Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Yaz saati inadı!

PROF. DR. ÇAĞATAY GÜLER
Halk Sağlığı, Fizyoloji ve Çevre Sağlığı Uzmanı

22 Ekim 2024, Cumhuriyet

Kış saatine geçmeyerek; öğrencileri ve çalışanları karanlıkta okula ya da işe gitmeye zorlamak günümüz bilimsel gelişmelerinin ışığında yanlıştır, artık bireysel ve toplumsal etkileri göz ardı edilmemelidir.

Olumsuz sağlık sonuçlarının başında yaşamsal vücut ritimlerinin bozulması gelir.

İnsan vücudu, uyku ve uyanıklık döngülerini kontrol eden (denetleyen) ritimleri düzenlemek için doğal ışığa dayanır. İnsanlar uyanmak ve günlerine karanlıkta başlamak zorunda kaldıklarında, iç vücut saatleri bozularak uyku yoksunluğuna, yorgunluğa ve bağlantılı bir dizi sağlık sorununa yol açar. Bunlar arasında kalp-damar sorunları riskinin artması, günışığı etkileniminin azalması nedeniyle çöküntü (depresyon), mevsimsel duygusal bozukluk olgularının artması sayılabilir.

Kötü uyku kalitesi (niteliği) nedeniyle bilişsel işlev bozulurken, bellek ve dikkat azalır. Sabahın erken saatlerindeki karanlık sürücü ve yayalar için kaza olasılığını artırır. Karanlıkta görüşün zayıf olması, özellikle okul çocukları ve çalışanları etkileyen trafik kazalarını artırabilmektedir.

YARARDAN ÇOK ZARAR

Karanlıkta çalışmak veya okula gitmek ruhsal durumu, moral gücü ve üretkenliği olumsuz etkiler.

Doğal gün ışığı etkileniminin dikkat yoğunlaşmasını, uyanıklığı ve ruh halini (durumunu) iyileştirdiği gösterilmiştir.

Sabah ışığının eksikliği, tam olarak uyanmayı ve erken saatlerdeki üretkenliği zorlaştırabilir.

İnsanlar uyanık oldukları saatlerin “değerli” bir bölümünü karanlıkta geçirdiklerinde sosyal ve aile yaşamları bozulabilir. Yaşam kalitesi (niteliği) azalır. Sabah evden çıkışların bir dayanışma ve güven desteği olmasını engeller.

Öğrenciler, özellikle küçük çocuklar, uyku düzenlerindeki ve ışık etkilenimindeki değişikliklere karşı daha duyarlıdır. Sabahları ışık eksikliği öğrencilerin yoğunlaşmalarını zorlaştırarak akademik başarımlarını (performanslarını) olumsuz etkileyebilir.

Daha çok insanın karanlıkta okula veya işe gitmesiyle kaza riski artar. Okula yürüyen veya otobüs duraklarında bekleyen öğrenciler için sabah karanlığındaki düşük görüş mesafesi (uzaklığı) ciddi bir risk oluşturur. Benzer biçimde, sürücüler için zayıf görüş uzaklığı, özellikle kötü hava koşullarında kaza oranlarını artırmaktadır.

Kötü niyetli kişilerin karanlık ve alacakaranlığı amaçlarını gerçekleştirme fırsatı olarak değerlendirme eğilimleri yüksektir.

Olumlu sanılan birkaç durum da söz konusudur. Kış saatine geçmeyiş, akşamları daha çok gün ışığının yapay aydınlatma ve ısıtma gereksinimini azaltarak enerji tasarrufu sağladığı düşüncesine dayanır. Ancak, günümüz çalışmaları, kış saatine geçmeyerek sağlanan enerji tasarrufunun çok küçük hatta ihmal edilebilir düzeyde olduğunu göstermiştir. Sabahleyin artan ısıtma gereksinimi, karanlık sabah saatlerinde yapay aydınlatmanın kullanılması gibi etmenler söz konusu kazanımı ortadan kaldırmaktadır.

Günümüzde enerji tüketimi daha çok elektronik aygıtlar, aletler ve ısıtma / soğutma sistemleriyle ilgilidir ve bunlar günışığından bağımsız olarak kullanılır. Kış saatine geçmemek, akşam saatlerinde daha çok gün ışığı olması anlamına gelir. Bunun, insanlara işten veya okuldan sonra açık hava etkinlikleri, egzersiz ve sosyalleşme için daha çok zaman sağlayabileceği düşünülebilir. Ancak ülkemizde güvenli oyun alanlarının bulunmaması ve güvenlik sorunları yararlı oyun ve beden eğitimi etkinliklerini kısıtlamaktadır.

  • Bu durumda adeta toplumsal işkenceye dönüşen bu inadın sürdürülmesindeki amaç nedir?

Değişmez hükümler ikiyüzlülüğü-1 ve 2

Dostlar,

Geçtiğimiz Pazar günü, 20 Ekim 2024’te İstanbul Barosu Başkanlığına seçilen

Sayın Prof. Dr. İbrahim Ö. KABOĞLU‘nun tartışmalara neden olan
“ANAYASAMIZIN DEĞİŞMEZ MADDELERİ”

hakkında BİRGÜN gazetesindeki haftalık köşesinde yer alan 2 makalesini aşağıda “birlikte

sunuyoruz. İlki 26 Eylül 2024, ikincisi bu gün, 24 Ekim 2024 tarihli.

Kaboğlu hocamızın her 2 makalesinde yer alan şu tümceyi özellikle paylaşmak isteriz:
  • “ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün” olan Türkiye Devleti…

Birbirimizi doğru anlamak ve sınırlı enerjimizi doğru hedeflere yönlendirmemiz gerek.

Sayın Prof. Kaboğlu, 50 yıllık hukukçudur ve Anayasa Hukuku alanında yetkinliği
tartışma dışıdır.

O’nun deyimiyle, kendisini Cumhuriyet’in 2. Yüzyılıyanlısı (Türkiye yüzyılı” yanlısı değil!) görüyoruz ve yeni görevinde içten başarılar diliyoruz.

Ağır bedeller ödemiş namuslu bir hukukçu olarak, çok yerinde tanımladığı 3’lü hedefe birlikte yürüyelim isteriz :

“Üçlü hedef ise, asla gündemden düşürülmemeli :

1. Doğru ve gerçek bilgi,
2. Yürürlükteki Anayasa’ya saygı,
3. TBMM önünde sorumlu Hükümet için Anayasa değişikliği.

Sevgi ve saygı ile. 24 Ekim 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı  
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli  
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

==========================================================

Değişmez hükümler ikiyüzlülüğü-1

Güncel 26.09.2024, BİRGÜN

Değişmez anayasal hükümler dokunulamaz değil. Nitekim 1995 ve 2001 değişikliklerinde dolaylı da olsa dokunularak korunan alan pekiştirildi. Nasıl? Başlangıç metni ve madde 14 yoluyla.

Başlangıç’tan ırkçılığı çağrıştıran ibareler çıkarıldı (1995 ve 2001); “İnsan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyet” yeniden tanındı (md.14).

Irkçı çağrışım yapan öğelerin azaltılması ile madde 2’nin yollama yaptığı Başlangıç metni, “demokratik hukuk devleti” bağlamına yaklaştırıldı. “İnsan haklarına saygılı Devlet” kaydını öngören madde 2, “insan haklarına dayanan Devlet” olarak okunmaya başlandı.

