretimi için kiralanan 10 milyon dönüm arazi verimsiz çıkmış. Paralarımız boşa gitmiş.

Tasarruf, verimli yatırımla olur. Akıldan tasarruflularla olmaz…

İHALE

Ulaştırma Bakanı Uraloğlu, ihale verdiği şirketin uçağı ile uçmasının sözleşme gereği olduğunu açıkladı.

Özürü kabahatinden büyük…

İnsan ve hayvan

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
27 Mayıs 2024, Cumhuriyet

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in iyi niyetli normalleşme girişimlerine karşın AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin anormalleşme girişimleri, yıllardır söz konusu olduğu gibi, tüm hızıyla sürüyor.

CHP’nin 31 Mart yerel seçimlerinden birinci parti olarak çıktığı tarihten sonra, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli adı altında Milli Eğitim müfredatı ümmetçi eğitim müfredatına dönüştürüldü, eğitimin dinselleşmesi uygulamaları sürdü; emperyalizmin oyuncağı olan köktendinci terör örgütü Hamas, emperyalizme karşı onurlu bir mücadele veren Kuvayı Milliye’ye benzetildi; anayasal bir hak olan 1 Mayıs gösterileri engellendi, gösteriye katılanlar tutuklandı; Kobani davasında kimi siyasetçilere hukuka aykırı kararlar verildi; “Gezi” kumpas davasından tutuklu olanlar serbest bırakılmadı; seferberlik yetkisi cumhurbaşkanına devredildi; etki ajanlığının engellenmesi” ve emekli askerlere açıklama yasağı adı altında yeni sansür uygulamaları devreye sokularak, anayasanın düşünceyi ifade ve yayınlama özgürlüğüyle ilgili maddeleri bir kez daha yok sayıldı.

Son olarak da, kedi ve köpek gibi yüz binlerce sokak hayvanının “uyutularak” katledilmeleri için girişimler başlatıldı! Böylece Türkiye’nin, dünyanın ve insanlık tarihinin en büyük hayvan katliamlarından birisini gerçekleştiren ülke olarak anılmasının yolu açıldı!
***
İnsan ile hayvanı ayıran en önemli özellik, hayvanın potansiyel boyutunun ve özgür iradesinin sınırlı olması, insanın ise daha geniş bir potansiyele ve özgür iradeye sahip olmasıdır. Ancak insandaki bu potansiyel, olumluya doğru bir gelişmeye neden olacağı gibi, olumsuza yönelik bir gerilemeye de neden olabilir. İnsan iyiye de kötüye de evrilebilir.

Bu nedenle insan çok iyi ve güzel şeyleri yaratabileceği ve oluşturabileceği gibi, dünyayı büyük felaketlere de sürükleyebilen bir canlıdır. Savaşlara ve onlarca milyon insanın ölümüne yol açan; soykırım ve katliam yapan; nükleer felaketlere neden olan; doğayı yok eden ve küresel ısınmadan sorumlu olan; yoksulluk, sefalet ve sömürü üreten; din adına insanları baskı altında tutan; köleliğe, feodalizme, monarşiye, teokrasiye, kapitalizme, faşizme, ırkçılığa, köktendinciliğe yol açarak uygarlık hedefine darbe vuran, insandır.

Hayvanlar bunların hiçbirinden sorumlu değildir. Hayvanların dünyaya, doğaya ve insanlığa verdikleri zarar, insanın dünyaya, doğaya ve insanlığa verdiği zararın yanında, okyanustaki toplu iğne kadar bile değildir.

Hayvan bu anlamda masum bir canlıdır.

Ayrıca hayvan ne ise odur. Hayvan göründüğü gibi olan ve olduğu gibi görünen bir canlıdır. Hayvan, insanların birçoğu gibi, ikiyüzlü değildir. 

Bunun da ötesinde, hayvan dünyanın organik yapısıyla uyumludur. İnsan ise dünyanın organik yapısını altüst eden ve yapaylık üreten bir canlıdır.

