Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

Anayasa icra yargısı

Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarının uygulanması, anayasal adil yargılanma hakkı ilkelerinin sonucu ve geçerlilik ölçüsüdür. İcra yargısı, kararların doğrudan etkisi olarak uygulama ve uygulatma, kararların nesnel işlevi ve bu çerçevede kamusal makamların yükümlülüğünü kapsamına alır.

Anayasa Mahkemeleri, kararlarına saygı ve kararlarını uygulatmak için kendine özgü yetkilerle donatılmış bulunuyor ve bu yetkiler giderek çeşitleniyor. AYM kararlarının uygulanmasına karşı özellikle kurumsal direnmeleri aşmak ve sorumlulara yaptırım uygulamak için “anayasal icra yargısı” geliştirilmektedir.

Anayasa Mahkemesi kararları… yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar.” (md. 153/son) hükmü açık olmakla birlikte birçok devlet Anayasası, böyle bir düzenlemenin ötesine geçerek kararların kimler tarafından ve nasıl uygulanacağına ilişkin açıkça kurallar öngörmekte. Anayasa Mahkemesi, doğası gereği, Anayasa’nın ve öbür resmi makamlarca yapılan yorumların nihai (sonal) yorum merciidir (yeridir); özellikle öbür makamların yorumlaması, Anayasa’ya aykırı olduğu zaman. Bu da, Anayasa Mahkemesi’nin yorum alanındaki üstünlüğünü doğrular.

Sorumluluk, Anayasaya aykırı işlem sahibine veya AYM kararını uygulamayana yöneltilmektedir. Yaptırım konusunda Anayasa Mahkemelerine tanınan yetkiler giderek artmakta. Ekvator Anayasası’na göre, eğer kamu görevlileri karara uygun hareket etmezler ise, “yargıç, görevden çıkarılmalarını emredebilir…”. AYM’nin, anayasal yargı kararlarını uygulamayanlara yaptırım uygulama yetkisi vardır.

İspanya’da, bu konuda 2015’ten bu yana somut ve oldukça ayrıntılı bir düzenleme yürürlüktedir. Kararının ihlalinin saptanması durumunda Anayasa Mahkemesi, kendiliğinden veya taraflardan birinin istemi üzerine, kararı uygulamakla yükümlü kurumları, makamları, görevlileri ve özel kişileri, uygulamaya ve belirlediği süre içinde kendisini bilgilendirmeye zorlayabilir. Mahkeme, kararının kısmen (bir ölçüde) veya tümden yerine getirilmediğini saptarsa, para cezasından ceza yaptırımına uzanan önlemlerden birini kararlaştırabilir. Bireysel başvuru yoluyla “etkili bir korunma hakkı” veya etkili bir hukuksal korumadan yararlanma hakkı da öngören İspanya Anayasası’na göre eğer olağan yargıç, Anayasa’yı AYM’nin öngördüğü biçimde uygulamaz ise, bu direnmeye karşı başvuru olanağı vardır. Bu durumda Anayasa yargıcı, “yargıçlar yargıcı” konumuyla karar veriyor.

Peru, Kostarika, Meksika ve Rusya’da benzeri düzenlemeler var. Kolombiya Anayasa Mahkemesi’nin yetkileri ve yükümlülükleri yargı aşamasıyla sınırlı olmayıp, kararların icra aşamasını da kapsar. Kostarika, AYM kararlarını uygulamayanlar veya uygulatmayanlar için hapis cezası öngörüyor. Meksika’da, kararların icra edilmemesi durumunda sorumluları görevden alma yaptırımı da öngörülüyor. Rusya’da AYM kararının uygulanmaması, kötü uygulanması veya uygulanmasına engel olunması, ceza yaptırımı uygulanması sonucunu doğuruyor.

Gana Anayasası ise, ”ağır cezalı ve siyasi yasaklı” bir suç öngörüyor (md.2): ”Bu Anayasa gereğince, Mahkeme kararına saygı duymama veya gereklerini yerine getirmeme ağır bir suç oluşturur…”.  Bu suçu işleyen kişi, 10 yıla dek hapis cezasına çarptırılabilir ve hapis cezasını çektikten sonra on yıl geçmedikçe seçilemez veya kamu görevine gelemez. Mozambik, Moldavya, Arnavutluk ve Letonya’da benzer yaptırımlar öngörülmüştür.

Anayasa Mahkemesi, Avrupa modeli ekseninde Avusturya, İtalya ve Almanya’dan sonra 1961 Anayasası ile kurulduğu sırada, adı geçen devletlerin hemen hiçbirinde anayasa yargısı yoktu. Son dokuz aydır, kararlarını uygulamama bir yana, kararları nedeniyle Anayasa Mahkemesi’ne karşı söylem, eylem ve işlemler, “anayasal düzeni ilga girişimi” olarak nitelenebilecek bir eşiğe ulaştı. Öyle ki, bu eylem ve işlemlerin öncülüğünü yapan kişi, savcılıkta en üst makama atanarak ödüllendirdi. Ödüllendirme, Yargı-Yürütme ve Yasama üçlüsünde yapıldı. Sistematik Anayasa ihlalleri ile “anayasal düzeni ilga girişimi” de Cumhuriyet’in temel organları üçlüsünde gerçekleşmiş oldu.

Bu nedenle, 16 Ağustos günü (2024) TBMM’nin Anayasa Mahkemesi (Can Atalay) kararını uygulaması, demokratik hukuk devletine ve Anayasal düzene dönüş adımını oluşturacak.
==========================================
Yazarın Son Yazıları

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 14 Ağustos 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

ŞEFFAF

Pahalılık verilerini yansıtmayan TÜİK çok şeffaf olduğunu açıkladı.

Paketini görelim… (Enflasyon sepetini)

YOLSUZLUK

Yolsuzluk sıralamasında 2010 yılında 50. iken en çok puan yitiren ülke olduk ve 115. sıraya düştük.

AKP yolsuzlukla mücadele ediyor da ondan… (!!)

ÇUKUR

5.6 milyon yolcu kapasiteli Adana Havaalanı varken Çukurova’ya 8 milyon kapasiteli yeni havaalanı açıldı.

Vatandaşın gereksinimi için mi, yandaş müteahhitin (yüklenicinin)  köşe olması için mi?..

ÇOCUK

Aile Bakanı Göktaş’ın açıklamasına göre 22 milyon çocuğumuzun 5.4 milyonu (1/4’ü) yardım alıyor.

AKP iktidarının yardıma muhtaçlar Cumhuriyeti...

YOBAZ

Yobaz imam Halil Konakçı, Kadın Milli takımımızın yıldızları Ebrar ve Vargas’a özel yaşamları nedeniyle dil uzatırken “Ben sapına kadar şeriatçıyım. Laik değilim, Allah korusun” dedi.

Allah milleti korusun…

ADALET

43 madencinin şehit olduğu Amasra faciasının üzerinden 22 ay geçmesine karşın iddianame hala hazırlanmamış.

Korunacak yandaşlar vardır…

KATLİAM

Sokak hayvanları ile ilgili yasanın çıkmasıyla AKP’li belediyelerin katliam (kırım) yaptığı haberleri durmuyor.

Bir konuyu doğru uygulasalar…

Anayasa Mahkemesi, demokrasi ve hukuk devleti

Prof. Dr. Hakkı Keskin

13 Ağustos 2024, Cumhuriyet

Hukuk devletinin ve demokrasinin vazgeçilemez olan temel ilkesi yargı bağımsızlığıdır. Anayasa mahkemeleri, yasama, yürütme ve yargı kararlarının anayasaya uyumluluğunu denetleyen en üst yargı organıdır. Anayasa Mahkemesi kararları, en üst yargı organı olarak tüm mahkeme kararlarını da bağlar. Bu temel kurala uymayan ülkelerde demokrasiden ve hukuk devletinden söz edilemez! Örnek olarak Almanya ve Türkiye’de Anayasa Mahkeme kararlarını aşağıdaki örneklerle karşılaştıralım.

Almanya Anayasa Mahkemesi, Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Liberal Parti tarafından yönetilen Almanya hükümetinin vergi planlamasını ve kararını anayasaya aykırı bularak bozdu.

