ŞİİR KÖŞESİ
Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar
Halk ozanı
26 Temmuz 2024
Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar
Halk ozanı
26 Temmuz 2024
Örsan K. Öymen
16 Mayıs 2022, Cumhuriyet
Önemi ve güncelliği nedeniyle bir kez daha yayınlıyoruz..
Geçmişte Sümer, Hitit, Urartu, Asur, Yunan, Roma ve Bizans uygarlıklarına ev sahipliği yapan Anadolu coğrafyası, Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türklerin Şamanizm’i terk edip, Arabistan’da 7. yüzyılda ortaya çıkan İslam dinini benimsemek zorunda kalmasından dolayı, Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları döneminde, Arap kültürünün etkisi altına girmeye başladı.
Araplar 7. yüzyılda önce, bölgenin en köklü uygarlıklarından birisi olan Pers uygarlığını asimile ettiler, Pers kültürünü din üzerinden Araplaştırdılar, Perslere yönelik saldırılar ve işgaller gerçekleştirerek İran-Pers topraklarındaki Zerdüşt dinini ve kültürünü ortadan kaldırdılar,
Persleri İslam dinini benimsemeye zorladılar. Daha sonra, hem Araplar hem de Persler, Orta Asya’dan batıya doğru göç eden ve Şaman olan Türkleri, İslam dinini kabul etmeye zorladılar.
Ancak Anadolu’daki Arap etkisi, Selçuklu ve Osmanlı döneminde bile belirli sınırlar içinde kaldı, Anadolu’nun daha önceden var olan yerel ve yerleşik kültürleri de Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türklerin kültürü de belli bir ölçüde varlığını korumayı başardı. Anadolu’da yaşayan nüfusun, çok küçük bir azınlık dışında, hiçbir zaman Arap olmaması, halkın anadilinin Arapça olmaması, din üzerinden aktarılan Arap kültürünün etkisini belli ölçüde sınırladı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulmasıyla birlikte bu etki, laikliğin benimsenmesiyle, Türkçe dilinin Arapçanın ve Farsçanın etkisinden kurtarılmasıyla, Avrupa’daki siyasal, kültürel, bilimsel, felsefi, sanatsal gelişmelere de kapıların açılmasıyla,
en az düzeye düştü.
Atatürk önce Avrupa’daki işgalci ve emperyalist güç odaklarına karşı cephede mücadele verdi, arkasından da aydınlanma devrimleriyle, Arapların 7. yüzyıldan bu yana din ve dincilik üzerinden gerçekleştirdikleri kültür emperyalizmine karşı mücadele verdi.
***
Cumhuriyet döneminde Arap kültür emperyalizmi, ABD’nin de desteğiyle, 1950’den başlayarak, Anadolu topraklarında yeniden devreye sokuldu.
İmam hatip okulları, Kuran kursları, ilahiyat fakülteleri, imam, müftü, din insanı ve din uzmanı yetiştirmek yerine, laiklik karşıtı hareketlerin odak noktası durumuna getirildi,
dinin yerini dincilik aldı. Aynı dönemde tarikatlar ve cemaatler yeniden yaygınlaştı.
İslam dini, Anadolu’da yaşamış olan Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Pir Sultan Abdal, Şeyh Bedrettin, Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu gibi yazar ve ozanların yorumları üzerinden değil; hadislerin ve Arap din insanlarının yorumları üzerinden anlatıldı, gençlerin beyinleri onlarca yıl boyunca, günümüze dek yıkandı.
Bu sözde eğitim kurumları ve merkezler onlarca yıl,
Suudi Arabistan’ın kültür ataşelikleri işlevini gördüler.
Türkiye’nin aydınlanma devrimleriyle her alanda gelişmiş, güçlü ve bağımsız bir devlet olmasını hiçbir zaman istemeyen,
***
Siyaset, ekonomi, ulaşım, iletişim, turizm, emlak ve arazi yatırımı, kültür, dış politika gibi alanlarda, demokrasi ve aydınlanma yolunda bir arpa boyu yol kat edememiş olan ve çoğu ABD tarafından desteklenen Arap ülkeleriyle işbirliklerine öncelik tanındı.
Son yıllarda, yine emperyalist devletlerin çıkardığı iç savaşların bir sonucu olarak,
milyonlarca yasadışı Arap sığınmacının Türkiye’de barınmasının sağlanması,
vatandaşlığın bile satılık duruma gelmesi, Anadolu’nun Araplaştırılması stratejisinin
son aşamasıdır.