  • Hayvanlardan nefret eden,
  • hayvanlardan yabancılaşan,
  • hayvanlara eziyet eden bir insan,
  • normal bir ruh ve akıl sağlığına sahip bir insan olamaz.

Hayvanları sevmeyen bir insanın, insanları da sevmesi olanaklı değildir. Hayvanlardan nefret eden bir insan, tümel olarak insanı ve insanlığı değil, en çok, belli başlı tikel insanları sevebilir.
***
Türkiye’de sokaktaki hayvanları “uyutarak” katletmek veya çok kötü koşullara sahip eldeki barınaklara sokmak barbarlıktır.

  • Yapılması gereken, bir yandan iyi koşullara sahip barınak sayısını artırmak,
    bir yandan da bu hayvanları kısırlaştırmaktır. 

Bugüne dek sokak hayvanlarının saldırısına uğrayan kaç kişi vardır ve bunların yüzde kaçı yaralanma ve ölümle sonuçlanmıştır?

Sokak hayvanlarının insanlara verdiği zarar ile insanların insanlara verdiği zarar karşılaştırıldığında, örneğin cinayet işleyen, darp eden, tecavüz eden, hırsızlık yapan insanların sayısıyla karşılaştırıldığında, acaba ortaya nasıl bir tablo çıkar?!


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İnsan ve hayvan27 Mayıs 2024

Çatışma ortamı ağırlaşıyor!

Yakup Kepenek

Yakup Kepenek

Siyaset 26.05.2024, BİRGÜN

Toplum,  giderek ağırlaşan bir iç çatışma ortamına yuvarlanıyor. 

Yıllardır, toplumsal barış ayaklar altındadır. Sokak çatışmaları hızla yayılıyor;  kiracı-ev sahibi savaşları yaşanıyor; kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri hızla artıyor; işyerleri açıkça kurşunlanıyor. Yolsuzluklar, yoksulluklar ve kamuda insan kayırmacılıkları sıradanlaşıyor.

Kobani, Kavala ve Can Atalay bağlamında yaşanan ağır hukuksuzluklar,  hukuk üst kurumları arasındaki savaş ve Sinan Ateş cinayeti sonrasında siyaset-hukuk-güvenlik üçlüsünde görülen çöküş, derin toplumsal yaralar açıyor. Futbol maçları bile birlikte izlenemiyor.

GÜVENLİK DE ÇETELEŞİRSE… 

Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla ülkemizde suç örgütlerinin kamu yönetiminin içinde cirit attığı ve cirit atmanın son yıllarda ağır hızla arttığı biliniyor.

Ancak geçen günlerde Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün üst düzey görevlilerinin katıldığı “silahlı sokak çatışması, “başlı başına” bir “toplumsal yıkımdır”.  Başkent Ankara’nın göbeğinde, açıkça sokak çatışması ile siyaset- mafya-ticaret ve bu kez “cemaatler” dörtlüsünün iç içe geçtiği bir süreç yaşanıyor.  Yaşanan çatışmanın önceki ve şimdiki İçişleri bakanları arasındaki güç kavgasından kaynaklandığı; iktidar ortağı MHP’nin tam da bu olayların içinde olduğu yorumları yapılıyor ve dahası askeriyede “insan kaçakçılığı” yapıldığı anlaşılıyor.

Can güvenliğinin kurumsal yapısının en tepesinde iç savaş yaşanırken sorulan şu soru, gerçekte, güvenlikteki yıkımın kanıtıdır:

  • “Tuzak polislere mi kuruldu; yoksa tuzağı polisler mi kurdu?”

Bu sorulara Saray’ın sözcüleri de yanıt arıyor; halk ne yapsın?

Sivillerin sınırsız silahlanmasıyla birlikte hukuktan sonra iç ve dış güvenlik güçlerinin de içine sürüklendiği çürümüşlük, bir bütün olarak, “bireyleri”  yargı kararı olmadan haklarını alma, “toplumu” da iç çatışma noktasına taşıyor.