Federal Hükümet koronavirüs pandemisi nedeniyle 2021’de 60 milyar Avro krediye gereksinim duyulacağını planlamıştı. Ancak bu kredi 2021 yılında kullanılmayınca, hükümet bu 60 milyar Avroluk krediyi bir fona yatırarak daha sonraki yıllarda kullanmayı planladı. Hükümet 2022 yılında bu paranın büyük bir kesimini artan elektrik ve gaz fiyatlarına destek için kullanmaya karar verdi.

AYM KARARLARI VE İŞLEYİŞ

Almanya Anayasa Mahkemesi, 60 milyar Avroluk bu paranın hükümet tarafından bütçede öngörülen amacına uygun kullanılmadığını ve gecikmeli olarak 2022’de kullanılmasını anayasaya aykırı buldu. Hükümeti çok zor durumda bırakan Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı, kamuoyunda geniş yankı buldu ve muhalefet partileri tarafından olumlu olarak değerlendirilirken hükümet parti yetkilileri Anayasa Mahkemesi’nin bu kararına saygılı olduklarını ve gerekli düzenlemeyi yapacaklarını açıkladılar.

Almanya, Ukrayna’ya yaptığı büyük ölçüde mali yardımlar ve askeri harcamaları da artırması nedeniyle ilk defa bu 60 milyar Avroluk bütçe açığıyla karşı karşıya kaldı. Bu açığın kredi alınarak mı yoksa bazı alanlarda kısıtlamalara gidilerek mi karşılanacağı koalisyon partileri arasında yoğun olarak tartışıldı. Muhalefet partileri hükümetin bu yanlış politikasını kıyasıya eleştirdiler.

İkinci örneğe bakalım. Almanya hükümet partilerinden gelen yasa önerisi doğrultusunda, Almanya Anayasa Mahkemesi 30 Temmuz 2024’te, Almanya Parlamentosu milletvekili sayısını 730’dan 630’a indirme kararı aldı. Ancak Anayasa Mahkemesi, hükümetteki koalisyon ortakları karşı oldukları halde, Almanya’da geçerli olan yüzde 5’lik seçim barajına bir istisnayla uyulamayacağına da karar verdi. Eğer bir parti en az üç seçim bölgesinde en fazla oyu kazanırsa, yüzde 5’lik barajın altında kalınsa da Almanya Parlamentosu’na girme hakkı kazanacaktır. Anayasa Mahkemesi bu kararını, parlamentodaki büyük partilerin bu karara karşı olduklarını bilerek aldı. Tabii ki büyük partiler beğenmeseler de Anayasa Mahkemesi’nin bu kararına uymakla yükümlüdürler.

TÜRKİYE ÖRNEĞİ

Gelişmiş demokrasilerde anayasa mahkemesi kararları hükümetler tarafından beğenilmese de, kararlara uyulması asla tartışıma konusu yapılmaz. Türkiye’de Anayasa Mahkemesi, İşçi Partisi’nden Hatay milletvekili seçildiği halde tutuklu bulunan Can Atalay’ın, hak ihlali nedeniyle derhal serbest bırakılması ve milletvekili görevine başlaması kararını aldı. Milletvekilliğinin kaldırılması kararını Anayasa Mahkemesi yok hükmünde saymaktadır. Bir alt mahkeme olan Yargıtay 3. Ceza Dairesi bu karara uymama, hatta Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında bu kararlar nedeniyle soruşturma açılmasını istiyor. Oysa Türkiye’de de Anayasa Mahkemesi kararlarına son uygulamalara değin, hükümetler tarafından bazen (kimi kez) beğenilmese ve eleştiri konusu olsa da uyulmuştur. Çünkü yargıda en üst karar organı olan Anayasa Mahkemesi kararları, yasama, yürütme ve yargı için bağlayıcıdır ve bu kararlara uyulma zorunludur. Bir alt mahkemenin bu kararlara itiraz etme hakkı yoktur.

Can Atalay, Gezi Direnişi nedeniyle tutuklu bulunuyor. Gezi Direnişi hakkındaki mahkeme kararının çok tartışmalı olduğu biliniyor. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi Gezi Direnişi davasında Osman Kavala’yı da, “cebir ve şiddet kullanarak hükümeti devirmeye kalkmak” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm etti.

Oysa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 2019’daki kararıyla, Kavala’nın suç işlediğine dair (ilişkin) kabul edilebilir makul bir gerekçe bile olmadığı sonucuna vararak Kavala’nın derhal serbest bırakılmasını istemiş ve 11 Temmuz 2022 tarihli yeni kararıyla da Osman Kavala’nın serbest bırakılması kararını kesin hükme bağlamıştır.

Türkiye, benim de bir dönem Almanya milletvekili olarak üyesi olduğum, Avrupa Parlamenterler Meclisi’nin kurucu üyeleri arasında bulunmaktadır. Türkiye’nin AİHM kararını uygulaması, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden doğan bir yükümlülüğü olduğu kadar (ölçüde), hukuk devleti olmanın da gereğidir. Türkiye Barolar Birliği 12.07.2022 tarihli açıklamasında “Türkiye’nin AİHM yeni kararını uygulamamakta ısrar etmesi, Bakanlar Komitesi’ nin Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nden ihracına kadar uzanan yaptırımlar uygulamasına yol açacaktır” demiştir.

Böyle bir durumun, Türkiye için çok yönlü ve ağır sonuçlar doğuracağının bilinmesi ve hükümetin bu yanlıştan ivedi olarak dönülmesi için gerekeni yapması kaçınılmazdır.

YEŞİL-MOR

Suay Karaman 

4 Ağustos Pazar günü CHP Kadın Kollarının 15. Kurultayında genel başkan Özgür Özel konuşma yaptı. Konuşmanın en tuhaf yeri şöyleydi:

  • Umudum odur ki CHP’nin oklarının en ortasındaki devletçilik okunu,
    o program kurultayına katacağımız çevreci, sürdürülebilir, doğa dostu, kalkınmaya inanan projeler ve kadın-erkek eşitliğine yönelik olan net tutumumuzla devletçilik okunun yarısını yeşile, yarısını mora boyayacağız
    .”
     

Nereden bakarsanız bakın, neresinden tutarsanız tutun son derece bilinçsiz ve bilgisiz sözlerden oluşan “6 Ok” taki devletçilik okuna yönelik bu konuşma, tartışma yarattı. Üstelik yeşil ve mor renklerin, Demokratik Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisinin (DEM) ambleminde (simgesinde) olması da, işin başka bir yönüdür. Bu sözlerin söylendiği salonda hiç tepki verilmemesi de CHP’nin getirildiği durumu özetliyor; kısaca biat kültürü almış başını gidiyor. Daha sonra, CHP sözcüsü Deniz Yücel açıklama yaparak, parti ambleminde (simgesinde) genel başkanın açıkladığı değişikliğin söz konusu olmadığını söyledi. 

Çevreci ve doğa dostu tutum göstermek amacı ile kadın-erkek eşitliğine yönelik inancı ifade etmek üzere Altı Ok’un en ortasındaki devletçilik okunun yarısını yeşile, yarısını mora boyayarak, iktidara gelmeyi ve ülkemizin sorunlarının çözüleceğini düşünmek aymazlıktır. Amblem (simge) değişikliği ciddi bir iştir; genel merkezdeki birtakım kişilerin fantezileri sonucu değiştirilemez. Anadolu bozkırlarında yeşil kentler inşa eden CHP kurucuları, kadına oy hakkını Avrupa devletlerinden önce tanımış, miras hakkı başta olmak üzere kadına her alanda –hukuk önünde– eşitlik sağlamıştır. Altı Ok hem doğa sevgisini, hem de kadına saygıyı içeren bir simgedir.

  • CHP’nin Altı Ok’u bir bütündür ve birbirinden ayrılamaz, biri yoksa öbür oklar da yoktur.

Cumhuriyet tarihi ile CHP tarihini bilmeyenler ve Nutuk” okumayanlar yalnızca göz boyamaktadır. Daha da ötesi, gündem değiştirmeye aracılık etmektedirler. 

5 Şubat 1937’de anayasa maddesi yapılan Altı Ok, direniş içinde oluşan, yaşama bağlı ve geleceğe yön veren, eyleme dönük ilkeler bütünüdür. Kurucu iradenin bu ilkelerini anlayamayanlar ya da yanlış yorumlayanlar emperyalizmin hizmetçisi konumundadırlar. (AS: 5 Şubat 1937’de kabul edilen 3115 s. yasa m.1 uyarınca, 1924 Anayasası m.2’de yapılan “Türkiye Devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır” ekiyle, CHP’nin temel ilkeleri olan “Altı Ok” Türkiye’nin de anayasal ilkeleri durumuna geldi.) 

