Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Birlikte yaşayabiliriz

Prof. Dr. Çağatay Güler

31 Mayıs 2024, Cumhuriyet

Sokak köpekleri sorunu insan nedenli bir sorundur. Bu konunun çözümü kamu güvenliğini, hayvanların refahını (gönencini) ve toplum uyumunu sağlayan dengeli bir yaklaşım gerektirir. Merkezi bütçe kaynağı olmadan birilerine havale edilerek çözülemez. Bireysel önlemleri, toplumsal katılımı, uzun vadeli stratejileri (erimli yordamları) ve etkili kent planlamasını içeren çok yönlü bir yaklaşımla, sokak köpeklerinin varlığını insanca ve güvenli bir biçimde yönetmek olanaklıdır.

  • Köpek nüfusunun insanca denetimi, yakala-kısırlaştır-sal yöntemidir.

Salmanın amacı, uyum sağlamış olanların yerine bölgeyi yeni ve uyumsuz olanların doldurmasını önlemektir. Kamuoyu bilinçlendirilmelidir. Toplum bireyleri sokak köpekleriyle güvenli biçimde nasıl bir arada yaşayabilecekleri konusunda eğitilmelidir. Sokak köpeği topluluklarının izlenmesi ve yönetilmesinde toplumun katılımı koşuldur.

  • Sokak köpeklerini bireysel olarak beslememelidir,
  • bu davranış onları geri dönmeye özendirir ve insan gıda kaynaklarına bağımlı kılar.

Bir başıboş köpeğin saldırgan davranışlar sergilemesi durumunda yetkililer bilgilendirilmelidir. Sokak köpekleriyle ilgili bildirimlerde erişim kolaylaştırılmalı, hayvan denetim hizmetleri hızla yanıt verebilecek biçimde güçlendirilmelidir.

ÇÖZÜM YOLLARI

Sokak köpeği topluluklarını yönetmek ve izlemek için nüfusun yoğun olduğu bölgelerden uzakta, belirli besleme ve bakım alanları oluşturulmalıdır. Bu hayvanlar kuduz ve öbür hastalıklara karşı düzenli olarak aşılanmalı, hayvanlardan insanlara bulaşabilen hastalıkların yayılmasını önlemek için sağlık denetimleri yapılmalıdır.

Uzun erimli çözümlerin başında erkek ve dişi köpeklerin kısırlaştırılması gelmektedir. Bu uygulama becerisi veteriner hekim ve veteriner sağlık memurlarının eğitiminde daha ilk yıllarda kazandırılmalıdır. Büyük ölçekli kısırlaştırma kampanyalarında hayvan refahı (gönenci) kuruluşlarıyla işbirliği yapılmalıdır. Zorunlu kısırlaştırma ve mikroçip takma dahil olmak üzere sorumlu evcil hayvan sahipliğine yönelik politikalar geliştirilerek uygulanmalıdır.

Terk etme eylemi ve hayvanlara yönelik zulme karşı çıkarılmış yasalar tam olarak uygulanmalıdır. Sokak köpekleri için barınak ve esenlendirme (rehabilitasyon) merkezleri kurulmalıdır. Barınaklar ilkel toplama kampları durumuna getirilmemelidir. Belediyelere barınak kurdurup uygun eleman almaları kısıtlanırsa amacına ulaşmaz. Barınaklar ve kurtarma örgütleri aracılığıyla başıboş köpeklerin sahiplenilmesi özendirilmelidir. Sahiplenmeyi kolaylaştıracak özendirmeler getirilmelidir.

  • Hayvanlar yeni sahiplerine kısırlaştırılarak ve çipleri takılarak verilmelidir.

Evlerde aşılamayı sağlayacak gezici birimler erişim kolaylığı açısından önemlidir. Sahiplenilme şanslarını artırmak için bu hayvanlara eğitim ve davranış tedavisi (sağaltımı) sağlanmalıdır. İlgili meslek mensupları bu konuda bilgi ve beceri sahibi olarak mezun olmalıdır.

Çevre ve kent planlaması ve altyapı tasarımı genellikle ihmal edilmektedir.

Katı atık biriktirme yerleri sokak hayvanları için beslenme yeri olmamalıdır.

Katı atık yönetiminde bu durum göz önünde tutulmalıdır. Çöp kutularının erişim güvenliği ve belirlenmiş kentsel evcil hayvan alanları başıboş köpek denetimi göz önünde bulundurularak tasarlanmalıdır. Sokak köpeklerinin toplanmasını önlemek için sokaklar ve halka açık alanlar düzenli olarak temizlenmelidir. Sokak köpeklerinin yaygın olduğu alanlarda yeterli aydınlatma ve görünürlük sağlanmalıdır.

ZORUNLU ÖĞELER

  • Kayıt ve mikroçipleme: Yitirilmeleri veya başıboş kalmaları durumunda kimliklerinin belirlenmesini ve geri getirilmesini kolaylaştırmak için köpeklerin kayıt altına alınması ve mikroçip takılması koşuldur.
  • Kısırlaştırma programları: Sokak köpeği nüfusunu insanca denetlemek için gereklidir.
  • Aşılama gereksinimleri: Kuduz vb. hastalıkların önlenmesine yöneliktir.
  • Hayvan refahının (gönencinin) korunması: Başıboş köpekleri zulüm ve kötü işlemden korumaya ve onlara insanca davranılmasını sağlamaya yönelik hükümler gerekir.
  • Halkın eğitimi ve farkındalığı: Sorumlu evcil hayvan sahipliğini ve başıboş hayvanlara insanca davranılmasına yönelik halk eğitim kampanyalarını içermeli ya da desteklemelidir.
  • Terk etme cezaları: Bu uygulamayı caydırmak ve başıboş hayvan sayısını azaltmak için evcil hayvanların terk edilmesine yönelik yaptırımlar olmalıdır.

TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİNE KAYYIM ATANMASI SORUNU

Dostlar,
Sitemizde 01.12.2023’te yayımladığımız yazıyı, güncel koşulları gözeterek yineliyoruz. 23 Mayıs 2024 günü Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazımızı da ekliyoruz (kişisel görüşlerimizdir) : TTB Seçimleri. Meslektaşlarımızın sağduyusuna sunarız. 31.5.2024
================================

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM 
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     X
 : @profsaltik

Haziran 2020’de TTB (Türk Tabipleri Birliği) Merkez organları seçimine giderken, Merkez Konseyi üyeleri, arasında şimdiki başkanın adını görünce elimizden geldiğince uyarılarda bulunduk.
Dr. Fincancı’nın Uğur Mumcu cinayetinde verdiği adli tıp raporlarının yarattığı ağır sonucu (cinayetin örtülmesi!), Av. Ceyhan Mumcu kaynaklarına dayanarak bir de biz açıkladık ve web sitemizde yazdık. Bu kişinin TTB yönetimine aday olamayacağını, olmaması gerektiğini anlatmaya çabaladık. Olmadı! 11 üye belirlenince bu kez, “hiç olmazsa Başkan seçmeyin”.. uyarılar yaptık. Oligarşik yapı öyle katıydı ki, söylenenler tersine etki yapıyordu.