FUTBOL DA SAVAŞ ALANI OLMUŞSA! 

İç güvenlikte büyük deprem yaşayan Türkiye, “hiç olmaması gereken” alanda, sporun en çok “toplumsallaşmış” olduğu futbolda da hızla bir iç çatışma ortamına sürükleniyor. Bu nedenle futbolun ayrıca ele alınması gerekiyor.

Yönetimine Saray’ın ne denli karıştığı tartışmaları bir yana, bu ortamın baş sorumlusu Türkiye Futbol Federasyonu -TFF’dur. Burada birkaç noktanın altı çizilmelidir.

Birincisi, TFF ülkenin gençlerinin futbolcu olarak yetişmesi için çalışmıyor; her üç profesyonel futbol liginde, üstelik çok para ödenerek getirilen ve pek çoğu niteliksel olarak da yetersiz olan yabancı oyuncu oynatılıyor.

İkincisi, yine yıllardır, özellikle önde gelen takımların aralarındaki maçlara karşı takımın taraftarları ya hiç alınmıyor ya da çok sınırlı sayıda seyirci alınıyor. Bu nedenle de, “bölünen” halk birlikte, güle-oynaya futbol maçı da seyredemiyor.

Üçüncüsü Türkiye Kupası gibi önemli bir futbol etkinliğini Cumhuriyet’in 100. Yılında Riyad’a taşımaya çalışan ancak bundaki başarısızlığının suçunu Fenerbahçe’ye yükleyen TFF,  Süper ve I. Lig maçlarının yayın hakkını “çok tartışmalı bir ihale” ile gelecek üç yıl boyunca “yine ucuza ve yine Katar sermayesi Bein Sports’a” verebiliyor.

Dördüncüsü, yerli futbolcu yetiştirmeyen TFF, yerli hakem de yetiştirmiyor; dışarıdan VAR hakemi (video yardımcı hakem) getiriyor. Yine de maçların yönetiminde haksızlık yapıldığı çığlıkları ve “şike” yapıldığı savları bir türlü dinmiyor. Taraftarlarda takımlarına “haksızlık yapıldığı” kanısı tam anlamıyla yerleşmiş bulunuyor.

Geçen pazar günü üstelik 19 Mayıs günü yapılan Galatasaray-Fenerbahçe maçı sırasında ve sonrasında yaşananlar, tüm bu olumsuzlukların doğrudan sonucudur ve yalnız ülke futbolunun getirildiği çöküşü göstermekle kalmıyor, toplumsal çatışma ortamının ayrı bir boyutu oluyor

Bu çerçevede değinmek gerekiyor: Sonu gelmeyen saldırılar, verilen çok ağır cezalar, gerçekte,  FB’nin Cumhuriyet’in değerlerini sahiplenmesinden kaynaklanıyor. Ülke futbolunun sağlıklı bir kurumsal yapıya kavuşması için gösterdiği çabalarla birlikte bu nedenle de FB’de Ali Koç yönetiminin sürmesi gerekiyor.

BÖYLE GİTMEMELİ

AKP-MHP iktidarının, ülkenin bir iç çatışma ortamına sürüklenmekte olduğu
gerçeğini görmesi için “her çabanın” harcanması gerekiyor!

Bu gelişmeler karşısında AKP-MHP iktidarının, Etki Ajanlığı yetki düzenlemesi ile gerçekte çok kısıtlanmış olan basın-yayın özgürlüğünü daha da sınırlamaya çalışması ve Başkan Erdoğan’ın, Seferberlik ilan etme yetkisini “yine kendi kararı ile kendisinin üstlenmesi”,  eğitimde “Müfredat dayatması” ve 1 Mayıs’ta gösteri ve yürüyüş hakkını kullananların tutuklanması vb. gerçekte “ateşe benzin dökülmesine” benziyor.