Cumhuriyetçilik ilkesi devlet yönetiminde, Türk ulusunun istencinin egemen olmasıdır. Cumhuriyetçilik, saltanat ve hilafetin yıkılmasının ötesinde, onların temsil ettiği şeyhlik, ağalık gibi ortaçağ ilişkilerinin de son bulmasıdır. Ulusun tüm bireylerini demokratik ve özgürlükçü bir düzende açık ve yönetime etkin olarak katılımcı kılmaktadır. 

Ulusçuluk ilkesi, etnik kökene dayanmayan bir yurtseverliktir. Bu ulusçuluk barışçıdır, emperyalizm karşıtıdır; kalkınmayı ve çağdaşlaşmayı kendi insanına sunar.

  • Atatürk, “Türk ulusu, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olan Türkiye halkıdır.” diyerek, ulusu belirli bir coğrafya üzerinde oturan halkın bütünü olarak kucaklamaktadır. 

Halkçılık ilkesi, yönetimde, gelirlerin dağılımında, kalkınmada, devlet olanaklarının kullanımında halk yararının gözetilmesini amaçlar ve sosyal devlet ilkesini benimser. Ekonomik ve siyasal kararlara halkın ve halkı temsil eden demokratik kitle örgütlerinin katılımını sağlayacak kurumların oluşturulmasını temel alır. Hiçbir kişiye ya da kümeye ayrıcalık tanımadığı gibi,
sınıf egemenliğini de kabul etmez.
 

Devletçilik ilkesi, ulusal ekonomiyi kurarak, bu ekonomiyi toplum yararına yönlendiren ve
karma ekonomiyi benimseyen bir sosyal devlet anlayışıdır. Devlet, özel girişimcilerin ilgilenmediği, başarısız olduğu, ya da kamu yararı gördüğü alanlarda yatırım ve işletmecilik yaparak, ekonomiye yön verecek ve kıt kaynakların akılcı kullanımının planlamasını sağlamaya çalışacaktır.
 

Laiklik ilkesi, dinsel düşüncelerle dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır; toplum ve devlet yaşamının akla ve bilime dayandırılmasıdır. Toplumun binlerce yıl önce konmuş, o günün sorunlarına çözüm getiren kurallara göre yönetilme zorunluluğunun kaldırılmasıdır.

Din adına yapılan baskı ve zorbalığın devre dışı bırakılmasıdır.

  • Laiklik, Aydınlanma ve Çağdaşlaşma için vazgeçilmez, sorunlu ana ilkedir.

Devrimcilik ilkesi, eskimiş kurumları yıkıp, çağın gereklerine uygun yeni kurumlar oluşturmak ve değişime, yeniliklere sürekli olarak açık kalmaktır. Devrimcilik, bilinçli olarak yeniliğe doğru gitmektir. Öbür ilkelerin hepsi, devrimci anlayışla yorumlanmalı ve uygulanmalıdır. 

CHP sözcülerinin ileri sürdüğü gibi Devletçilik okunun, çevrecilikle ve cinsiyet eşitliği ile doğrudan bir bağlantısı yoktur. Emperyalizmin kucağında oyuncağa çevrilen Atatürk’ün kurduğu parti, yıllardır Atatürk ve cumhuriyet düşmanları tarafından işgal edilerek, AKP’ye koltuk değneği yapılmıştır. Devletçilik oku yeşile  boyanarak, çevre dostu; mora boyanarak kadın-erkek eşitliğine duyarlı duruma getirilecek ve buna değişim adı verilecek; buna kargalar bile güler. 

Bugün ülkemizin çok büyük ve önemli sorunları bulunurken, dikkatleri devletçilik okunun rengine çevirtenlere sormak gerekir:

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli için ne yaptınız?

Bu çağdışı eğitim sistemiyle ülkemizde dinci eğitim iyice yaygınlaştırılacaktır.
Diyanet Akademisine onay verirken, CHP’nin kuruluş ilkelerini düşünmediniz mi?

Kaçak sığınmacı sorunu ile ne zaman ilgileneceksiniz?

Mavi vatan için “masal” denilmesi hakkında sessizliğinizi koruyacak mısınız?

Hamas adlı dinci örgütün başının öldürülmesi üzerine yas ilan edenlerle ilgili ne tepki verdiniz?

  • Yas uygulamasını eleştirenleri “cibilliyetsizlikle” suçlayan AKP genel başkanı ile
    yumuşama görüşmelerine devam edecek misiniz?

Instagram’ın kapatılmasını eleştirenlere “ev zencisi” diyen AKP genel başkanı ile aynı ceketi giyerek mi değişim yapacaksınız?

Hayvan katliamı yasası yargıya taşındığı gibi, öbür tüm olumsuzluklar için de yargı süreci başlatılmalı ve büyük demokratik eylemler yapılmalıdır. 

Değişim, CHP’nin kuruluş ayarlarına dönmesiyle sağlanabilir.

Altı Ok, bütünlük içinde, birlikte ileriye doğru yol almayı hedefler.
Altı Ok, ilerlemenin, çağdaşlaşmanın ve bağımsızlığın simgesidir.
Emperyalist güçler ile partisi ne olursa olsun yerli işbirlikçilere ve gericilere batan
Altı Ok, ülkemizin aydınlık geleceğidir.
 

Özgürlüğünüzü, Özel olarak yaşayabilirsiniz ancak toplumun umutlarını ve gelecek hayallerini söndüremezsiniz. Eşsiz liderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 yılındaki söylemi önemliydi;

  • “Ben öyle bir parti oluşumu düşünüyorum ki, bu parti milletin bütün sınıflarının
    refah ve mutluluğunu sağlayan bir programa sahip olsun.”  

İşte CHP’nin Altı Ok’unda bu özellikler bulunmaktadır. 

Azim ve Karar, 12 Ağustos 2024

DESKON: Hükümet Yalancı Çobana Döndü!!!

TÜİK makyajlı çakma enflasyon oranlarını baz (temel) alarak Temmuz ayında memur ve emekli maaşlarına % 19.3’lük zam yapan hükümeti eleştiren Demokrat Sendikalar Konfederasyonu (DESKON) Genel Başkanı Gürkan Avcı, “Seçim süresince ‘Emekli yüzyılı’ masallarıyla bir kez daha halkı kandırarak köprüyü geçen hükümet, bugün emeklinin yüzüne bakmıyor, bakamıyor. Hükümet katmerli yalancı çobana döndü!” diyerek tepki gösterdi.

DESKON: Hükümet Yalancı Çobana Döndü!!!

TÜRKİYE SOSYAL DEVLETTEN SADAKACI DEVLETE EVRİLDİ!

Türkiye’de emekçilerin mutfaklarında ve cüzdanlarda yaşanan gerçek enflasyonun TÜİK’in açıkladığı oranların en az iki katı olduğunu kaydeden DESKON Genel Başkanı Gürkan Avcı şunları söyledi:

Yaşam pahalılığının halkı yakıp yandırdığı bir ortamda memur ve emeklilerine % 19,3 oranında komik bir artışı dayatmak ve bu aldatmacada ısrar etmek son derece pişkin, yüzsüz bir siyaset anlayışıdır ve utanç vericidir. Hükümet sosyal devlet anlayışını sadakacı devlet anlayışına evriltmiştir.

TÜİK’in enflasyon hesaplama sepetinde çevirdiği dümenler, hesap ve rakamlarda yaptığı oynamalar, cambazlıklarla açıkladığı çakma enflasyon rakamları sonucu hükümetin memur ve emeklilerine Temmuz ayında yaptığı %19,31 zam oranının yaptığımız rasyonel hesaplamalara göre gerçekte % 53,08 olması gerekiyordu. İktidar bir yıl boyunca elektriğe, benzine, doğal gaza, şebeke suyuna, temel gıda maddelerine, dar gelirlinin ekmeğine %140’lara varan zam yaparken, memura, emekliye ise %19,3 gibi son derece acımasız ve vicdansız bir oranda zam yapmıştır.