İki yıl sonra 2022 seçimlerinde gene aday oldu Merkez Konseyine ve oylarının azalmasına karşın blok liste kazandı. 2. kez TTB Başkanı seçilmemesi için çabaladık ama, oligarşi daha da keskin, hatta tepkiseldi. Geçtiğimiz yıl, Mezopotamya haber ajansına bir demeç vererek, TSK’nın emperyalizmin maşası bölücü örgüte karşı yürüttüğü operasyonda, kendisine izletilen görüntülere dayanarak, kimyasal silah kullanılmış olabileceğini ima etti ancak kesin kararın yansız kuruluşların incelemesiyle verilebileceğini de (ihtiyat gereği??) ekledi. Kurgu tamamdı.
Bu demeç, istenen – beklenen olumsuz psikolojik etkiyi yarattı kamuoyunda bir ölçüde. Ardından birkaç ay tutuklu kaldı. Web sitemizde yazdığımız yazılarda, TTB’ye zarar vermemek için istifaya çağırdık, ama dinleyen kim! Konseyin öbür 10 üyesi de istifa çağrısı yap(A)madı.
***
2020 seçiminde, TTB Yüksek Onur Kuruluna, teknik biz uzmanlık kurulu olması nedeniyle aday olmak istedik. Bu görevi 1992-96 arasında 2 dönem yapmıştık. Hukuk, etik, hekimlik deneyimi ve birikimi isteyen bir teknik uzmanlık birimi idi bu kurul. Yüksek disiplin – onur kurulu işlevli idi bir bakıma. O tarihte hekimlikte 44. yılımızdaydık. Hukuk Fakültesini de bitirmiştik. Sağlık Hukuku alanında tezli master yaparak uzmanlaşmıştık. Mülkiye’den kamu yönetimi – siyaset bilimi diploması da almıştık. Bu donanımızla, söz konusu Yüksek Onur Kurulu’nda dosyaların çözümüne birikimimizle nesnel – bilimsel katkı vermek ve genç üyelerin yetişmesini desteklemek amacında idik.. Geçmişte hukukumuz olan, kimisi öğrencimiz, kimisi asistanımız.. olmuş meslektaşlarımız bile şaşılası bir “kenetlenme” (!?) içinde idiler. Bize yanıt bile vermiyorlardı! Çelik oligarşi “ille de bizden olacak” kararındaydı.
“Nuh” deniyor ama “peygamber” denmiyordu.

Yazında (literatürde) bu olgunun adı (haydi körü körüne inat demeyelim..),
İDEOLOJİK KÖRLÜK!
***
Hacettepe Tıp’tan bir sınıf arkadaşımız, bize acımış (!) olmalı ya da vicdanının isyanını bastıramamış olmalı ki, telefonla aradı ve sağ olsun kimi övgü sözlerinin ardından;

  • “… ama biz bir parti gibiyiz.. sen bizim partiden değilsin, bunu anlamalısın..” dedi!

Kördüğüm (!) çözülmüştü…
TTB’nin yakın geçmişe ilişkin bizim çektiğimiz çarpıcı fotoğraflarından biri böyle..
***
Dün (30 Kasım 2023), Ankara 31. Asliye Hukuk Mahkemesi kararının ardından bize çok sayıda soru geldi. Konunun hukuksal ve öbür boyutlarına ilişkin. Salt teknik – hukuk boyutunu
gece yarısına doğru nesnellikle, hukuk terbiyemizle yanıtladık ve tweet + what’s up iletisi olarak bir miktar paylaştık. Şöyleydi :
***
Ankara 31. Asliye Hukuk Mahkemesi,
Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyini görevden aldı

TTB’ye kayyım atanması konusunda bize gelen sorular (30.11.23) ve hukuksal yanıtlarımız

6023 sayılı yasa ek md. 2/2 uyarınca :
1. Bu karar kesin midir, hemen infaz edilir mi? İtiraz yolu var mıdır, varsa nereye itiraz yapılacak? İtiraz infazı durdurur mu?

2. Mahkeme, beş Tabip Odası Başkanını görevlendirdi bir ay içinde seçim yaptırmak üzere.
Ama görevden alınan Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi, “karar temyizde kesinleşene dek
görevimizin başındayız” diyor. Bu iddia mevzuatımız bakımından geçerli midir?
***
YANITLARIMIZ

1.Asliye Hukuk Mahkemesinin kararı kesin değildir, İstinaf edilebilir. İstinaf yolu, 6100 s.
HMK 341. maddesinde belirtildiği gibi, BAM’ne (Bölge Adliye Mahkemesi) başvurarak açılabilir. Bu başvuru, kararın tebliğinden başlayarak 15 gün içinde yapılmalıdır.

İstinaf başvurusu, kararın infazını durdurmaz.

Ancak, istinaf eden taraf, kararın infazının durdurulması için BAM’ne başvurabilir.
Bu başvuru, kararın tebliğinden başlayarak 7 gün içinde yapılmalıdır.
BAM, infazın durdurulması istemini, kararın istinaf edilebilirliği, istinaf dilekçesinin usule uygunluğu ve istinaf eden tarafın zarar görmesi durumu gibi noktaları dikkate alarak
değerlendirir. BAM kararının temyiz edilebilirliği ayrıca değerlendirilmelidir.

2.Mahkemenin 6023 s. yasa gereği görevlendirdiği beş Tabip Odası Başkanının (Erzurum, Samsun, Malatya, Konya, Denizli), bir ay içinde seçim yapmaları yönündeki kararı, 6023 sayılı yasanın ek 2. maddesinin 2. fıkrasına dayanmaktadır. Bu Kurul, görevden alınan Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi’nin yerine geçici olarak atanan bir kayyım heyeti yetkisindedir.
Bu nedenle, görevden alınan Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi’nin, “karar temyizde kesinleşene dek görevlerinin başında oldukları” savı (iddiası), mevzuatımız bakımından geçerli
ve doğru değildir; daha çok psikolojik slogan niteliklidir.

Çünkü, 6023 sayılı yasanın ek 2. md./f. 3 uyarınca, görevden alınan Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi’nin, Türk Tabipleri Birliği’ni temsil etme yetkisi ve görevi, mahkeme kararıyla sona ermiştir. Düşük TTB Merkez Konseyi’nin yetkileri, bir ay içinde yeni Merkez Konseyi seçimi yaptırmaları koşulu ile 5 kişilik Oda başkanlarındadır.

Sevgi ve saygı ile. 30 Kasım 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimci
Anayasa Hukuku PhD Öğrencisi
***
Bu teknik hukuksal notu dün gece (30.11.23) paylaştık…

Mahkeme gerekçeli kararını en geç 15 gün içinde yazacak ve tebliğ edecektir. Tebliği izleyen bir hafta içinde “tedbir – yürütmeyi durdurma” istemiyle İstinafa (Bölge Adliye Mahkemesine) gidilebilir. Ancak İstinaf’ın bu istemi kabul edeceğini sanmıyoruz. Çünkü, beş Oda Başkanından oluşan atanmış Kayyım Kurulu, bir ay içinde Merkez Konseyi üyelerinin seçimini olağanüstü genel kurulla yapacak / yaptıracaktır; aynı delegelerle.

Şimdiki Merkez Konseyi üyelerinin (2+2, dört yılı tamamlayanlar dışında) aday olmasında biçimsel yasal engel yoktur ancak bunun dışında çok engel vardır ve asla inat edilmemelidir.

Düşürülen Konsey, bir, –haydi bunu İngilizce yazalım (!)– “Proxy Council” belirleyerek 2024 Haziran’ına dek “mola alabilir”. Bir ay içinde seçilecekler, eksik kalan süreyi tamamlayacaklar.
***
2024 Haziran’ında neler olur? Öngörmek çok zor.. Dileyelim, Türk hekimleri bu kez
kendi göbeklerini kendileri keserek, 3 onyıldır gangrenleşmiş bu sorunu çözerler!?

Öğrencisi – asistanı olmaktan onur ve gurur duyduğumuz kalpaksız kuvvayı milliyecilerden
Prof. Dr. Nusret Fişek‘in 3 Kasım 1990’da ölümünden sonra, TTB yönetimleri ulusalcı çizgiden giderek uzaklaştılar, uzaklaştılar,  uzaklaştılar…. buralara dek savruldular. Çok acı vericidir.

TTB üyesi 103 bini aşkın hekim, bu hazin tabloya kesinlikle duyarsız kalmayacaktır, kalmamalıdır. Artık vakti – saati gelip çatmıştır.