Bu nedenle her uyarı olanağı kullanılarak, iktidarı ve muhalefetiyle, siyasetin öncelikle ve hiç zaman yitirmeden toplumun çatışma ortamından kurtulması için çaba harcaması gerektiği uyarısının toplumsal barışa duyarlı tüm toplum kesimlerince yapılması “yaşamsal”  bir zorunluluk oluyor.
=============================
Yazarın Son Yazıları

27 Mayıs Devrimi ve 1961 Anayasası

Alev CoşkunAlev Coşkun
27 Mayıs 2024, Cumhuriyet

 

27 Mayıs hareketinin 64. yılındayız. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleriyle karıştırılmamalıdır.

12 Mart ve 12 Eylül darbeleri emir-komuta zinciri içinde üst düzey komutanlar tarafından ve NATO’nun destekleriyle gerçekleştirildi.

  • 12 Mart (1971) ve 12 Eylül (1980),
    temelde 27 Mayıs 1960’ın yarattığı 1961 Anayasası’na karşı yapılmıştır.

12 Mart “tutucu” (muhafazakâr), 12 Eylül ise kararları ve sonuçları bakımından “karşıdevrimci” bir askeri harekettir.

27 Mayıs hareketinin en önemli ürünü 1961 Anayasası’dır. Bu anayasa hukukun üstünlüğü ilkesini benimsemiş ve anayasa bu temel ilke üzerine yapılandırılmıştır.

27 Mayıs devriminin ürünü olan 1961 Anayasası, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan yeni anayasalardan esinlenerek düzenlenmiştir. Avrupa’daki bu yeni anayasalar egemenliğin kullanılmasının tek başına bir organ, kişi, zümre ya da sınıfa bırakılmasını engelliyordu. Demokrasiyi kullanarak iktidara gelen demokrasi karşıtı rejimlere açık kapı bırakmıyordu. İktidarı ele geçiren siyasal iktidarın bir dikta yaratmasını engelleyen kurumlar oluşturuldu. Çağdaş demokrasilerde, Meclis çoğunluğunun her istediğini yapması artık geçerli değildir.

  • Hukukun üstünlüğü ilkesi ve demokrasinin kendisini koruma hakkı düşüncesinin gelişimiyle, anayasa mahkemeleri ve
    Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kuruldu.

Böylece siyasal iktidarın yetkileri sınırlandırıldı.

1961 Anayasası, seçimle oluşturulan bir Meclis tarafından yapılmıştır. Her ilden bir kişi, İstanbul’dan dört kişi, İzmir ve Ankara’dan üç kişi seçilmiştir. Üniversiteler, odalar, barolar, basın kuruluşları, yargı organları, sendikalar, öğretmen kuruluşları, kooperatifler ayrı ayrı toplantılar yaparak kendi içlerinden onar kişiyi seçerek Meclis’e gönderdiler. Bu nedenle Meclis’e “Kurucu Meclis” adı verildi.

1961 Anayasası’nda yer alacak basın özgürlüğü ile ilgili maddeleri konuşmak için
Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar başkanlığında toplanan Anayasa Komisyonu üyeleri, gazeteciler ve sendika temsilcileriyle bir araya gelmişti. Toplantıda; komisyon üyeleri, Prof. Dr. H. Nail Kubalı,
Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, Prof. Dr. Muammer Aksoy ve İstanbul gazetelerinin yazıişleri müdürleri bulunuyordu.

İNSAN HAKLARI

1961 Anayasası, öncelikle “insan haklarına dayalı devlet” ilkesini anayasanın temel ilkelerinin içine almıştır. (Md. 2 ve 10)

1961 Anayasası’nda temel hak ve özgürlükler kısaca sayılıp geçilmemiş, aksine anayasanın
üçte biri bu olguya ayrılmıştır. Bu konudaki en önemli yenilik “Bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunulmaz” ilkesidir. “İnsan haklarına bağlı devlet” ilkesiyle “temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunulmayacağı” ilkesi yan yana getirilip irdelendiği zaman, 1961 Anayasası’nın ne derece ilerici ve devrimci bir anayasa olduğu açıkça ortaya çıkıyor.