HÜKÜMETİN SÖYLEYECEK SÖZÜ VE GERÇEKLERİ GİZLEYECEK GÜCÜ KALMAMIŞTIR!

Evinin kirasını ödeyemeyen, çocuklarının eğitim harcamalarını karşılamakta zorlanan, zekâta- fitreye muhtaç duruma gelen, aylığı yetmediğini için, bulabilirse ek işler yapmak zorunda bırakılan milyonlarca memur, emekli ve dar gelirlinin yaşamında onulmaz tahribatlar (yıkımlar)  oluşmuştur. Hesap kitap ortadayken böylesi utanç verici bir zam oranı nasıl reva görülebilmektedir? Danışıklı dövüş tertiplediği küresel güçlerin, uluslararası sermayenin ve yerli işbirlikçilerinin istemlerini ‘halkın isteği’ diye yutturmaya çalışan iktidar, yarattığı yapay gündemlerle halkın gerçek sorunlarını gizliyor ve gerçekleri de kimse konuşmasın istiyor. Ama biz susmayacak, iktidarın kurduğu harami düzene olan itiraz ve isyanımızı sürdüreceğiz.

Toplumsal desteğini yitirmeye başlayan iktidar güruhu, baskı, yalan ve tehdit politikalarının dozunu artırmaya başladı. İktidar yolsuzluk, güvensizlik, vergi adaletsizliği, işsizlik, ahlaki yozlaşma gibi can yakıcı sorunları ise konuşmuyor konuşturmuyor.

  • Hükümet tehdit olarak gördüğü her konuda
    manüplasyon, dezenformasyon, tehdit ve hakaretlerle
    yoluna devam etmeye çalışıyor.

Hükümetin söyleyecek sözü ve gerçekleri gizlemeye gücü kalmamıştır.

Saray düzeninin kıskacına mahkûm edilen Türkiye, adaletin ve eşitliğin olmadığı,
özgürlüklerin ve şeffaflığın sınırlandığı koşullar içinde hapsedilmiştir.

HÜKÜMET MUHALEFETİ RANT VE SUS PAYI İLE KONTROL EDİYOR!

Krizin tüm faturasını yoksul halkın sırtına kesen iktidarın göstermelik kurtuluş reçetelerine, plan ve programlarına kimse inanmıyor. Düşük ücret, torpil, iltimas, iş güvencesizliği, adaletsizlik ve kötü çalışma koşulları ile emekleri ve gelecekleri sömürülen gençler hakları için itiraz ediyor ve ayakta.

Geleceksizlik, güvensizlik, korku ve işsizlik kıskacında olan öğrencilerin durumu ise çok daha vahimdir (ürkünçtür).

Her yerde ve her biçimde iktidara olan öfkelerini göstermeye başlayan gençler, iktidar ortaklarının ilkel, hastalıklı ve virütik ideolojilerine artık prim vermiyor; cesurca (yüreklilikle) mücadelelerini ortaya koyuyor.

İktidarın iki yüzlü politikalarının son örneği vergi ve tasarruf politikalarındaki adaletsizliktir. Vergi kaçıran yandaş şirketleri yıllarca görmezden gelen, vergi borçlarını kezlerce silen iktidar, muhalif belediyeleri SGK borçları üzerinden sıkıştırarak gerçekleri ve toplumsal muhalefeti sindirmek ve gizlemek derdindedir.

Hükümet borsalar, meslek ve ticaret odaları, esnaf kuruluşları ve sendikalar, çeşitli toplum kesimlerin rant, konfor ve yönetim erkine dokunmayarak hatta koruyarak, sus payı ile susturmaya çalışmaktadır.

BIÇAK KEMİĞE DAYANDI!

  • Uygulanan ücret politikaları halkı gün geçtikçe yıldırmakta ve yoksullaştırmaktadır.

– Pişkin, bencil ve vicdansız İktidarı,
– Çaresiz, çapsız ve korkak Muhalefeti

uyarıyor ve ruhunu ve vicdanını yitirmeyen halkçı politikacıları göreve çağırıyorum. Memurun, emeklinin ve dar gelirlinin mutfağında çıkan yangını söndürün.
Gereğini yapamıyorsanız çekin gidin.
Düşün milletin yakasından.
Akılsız iktidarın cezasını millet çekiyor.

Hamas gerçeği

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

1928 yılında Mısır’da kurulan köktendinci örgüt Müslüman Kardeşler, Mustafa Kemal Atatürk’ün ve İsmet İnönü’nün yönettiği Türkiye Cumhuriyeti’ne düşmanlık yaptığı gibi, 1950’li ve 1960’lı yıllarda Mısır’daki Cemal Abdülnasır yönetimine karşı da mücadele verdi.

Atatürk ve İnönü, Osmanlı topraklarını işgal eden Britanya’ya, Fransa’ya, İtalya’ya ve Yunanistan’a karşı bağımsızlık savaşı verirken, Teal-i İslam Cemiyeti kurucularından Mustafa Sabri adlı vatan haini, bağımsızlık savaşına karşı çıktı, işgal ordusuyla işbirliği yaptı. Mustafa Sabri, Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra bir İngiliz gemisiyle Mısır’a kaçtı ve daha sonraki yıllarda “Müslüman Kardeşler” örgütüne üye oldu.

Cemal Abdülnasır, Mısır’daki Süveyş Kanalı’nı Britanya’nın kontrolünden (denetiminden) çıkartıp ulusallaştıran ve kamulaştıran kişiydi. Bu süreçte Mısır ile Britanya ve Fransa arasında çatışmalar çıktı; İsrail, Britanya’nın ve Fransa’nın yanında, Mısır’a karşı savaştı.
***
Hamas adlı köktendinci terör örgütü, 1987 yılında “Müslüman Kardeşler” üyesi Ahmet Yasin tarafından Gazze’de örgütlenmek üzere kuruldu.

1993 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat ve İsrail Başbakanı İzak Rabin arasında barış antlaşması imzalandı. Aynı yıl Hamas, İsrailli sivil vatandaşları hedef alan terör eylemlerine başladı.

1993 yılından bugüne kadar Hamas’ın gerçekleştirdiği onlarca terör eyleminin sonucunda 1600’ü aşkın sivil İsrail vatandaşı yaşamını yitirdi, binlercesi de yaralandı.

Rabin 1995 yılında, hâlâ tam olarak aydınlatılamamış olan bir suikast sonucu, sağ görüşlü bir İsrail vatandaşı tarafından öldürüldü.

ABD ve Rabin sonrası İsrail yönetimleri, Hamas örgütlenmesini engellemedikleri gibi;

  • Filistin davasının öncüsü olan FKÖ’nün bölünmesi ve bir Filistin devletinin kurulmasının önlenmesi için, FKÖ’ye rakip olan Hamas’ı fırsat olarak kullandılar.

Bu süreçte ABD’nin Ortadoğu’daki uyduları olan Suudi Arabistan ve Katar üzerinden Hamas’a büyük çapta parasal destek aktarıldı.

İsrail 2005 yılında Gazze’deki askeri varlığına ve işgaline son verdi; 2007 yılından itibaren (başlayarak) Gazze’yi Hamas yönetmeye başladı, FKÖ’yü temsil eden Al-Fatah örgütü, Gazze’deki iktidarını kaybetti (yitirdi).
***
Hamas’ın 7 Ekim 2023’te, aralarında kadınların, çocukların, gençlerin ve yaşlıların da olduğu 1200 sivil İsrail vatandaşını katletmesinden sonra, İsrail’deki Benjamin Netanyahu hükümeti Hamas’ın kontrol ettiği (denetlediği) Gazze bölgesine büyük bir saldırı başlattı ve on binlerce Filistinli sivil yaşamını yitirdi, büyük bir katliam yaşandı.

Hamas, salt İsrail’in tarihindeki değil, dünya tarihindeki en büyük terör eylemlerinden birisini gerçekleştirirken, İsrail’in buna böyle bir tepki vereceğini bilmiyor muydu?

Elbette biliyordu! Bu nedenle

  • Gazze’de yaşanan katliamların birinci derece sorumlusu Netanyahu hükümeti olsa da, Hamas da Gazze’deki büyük trajediden dolayı sorumludur!