Türkiye, demografik yapısı tersyüz edilerek monarşiye ve teokrasiye mahkûm edilmektedir!
=====================================================
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
ABD, Trump ve Biden 22 Temmuz 2024
CHP’de Tüzük Kurultayı 15 Temmuz 2024
Dünya, İran ve AKP 8 Temmuz 2024
Siyaset 25.07.2024, BİRGÜN
CHP Genel Başkanı Sn. Özgür Özel’in, “Amacım, Parti Genel Başkanı olarak seçimleri kazanmak” biçimindeki sözleri, şöyle de anlaşılabilir: Parti genel başkanlığı devlet başkanlığı ile bağdaşmaz.
Anayasa açık: “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir.”
Devlet başkanı, “.. aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim” hükmü (m.103) doğrultusunda davranma yükümlülüğünde. Ne ki, parti genel başkanlığı buna engeldir.
Bu hükmün ihlali (çiğnemi) sonucu, Devlet başkanlığı ve yürütme (hükümet) yetkilerinin tarafgir (yandaş) biçimde kullanılması, Kişi+Parti+Devlet (K+P+D) birleşmesi tehlikesi yaratmıştır.
Devlet Başkanının Parti Başkanlığı Anayasa’ya aykırı olduğuna göre, Sn. Özel’in yaklaşımı şöyle de okunabilir: Eğer ben aday olursam, parti başkanlığından çekilirim.
Bir ekleme daha: Bu konuyu şimdiden tartışmanın yerindesizliği, seçime olan zamandan kaynaklanmıyor yalnızca; CB’yi sistemin merkezi olmaktan çıkarmak, demokratik anayasa hedefi gereğidir.
Bir de, görevdeki CB’nin 4. kez aday olamayacağı: “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir”. Bu kural (2007) hiç değişmedi. Buna karşın aynı kişi 3. kez seçildi. Kural ve kişi aynı, hiçbir belirsizlik yok. 3. kez seçilmek için madde 116 koşuluna uyulmadığına göre, güncel durum Anayasa dışı.
Bu ve öteki hususlar, iktidar adayı parti olarak CHP için şu çifte gündemi gerekli kılıyor:
Bu ayrımın anlamı ve önemi çifte YA HEP yaklaşımında: Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti siyasal ve anayasal kazanımlarını reddeden AKP-MHP, kendilerinin çizdiği anayasal çerçevenin de hep dışına çıktılar; dahası, çoğu zaman tam tersini yaptılar. Örneğin, yasa önerisi, TBMM’nin tekelci yetkisi; ama tekliflerin hemen tümü bakanlıklarda veya Saray’da hazırlandı. Buna karşın hemen hiçbir bakan, bakanlığı ile ilgili yasa görüşmeleri için TBMM’ye uğramadı. Tersine, parti genel başkanının TBMM’deki grup toplantılarına katılan bakanlar, Parti’nin belediye başkan adaylarına oy dilenmek için seçim kampanyası yaptı.
Özetle; CB, Yürütme’yi tek başına üstlenerek Hükümet siyaseti dışına çıkardığı bakanları, seçim yarışmasında eşitliği öbür partiler aleyhine bozmak için parti siyaseti hizmetine yönlendirdi. Anayasal düzlem ve fiili durumda “ya hep” ile yetinmeyen AKP-MHP ittifakı, ülke genelinde de demokrasiyi sönümlendirmeye yöneldi: “ve yekpare”
Devlet ve Hükümet yetki tekeli ile yetinmeyen kişi, yerel yönetimler üzerinde de kararname (CBK) yoluyla çifte vesayet kurdu.
Kendini kamu yönetiminin sicil amiri yapan kişi, üniversiteleri de hiyerarşik ilişkiye soktu.
Kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarını partizanlaştıramayan AKP-MHP, baroları parçaladı.
Anayasa’ya aykırı yasalar, CBK’ler ve talimatlar yoluyla kurulmaya çalışılan bu ‘yekpare fiili yapı’, siyasal iktidarın eldeğiştirmesi ile belli ölçüde tasfiye edilebilse de, 2017 kurgusu ancak demokrasiye geçiş dönemi için kullanılabilir; çünkü sürdürülebilir değil.