Böylece, 2001’de Türkiye Cumhuriyeti(md.1)’nin niteliği, ‘insan haklarına dayanan’ kaydı ile pekiştirilmiş oluyordu.

Özet: karşılaştırmalı anayasa hukuku verileri ışığında, değiştirilmez maddeler, kurucuların hedefini ileriye götürücü anlamda pekiştirilebilir.

Bununla birlikte, 2017 sonrası ve 1 Ekim 2024 öncesi, değişmez maddelere ilişkin düzenleme, uygulama ve söylemler, tersi yönde oldu ve bu durum sürüyor:

-düzenleme olarak; 2017değişikliği, özü itibariyle ‘demokratik devlet’ niteliği ile bağdaşır değil: hesapverebilir hükümet ve siyasal sorumluluk kuralı kaldırıldı.

-uygulama bakımından; dini siyasete alet etme yasağı (md. 24/son), sürekli çiğnenmekte. Dinsel inanca dayandırılan kur korumalı mevduat (KKM) düzenlemesi, bir dönüş eşiği. Temel norm ihlaliyle anayasa bilimi ve iktisat bilimi yadsıması, Hazine’yi yuttu, halkı daha da yoksullaştırdı.

-söylemler düzleminde; değişmez maddeler karşıtlığını açıkça dillendiren Hüda-Par, 1995 ve 2001’de yapılanların tam tersine değişmez maddelerin içeriğinin boşaltılması yönünde bir irade ortaya koydu. İşe madde 4’ten başlamanın kendince ‘akıllıca’ bir yaklaşım olduğunu düşünmüş olsa gerek ki, karşı çıkanlara ‘ahmak’ dedi. Arkasında, DİB-MEB-MSB ve cemaat-tarikat ekseninde oluşturulan akıl ve bilim dışı kuşatma hattı giderek kök salıyor.

“İnsan haklarına dayanan demokratik ve laik sosyal hukuk devleti”nin içeriğini, söylem, düzenleme ve uygulama bakımından boşaltma seferberliğindeki Cumhur İttifakı,

  • “ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün” olan Türkiye Devleti’ni

ülkesel yağma ve toplumsal ayrıştırma yoluyla madde 3’ü de ihlalde sınır tanımıyor.

Geriye, haliyle yine içeriği boşaltılan “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” (md.1) tanımı kalıyor. Madde 4’ü sorgulamakla işe başlamak, aslında –Taliban ve Hizbut Tahrir hattında- Cumhuriyet’i hedef almaktır.

Yıkım faaliyeti, ‘otoriter hükümler’ (2017 düzenlemesi) ve ‘keyfi uygulama’ (2018-24) sarkacında yürütülüyor.

Keyfiliği Resmi Gazete ile tescillenen 6 yıllık uygulamanın tümü, şekil yönünden de Anayasa’ya aykırı: bakanların af talebi ve kabulü.

“Kaynağını anayasadan almayan hiçbir devlet yetkisi kullanılamaz” yasağına karşın, kendini Anayasa-üstü konumlandıran Cumhurbaşkanı, suç zanlısı bakanları aklıyor, tam tersine görevini yapanları şaibeli kılıyor.

Bu egemenlik gaspı, yasama-yürütme-yargı ekseninde erkler ayrılığını felç ediyor. (Dahası, OHAL KHK’leri çağrıştırıyor: KHK ek çizelgelerine adlarını yazdıkları kişilere yargı yolunu kapatanlar, tersi yönde, “sorumsuzluk yasaları” ile kendilerine karşı yargı yolunu kilitledi.).

Bugün ise yargı, bir yandan, demokratik siyaset alanını daraltmak için muhalifleri tasfiye (E. İmamoğlu vak’ası); öte yandan, demokratik toplum aktörlerini susturma ( düşünce ve siyasi suçlular hapiste iken, 26 suç kaydı bulunan katil serbest) aracı olarak kullanılıyor.

Bu ortam ve koşullarda adil yargılanma hakkı (AYH), başat hak konumuna geliyor: en çok ihlal edilen ve merkeze oturtulması gereken bir hak. Barolar, AYH savunucuları ve bekçileri olarak dayanışma ve eylem halkalarını örebilmeli.

1 Ekim günü TBMM’nin açılışı vesilesiyle: darbe anayasası/sivil anayasa ikileminde ‘sahte anayasa’ söylem sahneleri karşısında “demokratik Cumhuriyetçi yurttaşlar” uyanık olmalı: Anayasal ve siyasal mirası yıkım sürecinde “toplum üzerinde akıl ve bilimdışı egemenlik” iştahı asla meşrulaştırılmamalı, kanıksanmamalı ve kategorik olarak reddedilmeli.

Üçlü hedef ise, asla gündemden düşürülmemeli :

1. Doğru ve gerçek bilgi,
2. Yürürlükteki Anayasa’ya saygı,
3. TBMM önünde sorumlu Hükümet için Anayasa değişikliği.
=====================================================

Siyaset 24.10.2024, BİRGÜN

“Değişmez anayasal hükümler dokunulamaz değil. Nitekim 1995 ve 2001 değişikliklerinde dolaylı da olsa dokunularak korunan alan pekiştirildi. Nasıl? Başlangıç metni ve madde 14 yoluyla.

Başlangıç’tan ırkçılığı çağrıştıran ibareler çıkarıldı (1995 ve 2001); “İnsan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyet” yeniden tanındı (md.14).

Irkçı çağrışım yapan öğelerin azaltılması ile madde 2’nin yollama yaptığı Başlangıç metni, “demokratik hukuk devleti” bağlamına yaklaştırıldı. “İnsan haklarına saygılı Devlet” kaydını öngören madde 2, “insan haklarına dayanan Devlet” olarak okunmaya başlandı. Böylece, 2001’de Türkiye Cumhuriyeti (md.1)’nin niteliği, ‘insan haklarına dayanan’ kaydı ile pekiştirilmiş oluyordu.

Özet:

  • Karşılaştırmalı anayasa hukuku verileri ışığında, değiştirilmez maddeler, kurucuların hedefini ileriye götürücü anlamda pekiştirilebilir.”

Alıntı, ‘Değişmez hükümler ikiyüzlülüğü’ başlıklı yazımdan (BirGün, 26 Eylül).

Devamı şöyle özetlenebilir:

“İnsan haklarına dayanan demokratik ve laik sosyal hukuk devleti”nin içeriğini, söylem, düzenleme ve uygulama bakımından boşaltma seferberliğindeki Cumhur İttifakı, 

  • “ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün” olan Türkiye Devleti’ni

ülkesel yağma ve toplumsal ayrıştırma yoluyla madde 3’ü de ihlalde sınır tanımıyor.

Geriye, haliyle yine içeriği boşaltılan “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” (md.1) tanımı kalıyor.

Yıkım faaliyeti, ‘otoriter hükümler’ (2017 düzenlemesi) ve ‘keyfi uygulama’ (2018-24) sarkacında yürütülüyor. (…).

Bilgisiz fikirciler!

Değişim İçin Avukatlar (DİA) olarak katılımcı ve kucaklayıcı yolla yürüttüğümüz seçim çalışmasını saldırı için fırsat bilen bir “güruh”, iftira kampanyası başlattı. Bu “kara kampanya” tutmadı ve DİA seçimleri kazandı: Kazanan aslında İstanbul Barosu ve Hukuk oldu.