SOSYAL DEVLET

Anayasanın 2. maddesi “sosyal bir hukuk devleti”nden de söz etmektedir. Sosyal devlet ilkesi anayasada ele alınarak kurallaştırılmıştır. Bireyin devletçe korunması, çalışanlara sendikal hakların tanınması, asgari ücretle insanlık onuruna yaraşır bir yaşam düzeyi sağlanmasının gerekliliği, açık bir biçimde belirtilmiştir.

Sosyal devlet; güçsüzlerin, yoksulların önündeki engellerin kaldırılmasını öngörür. Ekonomik
ve kültürel yönden zayıflara ve güçsüzlere haklarının tanınması ve bölgeler arasındaki dengesizliklerin giderilmesi yönünde devlete görev verir. Anayasa, planlamaya önem vermiş
ve “Devlet Planlama Teşkilatı” kurulmuştur.

HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ

1961 Anayasası, güçler ayrılığı ilkesini kabul etti. Yasama, Yürütme, Yargı güçleri birbirinden ayrıldı. Yargı bağımsız oldu.

1961 Anayasası, Meclis’te kabul edilen yasaların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimini sağlayacak olan Anayasa Mahkemesi’ni kurmuştur. Türk anayasa geleneğinde bir devrim yapılarak, yasaların (AS: ve TBMM İçtüzüğünün) yargısal denetimi böylece kurumlaştırılmıştır.

  • Anayasa Mahkemesi’nin kurulması demokrasinin güvencesi olmuştur.

İdarenin hukuka bağlılığını sağlayacak başka bir maddede de “idarenin her türlü eylem ve işleminde yargı yolunun açık olduğu” belirtilmiştir.

LAİK DEVLET İLKESİ

1961 Anayasası’nın başlangıç kısmında ulus için:

(a) “kıvançta ve tasada birlik”;
(b) esin kaynağı “Milli Mücadele ruhu” olan Türk ulusçuluğu;
(c) “Yurtta barış dünyada barış” ilkesinde dile gelen barışçılık ve
(ç) her alanda çağdaş uygarlık düzeyine erişmeyi amaçlayan Atatürk devrimciliği

kavramlarının altı çizilmiştir. Anayasa, yukarıda ilkeleri belirtilen başlangıç bölümüne gönderme yaparak bu öğeleri kurallaştırmıştır. Şöyle ki:

  • Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan;
    milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”
    (Md. 2)

Temsilciler Meclisi’nin ikinci toplantısında başkanlığa Kazım Orbay, kâtipliğe ise Alev Coşkun, Oktay Ekşi, Rifat Çini ve Ziya Yücebilgin seçildi. (9 Ocak 1961 tarihli Cumhuriyet gazetesi)

YENİ ANAYASA

Bugünlerde yeni anayasa yapılması, gündemin ana konusu durumuna gelmiştir. 1961 Anayasası bu yeni anayasa için temel kaynak olmalıdır. Bu nedenle gerçekleri yeniden tekrarlıyoruz.

27 Mayıs 1960 hareketi, öbür askeri darbelerle karıştırılmamalıdır. Sendikalar, üniversiteler, emekçiler ve özellikle gençlik tarafından yüksek oranlarda desteklenmiştir.

27 Mayıs 1960 hareketi, seçimle bir kurucu Meclis oluşturmuştur.

Bu Meclis’te sendikalar, kooperatifler, yüksek yargı organları, odalar, barolar ve kendi aralarında seçtikleri üyelerle temsil edilmişlerdir.

1961 Anayasası, kurucu Meclis’ten sonra halkoylamasına sunulmuş ve halkoylamasıyla kabul edilmiştir. Bütün dünyada, uluslararası kuruluşlarda, 1961 Anayasası’nın ilerici, hukuk devletine ve demokrasiye bağlı olduğu kabul edilmiştir.

1961 Anayasası, Türk toplumunun 200 yılı aşan uygarlaşma hareketinin; çağdaşlaşma, demokratikleşme ve hukuka bağlılık açısından doruklarından birisidir.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları