Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Demokratik devlet, yerel yönetimleri kapsar

Siyaset, 30.11.2023, BİRGÜN
 

Yerel seçimlere dört ay kala TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEMOKRATİK BİR HUKUK DEVLETİDİR (AY md.2) kuralı bağlamında başlıca dört sorun öne çıkıyor:

“Demokratik” sıfatının kapsamı, “Devlet Başkanı”nın konumu, demokratik toplum ve demokratik muhalefetin izleyeceği yol ve yöntem.

DEMOKRASİ KAPSAMI

Demokratik Devlet, yasama ve yürütmenin yanı sıra, yerel yönetimleri de kapsar.

Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları (KKNMK) (md. 135) da aynı kapsamda yer alır.

Siyasal partiler, demokratik toplumu ve demokratik devleti eklemleme işlevi görür (md. 68-69).

Dernekler, sendikalar ve vakıflar da demokratik toplumun (md.13) aktörleri olarak  ‘demokratik  devlet’in altyapısını oluşturur.

“DEVLET BAŞKANI”

2017 kurgusuna göre Devlet başkanı, aynı zamanda Yürütmedir; buna, uygulamada parti genel başkanlığı da eklendi. Haliyle, 14 ve 28 mayıs seçimlerinde Anayasa md. 67, 68, 69 gerekleri zedelendiği için “siyasal yarışma eşit koşullarda gerçekleşmedi”.

Seçimler sonuçlanmadan Devlet Başkanı, 31 Mart 2024 yerel seçimlerine odaklandı. Yasama seçimlerindeki Anayasa’ya aykırılıklar zincirine milletvekili adayı gösterilen Bakanların görevlerinden çekilmemesi eklendi. Yerel seçimlerde ise Anayasa’ya aykırı olarak Bakanları bu kez devlet olanaklarını seferber etmek ve AKP-MHP adaylarını desteklemek amacıyla seçim alanlarına yönlendirme olasılığı güçlü. Bu da seçim yarışmalarındaki eşitsizliği daha da derinleştirecek.

DEMOKRATİK TOPLUM

Yürütme’yi tek başına elinde tutan Devlet Başkanı ve Parti Genel Başkanı, TBMM’de Cumhur İttifakı çoğunluğu ile yetinmeksizin bütün belediyeleri de almak için çalışıyor.

KKNMK yönetimleri de hep Cumhur İttifakının hedefinde oldu.  Nitekim, Covid-19’un zirve yaptığı bir sırada Baroları parçalayan yasa dayatması, büyük Baroların AKP-MHP çizgisinde olmayan avukatlarca yönetiliyor olması nedeniyle idi. Yine, Covid-19 kıyımının neden olduğu ölüm sayısını bile hesaplayamayan yönetim, TTB sırf Saray yanlısı olmadığı için Örgütü ve tabipleri dışlamaya çalıştı.

Sorun şu: 2017’de merkezi yönetim üzerindeki demokratik denge-denetim düzenekleri kaldırıldı. (Şimdi sıra, denetimi etkisiz kılınan Anayasa Mahkemesi’ne el atmaya geldi).

Yerel yönetimlere çökme seferberliği, Merkez-çevre ilişkisinde demokratik denge işlevini de sonlandırmaya yönelik.

KKNMK üzerindeki baskı, Cumhur İttifakı karşısında demokratik denge işlevi de görmesinden.

Sivil toplumumun çekirdek örgütleri vakıf ve derneklere yönelik ayrımcılığın nedeni de aynı. “Vakıf ve dernek cumhuriyeti” olarak nitelenen yandaş STÖ’lerin akçasal varlıkları bile denetlenmiyor (BirGün, 26 Kasım, s.6).

Yasama ve Yürütmeyi elinde tutan Cumhur ittifakının, yerel ve mikro-demokrasi birimlerini ele geçirmeye çalışması, aksi halde nefes aldırmaması, demokrasiyi sönümlendirme çabasıdır.

MUHALEFETİN GÖREVİ

Demokrasiyi boğma girişimi karşısında başta CHP, HEDEP, İYİ Parti, TİP, Demokrat, Deva, Gelecek ve Saadet Partileri; öncelikle “demokrasi kapsamı” üzerine kamuoyu oluşturmaya yönelik ortak söylem oluşturabilmeli.

Sonra, süreci hukuki kuşatma altına almalı ve 14-28 Mayıs aymazlığından sürekli ders çıkararak önleyici başvuruları eksik etmemeli.

Nihayet, Anayasa’ya aykırı yerel yönetimler mevzuatı karşısında “yerel demokrasi” önerilerini sunabilmeli.

2017 Anayasa değişikliği, dar anlamda “demokratik devlet” üzerine ‘ya hep ya hiç’ kurgusunu hedefliyordu. Benzer kurgu, geniş anlamında “demokrasi” için tasarlanıyor.

Yerel seçimleri genel seçimlere çevirme stratejisi ötesinde demokrasiyi boğma iştahı, siyasal ve toplumsal egemenlik üzerinden totaliter (toptancı) rejim iradesini dışa vurmakta.

Bu nedenle demokratik devlet savunucuları, “Kişi+Parti+Devlet” birleşmesi ürünü entrikalar karşısında ortak değerlere bütünlüklü bakış gereğini sürekli gözetmeli: insan hakları ve demokrasi, ancak eşit yurttaşlığı (AS: yurttaşların eşitliği) güvenceleyen dünveyi hukuk düzeninde, ülkenin tarihsel, kültürel ve doğal varlıklarının korunduğu bir ortamda saygı görür. Dahası, eğer hukuk ve Anayasa üzerinde oydaşma yoksa demokrasi umudu, yanılsamanın ötesine geçemez.

TEKKE ve ZAVİYELER NEDEN KAPATILDI?

 Mustafa SOLAK
Tarihçi

Atatürk, Kastamonu’da 30 Ağustos 1925’te türbelerden, yalancı evliyalardan söz ederek “ölülerden yardım istemek medeni bir toplum için uygun değildir[1] demişti. Türbelerin, tekkelerin, zaviyelerin kapatılmasının ve tarikatların kaldırılmasının işaretini şu sözüyle vermişti:

  • “Var olan tarikatların amacı kendilerine bağlı olan kimseleri dünyada ve manevi olan hayatta mutluluk sahibi yapmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin, bütün kapsamı ile medeniyetin ışığı karşısında filan veya falan şeyhin uyarmasıyla maddî ve manevi mutluluğu arayacak kadar ilkel insanların Türkiye medeni toplumunda varlığını asla kabul etmiyorum.”

Tarikattaki şeyh-mürit ilişkisi, eleştirel aklı dikkate almadığı için biata neden olur. Bilimin değil, şeyhin himmeti yol göstericidir. Atatürk ise buna karşı çıkarak kendi aklını kullanan özgür yurttaşı hedeflemiştir:

  • “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.
    En doğru, en hakikî tarikat, tarikatı medeniyedir.”[2]

Dahası tarikat ve cemaatları sendika, meslek kuruluşu, dernek, vakıf gibi kurumlarla aynı kategoride değerlendiremeyiz. Tarikat ve cemaatların iç işleyişlerinin belirlendiği tüzükleri olmadığından, kural da yoktur. Kural, şeyhin ağzından çıkandır. Koşulsuz biat vardır.

Tarikatlar inançla sınırlı kalmayıp, en son FETÖ’de görüldüğü gibi, devleti ele geçirip inanç gözetmeksizin milletimize karşı silah kullandılar. Çünkü tarikatlar bahçedeki çiçekler değildir. Kendini “en doğru inanç yolu” olarak kabul ettirirler.

30 Kasım 1925’te kabul edilen “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine [Kapatılmasına] ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına [Yasaklanmasına ve Kaldırılmasına] Dair Kanun”[3] ile tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı. Dahası şeyhlik, dervişlik, müritlik, falcılık, büyücülük, vb. yapılması ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesi de yasaklandı. Bu durum yasanın 1. maddesinde şöyle belirtilmiştir:

  • “Türkiye Cumhuriyeti içinde, gerek vakıf suretiyle gerek mülk olarak şeyhin yönetimi altında gerekse başka şekillerde kurulmuş bulunan tüm tekke ve zaviyeler; sahiplerinin, diğer şekillerde haklarını kullanarak sahiplenmeleri devam etmek üzere tamamı kapatılmıştır. Bunlardan, yasal düzenlemelere uygun olarak, cami veya mescit şeklinde kullanılanların faaliyeti sürer. Genel olarak tarikatlarla, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, naiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gaipten haber verme ve isteğine kavuşturmak amacı ile nüshacılık (muskacılık) gibi unvan ve sıfatlara ait hizmet görmek ve/veya kıyafeti giymek yasaktır. Türkiye Cumhuriyeti içinde, sultanlara ait ya da bir tarikata yahut çıkar sağlamaya yönelik olanlarla tüm sair türbeler kapatılmış, türbedarlıklar kaldırılmıştır. Kapatılmış olan tekke ve zaviyeleri ya da türbeleri açanlar veyahut bunları yeniden kuranlar veya tarikat ayini yapmak için geçici bile olsa, yer verenler ve yukarıdaki unvanları taşıyanlar ya da bunlarla ilgili hizmetleri yapanlar veyahut kıyafetleri giyenler, üç aydan eksik olmamak üzere hapis ve elli liradan aşağı olmamak üzere para cezası ile cezalandırılırlar.”

10.6.1949 tarihindeki 5438/1 sayılı yasanın ek maddesi ile “Şeyhlik, babalık ve halifelik gibi, baş durumda bulunanlar altı aydan az olmamak üzere hapis ve 500 liradan aşağı olmamak üzere sürgün cezası ile cezalandırılırlar” hükmü getirilmiştir. 13/7/1965 tarih ve 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun geçici 2. maddesiyle sürgün cezası kaldırılmıştır. 1990 yılında da maddeye “Türbelerden Türk büyüklerine ait olanlarla büyük sanat değeri bulunanlar Kültür Bakanlığınca umuma açılabilir. Bunlara bakım için gerekli memur ve hizmetliler tayin edilir” hükmü eklenmiştir.[4]

Bugün ise “tekke ve zaviyelerin kapatılması ise toplanma özgürlüğü ve dernek kurmaya ilişkin evrensel ilkelere aykırıdır” diyerek açılma istemi var. Oysa ki

  • Tarikat ortamında özgürlük, çok kültürcülük, çoğulculuk değil aksine tek-tipçilik,
    biat vardır.
  • Tarikat özgürlüğü boğar.

Kuran kurslarında, tarikatlarda çocukların cinsel istismara uğraması, tekke ve zaviyelerin neden kapatıldığını bir kez daha bilincimize çıkarmamız gerektirdiğini gösterdi. (30.11.23)

Kaynaklar

[1] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.I, 3. baskı, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü yay., Ankara, 1997, s.225
[2] Aynı yer.
[3] Mustafa Solak, Şükrü Kaya (Atatürk’ün Bakanı), 3. bs., Kaynak yay., İstanbul, 2016, s.320.
[4]http://www.mevzuat.gov.tr/Metin1.Aspx?MevzuatKod=1.3.677&MevzuatIliski=0&sourceXmlSearch=Tekke%20ve%20Zaviyeler&Tur=1&Tertip=3&No=677, erişim tarihi 27.11.2018.

İstanbul Sözleşmesi Yaşatır

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

Karşı devrimciler özellikle seçim dönemlerinde kadın hakları konusunda ileri bir adım olan İstanbul Sözleşmesi’ni sıkça gündeme getirerek iptalini istemektedir.

İstanbul sözleşmesi nedir?

Sözleşmenin tam adı  “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” dir.

81 maddelik Sözleşme, kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesine ilişkin taraf devletlerin almayı üstlendikleri çok detaylı (ayrıntılı) önlemleri içermektedir.

Öyküsü

İstanbul sözleşmesi Türkiye’nin girişimi ile kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi (AK) Bakanlar Komitesi tarafından hazırlanmış, 11 Mayıs 2011’de 45 AK üyesi devlet ve Avrupa Birliği (AB) tarafından imzalanmış, 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girmiştir.

TBMM, Sözleşmenin onaylanmasını 24 Kasım 2014’te oybirliği ile (AKP oyları dahil) kabul edilen bir yasa ile uygun bulmuştur. Oturumda AKP milletvekilleri Sözleşmeyi övücü konuşmalar yapmışlardır.

Sözleşme (AS: TBMM’ce Sözleşmenin hükümetçe onaylanmasını uygun bulan yasa) aynı gün (24 Kasım 2014) Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan tarafından onaylanarak (AS: Resmi Gazetede yayınlanarak) Türkiye Cumhuriyeti’ni bağlar duruma gelmiş ve iç hukuk mevzuatı olmuştur.  Anayasanın 90/5 maddesine göre de, kendi yasalarımızla çelişki olduğunda öncelikle temel alınacaktır. Öbür yasalardan üstündür. (AS: Temel insan hak ve özgürlükleri hk. olduğu için)

Sözleşmenin onaylanmasından (yasalaşmasından) yedi yıl sonra 19 Mart 2021’de Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan yayınladığı bir “Cumhurbaşkanlığı Kararı” ile ülkemizin bu Sözleşmeden çekildiğini (Sözleşmenin Türkiye tarafından feshedildiğini) açıklamıştır.

Cumhurbaşkanı’nın TBMM tarafından bir “yasa ile” onaylanması uygun görülen uluslararası sözleşmeden çekilmesine ilişkin “Cumhurbaşkanlığı Kararı“na yapılan itiraz ve yürütmenin durdurulması istemi, 29 Haziran 2021’de Danıştay 10. Dairesince 2/3 oyla reddedilmiştir.

10.Daire kararı, itiraz üzerine, 2 Ocak 2023’te Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca onaylanmıştır. Hukuksal süreç devam etmektedir. (AS: Davacılar AYM’ye bireysel başvuru yaptı.)

Değerlendirme

Devam eden hukuksal süreçle ilgili ayrıntılı değerlendirme bu yazının kapsamı dışındadır. Ancak bize göre Ulusun toplam % 96’sının oyuna sahip TBMM’nin “yasa ile” hükümetçe onaylanmasını uygun gördüğü Sözleşmeden, Ulusun % 52 oyuna sahip Cumhurbaşkanınca çıkılması hukuka uygun değildir. Anayasanın 104. maddesinde sayılan Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri de buna izin vermez. (AS: Usulde paralellik ilkesi…)

Cumhurbaşkanının başkanı olduğu AKP Meclis grubu tarafından oybirliği ile hiçbir çekince (rezerv) konmadan uygun bulunan ve Cumhurbaşkanınca aynen yayınlanan Sözleşmeden, yedi yıl sonra aynı cumhurbaşkanı tarafından çekilmenin gerekçesi açıklanmamıştır. Çekilme kararının kadını “ikinci sınıf insan” olarak gören gerici karşı devrimci çevrelerin baskısı ile alındığı değerlendirilmektedir. Bu çekilme kararı, AKP iktidarı tarafından gerici çevrelere siyasal amaçla verilmiş çok büyük bir  ödündür.

Gericiler, Sözleşmenin aile yapımıza aykırı hükümler içerdiğini ileri sürmektedir. Oysa Sözleşmenin orijinal (özgün) metni incelendiğinde bu savın geçersiz olduğu görülmektedir. Hükümetçe imza/onay ve TBMM’ce yasa ile uygun bulma aşamalarında hiçbir çekince koymaksızın kabul ettiğimiz bu Sözleşmenin yedi yıl sonra aile değerlerimize aykırı duruma gelmesi savı inandırıcı değildir.

İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma kararının kamuoyunda serbestçe tartışılmadan, riskleri hesaplanmadan TBMM’nin onayı alınmadan tek karar verici tarafından alınması, Anayasanın 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri olarak sayılan “hukuk devleti, demokratik devlet, insan haklarına saygılı devlet” ilkelerine de aykırıdır.

 Riskler

Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere iktidar partisi yetkilileri Türkiye’nin geleceğini Batı’da gördüklerini sıkça dile getirmektedir.

Söz konusu Sözleşme, kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi’nin 46/45 üyesi ve AB tarafından imzalanmış, 34 ülke tarafından onaylanmıştır. Türkiye’nin Sözleşmeden tek yanlı çekilmesi Avrupa değerlerine aykırı görülerek yatırımlara neden olabilir. Avrupa kurumlarına ve kurallarına aykırı öbür davranışlarımız da dikkate alındığında, yaptırımlar dış kaynaklara çok bağlı ekonomimizi olumsuz etkileyebilir, Avrupa kurumlarından dışlanmamıza dek gidebilir.

İstanbul Sözleşmesinden çekilmenin Avrupa’nın tepkisinden daha önemli yanı, kendi içimizde toplumsal bir yara olan utanç verici kadın cinayetlerinin önlenmesi yolunda çağdaş dünya ile uyumlu, etkili adımların atıl(a)mayacak olmasıdır. Kadınlarımız Avrupa’ya hoş görünmek için değil, insan oldukları için korunmayı hak etmektedir. Avrupa ülkelerinden çok önce kadınlara siyasal haklar vermiş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu konuda da Avrupa’nın önünde olması gerekir.

Sözleşmeye karşı çıkanlar, Sözleşmenin kadın cinayetlerini durdurmadığını da ileri sürmektedir. Bir Sözleşme imzalanmakla ve onaylanmakla hemen etkisini göstermez. Sözleşmede öngörülen önlemlerin alınması ile zamanla etkisini göstereceği açıktır.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre 2022’de ülkemizde 334 kadın cinayeti, 245 kuşkulu kadın ölümü olmuştur. Öbür yıllardaki sayılar da bu düzeydedir. Ortalama olarak her gün bir kadın cinayeti işlenmektedir. Bu durum yüz yıl önce kadını tutsaklıktan kurtararak, eşit yurttaş yapan laik-demokratik Cumhuriyetimize hiç yakışmamaktadır.

Sözleşmeden çekilme kararı olsa olsa içeride gerici, karşı devrimci tarikatlar ve cemaatları mutlu eder. Kısa vadeli (erimli) iç politikaya yöneliktir. Ancak  yukarıdaki riskler dikkate alındığında  uzun vadede (erimde) ulusal çıkarlarımıza zarar verir. Bu yönü ile stratejik bir hatadır.

Konu, gerici / karşı devrimci çevrelerle devrimci / Atatürkçüler arasında bir savaşım (mücadele) alanı durumuna gelmiştir.

Ne Yapmalı?

Yukarıda belirtilen riskler de dikkate alınarak;

  1. Hukuksal süreç yakından izlenmeli, gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) dek götürülmelidir. (AS: AYM bireysel başvuruyu red eder ya da “uzun süre” oyalarsa) 
  2. Atatürkçü devrimci çevrelerce konu gündemde tutulmalı, toplumsal farkındalık yaratılmalıdır.
  3. Sorun yalnızca “kadın sorunu” olarak değil, bir insan hakları ve demokrasi sorunu olarak görülmeli erkeklerin de aktif (etkin) olarak katılacağı etkili demokratik tepkiler gösterilmelidir.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 29 Kasım 2023

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

TÜRK

Piyade Okulu’nda bir teğmen Atatürk fotoğrafını yakasına takmamış.