“Ben değil, BİZ” olarak çıktığımız yolda, hakkımda üçlü karalama yapıldı:

– Avukatlık yapmadı;
– 2010’da ‘yetmez ama evet’ dedi;
– Değişmez maddelerin değişmesini savunuyor.

İlk ikisini, Kurultay sırasında yaptığım konuşmada yanıtladım. Üçüncüsünü ise, sonuçlar belli olunca sandalye üstünde yaptığım teşekkür konuşmasında, elli yıllık akademik alışkanlık, saydamlık ve saflıkla, ‘değişmez hükümler ikiyüzlülüğü’ başlıklı yazımda işlediğim görüşü dillendirdim.

  • Anayasa’yı şantaj malzemesi olarak kullanan sözde milliyetçi kimi siyasetçi ve/ya Atatürk’ü sömüren sözde medya mensubu müfterilerle, daha önce olduğu gibi yargı önünde hesaplaşacağım.

Üzücü olan, 2017 yıkımı karşıtı olan veya öyle görünen hukukçu veya olmayan diplomalıların, “olumlu, ileriye götürücü, güçlendirici ve pekiştirici” dokunuş ne demek? vb. sorgulamalarla
kalıp yargılar eşliğinde kara çalma furyasında yer alması.

Kamuoyunu bilgilendirme adına yaptığım açıklamadan alıntı:

“Anayasal yıkım karşısında seyirci kalanlar, 1995 ve 2001 Anayasa değişikliklerinin neden olduğu iktidar-özgürlük dengesizliğinin özgürlük lehine düzeltilmesine yönelik dokunuşların dile getirilmesini “linç kampanyası” nın gerekçesi olarak kullandı. (…)

Anayasal bilgilenme hakkı ve Anayasa’ya saygı için mücadele, İstanbul Barosu üyesi 65 bin avukatın ve özellikle genç avukatların sorunlarının çözümü için de gerekli. Bu inançla, İstanbul Barosu Yönetim Kurulu olarak laik ve demokratik hukuk devleti için hızlıca görevimize odaklanacağız.”.

Konuyu daha çok işleme gereği açık. Şimdilik, olumlu örnek için 2001’de yeniden yazılan madde 13’ü aktarmakla yetineyim:

  • “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz”

İşte, demokrasi, insan hakları ve laiklik için güçlendirici düzenleme budur.

2017’de Hükümetin, siyasal karar düzenekleri ve sorumluluğun kaldırılması ise,
“demokrasi” için yıkıcı sonuçlar doğurdu.

“Anayasal bilgi kirliliği”, 21. yüzyılın büyük ayrışmasını yansıtan “Cumhuriyet’in 2. Yüzyılı” yanlıları ve “Türkiye yüzyılı” yanlılarının ortak paydası mı yoksa? Ne acı!

“Değişmez maddeler kırmızı çizgimiz” nakaratı eşliğinde bu maddelerin koruduğu değer ve ilkeleri yadsıyan Anayasa düşmanlarının dilini kullanmamı kimse beklemesin!

Ulus devlet, yurttaşlık ve dil birliği konusu

MUSTAFA HÜSNÜ BOZKURT
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞI GENEL BAŞKANI

22 Ekim 2024, Cumhuriyet

Yıllardır ısıtılan, son günlerde cumhurbaşkanı ve Cumhur İttifakı sözcülerince gündemin başına taşınan, yandaş basının da iştahla savunup kamuoyunu ikna etmeye çalıştığı, “Darbe anayasasından kurtulma” soslu, “sivil anayasa” ambalajlı, üniter (tekil) ulus devlet ve laik Cumhuriyeti
hedef alan yeni (gerçekte oldukça eski) anayasa arayış ve tartışmalarının, laiklik ilkesini silikleştirmek (giderek ortadan kaldırmak) yanında, görünürde masum ve insan hakları
temeline dayandırılan iki temel taleple (istemle) yürütüldüğü görülüyor.

Anayasamızın “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep
ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler
eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.
” diyen
10. maddesi varken “eşit yurttaşlık” istemek; Anayasa hükmüyle, kurucu iradenin
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına (halklarına değil) Türk milleti denir.
tanımını yok etmeyi istemektir.

ÜNİTER YAPI

Çünkü bu millet tanımı; kan, ırk, soy temelli değil, egemenlik (devlet), coğrafya (vatan) ve kültür temelli bütüncül bir millet (milliyetçilik) tanımıdır. Bu tanım terk edilerek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran “Türkiye halkı” bölünmek, şimdilik 2 (giderek 3, 4, 5…) kurucu halk tanımlanmak, devlete (ve millete) bu halkların ayrı uluslar olduğu ve self determinasyon
(kendi yazgısını belirleme) hakları bulunduğu kabul ettirilmek istenmektedir. Bu, Batı emperyalizmi üretimi, devletimizin “üniter ulus devlet” olma özelliğini berhava (yok) etmeye, bugün “Türkiye halkları” olarak söylenen ifadeyi “Türkiye ulusları” biçimine dönüştürmenin hukuksal zeminini oluşturmaya, “Türk” kavramını da “Türkiyeli” ile değiştirmeye yönelik bir istemdir; masum da değildir. Temel insan hakları ile bir ilgisi de yoktur.

ULUS ve ORTAK GELECEK

“Ana dilde eğitim” istemi de yine Batı emperyalizminin 100 yıldır bir türlü gerçekleştiremediği anti-emperyalist ve laik bir üniter ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ni, 2 ile başlayıp zamanla artırılacak parçalara bölmek hedefine hizmet eden, “insan hakkı” tatlandırıcısı ile cilalanmış art niyetli bir istemdir. İstenen; ana dili öğrenmek, ana dille konuşmak, yazmak,
eser (yapıt) vermek değildir. Bunlar her yurttaş için temel haktır, serbesttir. Asıl istenen,
ulus olmanın olmazsa olmazı olan “dil birliği” yok edilerek bölünmeyi kolaylaştırmaktır.

Bir ulus devlette eğitim mutlaka dil birliği ilkesiyle (tek dille) yapılmalıdır. Ülkenin bütününde
tüm yurttaşlar aynı dille eğitim görmediklerinde, yaşamları boyunca farklı dillerde eğitim alan, ortak bir dille anlaşamayan yani dil birliğinden yoksun insanlar nasıl olup da ulus olabilecekler, ortak gelecek hedefinde birleşebilecekler, ülkenin her yerinde yaşamlarını sürdürebilecek, çalışabilecek, milletin diğer fertleriyle (ulusun öbür bireyleriyle) anlaşabilecek ve mesleklerini yapabileceklerdir? Bu soruların yanıtlarını bilmek için müneccim (önbilici) olmaya gerek yoktur.

LAİKLİK İLKESİ

Bu iki istemin ve laiklik ilkesinin ortadan kaldırılmasının (devletimizin Ortadoğu tipi bir
din devletine dönüştürülmesinin)
aynı zamanda Batılı emperyalist devletlerle yaratıp destekledikleri bölücü terör örgütlerinin ve siyaset kurumundaki temsilcilerinin ortak istemi olması ise kuşkusuz tesadüf (rastlantı) değildir.

  • Türkiye Cumhuriyeti devleti ilelebet üniter ulus devlet olarak payidar kalacaktır!

Terörle Savaşım Stratejisiz Olmaz

Dr. Cihangir Dumanlı
Em. Tuğgeneral, Hukukçu, Strateji uzmanı

  • Stratejik hatalar taktik başarılarla giderilemez!

Devlet Bahçeli’nin son çıkışı terörle savaşım (mücadele) konusunda yeniden düşünmemizi gerektiriyor.

“Türkiye Cumhuriyeti devleti 40 yıldır terörü neden bitiremedi?” sorusunun temel yanıtı strateji (yordam) noksanlığıdır.

Kapsamlı ve gerçekçi bir strateji olmayınca terörle mücadele teröristlerle mücadeleye indirgenmiş, dolayısıyla güvenlik güçlerine bırakılmıştır. Etkisiz duruma getirilen terörist sayısından daha çoğu örgüte katıldıkça, teröristleri etkisiz duruma getirmekle sorun çözülememektedir (Havuz problemi!).

Terör, silahlı savaşımın ötesinde toplumsal, siyasal, yönetsel, eğitim, ekonomik, ruhbilimsel,  uluslararası boyutları olan çok boyutlu bir olgudur. Bu nedenle savaşım da çok boyutlu olmalı ve silahlı gücün yanında devletin tüm güç ögelerini kapsamalıdır.

Terörü bitirmek için şu üç ögeyi dikkate alarak kapsamlı bir strateji (yordam) saptamak gerekir:

  1. Teröristleri etkisiz duruma getir,
  2. İç desteği kes,
  3. Dış desteği kes.

İç desteğin kesilmesi için yukarıda değinilen toplumsal, siyasal, yönetsel, eğitim, ekonomik,   ruhbilimsel alanlarda önlemler saptanmalı ve uygulanmalıdır. İnsanlar yaşamlarından
mutlu olursa ve devletin gücü karşısında terörle bir sonuç alınamayacağını anlarlarsa
dağa çıkmak istemezler. Dağa çıkış azaldıkça terör de azalır.

Dış desteğin kesilmesi için ABD’ye karşı başta ekonomik bağımsızlığımız olmak üzere,
tam bağımsızlığımızı gerçekleştirmek ve coğrafya gücümüzü kullanmak gerekmektedir.

  • Terör örgütünü açıkça destekleyen ABD’nin üslerimizi ve
    hava sahamızı kullanmasına izin verilmemelidir..

Böyle bir strateji (yordam) geliştirilmezse Sn. Bahçeli’nin yaptığı gibi günübirlik,
taktiksel çözüm önerileri ile bir sonuç alınamayacağı anlaşılmalıdır.

Siyasal istenç (irade) olursa Türkiye birikimi ve 40 yıllık deneyimi ile kapsamlı ve
uygulanabilir bir “terörle savaşım stratejisini” saptayabilecek olanaklara sahiptir.

Zararın neresinden dönülürse kardır.

Nobel, ahmaklık ve açılım

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
21 Ekim 2024, Cumhuriyet

Daron Acemoğlu’nun ekonomi alanında Nobel ödülünü alması; İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun “ahmaklık” davası; MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM açılımı, geçtiğimiz haftanın gündemindeki konuların arasındaydı.

Daron Acemoğlu’nun Nobel ödülünü alması hem kendisi hem de Türkiye için önemli bir gelişme olmakla birlikte, Nobel ödülünün geçmişte her zaman hak edenlere verilmediği dikkate alınacak olursa, Nobel konusunda abartılı heyecanlara kapılmamak daha doğru olur.

Nâzım Hikmet ve Yaşar Kemal gibi Türk edebiyatının öncü isimlerine verilmeyen Nobel edebiyat ödülünün Orhan Pamuk’a verilmesi bunun örneklerinden birisidir.

Nobel barış ödülünün de Mustafa Kemal Atatürk, Mahatma Gandhi ve Olof Palme gibi emperyalizme karşı mücadele eden ve dünya barışına hizmet eden kişilere verilmemiş olması, Nobel’in tarihine kara bir leke olarak geçmiştir.

Nobel hakkında yorum yapılırken bu gerçeklerin de dikkate alınması gerekir.
***

  • Ekrem İmamoğlu’na karşı açılan kumpas (tuzak) davası bir sivil darbe girişimidir.

Eğer bir iktidar seçimlerdeki rakiplerini kendisi belirliyorsa, seçimleri kazanabilecek olası adayları hukuk dışı yollarla bertaraf ediyorsa, bunun adı sivil darbedir. Böyle bir “seçimin” gerçek bir seçim olmadığı açıktır.

CHP bu gerçeği dikkate alarak bir strateji geliştirmeli, seçmeni ve halkı bu darbe girişimine karşı harekete geçirecek önlemleri almalı, örgütlenmeleri planlamalı, Ekrem İmamoğlu’na sadece söylemle değil, etkili eylemlerle sahip çıkmalıdır.

Ekrem İmamoğlu’nu seçimlerde bertaraf etmek mert, cesur, onurlu, namuslu ve şerefli insanların yapacağı bir şey de değildir. Alçak, kurnaz, korkak ve entrikacı insanlar böyle hesaplarla iktidarlarını korumaya çalışırlar. Mert, cesur, onurlu, namuslu ve şerefli insanlar, rakipleriyle eşit ve özgür koşullarda yarışırlar, hile yoluyla seçim kazanmanın yolunu aramazlar.
***
Bugüne kadar HDP’nin ve DEM’in kapatılmasını talep eden, eski HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına aykırı bir biçimde hapiste kalmasını ve seçilmiş HDP’li, DEM’li belediye başkanlarının yerine hukuka aykırı bir biçimde kayyum atanmasını savunan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, DEM milletvekillerine zeytin dalı uzatması, ikiyüzlülükten başka bir şey değildir.

AKP, HÜDA PAR, BBP ile birlikte laiklik karşıtı bir anayasa yapma hazırlığı içinde olan MHP, bu anayasa değişikliğini yapabilmek için DEM ile yakınlaşma stratejisi izlemektedir. Bugüne kadar laiklik konusunda etkili bir duruş sergilemeyen DEM de buna çanak tutmaktadır.

Din, mezhep ve etnik kimlik üzerinden siyaset yapılması
Türkiye’ye hiçbir yarar sağlamayacağı gibi, büyük bir zarar verir. 

AKP din ve mezhep üzerinden siyaset yapmaktadır. HÜDA PAR ve BBP hem din hem etnik kimlik üzerinden siyaset yapmaktadır. HÜDA PAR Kürt etnik kimliği ve din, BBP Türk etnik kimliği ve din üzerinden siyaset yapmaktadır. MHP Türk etnik kimliği, DEM Kürt etnik kimliği üzerinden siyaset yapmaktadır.

Bu nedenlerden ötürü bu siyasal partilerin hiçbiri Türkiye partisi değildir. Bu partiler Türkiye’nin bütünlüğünü sağlayabilecek siyasal partiler olmadıkları gibi, Türkiye’nin din, mezhep ve etnik kimlik üzerinden bölünmesini ve parçalanmasını teşvik etmektedirler.

Bu partilerin, yine din ve mezhep üzerinden siyaset yapan Gelecek Partisi’nin, Demokrasi ve Atılım Partisi’nin, Saadet Partisi’nin ve Yeniden Refah Partisi’nin de desteğiyle yapacağı bir anayasa, Türkiye için büyük bir felaketle sonuçlanacaktır.

Bu nedenle TBMM’de temsil edilen CHP’nin, İYİ Parti’nin ve Türkiye İşçi Partisi’nin üzerinde büyük bir sorumluluk bulunmaktadır.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Laiklik ve ekonomi14 Ekim 2024
AKP ve İsrail7 Ekim 2024

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 23 Ekim 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

DAMAT

Ordu Şehir Hastanesi ihalesini 2021’de 1.7 milyar liraya alan AKP’li Fatih Belediyesi Başkan Yardımcısı’nın damadı, işi belirlenen tarihte bitiremedi. Yeni ihaleyi 4.7 milyara yine aldı.