Sevgi, saygı, derin üzüntü ve kaygı ile.
01 Aralık 2023, Ankara

İKTİDAR SALDIRIRKEN “NORMALLEŞME” ARAYIŞI 

OĞUZ OYAN
SOL PORTAL, 28 Mayıs 2024
https://haber.sol.org.tr/yazar/iktidar-saldirirken-normallesme-arayisi-393527 

Sol Haber’de yer alan son iki yazımda başlıktaki konuya kenarından köşesinden bir biçimde değindim. Ama öyle anlaşılıyor ki bu konuya daha fazla odaklanmamız gerekecek.

Öncelikle “normalleşme” ile kastedilen nedir ona bakalım. Bununla murat edilen, kutuplaştırıcı siyaset yerine diyaloğa ve zaman zaman işbirliklerine açık bir siyasal iklimin (“yumuşamanın”) geçmesi oluyor. Peki ama kutuplaştırma dili ve eylemi nereden kaynaklanıyordu? Doğrudan doğruya iktidarın siyasal bileşenlerinden! Oysa şimdiki normalleşme/yumuşama hamlesi daha çok ana muhalefet partisi üzerinden geliyor. Ana muhalefet partisi, AKP iktidarı boyunca onun Cumhuriyet karşıtı siyasal projelerine, emek karşıtı ekonomik programına cepheden bir muhalefeti hiçbir zaman örgütlemediğine göre, hatta hep alttan alıcı/ödün verici bir çizgiyi benimsediğine göre, bu hamlesinin siyasal oportünitesi (fırsatçılığı) yerinde midir veya bunun anlamlı bir siyasal karşılığı olabilecek midir?

Temel soru budur. Öyle anlaşılıyor ki ana muhalefet, bu hamlesinin toplumun hakemliğinde kendi lehine seçmen desteği olarak döneceğinin hesabını yapmaktadır. Ancak bu çok naif bir beklentidir ve seçime odaklı bir siyaset anlayışına hapsolmak demektir. Oysa ilk sorudan çıkarılabilecek çeşitli türev sorular bulunmaktadır. İşte onlardan biri: İktidar bloğunun karşı devrimci ve emek karşıtı niteliği verili iken, “yumuşama/ normalleşme” denilen şey bu özelliklerinin peşinen kabulüne, pekiştirilmesine ve meşrulaştırılmasına hizmet etmeyecek midir?

İktidara Yeni Fırsatlar Sunmak

Diğer bir türev soru da şu olabilirdi: Nereden itibaren başlayacaktır bu normalleşme? Örneğin AKP’nin kendi dinci rejimini inşa etme gündeminden güçlü geri adımlar atmasından itibaren değilse, tam tersi sonuçlar vermesi siyasetin doğasına daha uygun olmayacak mıdır? Tam da bu nedenle AKP açısından bu “normalleşme” girişimi çok kullanışlı bir araca dönüşmek üzeredir. Birkaç neden üzerinde duralım.

Birincisi ve en güncel olanı, 31 Mart seçimleri sonucunda ilk kez ikinci önem sırasına gerilemiş olan bir “rejim dönüştürücü siyasi hareketin”, kendi yolunda ilerleyebilmek açısından zamanı ve hareket alanı daralmışken, yeni bir “Allah’ın lütfu” olarak kendisine bir can simidi atılmış durumdadır. Üstelik bu can simidinden geminin kaptanlığına yeniden yükselme arasındaki mesafe hayli kısadır.

İkincisi, dinci-despotik rejim kendi gerici programını hızlandırmak ihtiyacı içindeyken ve bunun için de devletin sosyal zorlama uygulamalarını kolluk/yargı baskıları üzerinden sertleştirmeye, açık bir meydan okumaya dönüştürmeye hazırlanırken, bütün bu niyetlerini geçici de olsa perdeleyecek, toplumdan ve siyasal düzlemden yükselebilecek başlangıç tepkilerini yumuşatacak aldatıcı bir normalleşmeden daha fazla neyi isteyebilirdi? Üstelik, ana muhalefet normalleşme derken hiçbir koşul da koşmamaktadır! Örneğin “Türkiye Yüzyılı Maarif Müfredatı” olarak adlandırdığı damardan Cumhuriyet ve Anayasa karşıtı bir uygulamadan herhangi bir geri adım atmaya dönük ne bir istem ne de bir niyet bildirimi bile ortada yoktur!
Eh, iktidarın laiklik karşıtı uygulamalarına karşı çıkmak 2010’dan beri siyasetin mayınlı alanı olarak kabul edilerek (veya, laik seçmenine ihanet etme pahasına, toplumun dinsel duygularının “incitilmemesi” oportünizmine yaslanılarak) bu alan tamamen (tümüyle) terkedildiğine göre, şaşılacak bir durum da yoktur.

Üçüncüsü, iç ve dış sermayenin istemleriyle tümden uyumlu ama tam cepheden emek ve halk karşıtı bir istikrar programını uygulayabilmek açısından da iktidarın devletin sosyal zorlama araçlarını harekete geçirmesi gerekirdi. Önce şunun altını çizelim: 2016-2022 döneminde emek aleyhine kuvvetli bir bölüşüm şokuna sebep olduktan sonra, iktidar şimdi de 2023 Haziran’ında başlattığı ve 2024 Nisan’ından itibaren (başlayarak) dozunu iyice artırmaya koyulduğu yeni bir bölüşüm şokunu emekçi kesimlere kabul ettirme derdindedir.

Toplam olarak bakılırsa, 2016 sonrasında emek aleyhine gelir dağılımı bozulmalarının 1980’lerdeki tarihi bozulmanın çok ötesine taşınmış olduğu ve bundan böyle daha da şiddetleneceği anlaşılır. Bu bağlamda 1980’lerle karşılaştırmaya şu anımsatma da eklenmelidir: 1980’lerde 24 Ocak Kararlarının öngördüğü sert sınıf saldırısı ancak 12 Eylül askeri rejimi aracılığıyla (sendikaların ve siyasi partilerin yasaklandığı, yöneticilerinin tutuklandığı bir konjonktürde) uygulanma olanağı bulabilmişti. Gerçi emekçi sınıfların örgütlenme düzeyi ve mücadele kararlılığı bugün o dönemle karşılaştırılamayacak ölçüde geridedir. Ama gene de bugünkü sermaye iktidarının işi şansa bırakacak, sendikaları sarılaştırmakla yetinecek durumu olamaz. Her an her şeyin kontrolünden (denetiminden) çıkabileceğini hesaba katmak zorundadır. Bu nedenle de iktidarının faşist yönelimlerini berkitmesi, şiddete dayalı kolluk/yargı baskılarını örgütleme kapasitesini pekiştirmesi gerekmektedir.

Ama bunun için de elini yeni baskılama düzenlemeleriyle güçlendirmesi gerekir. İşte bu nedenle yargı paketini hazırlamakta, içine “kara propaganda” kodlamasıyla “etki ajanı” gibi hukuk-dışı muğlak suçları dahil etmektedir. Her türlü muhalif sesi bastırmaya dönük düzenlemeler bunlarla da sınırlı kalmamakta, Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği üzerinden -legal siyasal partilerin mitingleri de dahil olmak üzere- iktidarın sınıfsal saldırısına karşı anayasal direniş haklarını kullanmak isteyecek tüm toplumsal kesimleri kriminalize etmeye hazırlanmaktadır. Emekli TSK personeline medyada konuşma/yazma yasağı getirilmesi (iktidar siyasetinin parçası olanlar bunun elbette dışında tutulacaktır) gibi keyfi ve baskıcı düzenlemeler de sıradadır. RTÜK’ün iktidarın işine gelmeyen haberleri “BİP” uygulaması ile sansürlemek istemesi de iktidarın faşist yüzünü sergilemekten kaçınmayacağının yeni işaretlerindendir.

Sonuç

Şimdi büyük siyasal stratejiymiş gibi “normalleşme” adımları atan ve Erdoğan’ın Haziran başında yapılacağı duyurulan karşı ziyaretine hazırlanan ana muhalefet partisi yönetimine de bir çağrımız olsun :

Gezi tutuklularının serbest bırakılması” gibi nokta hedeflere yönelen ve buradan alınabilecek kısmi (parçalı) bir başarıyla (ki bu kez çok daha zordur) yetinen bir muhalefet anlayışı, faşizme sürüklenen bir Türkiye’de doğru politika ekseni olamaz.