O adam Orduda kalırsa TSK olur SK …

GAZETECİ

Gazeteciler, Cezayir dönüş uçağında Bahçeli’nin 50+1 konusundaki açıklamasını RTE’ye sormamış.

Uçakta gazeteci var mıymış?..

HAİN

İzBŞB Başkanı Soyer, Vahdettin’e “hain” dediği için hakkında soruşturma açılmış.

Doğru söylemek suç mu?..

NASS

MB faizi yine artırdı.

Siz kim oluyorsunuz! Nass var Nass. RTE görevde…

ECEL

İsmailağa cemaatinden Saadettin Ustaosmanoğlu, “Hamas‘ın yaptığını biz Türkiye’de yapmalıyız. Vakti geldi, devrim olmaması için bir sebep yok” demiş.

Eceli gelen köpek cami duvarına işermiş…

FAŞİST

AKP’li Sultanbeyli Belediyesi, Atatürk’e “firavun” diyen Nuri Pakdil’in adını kütüphaneye verdi.

AKP’li vekil Yaşar Kırkpınar, Atatürk ve İnönü’ye “faşist” imasında bulundu.

Yukarı baksalar firavunu da, faşisti de görürler…

VİCDANSIZ

RTE, kirasını üçe katlayan ev sahibine, ”Bu ne vicdandır, insaf ya!” diye tepki gösterdi.

Piyasada her şey 4-5’e katlandı,

Vakıf mülklerinin kiraları 9’a katlandı,

80 yaş üzerindeki generaller adli tıp raporuna rağmen serbest bırakılmadı,

Bunlara hangi vicdansız/lar sebep oluyor?..

CUMHUR

Muhalefetin öğretmen, çiftçi, öğrenci, emekli için (AS: ücretleri) iyileştirme isteği AKP-MHP Vekillerince reddedildi.

Cumhurun (halkın) ittifakı derler, halkı ezer geçerler…

YİYİCİLER

AKP’li Şanlıurfa Belediyesi’nin meclis üyesi, Belediye Başkanı Beyazgül’ü kamu arsalarını parsel parsel satmak ve kaynakları peş keş çekmekle suçladı.

AKP belediyesidir, ne kadar yerse iyidir…

SÖZLEŞME

(Değerli kardeşim Cihangir Dumanlı’dan)

RTE:  “İstanbul Sözleşmesi kadın cinayetlerini önlemedi” demiş.

Tabii önleyemez. Uygulamadınız ki!

İNANÇLI OLMAK İYİ Mİ, KÖTÜ MÜ?

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. Eski İİBF Dekanı

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

İnançlı, dindar, olmak kötü değildir.

Ancak inancı ya da dini kötüye kullanmak kötüdür.

Dinden çıkar, makam, şöhret, gelecek (istikbal), saltanat ya da iktidar… devşirenlerin eylemleri dindarlık değildir.

Dini kötüye kullanmaktır.

Dini kötüye kullananlara da DİNDAR değil, DİNBAZ denir.

Kör cehalat yolunu tıkadığı için, dinbazlar akılcı, bilimsel ve laik eğitime her koşulda karşı olurlar.

Din afyondur” diyenlerin söylemek istedikleri de dinbazların, halkın cehaletinden yararlanarak dinleri her yönden halkı sömürme aracı olarak görüp kullanmaları ile ilgilidir.
===============================
Dostlar,

Sn. Prof. Hali Çivi bu kez oldukça kısa yazmış.
Oysa “inançlar” konusu oldukça zor (netameli) ve kapsamlı bir konu Felsefede.
Öncelikle insanların duyuşsal alanında kaldığı için, inançlar oldukça öznel (subjektif), neredeyse kişiye özgü.
İkinci güçlük, bize göre öznel “inanç alanı” nın tartışmaya açık olmayışı ama “kabul, saygı” istemi.
İnsanlar inançları bağlamında çok katı, direngen hatta tepkisel olabiliyorlar.

Oysa bilimsel yöntemle erişilecek değer bilgisi ile kararlar üretmek ve öznel değer yargılarını geriye çekmek çatışma çözümünde, yarışan değerler sorunsalında vargılarımızı temellendirmek için en sağlıklı yol.

İnsanlara Felsefe, Mantık öğretilmeli. Doğru düşünme ve sorgulama yöntemleri öğretilmeli.
İnsan beyni bir donanıma benzetilebilir. Gereksindiği yazılım ise “bilimsel akılcılık” tır.

Dolayısıyla “inançlar”ı ya da “inanç alanını” belli nitemlerle (sıfatlarla) nitelemeden, dokunulmaz kılıp tabulaştırmadan önce, yukarıda yazageldiğimiz adımlarla ilerlenmesinde yarar var.
İnsanları şu ya da bu biçimde oluşturdukları inanç temelli konfor alanından dışarıya davet etmek gerek. “İnançları” dahil sorgulamayı yaşam biçimine dönüştürmek..

Neden? Niçin? Nasıl? Başka seçenek olabilir mi?
gibi soruların çengellerini beyin kabuğu (korteks) oluklarına çengellemek gerek.

Uygarlığın anahtarı bu sorgulama eylemi.

Peşin (a priori) “inançlarınıza saygılıyım” söylemi de bu sözün sahibi için bir konfor alanı.
“İnançlarınıza saygılıyım, ama..” yaklaşımının her 2 özne için de en doğrusu olduğunu düşünürüm.
Koşullandırma (Empozisyon) yapmadan, insan aklını düşünmeye, sorgulamaya çağırmak da aydın sorumluluğu kapsamında kanısındayız.

“Aklı dürten” sorularla..

İnanç kulübesini yıkmadan ama bir “saray inşa edip” (!) oraya çağırarak..
***
“Din afyondur”, söylemine (mottosuna) gelince..

Sözüz özü Karl Marx‘a aittir :

  • “Kapitalizm, dini bir afyon gibi kullanıyor.”

Karşıtları ise bu çok güçlü saptamayı püskürtmek için akıl almaz biçimde çarpıtarak,

  • “Marx, dinimize afyon dedi..”

savunusuna geçtiler. Oysa Karl Marx çok yalın bir gerçekliği vurguladı.
İnsanları acımasız kapitalizmin yabanıl (vahşi) ve çok yönlü sömürüsünden kurtaracak adımlar bu kabulden geçiyor.
***
Biz yaşamımızda “inanma” fiilini hemen hemen hiç kullanmıyoruz.
Şu, şu, şu… verilerle çıkarımım böyle.
Şu, şu, şu… gerekçelerle şöyle düşünüyorum… kiplerini / kalıplarını kullanmayı yeğliyoruz.

Bilim gerekirci (deterministik)..
İnsanları inanç kulübelerine hapseden, olgular hakkında yeter bilimsel bilgiye sahip olmamak değil mi!

Büyük ATATÜRK‘ün uyardığı üzere, yaşamda en gerçek yol gösterici “akıl ve bilim” ya da bireşimi (sentezi) “bilimsel akılcılık“..

İnsanlığın kurtuluşunun biricik aydınlık yolu bu : “Bilimsel akılcılık

Sevgi ve saygı ile. 29 Kasım 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     X : @profsaltik

CHP’yi bekleyen devasa sorunlar 

Gani AŞIK

Emekli Müftü
Cumhuriyet, 28 Kasım 2023

 

Mahalle delegeliğinden başlayarak örgüt yöneticiliği, milletvekilliği, yüksek disiplin kurulu ve PM üyeliğine kadar hemen her kademesinde görev yaptığım CHP’nin 65 yıllık üyesiyim. Partinin arşivi ve hafızasıyım dersem bu abartı sayılmamalı. Ulus gazetesinin basım ve yayımının yasak olduğu yıllarda gizlice basılan ve satılan gazeteyi bir biçimde temin eder, polisin görmemesi için her önlemi alırdım. Himmetdede ve Yeşilhisar olaylarının içinde bulundum. Amacım, kendim için güzelleme yapmak değil, yazacaklarımın CHP’nin tarihsel izdüşümü ile tutarlı ve uyumlu olacağını vurgulamak içindir.

Partinin sorumluluğu 

Kasım ayı başında yapılan büyük kongrede CHP’de genel başkan dahil önemli bir kadro değişikliği yaşandı. Bu köklü değişiklik, yeni genel başkan ve yönetiminin şahsında umutların tomurcuklanması ve sorumluluk yükümlülüğünü de beraberinde getirdi.

Devletin hem soyulması hem de çürütülmesi ile uyumlu olarak halkın yüz kızartan sefaleti yeni CHP’nin başlıca sorumluluk alanını oluşturmaktadır. CHP lideri Özgür Özel’i ve yeni kadroyu bekleyen devasa sorunları özetlemek isterim:

Ağır hasarın onarımı

Doğal olarak öncelik çok yakın olan yerel seçimler olacaktır. Laik devletin bir beş yıl daha siyasal İslama hediye edilmesi ile yerel seçimler muhalefet, özellikle de CHP için yaşamsal bir anlam ifade eder duruma gelmiştir, maruz bırakıldığı ağır hasarın onarımı ve derin yaralarının sarılması açısından.

CHP Mart 2024 sınavından başarı ile çıkabilmeli ki güçlü bir moral ve mücadele gücü ile, Cumhuriyeti sarmalına alan cahil ortaçağ artıklarına karşı etkin bir siyasal cephe açabilsin. Henüz erken olmakla birlikte ilk izlenimler, yeni genel başkan ve kadrolarının bu demokrasi ve Cumhuriyet, başka bir ifade ile uygarlık kavgasına hazırlıklı, kararlı ve yürekli olduklarını gösteriyor.