Kime eş değil kime damat olacağını bileceksin!…

YIL DÖNÜMÜ

FETÖ’nün elebaşı sümüklü Feto, Ergenekon kumpas davasının ilk duruşmasının görüldüğü gün olan 20 Ekim 2008’in yıl dönümünde öldü.

Darısı, ülkemize zarar veren öbürlerine…

MANKURTLAR

MSB, Fetö’nün ölümü sonrası yaptığı açıklamada, “Mankurtlaştırdığı beyinlerle asil Türk milletinin istiklal ve istikbaline kast eden, devletimize ve kahraman ordumuza büyük zarar veren FETÖ elebaşı ölmüştür.” dedi.

Siyasetin en tepesindeki eski/kripto mankurtların başı sağ olsun…

İBLİS

RTE, Feto için, “Sonu diğer iblisler gibi onursuz bir ölüm olmuştur.” dedi.

Bari ölüsü gelsin, hasret bitsin…

FIRINCI

Maliye Bakanı Şimşek, en çok vergi kaçağının fırıncılarda olduğunu söyledi.

  1. Ben zengine, rantçıya dokunmam.
  2. Zenginin milyonlarca liralık vergi borcunu affederim, fırıncıya gücüm yeter hamur gibi ezerim!..

ÜÇÜNCÜ

AB Komisyonu Başkanı Leyen göçmenleri AB ülkelerinden geri gönderecek üçüncü ülke arandığını söyledi.

AKP’nin ülkesini tarif ediyor gibi…

SARAY

Cumhurbaşkanlığı sarayları için bütçeye 1.8 milyar TL ödenek ayrılmış.

Padişahı aratıyor…

ŞEREF

Ülke bebeklerin katledilmesi olayı ile çalkalanıyor. Tek istifa yok.

İstifa şerefli insanlar için onurlu bir kurumdur…

TARAF

Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganı atan teğmenlerin cezalandırılacağı konusunda
Özgür Özel, RTE’ye, ”Atatürk mü, Yunan mı, hangi tarafta olduğunu seç!” dedi.

Ne tarafta olduğu belli değil mi?..

Ödünsüz Kemalist Ahmet Taner Kışlalı

Hilmi TAŞKIN (@HLMTSKN) / XHİLMİ TAŞKIN

EĞİTİMCİ /YAZAR
21 Ekim 2024, Cumhuriyet

Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, ülkemizin yetiştirdiği yürekli bir Cumhuriyetçi, yiğit bir Kemalist idi.

Kendisi ile son söyleşimiz Mustafa Balbay ile birlikte, o dönem şube başkanlığını yaptığım, ADD’nin çağrısı üzerine Giresun’a geldiğinde olmuştu. Konferans sonrasında, uzun bir söyleşi yapmıştık. O uzun söyleşi sanırım son söyleşisi oldu.

Kışlalı, daha o günlerde FETÖ tehlikesine işaret etmişti. FETÖ’nün “Made in USA” olduğunu söylemişti. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında yeni kurulan Türk cumhuriyetlerine, ABD’nin FETÖ ve okulları aracılığı ile girdiğine işaret etmişti. Bu okulları anlatmış, özellikle de ABD vatandaşı İngilizce öğretmenlerine(!) işaret ederek bunların öğretmen görünümlü CIA elemanı olduğunu söylemişti.

Altın nesil” denilen kadroların, gelecekte ülke yönetimini ele geçirmek için örtülü emperyal işgal planı olduğunu anlatmıştı. Askeriyeye, Adliyeye, Mülkiye’ye, Emniyet’e ve eğitime FETÖ kadrolarının bilinçli olarak yerleşmeye başladığını ve bunun gelecekte yaratacağı tehlikeleri de söylemişti. Bir emekli vaizin maaşı ve himmet paraları ile böyle bir organizasyonun yapılamayacağını söyleyerek maddi kaynağın CIA’nın yan kuruluşundan sağlandığını söylemişti.

Giderek holdingleşecekler, öyle görülüyor ki ciddi bir sermaye gücünü de ülkemizde denetim altına alacaklar.. demişti.

Her siyasal parti ile yakın ilişki kurmak yolu ile adeta siyaset dışı “hizmet hareketi” gibi kendilerini gösteriyorlar ki, bu tam bir evrimleşme dönemidir.. demişti.

Ve günümüze ışık tutan daha pek çok konuyu anlatmıştı.

Sayın Kışlalı konuşurken ben notlar alıyordum. O sırada Mustafa Balbay da zaman zaman sohbetimize katılıyor ve sevgili Kışlalı’nın sözlerine katkı sunuyordu.

CUMHURİYET AYDINI

Ne yazık ki, ülkemizin yetiştirdiği en önemli aydınlardan olan Kışlalı, 21 Ekim 1999’da Ankara’da hain bir bombalı saldırı ile öldürüldü.

Kemalist bir aydın daha susturuldu.

Tıpkı Uğur Mumcu gibi, Muammer Aksoy, Abdi İpekçi, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu… gibi.

Daha nice aydınlarımız gibi… Adeta bugünlerin kilometre taşları döşeniyordu…

Kışlalı’nın Eğrice kıyısında başlayıp, Trabzon havaalanına dek süren söyleşimizde anlattıkları ise bir bir doğrulandı. 15 Temmuz (2016) kalkışması ve ABD’nin tutumu da kanıtıdır.

Bu arada, “Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği” günümüzde de artarak sürmektedir.

O’nun uyardığı gibi,

  • Kemalizm, geçmişin bekçiliği değil geleceğin öncülüğüdür.

Saldıranlar bunu biliyor ve ondan saldırıyor. Biliyorlar ki bu düşünce, kurmaya çalıştıkları gerici düzenin önünde en büyük engel.

  • ”Türkiye’yi etnik kökenlere göre parçalamak isteyenlerin
    önündeki en büyük engel Kemalizm.”

Ve “yeni mandacınumaracı cumhuriyetçilerin önündeki en büyük engel de, BOP’un önündeki en büyük engel de yine Kemalizm! O’na saldırmanın dayanılmaz hafifiliği bundan!

Yine Ahmet Taner Kışlalı’ya kulak vererek noktayı koyalım :

  • Atatürk’ün, Kemalizm‘in Altı İlke“si içinde, niçin en çok laiklik konusunda duyarlı olduğunu anlamak zor değildir. Laiklik, devletçilik dışındaki öbür ilkelerin hepsinin ön koşulu içinde yer alır.

Demokrasinin de ön koşuludur.
Çünkü laiklik olmadan gerçek bir demokratik özgürlük de olamaz, gerçek bir özgür seçim de.

Laiklik, Milliyetçiliğin (Ulusalcılığın) de ön koşuludur; çünkü laiklik olmayan yerde önem taşıyan ulus değil, inananların oluşturduğu ümmettir.

Devrimciliğin ön koşuludur; çünkü laikliği kabul etmemiş bir toplumda, bilimin ve çağın gereklerinin gerisinde kalmış kurumları değiştirmenin tartışması bile genellikle yapılamaz.