Hadi azami talepleri (istemleri) bir yana bırakalım. Ana muhalefet partisi, uzlaşmacı siyasetinin karşılığı olarak, hiç olmazsa iktidar cenahından “Maarif Müfredatı”, “etki ajanı” ve “Seferberlik… Yönetmeliği” gibi gerici/despotik girişimlerinden vazgeçmesini önkoşul olarak isteyemez miydi?

  • İsteyemeyeceğini biliyoruz, iktidarın da geri adım atmayacağını biliyoruz, ama biz gene de çağrımızı yapmış olalım.

Siyaset bir meydan okuma işidir ve geçici kazanımlardan çoğunu hedeflemeyi gerektirir.

7 Haziran 2015 ve 31 Mart 2024

Anayasal seçim tarihine göre 2015, AKP iktidarlarının ortası (2002-2028). 1 Haziran 2015 ve 31 Mart 2024 arasındaki benzerlik ve ayrışmalar neler?

DÜNÜN DERSİ

7 Haziran 2015’te AKP, 4. Yasama seçiminde TBMM’de azınlığa düştü.

Suruç’ta (20 Temmuz 2025) başlayan ve Ankara Garı’na (10 Ekim 2025) uzanan zincirleme saldırı ve toplu ölümler, Anadolu tarihinin  “en kara yazı” olarak toplum belleğine kazındı.

İstikşafi’ olduğu sonradan itiraf edilen CHP ile koalisyon görüşmeleri sözde kaldı; gerçek olan patlayan bombalardı. Cumhurbaşkanı ise, sözde Anayasal yetkisini kullanarak seçimlerin -4 yıl sonrası yerine- 5 ay içinde yapılmasına karar verdi: 1 Kasım 2015.

Ya sonrası? 15 Temmuz 2016, 16 Nisan 2017, 24 Haziran 2018, 31 Mart (23 Haziran) 2019,
14 ve 28 Mayıs 2023. Ayrı ayır ele alınması gereken bu anayasal ve siyasal tarihlerin ortak paydası, hukuk ve demokrasi yerine iktidar bekası için her yolu kullanmak.

GERÇEK GÜNDEM

31 Mart 2024 seçimlerinde ise, 2018’den bu yana TBMM’de azınlıkta olan AKP, tabanda da 2. Parti konumuna geçti; CHP ise ilk kez 1. Parti oldu.

31 Mart seçimleri sonrası AKP-MHP koalisyonunun gerçek gündemi ne?

Maarif müfredatı,
-Dezenformasyondan sonra etki ajanı düzenlemesi,
Seferberlik ve savaş yönetmeliği,
28 Şubat komutanlarının Anayasa dışı mahpusluğu ardından emekli askerlere ekran yasağı,
Gezi intikamının sürekliliği,
-Sinan Ateş siyasal cinayeti,
-A. B. Kaplan vak’ası ve Ankara’da çeteler savaşı
-Saraylar saltanatı ve halkın sefaleti,
-İnsan haklama, çevre ve doğa yağmasına eklenen hayvan katliamı (kırımı),
-Sürekli istismar edilen dinin siyasete alet edilmesi; Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB)’nın
buna öncülük etmesi,
Hamas üzerinden onarılmaya çalışılan Müslüman Kardeşler köprüsü. (…)

YALANCI GÜNDEM

Kamuda tasarruf’: ‘Tasarruf tedbirleri’ adı altında alınan ve saydam olmayan önlemler,
Sarayı ve DİB’i kapsam dışı bıraktıkça ‘göstermelik’tir.

Anayasa’: Yürürlükteki Anayasa’ya asgari saygı gösterilmedikçe, değişiklik ve yenileme söylemleri ‘sahte’dir.

‘CBHS’:  Hükümet ilga edildiği, Cumhurbaşkanı Parti başkanı olduğu, rejim ve sistem yerine keyfiliğin geçerli olduğu bir yönetim için Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, gerçek karşılığı olmayan ‘sanal’ bir kullanımdır.

CBHS’ye karşı olanların da bu kullanım tuzağına düşmüş olması da, acı bir gerçektir.

İKİLİ AMAÇ

Gerçek ve sözde gündemin seçimlere yönelik amacı, AKP-MHP iktidarının bekası; 2. Yüzyıla yönelik amacı ise, “Türkiye vizyonu” söylemi ile ‘Cumhuriyet kazanımları’ ve Türkiye’nin tarihsel, kültürel ve doğal değer ve varlıklarını bozmak ve yok etmek, en hafif deyimi ile bunlara, genç kuşakları yabancılaştırmak.

Özetle, gerçek ve yalancı gündemin ikili amacı açık: 2028’deki 28. Yasama seçiminde de iktidarı bırakmamak, bıraksa da, gelecek kuşakları, “bilimsel eğitim-özgür birey ve sorumlu yurttaş” gereklerinden yoksun kılmak.

VE ÇİFTE MİRAS

İlk on yıl; AKP-FETÖ enkazı

İkinci on yıl, AKP-MHP’nin devam eden…

Ortak payda; hukuk ve liyakat yokluğu, keyfilik ve yandaşlık

Anayasal ve siyasal tarihe ihanet olan 2017 kurgusunu pekiştirmek için, darbe anayasası ve sivil anayasa karşıtlığında yürütülen dezenformasyon kampanyası, en sadık yandaşlar için bile inandırıcı değil 31 Mart sonrası.

FARKINDALIK VE KARARLILIK

Ne yapmalı?

Rejim ve sistem yokluğunu sürdürme kararlılığı karşısında yakın geçmiş üzerine sürekli bellek tazeleyerek, gerçek gündem ve yalancı gündem farkındalığı ile, “bilimsel eğitim- özgür birey ve sorumlu yurttaş” üçlüsü için, bireysel ve toplu olarak

  • düşünsel-hukuksal ve eylemsel mücadelelere süreklilik kazandırmak.

Failleri Anayasa’ya saygıya zorlama ve demokrasiye geçiş için TBMM önünde sorumlu hükümet kararlılığı, HUKUKA ve DEMOKRASİYE ÇAĞRI ile pekiştirilmeli ve sürekli kılınmalı.

Cumhuriyet’in 2. Yüzyılı tarihi, tehlikelerini fark edip Türkiye Yüzyılı’na karşı sivil ve siyasal örgütlerin kararlı mücadelesi ile yazılabilir ancak.
====================================
Yazarın Son Yazıları

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 29 Mayıs 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

BESLEME

İBB İmamoğlu’nun gazetecilere yurt dışı gezisi yaptırdığı açıklandı.

  1. Katılan gerçek gazeteci midir?
  2. Götürmek / gitmek etik midir?
  3. Kimin parası kime verilmiştir?..

BİTİŞ

AKP, beş yılda 20 milyar TL harcayıp bitiremediği millet bahçelerinin yapımını durdurdu.

Yalan bitmedi, para bitti…

PEYNİR

İliç Maden Kazasını araştıran kurulda sunum yapan akademisyenler, siyanürün zararlı olmadığını anlatınca Mustafa Sarıgül, “Siyanür değil sanki Erzincan tulumu” demiş.

Hocalar özelmiş…

HESAP

İliç’te faciaya sebep olan kapasite artış iznini dönemin bakanı Murat Kurum’un onayladığı açıklandı.

Kurum kurum kurumlanmak kolay, haydi hesaba!..

KANAT

İmamoğlu, 300 halk otobüsü alınmasını engelleyen RTE’ye “Halk sandıkta bileti kesti, engellemekten vazgeçin” dedi.

İnadı inat, basen iki kanat…

TEBLİĞ

Ordu’da halka “namaz çağrısı” yapan Mahmut Efendi Tarikatı mensuplarına bir vatandaş,
“Dini siz böldünüz, milleti siz böldünüz, defolun!” diye tepki gösterdi.