İnönü ve Ecevit

Bu tablo, şimdiki CHP’nin, tramvaydan inme zamanı geldiğine inanan siyasal İslamın pervasızlaşan şeriat hamlelerini, İnönü ve Ecevit dönemleri gibi halkı arkasına alan karşı bir hamle ile püskürteceği; muhalefet modelini haftada bir gün grup konuşması ile sınırlı tutmayacağı, sendikalara, sivil toplum kuruluşlarına ve geniş halk kesimlerine öncülük edip demokratik muhalefeti kitleselleştirerek bir dönemi kapatacağı anlaşılmaktadır.

Atatürk mucizesi

Boş mide ve çıplak ayakla donanımlı düşmanı bu kutsal topraklardan kaçtığı yere kadar kovalayan dedelerimize komuta eden Gazi Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve silah (AS: ve dava) arkadaşlarının Batı Anadolu’da ortaya koydukları ve dünyayı hayrete düşüren mucizedir CHP.

Mahatma Gandhi’nin, “Mustafa Kemal yeninceye kadar İngilizleri Tanrı sanırdım” dediği bilinir.

CHP gibi bir partinin salt üyesi olmak bile büyük bir siyasal onurdur.

CHP’nin tarihinden utananlardan da ben utanıyorum.

SULTANİZM DEĞİL FAŞİZM

OĞUZ OYAN

BİRGÜN PAZAR, 26 Kasım 2023

Arjantin’de sağ popülizm ile halk (sosyal haklar) düşmanlığını ve ABD/emperyalizm yanlılığını birleştiren bir söylemle devlet başkanlığı seçimini ikinci turda kazanan siyasi-pervasız Javier Milei’den sonra bu defa da Hollanda’da ırkçı-faşist kimliğini hiç gizlemeyen Geert Wilders’in partisinin genel seçimlerden birinci çıkması ve ufukta onun başbakanlığında aşırı sağ çekişli bir koalisyonun kurulma olasılığının belirmesi, yeni yorumları gerektiriyor.

Faşizan Sağın Yükselişi

Bir kere, kapitalist sistem içinde dünyanın (Kuzey ve Güney’in) farklı coğrafyalarında ortaya çıkan faşizan-popülist yönelimlerin dönemin ruhuna uygun ortak paydaları olduğunu farkedebilmek gerekiyor. En genel ortak payda olarak da, kapitalizmin bugünkü neoliberal düzenleme evresinde, ekonomik temel ile siyasi/hukuki üstyapı arasındaki uyumsuzlukların giderek çoğalması ve burjuva demokratik modelin (güçler ayrılığı eksenli modelin) bugünkü birikim rejiminin ihtiyaçlarını karşılamakta sadece yetersiz değil aynı zamanda sistemin egemen gücü sermaye tarafından bir ayakbağı olarak da görülmeye başlanması anlaşılabilir. Bu da sistemin üstyapısında yeni siyasi/idari/hukuki dönüşüm arayışlarını pekiştirmektedir.

İkincisi, gelir, servet ve refah eşitsizliklerinin giderek derinleştiği, emekçi sınıflar yanında dünya kaynaklarının da aşırı sömürüldüğü, iklim krizinin pervasızca tetiklendiği bu çıkışı olmayan birikim rejiminde, ülkelerin/toplumların ve dünya ekonomik/siyasi sisteminin yönetilmesi giderek güçleşiyor. Bu koşullarda, sisteme yönelik sınıfsal tepkilerin mutlaka önlenebilmesi gerekiyor. Bu da ülkelerin/halkların ve emekçi sınıfların birbirine düşürülmesinden; milliyetçiliklerin, ırkçılığın, yabancı düşmanlıklarının körüklenmesinden; emekçi sınıfların kazanılmış haklarının hukuken geriletilmesinden ve hak arama pratiklerinin fiilen baskılanmasından geçiyor. Bütün bunlar da bir sınıfsal baskı rejimi olan faşizme giden süreçleri besliyor.

Üçüncüsü, bir zamanlar siyaset sahnesini -konjonktürün elvermesiyle- Keynesci/bölüşümcü politikalarla işgal eden sosyal demokrasinin, daha sonra sermayenin neoliberal politikalarına angaje olarak boşalttığı alanları sağ popülist-faşizan hareketlerin doldurması, kırk yıldır süren bir dönüşüm süreci olarak çalışıyor. Sovyetlerin çöküşü sonrasında dünyada rakipsiz kalan kapitalist sistemin siyaset yapıcılarının da sağ siyasetlere savrulmada daha fütursuzca davranabilme olanakları ortaya çıkmış bulunuyor. Bu nedenle, “Dünyanın bütün demokratları birleşin” türünden naifliklerin/koflukların, sermayenin anti-demokratik gelişmelerde oynadığı tayin edici rolün yadsınmasının veya görmezden gelinmesinin ne gibi çarpıtmalara yol açtığının görülebilmesi gerekiyor. Bunun için,  “demokrat” kimliği yapıştırılanların, Filistinlilerin militarist-dinci-faşist İsrail rejimi tarafından katledilmesi karşısındaki suskunluğu hatta işbirlikçiliği, bir turnusol kâğıdı işlevi görmüş olmalı. “Sosyal-demokrat” etiketli SPD’nin başkanı ve Almanya’nın şansölyesi Olaf Scholz’un İsrail’in katliamları konusundaki aktif destekçiliği, Ukrayna savaşını bahane ederek Almanya’nın yeniden militarizasyonunu hedeflemesi, hatta ABD’nin Pasifik (Çin) politikalarına destek açıklaması, sahte sola ve onun uluslararası örgütlerine (Sosyalist Enternasyonal ve türevlerine) güvenilemeyeceğinin işaretlerinden sayılmalı.

Nihayet, dördüncüsü, ABD ve genel olarak Batı (G-7) hegemonyasının giderek zayıfladığı bu süreçte, Güney’in en güçlü temsilcisi ve yeni hegemonya adayı olarak Çin’in sahneye çıkması ve Batı’da bir hegemonya transferi “tehlikesinin” paranoyaya dönüşmesinin tetiklediği küresel savaş tehditleri büyüyor. Böyle bir hegemonya transferinin Anglosakson ülkeler (Büyük Britanya-ABD) arasında olduğu gibi pasifik yoldan gerçekleşmesi mümkün görünmüyor. (Kaldı ki, İngiltere hegemonyasının iki küresel savaşla kırıldığını, yeni hegemon gücün ortaya çıkmasında katalizör güç olarak kullanılan Alman militarizminin bu savaşlarda yenilgiye uğratılmasında ABD’nin oynadığı hesaplı askeri/iktisadi rolün kullanıldığını, yani gerçekte pasifist bir geçişten de tam olarak söz edilemeyeceğini eklemek gerekebilir).

Burada sayılan ve sayılmayan tüm nedenlerle, dünya çapında örnekleri sıklaşmaya başlayan despotik siyasi rejimlerin ve henüz bu aşamaya geçmemiş “demokrasilerdeki” ırkçı-faşist hareketlerin/partilerin yükselişi, insanlığın geleceğine yönelik tehlike çanlarının hiç susmamasına yol açıyor. Bu cehennemi döngüden çıkışın tek mümkün yolu olan sosyalizmin bir iktidar alternatifi olarak geniş kitlelerin bilincinde henüz yer etmemiş veya öncelik kazanmamış olması da kötümserlikleri besliyor. Ama gene de sosyalizmin güçlenmesi ve uluslararası dayanışmasının pekiştirilmesinden başka çözüm yolu bulunmuyor.

“Sultanizm”, Bilimsel bir Kavram Kategorisi Değil

Buraya kadar yazılanlar, dünya sahnesinde giderek yaygınlaşan çeşitli faşizan eğilimlerin genel bir kategorizasyonunun yapılmasının şart olduğunu söylüyor. Başka deyişle, bunu yapmaktan bizi alıkoyabilecek partikülarist yaklaşımların kısırlığına ve çarpıtıcı özelliklerine dikkati çekmemize vesile oluyor. Bu partikülarist yaklaşımlarından biri de Türkiye’yi bu genel yönelişlerin dışına çıkararak ona tamamen kendine özgü (sui generis/nevi şahsına münhasır) bir nitelik atfetmek olurdu. AKP/Erdoğan rejimini “neo-patrimonyal sultanizm” olarak adlandırmak tam da buna denk düşüyor.

“Neo-patrimonyal sultanizm” kavramı, Osmanlı’dan sonra Türkiye’yi de bir “sui generis” vaka olarak değerlendirme yanlışını içeriyor. Kavramı Osmanlı’nın ayrıksılığını tanımlamak için ilk kullanan M. Weber’dir. Marksizme alternatif kavramlar ve analizler üretme çabasında çok heveskâr olan Weber ve Sombart ekolünden çok da hayırhah çalışmalar çıkmasını beklemek herhalde hayalcilik olurdu. (Bu konuda Maurice Dobb 1946’da ilk kez yayınlanan Kapitalizmin Gelişmesi Üzerine İncelemeler başlıklı kitabında -Türkçesi, Belge Yayınları, 1992- bu sosyologlar hakkında erkenden eleştirel konumunu yansıtmıştı. Biz de şu çalışmamıza gönderiyoruz: “Vergi-Ordu Sistemleri ve Geçiş Tartışmaları”, Yordam Kitap, 2023, s.203-210). Daha sonra siyasal İslamcılarda demokratikleştirici bir keramet gören ve bizdeki “ikinci cumhuriyetçilerin” esin kaynaklarından biri olan Şerif Mardin’in sarıldığı bir kavramdır “patrimoniyal sultanizm”. Osmanlı toplumu incelemelerinde sui generis’çi/partikülarist yorumu benimseyenler ile Asyagil Üretim Tarzı savunucuları arasındaki yakınlaşmaların nesnel ve öznel koşulları da böylece hazırlanmıştı. Son yıllarda, AKP/Erdoğan rejimini açıklayıcı “bilimsel bir kavram” olarak yeniden piyasaya sürülmesi ise oldukça anakroniktir. Bu kavram, sosyal bilimciyi siyasal üstyapının (sosyolojik yapıyla uyumlu veya uyumsuz) özgünlüğüne kilitlemekte, ardındaki sınıfsal dayanakları, sermayenin belirleyiciliğini arka plana itmektedir.