Halkçılığın ön koşuludur; çünkü bir din devletinde halkın istekleri değil, dinsel seçkinlerin düşünceleri önemlidir.”
***
Işıklar içinde uyu güzel insan, unutulmayacaksın…

ATEŞLE OYNAMAYIN YANARSINIZ

Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Kurucu Genel Başkanı

Bahçeli, MHP Grup Toplantısında,

  • “PKK Teröristbaşı Öcalan’ı TBMM’ye davet etti”!

Bu Anayasaya, Siyasal Partiler Yasasına ve Türk Ceza Yasasına aykırı bir tutumdur, suçtur.

  • Bahçeli, Türk Devletini parçalamaya yönelik eylemlere destek olmuştur.

Bu davranış Erdoğan-Bahçeli-Hüda Par ve Kürtçü-Bölücüler-Hilafetçiler ve emperyalist devletlerle yapılan bir plandır. Sevr’i hortlatmak isterler.

Bunu da, kafalarına geçireceğiz. Sevrcileri evlerinden çıkamaz hale getireceğiz.

  • Uyarıyoruz                : Ateşle oynayan yanacaktır!…

Şu gerçeği herkes bilmeli ve kabullenmeli :
Bu ülkenin sınırlarının her metresi can vererek, kanla çizilmiştir.
Emperyalistlerin cetvelle çizdikleri, Arap ülkelerinin sınırlara benzemez bizim sınırlarımız.
Sınırlarımız üzerinden Türk Vatanına plan yapıp oyun kurmak isteyenler, bunu iyi bilmeli. Atalarımızın çizdiği sınırlarımızı değiştirmek isteyenlerin, ancak can vererek, kan dökerek yani savaşarak yapabileceklerini bilmeliler.

Emperyal Devletler, bir ülkeyi ele geçirmek istediklerinde önce kendilerine koşulsuz itaat edecek birini bulurlar. Sonra o ülkede şu üç ihaneti yaptırırlar, adamlarına ilk buyrukları şudur :

1- Önce Ordu’yu çökerteceksin,
2- Sonra Yargının nirengi noktalarını ele geçireceksin,
3- En son olarak, ülke ekonomisini batıracaksın.

Cumhuriyetin ilanından bu yana iki kesim, yıkım için mücadele ederler :

1) Şeriat-Hilafet isteyen seccade şeytanları,
2) Kürtçü-Bölücü katiller.

Cumhuriyetten bu yana devlete karşı kalkışılan 28 silahlı isyanı incelerseniz bunu görürsünüz.
İç yapıyı parçalamak için planları da bellidir :

-Eşit Vatandaşlığı dayatacaksın.
-Ana dilde eğitim ve öğretim.
-Ülkeyi önce Eyaletlere bölecek, ileride de basit bir plebisitle kopartacak oyun.

Bunları açıklayalım :

Eşit vatandaşlık başkadır, vatandaşların eşitliği başkadır.

Öcalan’ın istediği, Eşit yurttaşlık istemi şudur :

Anayasal yapı içinde, Türk kimliği dışında başka bir kimlik daha tanınsın.
Tanınan ikinci kimlik de Türk kimliği ile eşit olsun. Yani sen Türk olarak kal, ben de Kürt olarak. Anayasada yanına geleyim. İsterlerse, Çerkez, Arnavut, Boşnak, Kafkas, Çeçen, Laz, Gürcüler gelsin, Anayasada yerlerini alsınlar!
Anayasamızdaki Yurttaşların eşitliği ise;
Anayasa ve yasalar önünde tüm yurttaşların eşit olması anlamına gelir.
Yurttaşlar arasında ırk, din, mezhep, soy, bölge, köken ayrımı yapılmaz.

Ana Dilde Eğitim ve Öğretim :

Herkesin ana dili, inancı, kökeni, kültürü onların onurudur. Buna herkes saygı duymalıdır. Herkes bunları özgürce yaşamalıdır. Devlet bunu kolaylaştırır. İstenmesi durumunda desteklemelidir.

  • Ama Ana dilde eğitim ve öğretim, ülkenin bölünmesi için ciddi bir tehdittir.

Eğer bu yola sapılırsa 15-20 yıl sonra, bu ülkenin çocukları birbirleriyle anlaşamaz, konuşamaz durum gelirler. Bu olmaz, olmamalı.

Yerel Yönetimlere özerklik : 

Öcalan bu istemi o denli ileri götürmüştür ki; vergi toplama, kuvvet toplama, yeraltı ve yerüstü doğal kaynaklara el koyma gibi.
Ayrılmak için plebisit hakkı gibi. Bu da olmaz olmamalı.
***
Aziz Türk Milleti,

Devlet yönetiminde toplumun bütününü ilgilendiren önemli konularda acele karar verilmemeli, iyice araştırıp düşünmeli.
Şu an Türkiye’de Hukuk Devlet yok, Yargı ve kurumlar çalışmıyor.
Hukuk Devletinin olmadığı bir ortamda, siz Anadilde eğitim hakkını, eşit yurttaşlık hakkını alsanız ne olacak ki? Kullanamadıktan sonra…
***
Yazıyı bağlarken şunu hiç unutmamalıyız               :

Türk Devletinin bugün için en büyük sorunu, AKP Faşist Dikta iktidarıdır.
Derhal demokratik yolla indirilmelidir.
Sonra ülkenin demokratik standartları yükseltip,
bugün için sorun olan konuları konuşarak çözebiliriz…

Sağlık ve başarı dileklerimle, 23 Ekim 2024

KONFESYONALİZM ya da MEZHEPÇİLİK ÇIKMAZI ve LÜNAN’ın BAŞINA GELENLER

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Lübnan’da neler oluyor? Lübnan halkları neden sıkı bir sosyolojik, siyasal ve kültürel birlik kuramıyor? Lübnan Ordusu niçin İsrail saldırılarına yanıt ver(e)miyor? Lübnan’da, özellikle de Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta kimi mahalleler İsrail Ordusu tarafından şiddetle bombalanırken, aynı kentin öbür semtlerinde hiç savaş yokmuş gibi, bir kesim halk, nasıl gülüp eğlenmeye devam edebiliyor…

Bu durumun, acaba Lübnan’ın sosyolojik, siyasal ve kültürel yapısı ile bir ilişkisi olabilir mi?
Batı emperyalizmi, Lübnan’a ve çoğu İslam devletlerine nasıl bir siyasal örgütlenme biçimi bıraktı. Lübnan Devleti’nin Batı üretimli bu konfesyonalist sosyolojik ve siyasal, devlet örgütlenmesini bilmeden bu sorunun yanıtını bulma olasılığı oldukça zayıftır.

Şimdi önce konfesyonalizmi (confesyonalism) tanıtmak, daha sonra da Lübnan’daki sosyolojik ve siyasal örgütlenmeyi açıklamak daha aydınlatıcı olabilir.

A- KONFESYONALIZM NEDİR?

Konfesyonalizm sözcüğü, latince “confessio” yani itiraf sözcüğünden türetilmiştir. Özellikle Katolik – Hristiyan kiliselerinde “confesyon” yani itiraf ya da günah çıkarma kabinleri vardır vardır. Günah işleyenler kabine girer ve yüz yüze gelmeden günahlarını papaza itiraf ederler. Papaz da onlara dinsel nasihatlarda (öğütlerde) bulunur ve işlenen günahlar için Tanrıdan af umudu aşılar Bu işlemler bizim konumuz dışındadır.