Bu nedenle şu anayasal hedef yaşamsal:
Özetle, uçurumun kenarındaki ülke ancak bu çifte hedefle kurtarılabilir. Bu nedenle, gündeme seçim çıkarıldıkça, rejim ve sistem tartışması ikinci plana kayıyor; CB adaylığı öne çıkarıldıkça, asıl sorun olan Anayasa, dikkatlerden kaçabiliyor.
Anayasa bilimini yadsıyarak ulusal mirası reddedenlerin, kendi kurgularına bile ihanetle yarattıkları K+P+D birleşme tehlikesi karşısında CHP, siyasal iktidarın eldeğiştirme hedefini geniş tutmak zorunda.
Çünkü “YA HEP’ten YEKPARE” ye giden yolda, demokrasiye karşı siyasal İslam kavgası veren mezhepçi ayak, şiddet ve tehdit yanlısı ayakla pekiştikçe Cumhur İttifakı’nın Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı amansız savaşı da günyüzüne çıkıyor.
Bu nedenle demokratik Cumhuriyetçiler, eşitlik-laiklik ve yurttaşlık tarihsel sınavı ile karşı karşıya…
=============================
Yazarın Son Yazıları
GÜNGÖR BERK
Lozan Barış Andlaşması’nın 101. yıldönümünü kutluyoruz.
Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın kazanılmasından sonra, 24 Temmuz 1923’te, yenilen devletler ile İsmet Paşa’nın başkanlık ettiği Türk Heyeti (Kurulu) arasında Lozan Barış Andlaşması imzalandı (bağıtlandı).
Bu Andlaşmayla vatanımızın sınırları çizildi. Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlar çözümlendi. Kapitülasyonlar kaldırıldı. Kabotaj hakkı kazanıldı. Boğazlar, Osmanlı borçları, İstanbul’un ve Boğaz’ların boşaltılması konusunda antlaşma sağlandı.
Atatürk’ün dediği gibi: Lozan Barış Andlaşması,
Lozan Barış Andlaşması ile “tam bağımsızlık” ve “ulusal egemenlik” temelinde,
çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu ve uluslararası alandaki saygın yerini aldı.
Lozan’dan -24 Temmuz 1923’ten- sonra geçen 101 yıllık süreçte, emperyalizmin amacının değişmediği görüldü. Emperyalizm Lozan Barış Andlaşması yerine Sevr’i getirme, vatanımızı ve milletimizi bölme çabasını sürdürdü, günümüzde de sürdürmektedir.
2002 sonunda ülke yönetimine gelen siyasal iktidarın hedefi “ileri demokrasi” idi. Ama
15 Temmuz 2016’da yaşanan “darbe / işgal“ girişiminden sonra rejim değişikliğine gidildi. Parlamenter demokrasiden adına “Partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denilen
Başkanlık Rejimine geçildi. Bu rejim ile tüm erkler tek kişide ve onun iradesinde toplandı.
Bu “Tek Adam” rejimine giden yolun taşları, Anayasa değişikliğini içeren 12 Eylül 2010 halk oylaması ve 16 Nisan 2017 halk oylaması ile döşenmiştir. 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanı ve genel seçimleri sonunda ise, “Atatürk ve İnönü’nün Cumhuriyet Halk Partisi aracılığıyla kurduğu Türkiye Cumhuriyeti”nin rejim değişikliği resmen gerçekleşmiştir.
Oysa yakın tarihimize bakıldığında, Emre Kongar’ın deyişiyle: “İsmet İnönü bir Demokrasi kurucusu olarak, tarihte eşi – benzeri olmayan bir önderdir. Bütün yetkileri elinde toplamış bir Tek Adam iken, salt Atatürk’ün hedeflediği Demokratik Cumhuriyet idealini gerçekleştirmek, Atatürk Devrimlerini Demokrasi ile taçlandırmak (AS: Bu Devrimler zaten demokratiktir ve özlerinde demokrasiyi içerir, benimser..) için çok partili rejime geçmiş ve barışçı seçimlerle iktidarı muhalefete teslim etmiştir (AS 14 Mayıs 1950). Günümüzde ise, Atatürk / İnönü ve CHP tarafından kurulmak istenen Cumhuriyetçi Parlamenter Demokratik rejimden yeniden Tek Adam rejimine dönülmüştür. Bu da tarihe terstir. Türkiye’nin demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti birikimine aykırıdır.”
Zaten geçen yıllar içindeki uygulama, “Tek Adam” rejiminde yaşanan sıkıntıları ortaya çıkarmış, demokrasiden uzaklaşıldığını ve ülkenin yönetilemeyeceğini göstermiştir.