Kuşkusuz her ülkenin kaçınılmaz tarihsel ve toplumsal özgünlükleri bulunur. Bunlar inkâr edilemez ve analiz dışı bırakılamaz. Ama sosyal bilimlerin, toplumların gelişme dinamiklerinde belirli dönemlerde uluslararası ölçekte ortaya çıkan eğilimlerle benzeşen yönelişlerini çözümleme araçlarının bu “sui generis” yakıştırmalarıyla önemli ölçüde aşındırıldığını da görmezden gelemeyiz. Çünkü bu “sui generis” metodolojisinin sınırları dışına çıkılamadığında/çıkılmak istenmediğinde, “bilimsel görecilik” sahneye çıkabiliyor ve giderek “bilinemezcilik” gibi postmodern kavramlara yer açılabiliyor. Sınıfsal analiz yöntemine yer bırakmadan, süslü kavramların ardına sığınıp “özgün analiz” yapmanın cazibesine kapılarak gerçekte derinliği olmayan analizlere savrulmanın telafisi bulunmuyor. Marksist analizin tam olarak karşı çıktığı da bu bilim-dışı kavramlar, önkabuller ve yöntemlerdir.

Sonuç

Faşizm yolunda ilerleyen süreç AKP döneminde hızlanarak çalışıyor. Ergin Yıldızoğlu’nun “süreç olarak faşizm” olarak adlandırdığı siyasi yöneliş, Merdan Yanardağ’ın “İslamo-faşizm” olarak nitelediği formatta ilerliyor. Bu neo-faşist sürecin belirli bir aşamada duracağını, kazanımlarını yeterli görerek mevcut siyasi sistemi daha fazla zorlamayarak bir uzlaşma arayacağını düşünmek ham hayaldir. Yeni CHP yönetiminin bu süreçle başetmesini beklemenin de şu an için ham hayal olarak gözükmesi gibi.

Sosyalist sol, neo-faşizm yolunu kararlılıkla tıkayabilecek yegâne güçtür. Bu gücünün farkında olması ve gücünü büyütmesi gerekiyor. Elbette toplumdaki tüm Cumhuriyetçi, laik ve bağımsızlıkçı unsurları da kavrayarak…

Ukrayna ve Filistin

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
27 Kasım 2023, Cumhuriyet

 

Birleşmiş Milletler geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamada, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal ettiği tarihten ve savaşın başlamasından bu yana, yaklaşık 1.5 yıl içinde, yaklaşık 10 bin sivil vatandaşın yaşamını yitirdiğini açıkladı.

NATO’nun genişlemesi stratejisiyle, Rusya’nın, uluslararası hukuka aykırı biçimde, Ukrayna’yı işgal etmesi için gerekli ortamı hazırlayan ve Ukrayna’da yaşanan trajediden dolayı, Rusya hükümeti kadar sorumlu olan ABD, Britanya ve AB ülkeleri hükümetleri; bununla da yetinmediler, Ukrayna’ya silah yardımı yaparak, savaşın uzamasına ve genişlemesine neden oldular.

ABD, Britanya ve AB ülkelerinin hükümetleri, kendi ülkelerindeki devlet dairelerine ve yurtdışındaki büyükelçiliklerine ve konsolosluklarına, Ukrayna’nın bayrağını asacak kadar şuursuz (bilinçsiz) hareketler içine girdiler, savaşın açık tarafı durumuna geldiler.

ABD’deki, Britanya’daki ve AB ülkelerindeki medya organları, kamu hizmeti veren kitle iletişim araçları olmaktan çıktılar, hükümetlerin güdümündeki propaganda aygıtlarına dönüştüler, Rusya medyasını aratmadılar.
***
Ukrayna’da yaklaşık 1.5 yıl içinde yaşamını yitiren yaklaşık 10 bin sivil için dünyayı ayağa kaldıran ABD, Britanya ve AB ülkeleri hükümetleri, Filistin’de yaklaşık 1.5 ayda yaklaşık 13 bin sivilin yaşamını yitirmesini, satır aralarına sıkıştırılmış kınama ve endişe mesajlarıyla geçiştirdiler!

7 Ekim 2023’te köktendinci terör örgütü Hamas’ın, yaklaşık 1300 İsrailli sivili ve askeri katletmesinden sonra, İsrail hükümeti askeri operasyon başlattı; ancak Filistin topraklarının bir parçası olan Gazze’de hastaneleri, okulları, mülteci (sığınmacı) kamplarını ve sivil yerleşim yerlerini de bombalayarak, binlerce çocuğun, kadının ölmesine yol açarak, savaş suçlarından yargılanmayı gerektirecek ölçüde büyük bir katliam (kırım) gerçekleştirdi.

İsrail hükümeti böylece, haklı bir konumdayken, haksız bir konuma düştü. Ancak ABD, Britanya ve AB ülkeleri hükümetleri, Rusya’ya karşı verdikleri tepkiyi, İsrail’e karşı vermeyerek, ne denli emperyalist, iki yüzlü, önyargılı ve ırkçı olduklarını ve dış politikayı çifte standartlar üzerinden yürüttüklerini, bir kere (kez) daha kanıtladılar.
***
Türkiye’de ise AKP hükümeti, Rusya ve Ukrayna konusunda daha dengeli ve makul bir dış politika izlerken, Filistin konusunda ayrı bir dengesizliğe savruldu. AKP genel başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan, Hamas’ın bir terör örgütü olmadığını, ülkesini savunan bir “mücahitler grubu” olduğunu söyleyerek, skandal bir ifadeye imza attı.

Erdoğan böylece dış politikasını, iç politikadaki laiklik karşıtı uygulamalarıyla tutarlı bir biçimde sürdürmüş oldu. Ayrıca iktidara geldiğinden beri Hamas ile ilişkilerini geliştiren Erdoğan, Hamas’ı bir terör örgütü olarak nitelendirseydi, terör örgütünü yıllarca desteklemiş bir kişi konumuna düşecekti. Erdoğan, Hamas’ın terör örgütü olmadığını iddia ederek, kendisini de aklamaya çalışmış oldu.

Oysa Hamas’ın 1990’lı yıllarda gerçekleştirdiği sivillere karşı otobüs bombalama eylemlerinin de, 7 Ekim 2023 eylemlerinin de, terör eylemleri olduğu açıktır. Hamas’ın bir siyasal kanadının, bir de “askeri” kanadının olması, Gazze’de seçimle iktidara gelmesi ve Filistin topraklarının bir kısmının (bölümünün) işgal altında olması bu gerçeği değiştirmez.

İsrail, Gazze’yi abluka altına almış olsa da, Gazze’deki işgali yıllar önce sonlandırmıştı, Gazze’deki Filistin halkının kendi kendisini yönetmesini kabul etmişti. Hamas ise buna rağmen (karşın), terör eylemleri gerçekleştirmek için silahlanmayı sürdürdü; İsrail’in meşru sınırlarını açık ve seçik bir biçimde tanımadı.

İsrail’in işgal ettiği Batı Şeria’dan, Doğu Kudüs’ten ve Golan Tepelerinden çekilmesi ve Filistin devletini tanıması; Hamas ve Hizbullah gibi terör örgütlerinin ve İran gibi ülkelerin de, İsrail’in Birleşmiş Milletlerce kabul edilmiş meşru sınırlarını tanıması, kalıcı barış için tek çaredir.

AKP hükümeti, Hamas’ın avukatlığına soyunacağına, bu çerçevede bir politika geliştirmelidir.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Ukrayna ve Filistin27 Kasım 2023

TTB’den 2024 Sağlık Bütçesi Değerlendirmesi

TTB’den 2024 Sağlık Bütçesi Değerlendirmesi :
Sağlığın Geliştirilmesi ve Korunmasını Daha da Unutmuş Bir Bakanlığın Bütçesi

Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve İstanbul Tabip Odası, Sağlık Bakanlığı 2024 Yılı Bütçe Teklifi üzerine değerlendirmesini 18 Kasım 2023 günü İstanbul Tabip Odası Kadıköy Bürosuda düzenlenen basın toplantısı ile paylaştı.

Toplantının açış konuşmasını yapan İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Dr. Ertuğrul Oruç, mali kaynağın sağlık alanının temel unsurlarından biri olduğuna dikkat çekti ve Sağlık Bakanlığı bütçesinin sağlığa dair ne yapılacağından ziyade ne yapılmayacağının göstergesi olduğunu söyledi.