Konfesyonalizm ise felsefesi, demografik ve sosyolojik olarak, ülkedeki din ve mezhep farklıklarını dikkate alıp devletin sosyal ve siyasal yapısını, din ve mezhep esasına (ilkesine) göre inşa etmek (kurmak) anlamına gelir. Konfesyonalist yaklaşım biçiminin üç ana nedeni vardır.

1- Etnografik ve demografik gerekçe

Bir toplumdaki din ve mezheplerin toplam nüfus içindeki ağırlıkları farklıdır. Adil bir siyasal yönetim için her inanç türünün Parlamentoda, merkez ve yerel yönetimlerde demografik ağırlıklarına göre temsil edilmeleri gerekir.

2- Yasama, Yürütme, Yargı ve devlet bürokrasisinin paylaşımı.

Her ırk, din ve her mezhep mesuplarının devlet yönetiminde her alanda temsil edilme hakkı vardır. Devlet gücünün ve devlet kadrolarının da ülkedeki farklı din ve mezhepler arasında nasıl dağıtılacağı anayasal ve yasal güvenceye alınmalıdır.

2- Toplumsal uzlaşı ve barış gerekçesi

Eğer devlet yönetiminde, siyasal güç olarak, her din ve mezhep grupları, sayısal güçleri oranında temsil edilirse yönetim adil olur. Toplumsak barış ve huzur (erinç) daha uzun erimli olur.

Peki gerçek durum nedir?
Tarihsel olarak etnisite, din ve mezhep temelleri üzerine örgütlenmiş en önemli devlet örneği eski Yugoslavya idi. Parçalandı ve yedi farklı devlete ayrıldı. Ayrıca, başta Lübnan ve Irak olmak üzere, bu tür mezhep ve etnisite temelli siyasal devletler vardır. Örneğin zamanın devlet başkanı Saddam, Irak’ta ABD tarafından saf dışı edildikten sonra, siyasal olarak Irak devletinin yönetimi Şiiler ve Sünniler arasında paylaştırıldı.

B- KONFESYONALİZMİN TEMEL SAKINCALARI

1- Bu tür örgütlenmeler etnik, dinsel ve mezhepsel rekabete, birbirlerini ötekileştirme ve düşmanlaştırmaya açıktır. Fakat Uygulamalarda birçok siyasal ayrımcılık ve eşitsizlikler ortaya çıkabilir. Kendi aralarındaki dinsel çekişmelerin siyasal rekabeti, siyasal rekabet de din ve mezhep çatışmalarını körükleyebilir.

2- Ortak siyasal çıkarlar ve uluslararası sorunlarla ilgili kararlarda sonuç almak zorlaşır; karar düzenekleri (mekanizmaları) tıkanabilir. Her etnisite, din ya da mezhebin çıkarlarını bağdaştırmak her zaman olası değildir. Çatal kazık yere batmaz atasözümüz böyle durumlar için kullanılır.

3- Sisteme dahil olan etnik, din ve mezheplerin demografik sayıları eşitsiz olduğu için, güç dengeleri de eşitsiz olur. Yurttaşların eşitliğini sağlamak zorlaşabilir. Devlet gücüne daha çok sahip olan sayısal çoğunluğun azınlıklara baskı kurmasına neden olur.

4- Sistematik ayrımcılık, kendi yandaşını koruma, ırkçı, dinci, mezhepçi ve hatta toplumsal cinsiyetçi yaklaşımlar giderek geri dönülmez biçimde kurumlaşır. Nepotizm kurumlaşır. Uzlaşma yolları kapanabilir.

5- Zamanla, savaşlar, göçler ve nüfus artış hızı farklarından kaynaklanan demografik değişmelere uyum sağlamak zorlaşır. Güç dengeleri alt-üst olur.

6- Etnisite, din, mezhep vb. ayrımlar üzerine kurulmuş, kemikleşmiş ve heterojen bir yapı toplumsal birlik ve beraberlik için aşılması çok zor büyük bir engel oluşturabilir. Ülke genelinde toplumsal bir güç ve ideal birliği kurmak olanaksızlaşır.

7- Kanımca en büyük engel de şudur : Etnik ve teolojik ayrımlar ve farklılıklar üzerine devlet kurmak çağımızın aklına, bilimine, hukukuna, demokrasisine ve evrensel insan hak ve özgürlüklerine aykırıdır.

  • Teokratik (dinci) devlet modeli artık miadını doldurmuştur.

C – GÜNÜMÜZÜN EMPERYAL GÜDÜMLÜ LÜBNAN DEVLETİ

Tarihsel olarak, şimdiki Lübnan coğrafyası, önce Osmanlı toprağı iken daha sonra Fransız sömürgesi konumuna düştü. Şimdiki Lübnan devleti, Fransız mandası olarak, 01 Eylül 1920’de
“Büyük Lübnan” adıyla kuruldu. 22 Kasım 1943’te bağımsız devlet oldu. Fakat din ve mezhep ayrımcılığı yani konfesyonalizm temelinde örgütlendirildi. Devletin siyasal yönetimi ve devlet kadroları dinler ve mezheplerin demografik ağırlıklarına göre paylaştırıldı.

Lübnan devletinin yüzölçümü 10.452 km2. Yani Lübnan çok küçük bir devlettir. 2023 verilerine göre Lübnan devletinin toplam nüfusu 5.630.000 kişidir. Bu nüfusun 3.510.000 kadarı (% 62.33’ü) Müslüman, 2.120.000 kadarı (% 37.67’si Hıristiyandır. Çok az da Yahudi nüfus vardır. Müslüman nüfus Sünniler, Şiiler, Dürziler ve Nusayrilerden oluşmaktadır. Aynı biçimde Hıristiyan nüfus da Maronit Katolikler, Rum Ortodokslar, Rum Katolikler ve Ermeni Ortodokslardan oluşmaktadır. Az miktarda da Yahudi nüfus vardır Ayrıca, 1.500 000 kadar da Suriye’li göçmen gelmiştir.

Lübnan’da kişi başına ulusal gelir 11.562 ABD Doları kadardır. Fakat gelir dağılımı çok bozuktur. Halķın % 60 kadarı yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.

Lübnan’daki siyasal merkezi yönetim, devlet kadroları ve yerel yönetimler yukarıda sözü edilen Hıristiyan ve Müslüman mezhepler arasında nüfus büyüklükleri oranında paylaşılmış durumdadır. Cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık makamları dahil kimi kadrolar, mezhepler arasında dönüşümlü olarak paylaşılmaktadır. Dinler ve mezhepler arasındaki çekişme ve çatışmalar hep gündemde kalmakta ve istikrarsızlık üretmektedir. Ayrıca, dış politika ve ülke güvenliği açısından ortak kararlar almak çok zordur.

Acaba günümüz Lübnan toplumu neden İsrail’e karşı topyekun bir tutum belirleyemiyor??Demek ki dincilik ve mezhepçilik yüzünden henüz bir ulus (millet) olamamıştır. Kökten dinci ve mezhepçi siyasal örgütlenme biçimi Lübnan halkının uluslaşmasını engellemektedir.