Kuyruklarını kıstırıp gittiler.

Anladıkları dilden tebliğ edilmiş…

YUMURTA

AKP iktidarı Sudan’dan yumurta ithal edecek.

Tavuk beyni de getirtip yeseler…

VERİM

Sudan’dan sebze meyve üretimi için kiralanan 10 milyon dönüm arazi verimsiz çıkmış. Paralarımız boşa gitmiş.

Tasarruf, verimli yatırımla olur. Akıldan tasarruflularla olmaz…

İHALE

Ulaştırma Bakanı Uraloğlu, ihale verdiği şirketin uçağı ile uçmasının sözleşme gereği olduğunu açıkladı.

Özürü kabahatinden büyük…

Halil Çivi şiiri : ERİME

ŞİİR KÖŞESİ


Prof. Dr. Halil ÇİVİ

İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
Halk Ozanı

 

ERİME

Yıllar yılı kovalıyor
Ömür mum gibi eriyor.
Her gün biraz azalıyor,
Ömür mum gibi eriyor.
Xxx
Erimek doğumla başlar,
Yaşam boyu böyle işler,
Aksa da gözünde yaşlar,
Ömür mum gibi eriyor.
Xxx
Ay bitiyor, yıl bitiyor,
Yaşam, nefes, dil bitiyor,
Tutunacak dal bitiyor,
Ömür mum gibi eriyor.
Xxx
Zaman dolar, biter günün,
Kuş örneği, uçar canın,
Toprakla kaynaşır tenin,
Ömür mum gibi eriyor.
Xxx
Dönmez olur yaşam çarkın,
Sensiz kalır evin barkın,
Fayda etmez samur kürkün,
Ömür mum gibi eriyor.
Xxx
Makam, şöhret, servet biter,
Biten ömür kime yeter
Kural kesin, gelen gider,
Ömür mum gibi eriyor.
Xxx
Gönül kırma, zulüm yapma,
Hukuktan, ahlaktan sapma,
Haktan başkasına tapma,
Ömür mum gibi eriyor.
Xxx
Hiçbir insanı hor görme,
Kötülere fırsat verme,
İnsanlığa leke sürme,
Ömür mum gibi eriyor.
Xxx
Halil Çivi bu yazgı Hak,
Musalla taşı son durak,
İyilik yap, eser bırak,
Ömür mum gibi eriyor.
Xxx


27.05.2024, Seferihisar / İZMİR

İnsan ve hayvan

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
27 Mayıs 2024, Cumhuriyet

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in iyi niyetli normalleşme girişimlerine karşın AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin anormalleşme girişimleri, yıllardır söz konusu olduğu gibi, tüm hızıyla sürüyor.

CHP’nin 31 Mart yerel seçimlerinden birinci parti olarak çıktığı tarihten sonra, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli adı altında Milli Eğitim müfredatı ümmetçi eğitim müfredatına dönüştürüldü, eğitimin dinselleşmesi uygulamaları sürdü; emperyalizmin oyuncağı olan köktendinci terör örgütü Hamas, emperyalizme karşı onurlu bir mücadele veren Kuvayı Milliye’ye benzetildi; anayasal bir hak olan 1 Mayıs gösterileri engellendi, gösteriye katılanlar tutuklandı; Kobani davasında kimi siyasetçilere hukuka aykırı kararlar verildi; “Gezi” kumpas davasından tutuklu olanlar serbest bırakılmadı; seferberlik yetkisi cumhurbaşkanına devredildi; etki ajanlığının engellenmesi” ve emekli askerlere açıklama yasağı adı altında yeni sansür uygulamaları devreye sokularak, anayasanın düşünceyi ifade ve yayınlama özgürlüğüyle ilgili maddeleri bir kez daha yok sayıldı.

Son olarak da, kedi ve köpek gibi yüz binlerce sokak hayvanının “uyutularak” katledilmeleri için girişimler başlatıldı! Böylece Türkiye’nin, dünyanın ve insanlık tarihinin en büyük hayvan katliamlarından birisini gerçekleştiren ülke olarak anılmasının yolu açıldı!
***
İnsan ile hayvanı ayıran en önemli özellik, hayvanın potansiyel boyutunun ve özgür iradesinin sınırlı olması, insanın ise daha geniş bir potansiyele ve özgür iradeye sahip olmasıdır. Ancak insandaki bu potansiyel, olumluya doğru bir gelişmeye neden olacağı gibi, olumsuza yönelik bir gerilemeye de neden olabilir. İnsan iyiye de kötüye de evrilebilir.

Bu nedenle insan çok iyi ve güzel şeyleri yaratabileceği ve oluşturabileceği gibi, dünyayı büyük felaketlere de sürükleyebilen bir canlıdır. Savaşlara ve onlarca milyon insanın ölümüne yol açan; soykırım ve katliam yapan; nükleer felaketlere neden olan; doğayı yok eden ve küresel ısınmadan sorumlu olan; yoksulluk, sefalet ve sömürü üreten; din adına insanları baskı altında tutan; köleliğe, feodalizme, monarşiye, teokrasiye, kapitalizme, faşizme, ırkçılığa, köktendinciliğe yol açarak uygarlık hedefine darbe vuran, insandır.

Hayvanlar bunların hiçbirinden sorumlu değildir. Hayvanların dünyaya, doğaya ve insanlığa verdikleri zarar, insanın dünyaya, doğaya ve insanlığa verdiği zararın yanında, okyanustaki toplu iğne kadar bile değildir.

Hayvan bu anlamda masum bir canlıdır.

Ayrıca hayvan ne ise odur. Hayvan göründüğü gibi olan ve olduğu gibi görünen bir canlıdır. Hayvan, insanların birçoğu gibi, ikiyüzlü değildir. 

Bunun da ötesinde, hayvan dünyanın organik yapısıyla uyumludur. İnsan ise dünyanın organik yapısını altüst eden ve yapaylık üreten bir canlıdır.

  • Hayvanlardan nefret eden,
  • hayvanlardan yabancılaşan,
  • hayvanlara eziyet eden bir insan,
  • normal bir ruh ve akıl sağlığına sahip bir insan olamaz.

Hayvanları sevmeyen bir insanın, insanları da sevmesi olanaklı değildir. Hayvanlardan nefret eden bir insan, tümel olarak insanı ve insanlığı değil, en çok, belli başlı tikel insanları sevebilir.
***
Türkiye’de sokaktaki hayvanları “uyutarak” katletmek veya çok kötü koşullara sahip eldeki barınaklara sokmak barbarlıktır.

  • Yapılması gereken, bir yandan iyi koşullara sahip barınak sayısını artırmak,
    bir yandan da bu hayvanları kısırlaştırmaktır. 

Bugüne dek sokak hayvanlarının saldırısına uğrayan kaç kişi vardır ve bunların yüzde kaçı yaralanma ve ölümle sonuçlanmıştır?

Sokak hayvanlarının insanlara verdiği zarar ile insanların insanlara verdiği zarar karşılaştırıldığında, örneğin cinayet işleyen, darp eden, tecavüz eden, hırsızlık yapan insanların sayısıyla karşılaştırıldığında, acaba ortaya nasıl bir tablo çıkar?!


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İnsan ve hayvan27 Mayıs 2024

Çatışma ortamı ağırlaşıyor!

Yakup Kepenek

Yakup Kepenek

Siyaset 26.05.2024, BİRGÜN

Toplum,  giderek ağırlaşan bir iç çatışma ortamına yuvarlanıyor. 

Yıllardır, toplumsal barış ayaklar altındadır. Sokak çatışmaları hızla yayılıyor;  kiracı-ev sahibi savaşları yaşanıyor; kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri hızla artıyor; işyerleri açıkça kurşunlanıyor. Yolsuzluklar, yoksulluklar ve kamuda insan kayırmacılıkları sıradanlaşıyor.