Hamas’ın, Filistin halkının çıkarına olan bir eylemde bulunmadığı açıktır. Filistin davası Hamas’ın tekelinde olmadığı gibi;

  • Hamas, kurulduğu tarihten itibaren (bu yana), Filistin davasına en büyük zararı veren örgüt olmuştur!

***
Türkiye’de Hamas ile ilk ilişkileri kuran siyasetçilerden birisi Abdullah Gül’dür. Gül, Refah Partisi’nde dış ilişkilerden sorumlu genel başkan yardımcısı iken, partisinin genel başkanı Necmettin Erbakan’ın da onayıyla bu ilişkilerin temelini attı. AKP döneminde bu ilişkiler derinleşerek ve gelişerek devam etti, Gül ile birlikte, Recep Tayyip Erdoğan ve Gül’ün yetiştirdiği Ahmet Davutoğlu, Hamasçı geleneği sürdürdü.

Hamas için “milli” yas ilan edenlerin mi, yoksa buna karşı çıkanların mı cibiliyetsiz olduklarına, tarih karar verecektir!


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

Hamas gerçeği12 Ağustos 2024
AKP ve Hamas5 Ağustos 2024
ABD gerçeği29 Temmuz 2024

Meselelerin kökenine inebilmek

Tarımsal üreticilerin tepkilerinin çoğaldığı görülüyor. Bu, özellikle son çeyrek yüzyılda başlatılan IMF/DB politikalarının AKP tarafından sadakatle sürdürülmesinin… üreticinin desteksiz bırakılmasının kaçınılmaz sonuçları.

Meselelerin kökenine inebilmek
Fotoğraf: ANKA

Enflasyona karşı mücadelenin başarısı üzerine güzellemeler yapılması beklenen aylara geldik. Programın yürütücüleri, sermaye ve finans çevreleri ve onların uzmanları ve elbette eleştirel konumda olanlar bunun farkındaydılar. Olay basit bir matematik gereğiydi. Geçen yılın yüksek enflasyon yaşanan Temmuz-Ağustos ayları olumlu baz etkisi rolünü oynayarak iktidarın bu yılki kurtarıcısı olacaktı. Şimdi bunu kendi başarıları olarak pazarlama seferberliğindeler.

İKTİDARIN AÇMAZLARI

Enflasyon aylık artışlar düzleminde doludizgin yol alır ve geniş kitlelerin reel gelirlerini kemirmeye devam ederken, onları “yıllık enflasyonda düşüş var” üzerinden aldatmaya çalışmanın da sınırları var elbette. İnsanlar maruz kaldıkları enflasyonu ve gelir erozyonunu, kurumsal yanıltmalara bakarak önemsemeyecek durumda değiller. Özellikle de asgari ücret Ocak 2024’e kıyasla reel olarak 13 bin TL’ye gerilemiş ve cari açlık sınırı 20 bin TL’ye ulaşmışken. Yıl sonu itibariyle aradaki açıklık daha da büyüyecek.

TÜİK’in TÜFE’sinin baskılanmasının da sınırları var kuşkusuz. Nitekim Mart, Nisan ve Mayıs 2024’te aylık %3’ün üzerinde ilerleyen enflasyonu Haziran 2024’te %1,64’e geriletebilmek için istatistiği kuyruklu yalan formunda kullanabilme hüneri de gerekiyordu. İlk altı ayın enflasyon farklarına yansımasın diye yapılan cambazlıklar (kamunun denetimindeki ürünlerin fiyat artışlarını Haziran sonuna bırakmak gibi) sonuçta Temmuzda yeniden aylık %3’ler platosuna kaçınılmaz bir dönüşü engelleyemedi. Gene de yıllardır İTO endeksi ile paralel giden TÜFE, aylıkta 1, yıllıkta 11 puan İTO’nun gerisinde kalabildi! Açıklamasını TÜİK yönetiminin “görünmez elinin” müdahalesinde aramalı…

İktidarın bir açmazı da şurada: Bir yandan kamunun denetimindeki ürünlere mali amaç ve “sıkı maliye politikası” doğrultusunda sürekli zam yapmak öbür yandan da enflasyonu dizginlemek istiyor! Birincisi kitlelerin talebini kısmayı da hedeflediği için “dezenflasyon” politikasıyla uyumlu gibi gözüküyor, ancak ilk etkiler aylık enflasyonları sıçratmak oluyor. Ürün zamlarını her ay sürdürmek zorunda kaldıklarında da enflasyonist etkilerle baş edilemiyor. Kaldı ki, özel sektörün enflasyon ortamını da fırsat bilerek sürdürdüğü “tekelci fiyatlama” ile baş etmek için kılını kıpırdatmayan bir sermaye iktidarı işbaşında.

Benzer bir etki de vergi artışları üzerinden görülmekte. 13 ay önceki KDV ve ÖTV artışları dolaylı vergilerin enflasyona etkisini göstermişti. Hiç kimse bunlar “sıkı maliye politikası” uygulaması olarak aslında uzun erimde dezenflasyonisttir demesin. Bu vergilerin tahakkuk-tahsilat oranları arasındaki farkın açılmasına bakmak aksini düşünmek için yeterlidir. Bu vergileri artırmanın da sınırları vardır, bunu aşarsanız ya belgesiz alışverişleri ya da merdiven altı üretimleri teşvik edersiniz.

Dolaylı vergilerin bir de dış ticareti ilgilendirenleri var. Çin mahreçli (kaynaklı) otomobillere %40 ek gümrük vergisi getirmeniz veya dış âlemle yapılan e-ticarette vergiyi %30’dan %60 çıkarmanız veya yolcu beraberinde getirilen cep telefonlarına uyguladığınız kayıt/tescil ücretini 50 bin liraya dayandırmanız, salt Hazine’ye gelir sağlama (mali amaç) üzerinden okunamaz. Dış ticaret açığı ve cari açığın azaltılması, döviz tasarruf edilmesi gibi hedefler esastır (Yurtdışından yapılan alışverişlerde vergi muafiyetinin 30 Avro’ya indirilmesi de bu amaçladır). Bunların enflasyon üzerindeki olumlu/olumsuz etkileri talidir.

Stagflasyon riskinin büyümesi de ciddi bir açmaz. Mevcut nominal faiz düzeyleri, beklenen enflasyon bakımından ciddi bir pozitif reel faiz anlamına gelmeye başladı. Bu da sadece yatırımları değil, işletmelerin ayakta kalmalarını (borçlarını sürdürebilmelerini, vs.) da olumsuz etkileyecek duruma geldi. Takipteki borçların, karşılıksız çeklerin, konkordato/iflasların artışı bunun işaretleri. Hanehalkının yüksek faizlere rağmen kredi kartlarına, ihtiyaç kredilerine, kredili mevduat hesaplarına ilgisinin kesilmemesi, ancak burada da geri ödeme zorluklarının yaygınlaşması bir başka büyüyen sorun alanı. Tüm bunlar, talebin beklenenin üzerinde kısılacağını ve yılın son çeyreğinde stagflasyonist bir konjonktüre girilebileceğini göstermekte. Nitekim Haziran 2024 itibariyle sanayi üretiminin yıllık bazda %4,7 ve imalat sanayi üretimin %6,9 oranında gerilemesi güçlü öncü işaretler…

GIDA FİYATLARINDA ARTIŞ KİMLERİ VURUYOR?

Gıda fiyatları artışı Temmuzda aylık %1,83 ve yıllık %58,91 ile genel fiyat artışının altında kalmış gözüküyor. Öyle olsa bile çok yüksek. Kaldı ki DİSK’in TÜİK verilerinden yaptığı hesaplamaya göre, en düşük gelirli %20’lik nüfus diliminde gıda enflasyonu %106,4’ü, bir sonraki dilimde %83,7’yi, emeklilerde %82,6’yı buluyor. En üst gelirli %20’lik nüfus diliminde ise gıda enflasyonu %42,1’lik düzeye iniyor! Demek ki enflasyon en ağır vergileme olmakla kalmıyor, en sınıfsal ve eşitsiz vergi olarak da çalışıyor. Sistem, yüksek gelirlileri hem dolaysız vergilerden koruyor hem de tasarrufa yöneldikleri ölçüde dolaylı vergilerden (ve enflasyonun etkilerinden) kaçınmalarına fırsat sunuyor.