Çağdaş ve uygar bir toplum hedefi için demokrasi mücadelesi (savaşımı) sürecektir.
Lozan Barış Andlaşması’nın 101. yıldönümünde:
YOKLUK
Hulusi Akar, 15 Temmuz öncesi FETÖ’cü yapılanma konusunda, ”İstihbarat birimlerine tekrar tekrar sorduk. ‘Herhangi bir kayıt yoktur’ diye cevap geliyordu” dedi.
Kayıt olduğu açıklandı.
Demek ki darbeyi önlemek isteyen komutan yoktu…
SİZ-BİZ
RTE’nin eski metin yazarı Aydın Ünal, “Müslüman bir Suriyeli, Türk olduğunu iddia eden bir ateistten daha fazla bizdendir“ dedi.
“Biz” dediğiniz sizsiniz.
Siz, biz değilsiniz; bizim gibi Türk de değilsiniz…
KÜRTÇE
Diyarbakır’dan sonra Van’da da yollara Kürtçe uyarılar yazıldı.
İki dilli devlete alıştırma denemeleri…
KATİL
Çeşme’deki şenliğe davetli Yunan şarkıcı Atatürk posterini kastederek, “Katilin posteri önünde asla şarkı söylemem” demiş.
Ülkemizi işgale yeltenip boyunun ölçüsünü alan ataları bile Atatürk’ü “Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermişti. (AS: Yunan Başbakan Venizelos, 1934
Cahillik başa bela… (AS: Dahası… Yunan ırkçısı..)
KIYIM
Beykoz’da Kuzey Ormanları’na kaçak olarak yapılan havuzlu villalar için Cumhurbaşkanı kararıyla bölge orman vasfından çıkarıldı.
Baştan ayağa kıyım… (AS: Yapanlar adına da çok utandım..)
REKLAM
ESK, kilosu 600-1000 TL olan kuzu etinin satılması için 193 milyon liralık reklam yapacakmış.
Tasarruuuuf! diye bağırılan ülkede akıl-fikir yokluğunun reklamıdır…
KÖLE
Soylu, “Tayyip Erdoğan liderliğine itiraz ve yeni bir siyasi parti kurmak siyasi cinnettir.” dedi.
Gönüllü kölelik… (AS : Étienne de La Boétie!)
TESETTÜR
Atatürk, Cumhuriyet ve laiklik karşıtı DİB’lığının Cuma hutbesinde “Kadın el, yüz ve ayaklarının haricinde bedeninin tamamını örtmelidir.” denildi.
Kafalarının içi karanlıkla örtülü…
(AS: İlahiyatçı Prof. Şahin Filiz : “Diyanet’in tesettür tanımı Taliban ve IŞİD tesettürüdür. Kuran’daki tesettürle hiçbir ilgisi yoktur. Hiçbir ayette ‘kadınlar tesettürlü olmalı’ diye bir emir yok. Amaç Cumhuriyetimizin Türk kadınını sindirmektir.)
CEPÇİLER
Geçiş garantili 8 projeyi devletin yapması ile yandaş müteahhitlerin yapması arasında 27 milyar Dolar fark etmiş.
Paralar kimlerin cebinde?…
PERİNÇEK
Perinçek, CHP seçimi kazansa bile askerin iktidarı vermeyeceğini söyledi.
Ülkeyi böldürmemek başka, demokrasiye uymak başka değil midir?
Kendileri askeri iyi tanır, askerliği herkesten iyi bilir!
Bir korgenerale “Sen askerliği bilmiyorsun.” demişti…
YABANCI
Eski Trabzonspor başkanı Hacıosmanoğlu, TFF başkanı olur olmaz ilk iş olarak yabancı kontenjanını artırdı.
Türk futboluna yararlı olmak için gelmedi ya…
Doç. Dr. İhsan Tayhani
Cumhuriyet Devrimi Tarihi Uzmanı
(AS: Bizim 2 kritik noktada katkımız yazının altındadır..)
Laik – demokratik Cumhuriyeti bir türlü içlerine sindirememiş olan devrim karşıtı çevrelerin, özellikle 2016’dan beri ivme kazanan Lozan’a ve Lozan üzerinden Cumhuriyet’e yönelik sistemli saldırıları ve bilimsellikten uzak uyduruk kent söylenceleri (şehir efsaneleri), Lozan Barış Andlaşması’nın 101’inci yıl dönümünde sönümlenmiş gibi duruyor!