Kobani, Kavala ve Can Atalay bağlamında yaşanan ağır hukuksuzluklar,  hukuk üst kurumları arasındaki savaş ve Sinan Ateş cinayeti sonrasında siyaset-hukuk-güvenlik üçlüsünde görülen çöküş, derin toplumsal yaralar açıyor. Futbol maçları bile birlikte izlenemiyor.

GÜVENLİK DE ÇETELEŞİRSE… 

Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla ülkemizde suç örgütlerinin kamu yönetiminin içinde cirit attığı ve cirit atmanın son yıllarda ağır hızla arttığı biliniyor.

Ancak geçen günlerde Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün üst düzey görevlilerinin katıldığı “silahlı sokak çatışması, “başlı başına” bir “toplumsal yıkımdır”.  Başkent Ankara’nın göbeğinde, açıkça sokak çatışması ile siyaset- mafya-ticaret ve bu kez “cemaatler” dörtlüsünün iç içe geçtiği bir süreç yaşanıyor.  Yaşanan çatışmanın önceki ve şimdiki İçişleri bakanları arasındaki güç kavgasından kaynaklandığı; iktidar ortağı MHP’nin tam da bu olayların içinde olduğu yorumları yapılıyor ve dahası askeriyede “insan kaçakçılığı” yapıldığı anlaşılıyor.

Can güvenliğinin kurumsal yapısının en tepesinde iç savaş yaşanırken sorulan şu soru, gerçekte, güvenlikteki yıkımın kanıtıdır:

  • “Tuzak polislere mi kuruldu; yoksa tuzağı polisler mi kurdu?”

Bu sorulara Saray’ın sözcüleri de yanıt arıyor; halk ne yapsın?

Sivillerin sınırsız silahlanmasıyla birlikte hukuktan sonra iç ve dış güvenlik güçlerinin de içine sürüklendiği çürümüşlük, bir bütün olarak, “bireyleri”  yargı kararı olmadan haklarını alma, “toplumu” da iç çatışma noktasına taşıyor.

FUTBOL DA SAVAŞ ALANI OLMUŞSA! 

İç güvenlikte büyük deprem yaşayan Türkiye, “hiç olmaması gereken” alanda, sporun en çok “toplumsallaşmış” olduğu futbolda da hızla bir iç çatışma ortamına sürükleniyor. Bu nedenle futbolun ayrıca ele alınması gerekiyor.

Yönetimine Saray’ın ne denli karıştığı tartışmaları bir yana, bu ortamın baş sorumlusu Türkiye Futbol Federasyonu -TFF’dur. Burada birkaç noktanın altı çizilmelidir.

Birincisi, TFF ülkenin gençlerinin futbolcu olarak yetişmesi için çalışmıyor; her üç profesyonel futbol liginde, üstelik çok para ödenerek getirilen ve pek çoğu niteliksel olarak da yetersiz olan yabancı oyuncu oynatılıyor.

İkincisi, yine yıllardır, özellikle önde gelen takımların aralarındaki maçlara karşı takımın taraftarları ya hiç alınmıyor ya da çok sınırlı sayıda seyirci alınıyor. Bu nedenle de, “bölünen” halk birlikte, güle-oynaya futbol maçı da seyredemiyor.

Üçüncüsü Türkiye Kupası gibi önemli bir futbol etkinliğini Cumhuriyet’in 100. Yılında Riyad’a taşımaya çalışan ancak bundaki başarısızlığının suçunu Fenerbahçe’ye yükleyen TFF,  Süper ve I. Lig maçlarının yayın hakkını “çok tartışmalı bir ihale” ile gelecek üç yıl boyunca “yine ucuza ve yine Katar sermayesi Bein Sports’a” verebiliyor.

Dördüncüsü, yerli futbolcu yetiştirmeyen TFF, yerli hakem de yetiştirmiyor; dışarıdan VAR hakemi (video yardımcı hakem) getiriyor. Yine de maçların yönetiminde haksızlık yapıldığı çığlıkları ve “şike” yapıldığı savları bir türlü dinmiyor. Taraftarlarda takımlarına “haksızlık yapıldığı” kanısı tam anlamıyla yerleşmiş bulunuyor.

Geçen pazar günü üstelik 19 Mayıs günü yapılan Galatasaray-Fenerbahçe maçı sırasında ve sonrasında yaşananlar, tüm bu olumsuzlukların doğrudan sonucudur ve yalnız ülke futbolunun getirildiği çöküşü göstermekle kalmıyor, toplumsal çatışma ortamının ayrı bir boyutu oluyor

Bu çerçevede değinmek gerekiyor: Sonu gelmeyen saldırılar, verilen çok ağır cezalar, gerçekte,  FB’nin Cumhuriyet’in değerlerini sahiplenmesinden kaynaklanıyor. Ülke futbolunun sağlıklı bir kurumsal yapıya kavuşması için gösterdiği çabalarla birlikte bu nedenle de FB’de Ali Koç yönetiminin sürmesi gerekiyor.

BÖYLE GİTMEMELİ

AKP-MHP iktidarının, ülkenin bir iç çatışma ortamına sürüklenmekte olduğu
gerçeğini görmesi için “her çabanın” harcanması gerekiyor!

Bu gelişmeler karşısında AKP-MHP iktidarının, Etki Ajanlığı yetki düzenlemesi ile gerçekte çok kısıtlanmış olan basın-yayın özgürlüğünü daha da sınırlamaya çalışması ve Başkan Erdoğan’ın, Seferberlik ilan etme yetkisini “yine kendi kararı ile kendisinin üstlenmesi”,  eğitimde “Müfredat dayatması” ve 1 Mayıs’ta gösteri ve yürüyüş hakkını kullananların tutuklanması vb. gerçekte “ateşe benzin dökülmesine” benziyor.

Bu nedenle her uyarı olanağı kullanılarak, iktidarı ve muhalefetiyle, siyasetin öncelikle ve hiç zaman yitirmeden toplumun çatışma ortamından kurtulması için çaba harcaması gerektiği uyarısının toplumsal barışa duyarlı tüm toplum kesimlerince yapılması “yaşamsal”  bir zorunluluk oluyor.
=============================
Yazarın Son Yazıları

27 Mayıs Devrimi ve 1961 Anayasası

Alev CoşkunAlev Coşkun
27 Mayıs 2024, Cumhuriyet

 

27 Mayıs hareketinin 64. yılındayız. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleriyle karıştırılmamalıdır.

12 Mart ve 12 Eylül darbeleri emir-komuta zinciri içinde üst düzey komutanlar tarafından ve NATO’nun destekleriyle gerçekleştirildi.

  • 12 Mart (1971) ve 12 Eylül (1980),
    temelde 27 Mayıs 1960’ın yarattığı 1961 Anayasası’na karşı yapılmıştır.

12 Mart “tutucu” (muhafazakâr), 12 Eylül ise kararları ve sonuçları bakımından “karşıdevrimci” bir askeri harekettir.

27 Mayıs hareketinin en önemli ürünü 1961 Anayasası’dır. Bu anayasa hukukun üstünlüğü ilkesini benimsemiş ve anayasa bu temel ilke üzerine yapılandırılmıştır.

27 Mayıs devriminin ürünü olan 1961 Anayasası, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan yeni anayasalardan esinlenerek düzenlenmiştir. Avrupa’daki bu yeni anayasalar egemenliğin kullanılmasının tek başına bir organ, kişi, zümre ya da sınıfa bırakılmasını engelliyordu. Demokrasiyi kullanarak iktidara gelen demokrasi karşıtı rejimlere açık kapı bırakmıyordu. İktidarı ele geçiren siyasal iktidarın bir dikta yaratmasını engelleyen kurumlar oluşturuldu. Çağdaş demokrasilerde, Meclis çoğunluğunun her istediğini yapması artık geçerli değildir.

  • Hukukun üstünlüğü ilkesi ve demokrasinin kendisini koruma hakkı düşüncesinin gelişimiyle, anayasa mahkemeleri ve
    Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kuruldu.