Son zamanlarda tarımsal üreticilerin tepkilerinin çoğaldığı görülüyor. Bu, özellikle son çeyrek yüzyılda başlatılan IMF/DB politikalarının AKP tarafından sadakatle sürdürülmesinin; tarımsal üreticinin piyasaya ve uluslararası tekellerin insafına terk edilmesinin, tarımsal girdiler başta olmak üzere ülke tarımının tamamen (tümüyle) dışarıya bağımlı kılınmasının, üreticinin desteksiz bırakılmasının kaçınılmaz sonuçları. Elbette kuraklık, iklim değişikliği gibi çevresel etkenler de var; ama bunlara karşı önlem alınmasını planlayacak bir aklın/iradenin ve destek bütçesinin ortada olmaması gene başa yazılmalı.

Bugün tarıma verilen destek GSYH’nin binde 10’u olması gerekirken binde 2,2’si düzeyinde. Yani 2024’te 91,5 milyar TL ayrılan tarımsal destek bütçesi aslında 412 milyar TL olmalıydı. Eğer GSYH’nin %6’sı boyutunda olan tarımsal katma değerin üçte biri oranında destek öngörülseydi (ki bu bizi gelişmiş kapitalist ülkelerin destekleme anlayışına yaklaştırırdı), bunun iki katı kadar yani 824 milyar TL’lik bir destekleme bütçenizin olması gerekirdi. Öyle olabilseydi, çiftçinin kullandığı girdiler üzerindeki KDV ve ÖTV oranları sıfırlanabilir (veya % 1 oranına geriletilebilir); Ziraat Bankası’nın yüzü çiftçiye döndürülebilir; birkaç yıllık bir programla sulama yatırımları tamamlanabilir; gübre, ilaç, tohum ve yem üretiminde yeniden kamu iktisadi teşebbüsleri kurulabilirdi.

Kuşkusuz uluslararası gıda/girdi tekelleri ve onların yerli taşeronları bundan memnun kalmazdı. Peki, dış ve iç sermaye çevrelerinin çıkarlarını öncelikle kollayan iktidar bu adımları hiç atar mı?

İKTİDARIN GÜCÜ YETECEK Mİ?

24 Ocak Kararlarının 12 Eylül askerî darbesinin desteği olmadan uygulamaya kalkıldığını düşünün. Başarılamazdı. Peki şimdi benzer bir halk karşıtı ekonomik-sosyal programı uygulamaya kalkan iktidar neye güveniyor? Sendikaların, Ziraat Odalarının, TSK’nın iktidarın dümen suyuna alınmış olmasına, hak arama mücadelelerini 12 Eylül döneminden daha ağır baskılayacak bağımlı bir yargı ve kolluk sistemine güveniyor. Anamuhalefet partisinin de bölük pörçük itirazları dışında uygulamaların özüne temel bir itirazının olmaması, iktidara bir meşruiyet (“normalleşme”) zemini açıyor.

Peki, bunlar yeterli olacak mı? Bunu öngörmek kolay değil. Bıçak kemiğe dayandığında halk kitlelerinin ne denli sert tepkiler verebileceğinin örnekleri geçmişte yaşanmadı değil. Tarım üreticilerinin yaygınlaşan tepkileri de bunun güncel örneklerini oluşturuyor. İktidarın seçmen tabanı daralıp toplumsal hoşnutsuzluklar arttıkça kitlesel eylemler ve erken seçim talepleri (istemleri) de yükselecek görünüyor.

Yine yenebilecek miyiz?

Mine G. Kırıkkanat
Mine G. Kırıkkanat
kirikkanat@mgkmedya.com Son Yazısı / Tüm Yazıları
11 Ağustos 2024, Cumhuriyet

Emperyalizmin kanlı savaşlar ve sömürü üreten kıyma makinesinin son kullanım tarihi yok. Otomatik ve zamansız. Ancak hükmünü dayattığı ülkelerde birilerinin içeriden düğmeye basması gerekiyor. O birilerini de kolayca buluyor. Reklam yapıyor, kandırıyor, genellikle de satın alıyor kimi büyük, kimi küçük işbirlikçilerin parmaklarını…

Düğmeye basan parmaklar, milliyetçilik, din ve mezhep eldivenleri takıyor. Afrika, Ortadoğu, Çin ve Güney Amerika tarihi; kölelikten sömürgeciliğe kadar temeli kan ve savaşlarla atılan emperyalizmin kanlı sicili.

Ege’nin ve Anadolu’nun 1915 ile 1922 yılları arasındaki tarih süreci de emperyalizmin genel hatlarına uygun gelişiyor. Ama çok ilginç gelişiyor. Şöyle ki:

O sırada (aslında hâlâ!) emperyalizmin ağa babası İngiltere. Müttefikleri Fransa, İtalya ve elbette ABD. Ama İngiltere özellikle planlama, bölüştürme ve uygulamada başı çekiyor.

KUKLACI USTA, KUKLALAR USLU

Hem Yunanistan’ı İzmir ve çevresi için boş bir Hellenizm düşüyle Anadolu’ya sevk ediyor hem de İstanbul’daki işbirlikçisi Osmanlı yönetimine işgali savunmak ve diğer yandaşlarının, yani Fransızların, İtalyanların parsadaki paylarını korumak görevini veriyor.

1918’de Yunanistan ile Osmanlı’yı ayıran denizlerin bir yakasında Kral II. Konstantin ve siyasal uzantısı Venizelos ile yandaşları var. Öteki yakasında Padişah Vahdettin ve siyasal uzantısı Damat Ferit ile yandaşları.

İki tarafın da patronu ve beyni İngiltere. Atina’daki kuklaları, olmadık bir düş peşinde İzmir’e çıkacak. İstanbul’daki kuklaları da kendi halkına, elindeki tüm olanaklarla Yunan işgalinin Anadolu’ya ne denli hayırlı, ne denli uğurlu olduğunu yutturmaya çalışacak!

İNGİLİZ MUHİBBİ YUNAN VALİ

Venizelos’un o yıllarda en yakın yardımcısı, Korfu ve Selanik valisi Alexandre Anastasius Pallis; Eton ve Oxford’da eğitim görmüş, Mısır’da İngiliz istihbaratı için çalıştıktan sonra Yunanistan’a dönmüş, yani kimliği gayet (çok, oldukça) açık bir İngiliz muhibbi.

Henüz kroki aşamasındaki Hellen Anatolia tablosunu; Yunanların Anadolu Macerası” (1915-1922)* başlıklı kitabında şöyle anlatıyor:

“1914’ün sonunda Türkiye’nin Avrupa ve Asya eyaletlerinin olası taksimi (bölüşümü) konuşulmaya başlanmıştı. Bu planların yankısı ilk kez Venizelos’un kulağına 1914’ün aralık ayının ortasına doğru Roma’dan geldi. 

Roma’daki Yunan Büyükelçisi, 27 Aralık tarihli raporunda İtalyan Dışişleri Bakanlığı’nda Küçük Asya’nın geleceği hakkında beslenen görüşleri şöyle bildiriyordu: 

Rusya’ya Ermeni eyaletleri verilecek, Fransa Suriye’yi, Büyük Britanya Arabistan’ı alacaktır.”

Anlayacağınız, 1918’in provaları meğer 1914’te yapılmaya başlanmış…

KAVALA, İNGİLİZE FEDA

Alexandre Anastasius Pallis, aynı kitapta:

“İngiliz Hükümeti de Venizelos’un İzmir’le ilgili işgal planını İzmir’le ilgili olarak kabul etmiş olmalı ki 23 ocak 1915’te Sir Edward Grey, Yunanistan’a Küçük Asya kıyısında önemli toprak taleplerini iletti. Venizelos, Kral II. Konstantin’e gizli bir mektup yazdı. Mektupta, Salt Osmanlı Rumlarını kurtarmak için bile ve Hellenizm’in çağlar boyunca yaşadığı bölgeleri içine alacak, gerçekten büyük Yunanistan kurulmasını sağlamak amacıyla; ne denli acı verirse versin, Kavala’nın bu yolda feda edilmesinde tereddüt etmem, diyordu.”

Venizelos ve Kral II. Konstantin’in bu ham düşleri, Anadolu’da tadacakları acı sonun başlangıcı oldu.

Bu yazıda anlatmaya çalıştığım olgu, Emperyalizmin iki yakadaki işbirlikçileri ile maşalarını nasıl da ustalıkla kullandığıdır.