TTB Merkez Konseyi Başkanı Dr. Şebnem Korur Fincancı, yurtdışına giden hekimleri paragöz olmakla itham eden ve hekimlerin meslek onuruna saldırmaktan çekinmeyen Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’ya tepki gösterdi. Sağlık Bakanlığı’nın pandemi döneminde verileri gizlediğini, iyi hal belgesi taleplerine ilişkin verileri çarpıttığını, deprem bölgesinde halen devam eden sorunları görmezden geldiğini hatırlatan Korur Fincancı sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bütçe sadece rakamlar değildir; insan yaşamının onurlu bir şekilde sürdürülmesi, sağlığa erişilmesi demektir. Fakat yine tedavi edici hekimliğe yönelik bir bütçe ile karşı karşıyayız. ‘Şifa’, ‘tedavi’ diyor bakan bütçe teklifinde; yani aslında ‘Korumayacağız’ diyor. Aynı zamanda denetimsiz bir bütçe ile karşı karşıyayız. Bütçe emek-meslek örgütlerinin denetiminden uzak tutuluyor, denetim yapmak isteyen emek-meslek örgütleri suçlulaştırılıyor.”

Korur Fincancı son olarak Dr. Onur Hamzaoğlu başta olmak üzere, bütçe değerlendirmesinde emeği geçenlere teşekkür etti. Basın toplantısı, soru-yanıt ve katkıların ardından sona erdi.

TTB Merkez Konseyi II. Başkanı Dr. Ali İhsan Ökten tarafından okunan açıklama şöyle:

Bütçe 2024’te Sağlık          :
Sağlığın Geliştirilmesi ve Korunmasını Daha da Unutmuş Bir Bakanlığın Bütçesi

2024 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Yasa Tasarısı ile 2022 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Yasa Tasarısı Cumhurbaşkanlığı tarafından, 17 Ekim 2023 tarihinde TBMM Başkanlığı’na sunuldu.

Sunulan Kesin Hesap Yasa Tasarısı’ndaki bilgilere göre; 2022 yılında merkezi yönetim bütçesi yılsonu ödeneğinin gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYH) içindeki payı %20,1 düzeyindedir. Bu durum, kamu harcamalarının büyük bölümünün genel bütçe kapsamına dahil edilmeden gerçekleştirildiğini göstermektedir. Aynı zamanda, kamu harcamalarının yalnızca küçük bir bölümünün yasama organı olarak TBMM denetimine sunulduğunu, büyük bölümünün ise yasama organının denetiminin dışında tutulduğunun da göstergesidir. AKP hükümetlerinden önce hazırlanmış son merkezi yönetim bütçesi olan 2002 yılının Merkezi Yönetim Kesin Hesap Yasası’ndaki bilgilere göre; yılsonu ödeneğinin GSYH içindeki payı %33,3 iken, bu payın AKP’li yıllarda düzenli olarak azaltıldığına ve TBMM’nin kamu harcamalarındaki denetiminin düzenli bir biçimde sınırlandırıldığına tanık olmaktayız. Yaklaşık 20 yıllık süre içindeki azalma 13,2 puandır. Başka bir ifadeyle, AKP hükümetleri döneminde TBMM tarafından önceden denetlenebilen kamu harcamalarının payı %37 oranında azaltılmıştır. Özetle, sistemli bir biçimde yasama organının denetimini azaltmaya çalışan bir tutum ve bu tutumun sahibi bir hükümet ile karşı karşıyayız. Merkezi yönetim bütçesi toplamı, GSYH’nin %50’sinden daha az olmamalıdır.

Cumhurbaşkanlığı tarafından, merkezi yönetim bütçesi toplamı 2024 yılı için 11 trilyon 89 milyar 37 milyon 425 bin TL olarak teklif edilmektedir. Teklif edilen toplam miktarın yalnızca %6,6’sı (732 milyar 562 milyon 378 bin TL) Sağlık Bakanlığı için ayrılmaktadır. Oysa, 91 milyar 824 milyon 805 bin TL’si Diyanet İşleri Başkanlığı için ayrılmıştır. Tarihsel olarak halklar ve inançlar mozaiği olan Türkiye’de pek çok inanç grubu mensubu yaşarken ve Anayasa’nın 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri sıralanırken “… laik ve sosyal bir hukuk devletidir amir hükmüne karşın, bu gruplardan yalnızca bir tanesine yönelik hizmet sunulmasının ve desteklenmesinin yanında, söz konusu kurumun bütçesinin büyüklüğü de dikkat çekmektedir. Bütçeden Diyanet İşleri Başkanlığı için ayrılan pay, Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçesinden 2,4 kat, Göç İdaresi Başkanlığı bütçesinden 4,2 kat, Gençlik ve Spor Bakanlığı bütçesinin yarısından, Sağlık Bakanlığı bütçesinin ise sekizde birinden daha fazladır. Bütçe kaynakları öncelikle devletin laik ve sosyal nitelikleri için ayrılmalı ve kullanılmalıdır.

Cumhurbaşkanlığı tarafından teklif edilen 2024 yılı net bütçe geliri ile bütçenin (AS: bütçe giderlerinin) yalnızca %75’i karşılanabilecektir. Bütçe henüz teklif aşamasında 2 trilyon 736 milyar 7 milyon 876 bin TL eksikle TBMM’nin onayına sunulmuştur. Planlanan bütçe harcamalarından gelir olarak karşılığı gösterilmemiş olan çeyreklik bölümünün de nasıl sağlanacağı yine TBMM denetiminin dışında tutulmak istenmektedir. Teklifte, eksik bölüm dışındaki toplam bütçe gelirinin yaklaşık %90’ının vergi gelirleri ile sağlanacağı belirtilmektedir. Vergi gelirlerinin de yalnızca %31’inin gelir ve kazanç ile mülkiyet üzerinden alınacak vergilerle, %69’unun ise katma değer, özel tüketim, damga vergileriyle harçlar gibi dolaylı vergilerle sağlanması planlanmaktadır. Oysa, bütçe gelirleri öncelikle kârdan, ranttan ve faizden alınacak vergilerle sağlanmalıdır. Gıda, ilaç, kitap, sağlık, eğitim ve hanehalkları tarafından kullanılan su, elektrik, doğalgaz başta olmak üzere, benzer mal ve hizmet alımlarında dolaylı vergiler kaldırılmalıdır.

  • Az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınmalıdır.
  • Vergi gelirlerinin en az %70’i doğrudan vergilerle sağlanmalıdır.

Teklif edilen 2024 yılı bütçesinin vergi gelirleri arasında yer alan gelir ve kazanç üzerinden alınan vergilerin iki bileşeninden birisi olan kurumlar vergisinin payı yalnızca %52’dir. Genel olarak şirketlerin net kârı üzerinden alınması talep edilen vergiler olarak tanımlanabilecek kurumlar vergisinin şirketlerin net kârı üzerinden alınan oranı 1999 yılı için %46 iken, AKP hükümetleri döneminde %20’lere kadar düşürülmüştür. Derinleşen ekonomik krize karşın, 2024 yılı için ise %25 olarak belirlenmiştir. Yanı sıra, finans kuruluşları ve bankalar için ise %30 olarak uygulanacaktır. Bu uygulama toplumsal eşitsizliklerin önemli ara nedenlerinden bir tanesidir. Kurumlar vergisi oranı %60’ın altında olmamalıdır. Vergi gelirleri, esas olarak maaşlı, ücretli ve düşük gelirlilerden değil kurumlar vergisi üzerinden alınan vergilerden sağlanmalıdır. Kurumlar vergisinin gelir ve kazanç üzerinden alınan vergiler içindeki payı en az %70 olacak şekilde düzenlenmelidir.

Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca, 9 Kasım 2023 tarihinde TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda yaptığı 2024 yılı bütçe sunumunu kuşe kağıda ofset baskı ve bol resimli bir kitap olarak da paylaştı. Çok az sayısal veriye, kaynağı net olmayan bolca yoruma dayalı sunum kitapçığının Birlikte başardık imzalı ilk sayfasında Dr. Koca yönetimindeki Bakanlığın sağlık sisteminin içeriği ve hedefine yönelik saptamalarına da yer verilmiştir. Bunlardan birisinde “… sağlık sistemimiz şifa demektir” ifadesiyle bakan, sağlık hizmetinden anladığının ve planladıklarının “hastalıktan kurtulma, iyileşme” ile sınırlı olduğunu, Arapça bir isim (AS: sözcük) olan “şifa” ile ortaya koymaktadır. Söz konusu hedefin verisini Bakanlık bütçesinin programlar itibariyle dağılımını ayrıntılı olarak incelediğimizde bizler de bulabilmekteyiz. Bakanlığın bütçe teklifi incelendiğinde, 2024 yılı bütçesinin %71’inin “tedavi edici sağlık” hizmetleri için ayrıldığı görülmektedir. Her dönem olduğu gibi, bu dönemde de öncelik ve temel işlev maalesef yine “tedavi”, Bakan’ın ifadesiyle “şifa” olacaktır. Oysa, bilimsel bilgiler ışığında yapılacak planlamada önceliğin “koruyucu sağlık” hizmetlerine verilmesi ve hem toplumun sağlığının geliştirilmesi hem de korunmasının öncelikli olması gerekmektedir. Beraberinde kişiye ve çevreye yönelik sağlık hizmetleri birbirinden kopartılmadan hem çalışma (fabrika, işyeri, okul, hastane, üniversite vb.) hem de yaşam (mahalle, köy vb.) alanlarında Sağlık Bakanlığı tarafından kamusal olarak sunulmalıdır.