Böylece siyasal iktidarın yetkileri sınırlandırıldı.

1961 Anayasası, seçimle oluşturulan bir Meclis tarafından yapılmıştır. Her ilden bir kişi, İstanbul’dan dört kişi, İzmir ve Ankara’dan üç kişi seçilmiştir. Üniversiteler, odalar, barolar, basın kuruluşları, yargı organları, sendikalar, öğretmen kuruluşları, kooperatifler ayrı ayrı toplantılar yaparak kendi içlerinden onar kişiyi seçerek Meclis’e gönderdiler. Bu nedenle Meclis’e “Kurucu Meclis” adı verildi.

1961 Anayasası’nda yer alacak basın özgürlüğü ile ilgili maddeleri konuşmak için
Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar başkanlığında toplanan Anayasa Komisyonu üyeleri, gazeteciler ve sendika temsilcileriyle bir araya gelmişti. Toplantıda; komisyon üyeleri, Prof. Dr. H. Nail Kubalı,
Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, Prof. Dr. Muammer Aksoy ve İstanbul gazetelerinin yazıişleri müdürleri bulunuyordu.

İNSAN HAKLARI

1961 Anayasası, öncelikle “insan haklarına dayalı devlet” ilkesini anayasanın temel ilkelerinin içine almıştır. (Md. 2 ve 10)

1961 Anayasası’nda temel hak ve özgürlükler kısaca sayılıp geçilmemiş, aksine anayasanın
üçte biri bu olguya ayrılmıştır. Bu konudaki en önemli yenilik “Bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunulmaz” ilkesidir. “İnsan haklarına bağlı devlet” ilkesiyle “temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunulmayacağı” ilkesi yan yana getirilip irdelendiği zaman, 1961 Anayasası’nın ne derece ilerici ve devrimci bir anayasa olduğu açıkça ortaya çıkıyor.

SOSYAL DEVLET

Anayasanın 2. maddesi “sosyal bir hukuk devleti”nden de söz etmektedir. Sosyal devlet ilkesi anayasada ele alınarak kurallaştırılmıştır. Bireyin devletçe korunması, çalışanlara sendikal hakların tanınması, asgari ücretle insanlık onuruna yaraşır bir yaşam düzeyi sağlanmasının gerekliliği, açık bir biçimde belirtilmiştir.

Sosyal devlet; güçsüzlerin, yoksulların önündeki engellerin kaldırılmasını öngörür. Ekonomik
ve kültürel yönden zayıflara ve güçsüzlere haklarının tanınması ve bölgeler arasındaki dengesizliklerin giderilmesi yönünde devlete görev verir. Anayasa, planlamaya önem vermiş
ve “Devlet Planlama Teşkilatı” kurulmuştur.

HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ

1961 Anayasası, güçler ayrılığı ilkesini kabul etti. Yasama, Yürütme, Yargı güçleri birbirinden ayrıldı. Yargı bağımsız oldu.

1961 Anayasası, Meclis’te kabul edilen yasaların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimini sağlayacak olan Anayasa Mahkemesi’ni kurmuştur. Türk anayasa geleneğinde bir devrim yapılarak, yasaların (AS: ve TBMM İçtüzüğünün) yargısal denetimi böylece kurumlaştırılmıştır.

  • Anayasa Mahkemesi’nin kurulması demokrasinin güvencesi olmuştur.

İdarenin hukuka bağlılığını sağlayacak başka bir maddede de “idarenin her türlü eylem ve işleminde yargı yolunun açık olduğu” belirtilmiştir.

LAİK DEVLET İLKESİ

1961 Anayasası’nın başlangıç kısmında ulus için:

(a) “kıvançta ve tasada birlik”;
(b) esin kaynağı “Milli Mücadele ruhu” olan Türk ulusçuluğu;
(c) “Yurtta barış dünyada barış” ilkesinde dile gelen barışçılık ve
(ç) her alanda çağdaş uygarlık düzeyine erişmeyi amaçlayan Atatürk devrimciliği

kavramlarının altı çizilmiştir. Anayasa, yukarıda ilkeleri belirtilen başlangıç bölümüne gönderme yaparak bu öğeleri kurallaştırmıştır. Şöyle ki:

  • Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan;
    milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”
    (Md. 2)

Temsilciler Meclisi’nin ikinci toplantısında başkanlığa Kazım Orbay, kâtipliğe ise Alev Coşkun, Oktay Ekşi, Rifat Çini ve Ziya Yücebilgin seçildi. (9 Ocak 1961 tarihli Cumhuriyet gazetesi)

YENİ ANAYASA

Bugünlerde yeni anayasa yapılması, gündemin ana konusu durumuna gelmiştir. 1961 Anayasası bu yeni anayasa için temel kaynak olmalıdır. Bu nedenle gerçekleri yeniden tekrarlıyoruz.

27 Mayıs 1960 hareketi, öbür askeri darbelerle karıştırılmamalıdır. Sendikalar, üniversiteler, emekçiler ve özellikle gençlik tarafından yüksek oranlarda desteklenmiştir.

27 Mayıs 1960 hareketi, seçimle bir kurucu Meclis oluşturmuştur.

Bu Meclis’te sendikalar, kooperatifler, yüksek yargı organları, odalar, barolar ve kendi aralarında seçtikleri üyelerle temsil edilmişlerdir.

1961 Anayasası, kurucu Meclis’ten sonra halkoylamasına sunulmuş ve halkoylamasıyla kabul edilmiştir. Bütün dünyada, uluslararası kuruluşlarda, 1961 Anayasası’nın ilerici, hukuk devletine ve demokrasiye bağlı olduğu kabul edilmiştir.

1961 Anayasası, Türk toplumunun 200 yılı aşan uygarlaşma hareketinin; çağdaşlaşma, demokratikleşme ve hukuka bağlılık açısından doruklarından birisidir.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

BU GÜN 27 MAYIS

Suay Karaman

Bu gün, 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin 64. yıldönümünü kutluyoruz.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin aşağıdan yukarıya doğru gerçekleştirdiği, Atatürk devrimlerine sahip çıkmak, siyasal iktidarın hukuk dışı tutum ve davranışları sonucunda yok edilen demokrasiyi korumak için giriştiği 27 Mayıs 1960 hareketini öncelikle bir ihtilal olarak tanımlamak gerekir. 

Askeri harekâtların ve ihtilallerin toplumu çağdaşlaşmaya götüren olumlu getirileri varsa devrim, toplumu karanlığa sokan olumsuz götürüleri varsa darbe olarak adlandırılması gerekir. Çünkü devrim ya da darbe oldukları ancak bu yolla belirlenir.

  • 27 Mayıs 1960 İhtilali, tartışmasız bir devrimdir.

İhtilal, toplum yapısında biriken çelişkilerin bir gün patlayışı sonucunda ortaya çıkan ve bir kesimin yönetime el koymasıyla, devletin siyasal ve toplumsal yapısında oluşan birden (ani) ve şiddetli değişikliklerdir.

Devrim ise özünde toplumsal gelişmenin önünü açan bir güç taşır ve bir toplumdaki siyasal ve ekonomik kazanımların toplumun geniş kesimleri yararına hızla değişmesidir.

İhtilal sonucunda oluşan devrim, topluma aydınlık ve özgürlük sunarken, darbeler topluma zulüm, baskı ve işkence yapar. 

27 Mayıs 1960 İhtilali;
27 Ekim 1957’de yapılan ve yolsuzluk bulaştırılan genel seçimle başa gelen
sivil iktidarın, demokrasi dışı tutum ve davranışlarına, hukukun yok edilmesine ve diktatörlüğe giden yönetimine karşı bir tepki sonucu gerçekleştirilmiştir.