Yunanlara Büyük Hellas hayalleri sattılar. Osmanlı sultanı ve yandaşlarına da düşman işgalini savunma görevini verdiler.

1914’TE DÖNÜŞ

Proje ters tepti, çizdikleri kroki yırtıldı, plan suya düştü.

Çünkü Sir Winston Churchill’in dediği gibi (AS: Bu söz L’loyd George’un), “Yüzyıllar önemli devlet adamları çıkarır, Mustafa Kemal gibi büyük bir asker ve deha bu yüzyılda Türklere nasip oldu!”

Ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türk ulusu yedi düvelin hakkından geldi.

  • Yıl 2024. Ama sanki 1914’ü yeniden yaşıyoruz.

Emperyalistler aynı emperyalistler. İçeride işbirlikçi ordusu kurdular.

  • Yurdumuz savaşsız işgal ediliyor.

Kukla muktedirler ve maşaları işgali savunmak, Türklere vermediklerini, hatta Türklerden aldıklarını işgalcilere vermek; zaten Türk kimliğini de sözlükten silmekle görevlendirildiler.

Yine yenebilecek miyiz? 
====================================
* Türkçe çeviri: Orhan Azizoğlu, Yapı Kredi Yayınları, 1995.

GEMİLERİN DE ÖMRÜ VARDIR: HİROŞİMA’DA BAŞLAYAN YAŞAMINA TÜRKİYE’DE VEDA EDEN GEMİ: SOLACE (ANKARA)

Dr. Noyan UMRUK

Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima’da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
Nazım

Bu gün 9 Ağustos…
Bugün Hiroşima’nın arkasından Nagazaki’nin atom bombasına maruz kalmasının, bombalanmasının yıldönümü…

Pearl Harbour’u bilirsiniz. IInci savaşta sabahın seher vakti, Japon uçakları ani bir baskınla Amerikan donanmasına ait 96 savaş gemisini bombaladılar orada. Oysa 97 gemi vardı. Birine dokunmadılar…

Neden? Çünkü o gemi, güvertesinde kızıl bir haç olan hastane gemisi idi… Kamikazeler bu gemiye dokunmadılar. Çünkü o gemi öldürmek değil, yaşatmak içindi…

Adı Solace…Türkçesi teselli…

Solace savaş boyu Amerikalı annelerin üzüntüsünü azalttı. 25 bini aşkın genci ölümden kurtarıp Amerika’ya taşıdı. Ülke limanlarına her gelişinde anneler, sevgililer umutla iskeleye koşuştular…

Peki Amerikan savaş aygıtı ne yaptı?

Ve 6 Ağustos 1945; Sabah 08:00 sularında Hiroşima radyosu B29 tipi bir bombardıman uçağının Hiroşima’ya yaklaştığını duyurdu ve 08:15’te Enola Gay yarıçapı 0,7 metre boyu 3 metre olan Little Boy (Küçük Çocuk) lakaplı tarihin ilk atom bombasını Hiroşima üzerine bıraktı. Yaklaşık 45 saniye sonra bomba Shima Hastanesi’nin 570 metre yukarısında infilak etti. Çapı 230 metre, sıcaklığı 4000°C olan bir alev topu saniyede 440 metre hızla her yöne doğru genişlemeye başladı. 30 saniyede 12 kilometrelik bir alana yayılan bu şok dalgaları, patlamadan 8 dakika sonra 9000 metre yükseklikte görüntüsünü herkesin bildiği mantar bulutunu oluşturdu.

On binlerce Japonun hayatını kaybettiği bu saldırıdan sonra, Japonya’da hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Amerikan savaş aygıtı cehenneme çevirdi Japonya’yı….

Nükleer silah şimdiye dek insanlığa karşı iki kez kullanıldı. Bugünkü bombalara göre küçük (12-13 kiloton gücünde) bir atom bombası 6 Ağustos 1945 saat 08:15’te atıldı Hiroşima’ya. Bombayı atan B-29’da görevli havacı Robert Lewis Hiroşima’nın yokoluşunu: “Aman tanrım, biz ne yaptık?” diye not düşüyordu seyir defterine…

Ve üç gün sonra…Şafağın sökmesiyle Nagazaki. 11:02’de gözleri kör eden bir ışık, kulakları sağır eden bir patlama…Nagazaki cehennemi…İkinci atom bombasının (20 kiloton gücünde) Nagazaki’de kaç kişinin ölümüne sebep olduğu bugün hala tam olarak bilinemiyor. Bombaların atılışından sonraki 5 yıl içinde ölenlerin sayısının Hiroşima’da 200-250 bin Nagazaki’de ise 150 bin’e ulaştığı tahmin ediliyor. Hiroşima’ya atılan “Little Boy”(Küçük Çocuk) adlı uranyum ve Nagazaki’ye atılan “Fat Man”(Şişman Adam) adlı ilk plütonyum bombası taş taş üstünde bırakmadı. Bedenleri asfalta kazınan insanlar, katliamın “başarısını” simgeliyordu…

Nükleer felaketi yaşamış olmanın psikolojik etkileri ise hala sürmekte. Nagazaki gazisi Yoshiaki Fukahori : “Bazıları kurtulanların ölenlerden daha şanslı olduğunu söylüyor ama gerçekten öyle mi?..Karım da kurbanlardan biri ve ağır hasta…Benim çocuklarım, sağlıklı çocukların anne ve babası olabilecekler mi?..Ailemin üçüncü kuşağı yaşayacak mı?” derken, kendisi de bir anne olan ABD Eski Dışişleri Bakanı Madeline Albright Hiroşima’da ölen çocuklarla Irak’ta ölenleri karşılaştıran gazeteciye “Bu bedele değdiğine inanıyoruz” diye yanıt verebilmekte…

Bütün bunların temelinde, insancıl bir vicdani huzuru ve dayanışmayı öneren doğu kültür ve felsefesi ile emperyalizmle birlikte batının kendi özgün felsefi temellerini yadsıyıp, çürüterek tüm insanlığa bulaştırmaya çalıştığı pragmatist-kolaycı-faydacı, benmerkezci pop kültürü karşıtlığı var…

Bakın bu konuda De Gaulle ne diyor: : “Akdeniz´in diğer tarafında gelişme yolunda olan ülkeler ve bu ülkelerin bir medeniyeti, kültürü, insancıllığı ve bizim endüstrileşmiş toplumlarımızda kaybolma sürecine girmiş insani ilişkiler vardır. Eğer biz büyük medeniyetlerin beşiği olan Akdeniz´in çevresinde Amerikan modeline benzemeyen ve insanın araç değil amaç olacağı endüstriyel bir medeniyet kurmak istiyorsak, kültürümüzü çok geniş bir şekilde onların tamamına açmamız gerekir.”(1)

Solace’nin hikayesi burada bitmez; savaş sonrası uzak bir ülkeye satılır Solace…

O ülke Türkiye. Geminin adı olur ünlü “Ankara” yolcu gemisi. 1948’den itibaren, Şefik Kaptan’la yaptığı Akdeniz seferleri dillere destan olan Ankara, yaşlanınca yakın tarihin en dramatik dönemlerinden birinin anısı olarak örneğin Deniz müzesi önünde sergileneceğine hurdaya çıkarılır; 1977’de Haliç tersanesinde söküme başlanır; iskeleti İzmir-Aliağa Tersanesine çekilir.

Bu sırada çatısındaki onarım sırasında kullanılan kaynak nedeniyle yanan 1776 yılında Sadrazam Çorlulu Ali Paşa kendi adı ile yaptırdığı Haliç Tersanesi yakınındaki cami restore edilmektedir. Ancak, onarımına sıra geldiğinde şadırvan çatısının kurşun bölümünün yenilenmesi gerektiği anlaşılır. Kurşun bulunamamaktadır. Kriz yılları… Etibank dahi, kurşun talebini geri çevirir… Restorasyon çatıda takılır, kalır. Dört bir yana duyurulur. Aliağa’dan haber gelir. “Gelin bizde var, alın…” Ankara’nın sayısız kamaralarından biri, tamamen kurşunla kaplıdır. Solace’ın röntgen odası. Restorasyon tamamlanır; Solace’ın hikâyesi burada noktalanır.