Kitapta çok az başlıkta yer alan sayısal veriler ise birer tablo olarak değil, genellikle sayıların olmadığı grafiklerle sunulmuştur. Bununla birlikte, grafiklerin neredeyse tamamında zamana yönelik gösterimde tercih edilen standart olmayan ölçek kullanımı, incelenen konunun zaman içindeki değişimini doğru algılamayı engelleyecek biçimde düzenlenmiştir. Böylesi bir tutum objektif değerlendirmeyi engelleyen ve değerlendirmeyi sunum yapanın istediği biçimde yönlendirmeyi hedefleyen bilim dışı bir tutumdur. Bakan Dr. Koca’nın verilerin kamuoyu ile paylaşılması konusundaki dikkatlerden kaçmayan tutarsızlıklarına COVID-19 pandemisi döneminde, özellikle 2020 yılındaki paylaşımlarında sıklıkla tanık olduk. Bakanın kendine özel Twitter hesabından her gün paylaştığı sayılarla sonrasında aylık değerlendirmeler için yaptığı basın açıklamasında paylaştığı veriler çoğu zaman çelişkilerle doluydu. Sağlık Bakanı Dr. Koca’nın kendisine yakıştırdığı bu tutum, bir kurum olarak Sağlık Bakanlığı için kabul edilebilir değildir. Bütçe sunumunda bina ve teknolojik yatırımlar ile sağlık emekçilerinin bölgesel ve bakanlık kurumları arasındaki planlanma gerekçesinin-niyetinin net bir biçimde anlaşılabilmesi için bebek ölüm hızı, beş yaş altı ölüm hızı, bağışıklama hizmetleri gibi toplumsal sağlık düzeyi ve sağlık hizmet sunumu ile ilgili verilerin her yılın sonundan en geç iki ay içinde kurumlar, iller ve bölgeler bazında (temelinde) paylaşılmasını sağlayacak düzenlemeler daha fazla gecikilmeden gerçekleştirilmelidir.

Sağlık Bakanlığı 2024 yılı bütçesinden çalışan giderleri ve sosyal güvenlik kurumlarına devlet primi gideri ödemeleri çıkartıldığında, bir yıl boyunca kişi başına yalnızca yaklaşık 3 bin 248 TL ya da 115 ABD doları düşmektedir. Hesaplamaya hizmet kapsamına alınmış göçmen ve mülteciler de dahil edilse, söz konusu kişi başına sağlık hizmeti için ayrılan miktarın daha da düşük olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Programlar itibarıyla, Sağlık Bakanlığı 2024 yılı bütçesinin yalnızca %28’i (202 milyar 463 milyon 783 bin TL) koruyucu sağlık hizmetleri için ayrılmıştır. Bu durum, bakanın bir yılı aşkın bir süredir aşılama programına alacağını haber vermiş olmasına karşın, rahim ağzı kanseri için koruyucu olan, HPV aşısının programa hâlâ dahil edilmemiş olmasının bir tercih nedeni olduğunun göstergesidir. Yanı sıra, 2023 yılı boyunca kızamık ve verem başta olmak üzere, pek çok aşının zamanında tedarikinin yapılmaması nedeniyle aile sağlığı merkezlerinde aşılama hizmetlerinin gerçekleştirilmesinde önemli aksamalar yaşanmıştır. Bu durum, ebeveynleri (anababaları) tarafından aşı olmaya getirilen bebek ve çocukların aşıları yapılamadan gerisin geriye gönderilmek zorunda kalınmasının da nedeni bakanlığın koruyucu sağlık hizmetlerine gereken önemi vermemesinin hatta ihmalinin bir sonucu olarak yaşandığının açık belgesidir.

Sağlık Bakanlığı 2024 yılı bütçesinden çalışan giderleri ve sosyal güvenlik kurumlarına devlet primi gideri ödemeleri çıkartıldığında, koruyucu sağlık hizmetleri için kişi başına yalnızca yaklaşık 1243 TL düşmektedir. Mevsimlik grip aşısının 6 ay üzerindeki bebekler dahil olmak üzere, herkese yapılması önerilmesine karşın, SGK yalnızca 65 yaş üstü ile kronik hastalığı olanların aşı giderlerini karşılamaktadır. Tüm uyarılara rağmen bakanlık, bu aşıyı programına alıp parasız yapılmasını sağlamamaktadır. Eczanelerde yaklaşık 450 TL karşılığı satışa sunulan grip aşısı için toplumun büyük çoğunluğu her yıl cepten sağlık harcaması yaparak almak zorunda bırakılmaktadır. Bakanlığın koruyucu sağlık hizmetleri kapsamında kişi başına ayırdığı miktar ise üç grip aşısı bedeli bile değildir. Bakan, söz konusu konuşmasında ve kitapta yer alan “Halk sağlığını önemsiyor, gereksiz antibiyotik kullanımını önleme gayretlerimizi sürdürüyoruz” açıklaması ile ülkede yaşanmakta olan binlerce halk sağlığı sorununu görmezden gelip, klinik uygulama sürecinde yaşanmakta olan sorunlardan birinin engellenmesi çalışmaları üzerinden açıklamaktadır. Oysa, koruyucu sağlık hizmetlerinde öncelik, insanların yaşadığı ve çalıştığı yerlerde karşılaştıkları sağlığı bozan etkenlere yönelik mücadeledir. Bu etkenlerin ortaya çıkmasının engellenmesi, ortaya çıkmış olanların bertaraf edilmesi (giderilmesi) ile bu etkenlerin kişilere ulaşmasının engellenmesi öncelik sıralamasıdır.

  • Sağlık Bakanlığı, koruyucu sağlık hizmetlerine ayrılan bütçe payını artırmalı, tüm aşılar gereksinimi olanlara yaş ve hastalık ayrımı yapılmaksızın parasız olarak uygulanmalıdır.

Sağlık Bakanlığı, 2024 yılında tedavi edici sağlık programı için ayrılan paranın %11’den fazlasını (57 milyar 554 milyon TL) şehir hastanelerinin kira bedeli olarak harcayacaktır. Hizmet satın alma ile bu miktar 83 milyar 697 milyon 118 bin TL’ye (%16,15) ulaşmaktadır. Yalnızca bir avuç patronun çıkarını düşünen böylesi bir harcama kalemi kabul edilemez. Sağlık hizmetleri kamusal olarak üretilmeli ve sunulmalıdır. Şehir hastaneleri Sağlık Bakanlığı bünyesinde devlet-kamu hastanelerine dönüştürülmeli, bütün hizmetler kamusal olarak üretilmeli ve sunulmalıdır.

Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca, 9 Kasım 2023 tarihinde TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda yaptığı 2024 yılı bütçe sunumu ve kitabında yer alan “Sağlık Diplomasisi” ana başlığında “Türk Sağlık Sistemi İhtiyacı Olanın Yanında” bölümünde, Sağlık Bakanlığı’nın sekiz ülkede toplam 996 yatak kapasiteli sekiz hastane kurduğunu, “İnsani Yardım Hastaneleri Bölge Halkının Yaralarını Sarıyor” bölümünde de tümü Suriye Arap Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan sekiz yerleşim alanında toplam 1091 yatak kapasiteli sekiz hastane kurduğunu belirtmektedir. Bununla birlikte, özellikle ikinci gruptaki hastanelerin uluslararası hukuk alanındaki yeri ve statüsü ile her iki gruptaki hastanelerde hizmetin kimler eliyle ve nasıl sunulduğu, finanse edildiği ile ilgili herhangi bir bilgiye yer verilmemiştir. Hekimlerin ve sağlık emekçilerinin birinci gruptaki hastaneler için yurtdışı görevlendirme ile gönderilmelerine karşın, ikinci gruptaki hastaneler için zorunlu geçici görevlendirilmeler yapıldığı bazı hekimlerin TTB Merkez Konseyi’ne verdikleri dilekçelerinde dile getirilmiştir. Söz konusu durumun uluslararası hukuka uygunsuzluğu bir yana, “savaş-çatışma koşullarında sağlık hizmetleri” konusunda herhangi bir bilgi ve deneyime sahip olmayan meslektaşlarımıza yönelik bu uygulamadan derhal vazgeçilmelidir.

Bakan Koca, sunumunda ve sunum kitabında “Sağlık Turizmi Gelirimizi Artırıyoruz” başlığında sağlık turizmi istatistiklerini sunarken, yurtdışından gelen her bir hasta başına elde ettikleri gelirin azalmakta olduğunun dahi farkında değil ya da fark edilebileceğini düşünmeden paylaşmış. Şöyle ki : 2021 yılında her bir hasta başına ortalama 2575 ABD doları gelir elde edildiği görünürken, bu gelirin 2022’de 1684 ABD dolarına, 2023 yılının eylül ayına kadar da 1663 ABD dolarına kadar azaldığı yapılan hesaplamalarla ortaya konabilmektedir. Bir ülkenin sağlık turizmi kapsamında özel ve kamu sağlık sigorta şirketleri ile kişiler tarafından tercih edilebilmesi için öncelikli özelliğinin “ucuz” ve “hızlı-sıra beklemeksizin ulaşılabilir” olması olduğu bilimsel araştırma sonuçları ile ortaya konmuştur. Bakanlık, bu hastalara sıra bekletmemeyi kendi yurttaşlarının önceliğini ortadan kaldırarak, ucuz olmasını da hekim ve sağlık emekçilerine yapılan ödemeleri olabildiğince düşük tutarak-sömürü oranını artırarak sağlayabilmektedir. Son birkaç yıldır somut olarak da ortaya çıktığı gibi, sağlık turizmi ve bu alanın zaman içinde genişlemesi hem yurttaşlarımızın sağlık hizmetine ulaşmasını zorlaştırmakta (muayene, tetkik ve tıbbi-cerrahi müdahaleler için haftalarca randevu alamamakta, aldıklarında da aylarca sonrasına randevu alabilmektedir) hem de hekim ve sağlık çalışanlarının resmi mesai saatleri sonrasında ve tatil günlerinde de herhangi ek ödeme vb. yapılmadan uzun süreli çalıştırılmalarına neden olmaktadır. Yurttaşlarımızın ve sağlık emekçilerinin daha fazla mağdur edilmemeleri için bu uygulamalar sonlandırılmalıdır.