Tarihi bilmeyenler, gerçek kaynakları okumayanlar 27 Mayıs 1960 için ‘demokrasiye darbe” demektedir. 12 Nisan 1960 günü yapılan Demokrat Parti Meclis Grubu toplantısında “Muhalefet ve basının yıkıcı faaliyetlerini inceleme amacıyla bir Tahkikat Encümeni (Soruşturma Kurulu) kurulduğu” açıklandı. Meclis’te muhalefetin itirazlarına karşın 15 Demokrat Partili vekilden oluşan bu Kurul, savcıların, askeri ve sivil yargıçların tüm yetkilerine sahip olacaktı. Gazete toplatabilecek, basımevleriyle birlikte kapatabilecekti. Her türlü evrak, belge ve eşyaya
el koyabilecekti. Kurul kararlarına karşı gelenler bir yıldan üç yıla dek hapisle cezalandırılacaktı. Kurul kararlarına itiraz olanaklı değildi.

Bu uygulamalardan sonra giderek sertleşen DP iktidarı, özünde ‘demokrasiye darbe’yi kendisi yapmıştı. 27 Mayıs 1960 öncesinde ülkemizde demokrasiden söz etmek olası değildi. 

Demokrat Parti, ülkemizde sivil darbe yapmıştır. Sivil darbe, hukuk dışı yasalar çıkartarak,
tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli biçimde kadrolaşmak ve kendilerine karşı olanları bir biçimde yargılayıp, susturmaktır.

1957 seçimlerindeki yolsuzluklar, sivil darbenin öncüsü olmuştur.

Ülkemizde bugün benzer biçimde 16 Nisan 2017 halk oylamasıyla, mühürsüz oylar geçerli sayılarak, rejimi değiştiren sivil darbe ortamı yaratılmıştır ve halen sürmektedir.
Hukuk ayaklar altına alınmıştır, anayasa çiğnenmektedir.
 

27 Mayıs Devrimi’nin topluma kazandırdığı en büyük yapıt olan 1961 Anayasası ile laik devlet yapısına sosyal devlet ve hukuk devleti kavramları girmiştir. Bu çağdaş anayasa ile ülkemizde
ilk kez Anayasa Mahkemesi kurularak, yasaların anayasaya uygunluğu denetlenerek, anayasa çiğnemleri (ihlalleri) yapılmasının önüne geçilmiştir. Cumhuriyet Senatosu kurularak, çift meclis ile yasama yetkisi daha demokratik ve nitelikli duruma getirilmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı-DPT, Yüksek Öğrenim ve Kredi Yurtlar Kurumu, Devlet Personel Dairesi, Milli Güvenlik Kurulu-MGK, Türk Standartları Enstitüsü-TSE, Basın İlan Kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumu-OYAK gibi kurulan yeni kurumlar, amaçları doğrultusunda verimli çalışmalarıyla toplumsal düzenlemelere önemli katkılarda bulunmuştur.

1961 Anayasası’yla bağımsız yargı ve yargıç güvencesini sağlayacak kurumlar oluşturulmuş, grev ve toplu sözleşme hakkı kurumlaştırılmış, üniversiteye ve TRT’ye özerklik sağlanmıştır. Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Yasası, Basın-Fikir İşçileri Yasası, İlköğretim ve Eğitim Yasası, Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası, Gelir Vergisi Yasası gibi yeni düzenlemeler yapılmıştır. Bütün bu yapılanların sonucunda toplumun kültürel, sosyal ve ekonomik gelişmesinin önü açılmış; demokratik yaşam sosyal ve hukuk devleti ilkeleriyle bütünleştirilmiştir. 

Bugün kafaları karışık görünen kimi aydınlar, 27 Mayıs 1960 ile 12 Mart 1971 muhtırasını ve 12 Eylül 1980 darbesini aynı kefeye koyarak, arkalarında ABD’nin olduğunu düşünmektedir.

Zamanın başbakanı Adnan Menderes’in Haziran 1960’ta Sovyetler Birliği’ne gezi yapacağı için, 27 Mayıs 1960 İhtilali’nin yapıldığını söyleyenler vardır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tabandan tavana doğru gerçekleştirdiği 27 Mayıs 1960, üç-beş ayda yapılabilecek bir organizasyon değildir, 1957 seçimlerinden sonra hazırlıklar başlamıştır. Bunun yanında 27 Mayıs 1960 sabahı radyoda okunan ihtilal bildirisinde “NATO’ya bağlıyız, CENTO’ya bağlıyız” sözleri vardır. Bundan dolayı da kafaları karışık kimi aydınlar, 27 Mayıs’ın ABD desteğiyle yapıldığını söylemektedir. Eğer bu söz olmasaydı, 24 saat içinde tüm dünya devletleri yeni yönetimi tanımazdı. 

27 Mayısçılar, Tabii Senatör olarak görev aldıkları Cumhuriyet Senatosu’nda yaptıkları konuşmalarda sürekli ABD emperyalizmini yerden yere vurmuşlardır. Tabii Senatör Haydar Tunçkanat’ın yazdığı “Albay Dickson Raporu”, “İkili Anlaşmaların İçyüzü”, “Amerika, Emperyalizm ve CIA” adlı kitaplarla ABD’nin kirli emellerini ortaya koyanların arkasında ABD olduğunu söylemek akıl ile bağdaşmaz.

ABD’nin yaptırdığı 12 Eylül 1980 darbesinin ürünü 1982 Anayasası ile 1961 Anayasası arasındaki farkı görünce, ABD’nin 27 Mayıs’tan haberinin olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü yapılan anayasa ve getirilen yeni kurumlar bunun kanıtıdır. Ancak ABD’nin gerek 27 Mayıs’tan sonra, gerekse sivil yönetime geçince sisteme girmek için çabaları olmuş ve başarıya da ulaşmıştır. 

Günümüzde birçok siyasal parti yöneticilerinin ABD’den yönetildiğini bilmelerine karşın
ses çıkarmayanlar, şimdi 27 Mayıs 1960 için ABD desteği vardır demektedirler. Okumayan, araştırmayan, kolaycı toplumların getirildiği durumdur bu. Eskiden 27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramlarını büyük coşkuyla kutlayanların, yazılar, kitaplar yazanların bir kesiminin
12 Eylül 1980 darbesinden sonra askerlere bakışı değişmiş ve 27 Mayıs 1960 için ABD yaftası yapıştırmaya başlamışlardır.

  • 3 Kasım 2002’de iktidara gelen AKP, “askeri vesayete son” söylemiyle,
    özellikle 27 Mayıs’a darbe diyerek, kendi sivil darbelerini meşrulaştırmıştır.
     

Darbe ya da darbe ortamlarının yaşanmaması, hukuk devleti ve demokrasinin hiçbir biçimde kesintiye uğramaması için, ülkeyi yöneten iktidarların hukuk devleti ilkelerine bağlı kalarak, gerçek demokrasiyi etkin duruma getirmeleri gerekir. Hukuk devleti ve demokrasiyi ortadan kaldıran askeri darbelerin ve yaşadığımız sivil darbe sürecinin, haklı ve meşru gösterilebilecek bir yanı yoktur. Gerçek demokrasiyi yok eden darbelerin her türlüsüne, etkin olarak her zaman ve her koşulda karşı konulmalıdır. 

Bugün ülkemizde uygulanan tek adam rejimi, sivil darbedir

Yasama, yürütme ve yargıda cumhurbaşkanının sözünden dışarı çıkılamamaktadır.
22 Mayıs’ta anayasal dayanaktan yoksun biçimde, Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği de
tek adamın yetkisine bırakılarak, üstü kapalı sıkıyönetim uygulamasının önü açılmıştır. Ülkemizdeki bu sivil darbeye karşı bir şey söyleyemeyenlerin, 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin arkasında ABD var demesi ilginçtir. ABD’nin kimlerin arkasında olduğunu anlayamayanlar için söylenecek söz yoktur.

Tarih geriye doğru yürümez; 27 Mayıs 1960 Devrimi, tarihteki onurlu yerini korumaktadır.

Azim ve Karar, 27 Mayıs 2024