Yolunuz Haliç’e düşerse, Çorlulu Ali Paşa şadırvanından bir tas su içerseniz, ya da yüzünüze bir iki avuç su atarsanız serinlemek için, unutmayın, çatısına da bakın…

Bakarken de düşünün Ahi Evran’ların, Mevlana’ların, Yunus’ların, Hacı Bektaş Veli’lerin felsefeleriyle yoğrulmuş, kurucusunun “yurtta barış, dünyada barış” vasiyetini bıraktığı bir ülkenin iç politikası ve dış ilişkilerinde, ekonomik ve kültürel bir çürüme içinde olmasına rağmen neden hala Batı’nın alt yükleniciliği sürdürülür de, öz kültürümüzün diğergam (altrüist), dayanışmacı, hoşgörülü, geniş gönüllü ve sağduyulu çizgilerine dönemeyiz diye.

Hukuk ve demokrasi gibi artık içi boşaltılmış kavramlardan söz etmek bir yana, bıkkınlık getiren benmerkezcilik, vahşi “Rövanş/ Öç alma”lar, çektirilen acılar her defasında yeni öç dalgaları doğurmuyor mu?

Yargıdan Orduya değin, saygınlık ve özgüvenleri iyice yıpratılan temel kurumlara artık ülkenin ihtiyacı kalmadığı mı sanılmaktadır? 9 Ne büyük yanılgı…

(1)Michel LELONG; İslamla Yüzleşen Batı, Ufuk Yayınları, 2006

HİROŞİMA’NIN 79. YILINDA NÜKLEER TEHDİT ALARM VERİYOR!

Nükleer Karşıtı Platform (NKP), Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılmasının 79. yıl dönümünde bir basın açıklaması yaptı. Savaşlar, çatışmalar ve gerilimlerin tırmandığı günümüzde nükleer tehlikeye dikkat çekilen açıklamada, barış ve silahsızlanma çağrısında bulunuldu.

Kaynakların silahlanmaya değil, insanların; beslenme, barınma, sağlık, eğitim gibi ağır kriz durumundaki temel gereksinimlerine ayrılmasını, çevrenin yıkıcı etkileri yüzyıllar süren radyoaktif atıklardan korunmasını istiyoruz” denildi. Basın açıklamasına yazımızın devamından ulaşabilirsiniz.

NÜKLEER KARŞITI PLATFORM BASIN AÇIKLAMASI

HİROŞİMA’NIN 79. YILINDA NÜKLEER TEHDİT ALARM VERİYOR!

Bundan 79 yıl önce ikinci paylaşım savaşı sırasında, ABD tarafından Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan (6 ve 9 Ağustos 1945), büyük acılara ve insanlık trajedisine yol açan atom bombaları insanlık eliyle yaratılan facia listesinin ilk sıralarında yer almaktadır. İkinci paylaşım savaşı sürerken ABD tarafından 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya ve 9 Ağustos 1945’te Nagazaki’ye atılan atom bombaları ile yüz binlerce insan acımasız bir şekilde katledilmiştir. Kuşkusuz ki, insanlık nükleer belası ile ilk kez 1945’te yüzleşmiştir; ancak ne yazık ki bu facia son olmamış, bilinen ABD Three Miles Island (1979), Ukrayna Çernobil (1986), Japonya Fukuşima (2011) örnekleri dışında da, kamuya açıklanmayan onlarca nükleer kaynaklı felaketler yaşanmıştır. Bugünlerde, özellikle silah satışından gelen pastasını büyütmek isteyenlerin üçüncü dünya savaşı senaryolarını gündeme getirmesi, bir kez daha nükleer tehlikenin büyüklüğünü de gözler önüne sermektedir.

Tüm dünyanın bildiği gibi, nükleer silah kullanılması bir kitlesel imha yöntemidir ve tartışmasız insanlık suçudur.

Salt nükleer tehdit bile başlı başına insanlık suçu kabul edilmeli ve nükleer silahların bir daha üretilmemek üzere imha edilmesi için dünya halkları istemlerini ısrarla sürdürmelidir.

Dünya insanlığının nükleer silahlarla yok olma tehdidinden kurtarılması, bölge ve dünya barışının sağlanması ve barış ortamının korunması için, yıllar süren çabalar sonucunda, 2017 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda, Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması ezici bir çoğunlukla kabul edilmiş, 2021 yılında yürürlüğe girmiştir. Bu anlaşma, hükümet tarafından daha fazla vakit yitirilmeden imzalanmalı ve TBMM gündemine alınarak onaylanmalıdır.

  • Bölgemizi ve halkımızı tehdit eden, ülkemizdeki ABD-NATO nükleer silahları
    derhal kaldırılmalıdır.

Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşmasını desteklemek ve bütün dünya ülkelerince kabulünü sağlamak üzere, Nükleer Silahların Tümüyle Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Kampanya (ICAN – International Campaign to Abolish Nuclear Weapons) tarafından oluşturulan Şehirlerin Talebi hareketine, halen üye durumunda olan binlerce dünya kentinin yanında, Türkiye ve dünya kentlerine örnek olacak biçimde, önce Fındıklı ve sonra Sinop Belediyeleri meclis kararlarıyla katılmışlardır. Hiroşima felaketinin yıl dönümünde, ülkemizin bütün yerel yönetimlerine bu kampanyaya katılmaları çağrısını yapıyoruz.

            NÜKLEER SİLAH DA NÜKLEER SANTRAL DA İSTEMİYORUZ!

Enerji üretimi gerekçesiyle nükleer teknolojiye sahip olmak isteyen ülkelerin uzun erimli emelleri açıkça ortadadır. Gözünü hırs bürümüş kesimler, denetlenemez nükleer kaza veya nükleer silah kullanımından dolayı ortaya çıkacak yıkım tablolarını ne yazık ki umursamamaktadır.

Tam da bugünlerde, Ortadoğu başta olmak üzere, gerginlikleri tırmandıranların, bir yandan geliştirilmiş konvansiyonel silahlarının saha testlerini yaptıklarını, bir yandan da nükleer bir tehdidi zaman zaman dile getirdiklerini, özellikle kendileri nükleer silah sahibi olanların, hasımlarının nükleer silahlarını tehlike olarak gördüklerini ibretle izliyoruz. Halen sürmekte olan Ukrayna-Rusya savaşında ve olası başka yerlere sıçraması durumunda, en kritik felaket senaryolarından birisinin de nükleer santralların ve/veya nükleer atık depolarının zarar görmesi olduğunu biliyoruz.

Nükleer Karşıtı Platform (NKP) Bileşenleri olarak; yaşananlardan ders alınması gerektiğini, savaşların, hele nükleer silahların kullanılacağı savaşların kazananı olmayacağının, dünya insanlığını ve doğayı yok olmaya sürükleyeceğinin, sorumlularının ise insanlığın vicdanında asla aklanmayacağının bilinmesi gerektiğini bir kez daha vurguluyoruz.

Ülkemizde Rusya’nın sahibi olduğu ve gelecek yıl üretime geçeceği iddia edilen Akkuyu Nükleer Santralı dahil, hiçbir santral projesinin kamuoyu tarafından kabul görmediğini, onaylanmadığını yeniden hatırlatıyoruz.

Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombaların 79. yıl dönümünde, bir kez daha ülkemiz dahil bütün dünya kamuoyu ve yöneticilerini barış ve silahsızlanma için sağduyuya ve sorumluluğa çağırıyor,

  • Kaynakların silahlanmaya değil;
  • insanların beslenme, barınma, sağlık, eğitim gibi ağır kriz durumundaki
    temel gereksinimlerine ayrılmasını,
  • çevrenin yıkıcı etkileri yüzyıllar süren radyoaktif atıklardan korunmasını istiyoruz.

Acımasız ve insanlık dışı saldırıyı bir kez daha lanetliyor,
katliamda yaşamını yitirenleri saygıyla anıyoruz.

Doğasıyla, canlılarıyla, bu dünya hepimizin…

Nükleer tehlikesiz bir gelecek, insanlığın en doğal hakkıdır.
ABD-NATO nükleer silahları derhal ülkemizden temizlensin!
Türkiye zaman geçirmeden Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşmasını imzalasın!
Yurtta Barış, Dünyada Barış!
Nükleere İnat, Yaşasın Hayat!
NÜKLEER KARŞITI PLATFORM BİLEŞENLERİ