Hekimler ve sağlık emekçileri de Türkiye’de emek gücünü satarak yaşamak zorunda olanların tümü gibi AKP hükümetleri döneminde daha da yoksullaşmış ve kıt kanaat geçinebilir hale getirilmiştir. Bütçe teklifinde hekimlerin maaş ve emekli aylığına etki edecek 7200 ek gösterge uygulanması ve özel hizmet tazminat oranlarının yükseltilmesiyle maaşlarda en az %150-200 oranında artış yapmaya olanak verecek düzenlemeler yapılmalıdır. Aylık gelirde performans ücretinin payı %10-15’i geçmemelidir. Hekimlerin emekli oldukları sosyal güvenlik kurumundan doğan ve uçurum haline dönüşmüş emekli maaşı farklılıklarına neden olan sorunlar daha fazla geciktirilmeden çözüme kavuşturulmalı, düşük olanlar muadili en yüksek olan maaşla eşitlendirilmelidir.

Küresel düzeyde neoliberal sağlık politikalarının Türkiye’deki metni ve uygulaması olan Sağlıkta Dönüşüm Programı ile sağlık hizmetlerinin üretim ve sunumunda, sanayideki Fordist üretim modelinin nerdeyse aynısı, özellikle tedavi edici sağlık hizmetlerinin sunulmakta olduğu kurumlarda bir süredir olağan hale getirildi. Böylece, kamucu sağlık hizmeti üretim ve sunumunun hâkim olduğu yıllarda “hastalık yok, hasta var” tutumunun yerini “hasta yok, hastalık var” aldı. Bu uygulama ile artık, hastanın ilk muayenesini yapıp tetkiklerini isteyenle, tetkik sonuçlarını değerlendirerek tanısını koyup, reçetesini yazanla ve hasta ilaçlarını bir süre kullandıktan sonra kontrolünü yapan hekimin aynı kişi olması gerekmiyor. Hasta ya da hekim istese, ısrarla çaba gösterse bile bunu sağlayamıyor. Hekim ve hasta arasındaki nitelik olarak oldukça özgün ve özel olması gereken bir ilişkide her ikisi de birbirine yabancılaşıyor ve her ikisi de sağlık hizmetlerinin nesnesine dönüşüyor. Ve ne oluyorsa bundan sonra oluyor. Özellikle 2010’lu yıllardan itibaren (başlayarak) salgın gibi yayılan ve önü alınamayan “sağlıkta şiddet” her gün daha da yaygınlaşıyor ve sıklaşıyor. Bu durum, sağlık emekçileri için çalıştıkları her bir gün daha da artan tedirginlik, kaygı, korku, psikolojik travma, fiziksel yaralanma hatta ölüm getiriyor. Türkiye’de çalışma ortamının kendisi sorun üretiyor. Sağlık hizmeti alanlar için de hekimler ve sağlık emekçileri için de çalışma ortamı uzun bir zamandır uygun değil. Çalışma ortamında insana, çalışana yakışır koşulların yaratılmasına yönelik köklü değişiklikler gerçekleştirilene kadar bir nebze olsun sağlıkta şiddetin azaltılabilmesi için TTB tarafından hazırlanıp yetkili ve sorumlu kamusal birimlere ulaştırılmış olan “Sağlıkta Şiddet Yasa Tasarı Taslağı” herhangi bir maddesinde bile değişiklik yapılmadan yasalaştırılmalıdır. Eş zamanlı olarak sağlık sisteminin insan-toplum odaklı bir hedefle kamucu bir sisteme dönüştürülebilmesi için konunun bütün taraflarıyla, daha fazla zaman kaybetmeden masaya oturulmalıdır. Söz konusu yapılanma sağlanmadan ne sağlıkta şiddetin ne de sağlık emek göçünün azaltılamayacağı, sonlandırılamayacağı bilimsel bilgiye dayalı bir gerçekliktir.

Sağlık Bakanlığı bütçesine ayrılan pay genel bütçenin %15’inden daha düşük olmamalıdır. Söz konusu pay, Sağlık Bakanlığı’nın sağlık hizmetlerinin kamusal olarak üretildiği ve sunulduğu bir sistemde, ülkede yaşayan herkesin prim dahil herhangi bir ödeme yapmaksızın sağlık hizmeti gereksinimlerinin kamusal olarak karşılanmasını sağlaması hedefiyle uyumlu olmalıdır.

Bir defa (kez) daha paylaşalım; maalesef Bakan’ın sunumunda da ifade ettiği gibi Sağlık Bakanlığı bütçesinin hedefi şirketlere, yandaşlara kaynak aktarmak olmamalıdır. Bir bütün olarak sağlığının korunduğu, geliştirildiği topluma, toplumsal yaşantıya ulaşmak olmalıdır.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi

VAHDETTİN

Suay KARAMAN

Dağlarında çiçekler açan güzel İzmir’in kurtuluşunun 100. yılında 9 Eylül 2022’de İzmir Anakent Belediye Başkanı Tunç Soyer konuşma yapmıştı. Eşsiz önderimiz Atatürk’ten alıntılar alarak yaptığı konuşmasında Tunç Soyer;

  • “100 yıl önceydi. Bu toprakları yönetenler, gaflet, dalâlet ve hatta hıyanet içindeydi. Sadece, saraylarındaki saltanatı korumak için bütün bir milleti ateşe attılar.
    İnsanlık onurumuzu, bağımsızlık tutkumuzu ve yaşam hakkımızı ayaklar altına aldılar, teslim oldular. Ve bir sabah emperyalist ülkeler kirli emelleriyle güzelim şehrimizi
    işgal etti”
    demişti.

 Yapılan bu konuşmadan 14 ay sonra İçişleri Bakanlığı, Tunç Soyer hakkında ‘Osmanlı Devleti’ne ve son padişah Vahdettin’e hakaret etmek, halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek’’ suçlamasıyla inceleme başlattı. 

  • Bu incelemenin hedefi ne Tunç Soyer’dir ne de CHP’dir.
  • Açıkça hedef Mustafa Kemal Atatürk’tür.

Atatürk’e söz edemeyenler, çevresinde dolanıp durmaktadır. Zaten bu zihniyet, Atatürk için “Ergenekon’un bir numarası” bile demişti. Büyük Millet Meclisi’nin 25 Eylül 1920 tarihindeki gizli oturumunda Mustafa Kemal Paşa şunları söylemiştir:

  • Padişah ve halife makamını işgal eden kişi haindir.
  • Düşmanların vatan ve millet aleyhine kullandıkları bir maşadır.”

Büyük Millet Meclisi tutanaklarında yer alan bu konuşma, tarihin gerçek olaylarını belgelere dayanarak ortaya koymaktadır. Vahdettin’in hain olduğunu açıklayan Mustafa Kemal Paşa için soruşturma açabilecekler mi? Cesaretleri var mı, güçleri yeter mi? 

30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesini imzalayan, ülkesini işgal edenlerle işbirliği yapan, 17 Kasım 1922’de İngilizlerin Malaya savaş gemisiyle kaçan Vahdettin ve takımının işi, Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla bitirilmiştir. Tarih Vahdettin’in hainliğini belgelemiştir. Vahdettin’i aklamak isteyenler olmuştur ama boşunadır. Tıpkı 15 Temmuz 2005’te Zaman Gazetesine demeç veren Bülent Ecevit’in, “Vahdettin hain değildi” sözleri gibi. 

Siyasal iktidar 14 ay sonra Tunç Soyer’e açtığı inceleme ile bir taşla iki kuş vurmak istemektedir. İzmirlilerin hizmetlerinden hoşnut olmadıkları Tunç Soyer’in yeniden aday yapılması durumunda, CHP’nin oy yitimine uğrayacağı bellidir. İşini bilen, hakkını veren, parti ideolojisini özümseyen başka bir aday ile CHP’nin İzmir’i yeniden alacağı açıktır. İşte siyasal iktidar İzmir’i almak için Tunç Soyer’e açılan soruşturma ile mağdur yaratarak, Soyer’in yeniden aday yapılmasını düşünmektedir. Yani İzmir’de Tunç Soyer yeniden aday olursa, AKP, kendilerinin şansı olduğu beklentisi içindedir; ama bu beklenti düşten öteye gidemez. 

Tunç Soyer’in yönetimindeki İzmir Anakent Belediyesi hakkında özellikle kutlamalara getirilen sanatçılara ödenen büyük paralar, 2022 yılında bir otele yüklü konaklama bedelleri ödenmesi, Buca tüneli inşaatının beş yıldır bitirilememesi, yapılacak metroların neden bitirilemediği, “Süt Kuzusu” projesini eşine verip, çocuklara süt gönderilmemesi gibi konular dururken, gülünç ve dayanaksız bir biçimde inceleme başlatmak mantıksızdır. 

Sürekli olarak algı yönetimini başarılı biçimde (!) yürüten siyasal iktidarın bu oyununa CHP’nin yeni yönetiminin dur demesinin zamanı gelmiştir. Bunun için yerel seçimlerde gerek belediye başkanları, gerekse belediye meclis üyelerinde liyakate (yaraşırlığa) önem verilmesi, toplumun güvendiği kişilerin ve CHP ilkelerini özümseyenlerin aday yapılması çok önemlidir. Atatürk’ümüzü, ülkemizi, kentlerimizi ve geleceğimizi korumak için başka şansımız kalmamıştır.  

Azim ve Karar, 27 Kasım 2023