Kıssadan hisse

Osmanlı Devleti, çok etnikli, çok dilli, çok dinli ve çok mezhepli bir yapıdaydı. Türkiye Cumhuriyeti kurulunca bu çok etnikli ve çok dinli yapı, küçük ölçeklerde de olsa, aynen yeni Türkiye Cumhuriyetine miras kalmıştır. Zaten Osmanlı’dan ayrılarak kurulan yeni devletler de Osmanlı’daki bu ırk, dil, din ve mezhep farklarını bahane ederek Osmanlı’ya isyan edip ayrılmışlardı…

Yüce önderimiz büyük Atatürk, Türkiye Cumhuriyetini kurarken hem etnisite hem de din ve mezhep farklılıklarını devre dışı bırakan laik bir ulus devlet kurmuştu. “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir.” diyerek etnik ve dinsel ayrımcılıktan kaçınmıştı. Ancak bu tutum, çeşitli nedenlerle yeterince sürdürülemedi.

Güncel olarak, Arnavutluk’ta yeni tezgahlanan sözüm ona “Bektaşi Devleti” de ne Arnavutların ne Balkan devletlerinin ne Türkiye’nin ve ne de Alevi – Bektaşilerin hayrınadır.
Böl ve yönet politikasının bir gereği olarak geleceği istikrarsızlaştırma çabalarıdır.

O halde bize düşen temel görev;

  • Atamızın kurduğu laik ve demokratik cumhuriyeti,
  • ulusal birlikten asla ayrılmadan,
  • evrensel demokrasi ve hukukun üstünlüğü ile taçlandırmaktır.

Değişim için avukatlar, sandığa çağırıyor

Siyaset  17.10.2024, BİRGÜN

 

Meslektaşlarımın kitlesel çağrısı üzerine, “ben değil, BİZ”  yanıtı ile birlikte yola çıktık. Katılımcı yöntem ve kucaklayıcı yaklaşımla yürüttüğümüz kampanya büyük ilgi gördü, genç avukatlar arasında görünür bir heyecan yarattı.

Anayasal yıkıma karşı hukuku etkili kılma ereğinde Değişim İçin Avukatlar (DİA), pusuda bekleyen iftira odaklarını panikletmiş olmalı. “Anayasa’nın değişmez maddeleri” ve DİA adaylarının avukatlık meslekleri üzerinden karalama kampanyası başlattı.  Değişmez maddeler üzerine yazdıklarımı hiç okumamışlar; avukat arkadaşları ise müvekkillerinden hareketle  “Veryansın”! etmişler.

Son yirmi yılda Anayasa ve insan hakları çalışmalarım nedeniyle saldıran bileşik kaplar görünümlü müfterilerle yargı önünde hesaplaşmam sürüyor: Kimisi kaçtı, kimisi kılık değiştirdi, kimileri yargıdan kaçmak için kendileri için yasa çıkardı.

TESCİLLE SONUÇLANDI

İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanlığı seçimlerinde Fetöcü bir adayı karşıma çıkaranlar kaybedince, görev yaptırmamak için hukuk ve ahlak dışı her yolu denediler. İnsan Hakları Raporları nedeniyle açtıkları davalar, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun “Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşlığı”nı tescil etmesi ile sonuçlandı.

Anayasal yıkıma karşı çıktığım için OHAL KHK’si ile Üniversiteden uzaklaştıran –bu kez Fetö ile sözde hesaplaşan- Yürütme’ye “alnım açık, veremeyeceğim hesabım yok” sözleriyle meydan okudum. Anayasa, Ceza ve İdari yargı önünde aklandım. Hükümeti lağveden Yürütme ise,
yargı önünde hesap vermemek için 5 yasa çıkarttı.

Haziran 2018 seçimlerinde milletvekili adaylığıma itirazı YSK, oybirliğiyle reddetti. 2020’de ‘Yasama Yetkisi Devredilemez’ başlıklı belgesel nitelikte kitapçık-raporu okumadan, hiç ilgisi olmadığı halde, ‘Anayasa’nın değişmez maddeleri’ üzerinden vurmaya başladı. Ama ben bütün gücümle TBMM’nin saygınlığı için gece gündüz çalıştım:

  • Beş yıl boyunca AYM’ye iptal başvuruları ile bir tür “Anayasa Avukatlığı” yaptım.

20 Ekim 2024 seçimleri yolunda “hukuku etkili kılmak için İstanbul Barosu’nun niceliksel gücünü niteliğe dönüştürme” andı içen DİA’ya veryansın edenler de, sav + savunma + hüküm diyalektiği ile yüzleşecek.

Bireysel barış hakkı ötesinde kolektif barış hakkını, “Yurtta sulh, cihanda sulh” temelinde anayasal düzlemde savunan bir kişiyi terörizmle ilişkilendirmeye çalışanlara, ülke/çevre, insan hakları ve hukuk devleti savunucularına sürekli iftira atanlara “BEN” olarak yanıtım şu:

Yeşil Artvin Derneği üyeliğinden -BM nezdinde tanınan- Karşılaştırmalı Çevre Hukuku Uluslararası Merkezi Başkan Yardımcılığına uzanan güncel ve geçmişteki görevlerimi niteleyen üç kavram:

  • Hukukilik, Saydamlık ve Yurtseverlik.

Yerel, ulusal ve uluslararası ölçekte hukuk kuramı ve uygulamasında, kamu yönetimi ve üniversitelerde, yargı ve yasamada 50 yıllık deneyim ve birikimimi, bütün meslektaşlarımla birlikte İstanbul Barosu hizmetine sunmak amacıyla yola çıktım.

ÖNCÜ OLABİLİR

Sav + savunma + hüküm diyalektiğinde, hukuku ortaya çıkarmanın ana aktörü olan Barolar, Yasama + Yürütme + Yargı işlevlerinde biçimlenen erkler ayrılığının hak ve özgürlüklerin güvencesi olmasında da belirleyici. Güncel ortam ve koşullarda barolar, adil yargılanma hakkı gereklerinin yalnızca aktörü değil, aynı zamanda antrenörü konumunda.

  • Bu tarihsel sorumluluk karşısında
  • İstanbul Barosu, hukuk ortak paydasında siyasal görüş ve grupların üstünde “Anayasa’ya bağlılık çerçevesinde siyaset” mücadelesinin de öncüsü olabilir.

Katılımcı ve kucaklayıcı kolektif yönetim anlayışı, sorunların çözümü için en etkili yöntem.

İstanbul Barosu yönetimi ve üyelerinin ortak iradesi ve birlikte çalışması, ülkemizdeki tüm hukuksuzluklara karşı ortak tavırla hukuka ve adalete güvenin yeniden kurulmasını sağlayacak.

Böylece,  Anayasa ve uluslararası hukuk ile güvencelenmiş hukuk ve sosyal hukuk devleti gereklerini zedeleyici uygulamaların ve her alanda her bireyin mağdur kaldığı hukuksuzlukların takipçisi olmak, İstanbul Barosu’nun öncelikleri arasında yer alacaktır.

DİA olarak çağrımız, İstanbul Barosu’nun bütün üyelerine ve özellikle genç avukatlara:

  • Hukuku etkili kılmak, herkes için hukuk,
  • insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyet,
  • Anayasa’ya saygılı Devlet ve hukuk yoluyla demokrasi
    için oyumuzu kullanalım.
    =====================================Dostumuz
    Sayın Prof. Dr. İbrahim Ö. Kaboğlu ve İstanbul Barosu yönetimine aday olan
    Değişim İçin Avukatlar (DİA) kümesine (grubuna) bu hafta sonu seçimde başarılar dileriz.

    Sevgi ve saygı ile. 17 Ekim 2024

    Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
    Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
    Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
    www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
    facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik
    https://www.instagram.com/ahmet_saltik

    ======================================
    Yazarın (Prof. Kaboğlu’nun BİRGÜN gazetesi) önceki yazıları