Özünde Atatürk, Türk Devrimi ve laik Cumhuriyetle kavgalı ve usları mühürlü öbeklerin, özellikle saltanatın kaldırıldığı 1 Kasım 1922’den sonra izledikleri belirgin yordam (strateji) dikkat çekicidir. İsmet İnönü üzerinden Atatürk’e, Lozan üzerinden hem Atatürk’e hem İnönü’ye, din üzerinden laikliğe veya laiklik üzerinden Cumhuriyete saldırı, söz konusu bu yordamların (stratejilerin) önemli bir ayağıdır.
Anılan zaman diliminde, devlette elde edilen güçle doğru orantılı olarak kişilerden basın yayın organlarına, kurum ve kuruluşlara değin geniş bir yelpazede konumlanan etki ajanları üzerinden yeni bir tarih yazımına girişilmiş ve toplum mühendisliği yapılmıştır. Oysa, toplumu çağın gerisine çekme erekli bu yönelim ve girişim, olsa olsa akıl tutulması olarak tanımlanabilir. Temeldeki sorun, aslında aydınlıkla karanlığın tarihsel savaşımıdır (mücadelesidir) ve bilindiği gibi karanlığın en yararlı gıdası da cehalettir.
Lozan Barış Andlaşması görüşmeleri sürecinde İsmet Paşa (1934 Soyadı Yasasıyla İnönü.) üzerinden Mustafa Kemal’e yönelik örtülü, İnönü’ye ise cepheden muhalefetin temelsizliği ve bir senlik-benlik direnci olduğu, Lozan görüşmelerinin ikinci bölümünden önce Büyük Millet Meclisindeki tartışmalar sırasında, muhaliflerin utangaç kabulü ile anlaşılmıştır.[1]
İzleyen dönemlerde ise Lozan Andlaşması’na ilişkin yürütülen benzer çarpık tartışmaların, pek çok kişi gibi günümüz iktidar sahibi yetkili siyasal kişiliklerin de Büyük Doğu Dergisi aracılığı ile etkisi altında kaldıkları veya dinci öğretiminden (rahle-i tedrisinden) geçtikleri İslamcı ideolog, şair Necip Fazıl Kısakürek dışında, Mehmet Şevki Eygi ve misyonunu (özgörevini) tamamladıktan sonra 2019’da ölen tescilli (bilindik) Atatürk, devrim ve Cumhuriyet düşmanı -Milli Mücadele’yi ‘keşke Yunan kazansaydı’ diyecek ölçüde küçülen- Kadir Mısıroğlu ve benzerleri tarafından sürdürüldüğü görülür.
İşte Lozan Barış Andlaşması, yüz birinci yılına girmiş bulunuyor!
Milli Mücadele’deki yenilgilerini ve arkasından bağıtlanan (imzalanan) Barış Andlaşmasını bir türlü içlerine sindirememiş olan emperyal güçlere ve onların maşalarına; bu kez de acaba buyurun gelin, eylemli işgali yeniden başlatın deme soysuzluğu mu sergilenecektir?
Birinci Dünya Paylaşım Savaşından sonra taraflar, başka bir deyişle yenenler ve yenilenler arasında bağıtlanmış olan bütün andlaşmalar ya bir biçimde delinmiş ya da bütünüyle ortadan kalkmıştır. Lozan Barış Andlaşması ise halen yürürlüktedir; olanca dinamiği (heybeti) ile varlığını sürdürmektedir ve sürdürecektir.
Yüz kırk üç (143) maddelik bu uluslararası barış andlaşması, ileri sürüldüğü gibi “yüz yıl süreli” geçici bir andlaşma değildir. Andlaşma metni madde madde incelenecek olursa, süresinin bitimine ilişkin herhangi bir hüküm olmadığı görülür.[2]
Lozan Barış Andlaşması’nın ömrüne ilişkin fesat üretip bu dünyadan göçüp giden hainleri bilmiyoruz ! Yalnız hiç olmazsa, yaşayan fesat ortağı bilgiçlerin, yüzlerinin kızarması ve utanmaları gerekmez mi? Ama ne gezer! Çünkü “utanma” da insana özgü bir erdemdir.
Ancak -her ne olursa olsun- Lozan Barış Andlaşması’n’a dil uzatanların ölüsü de dirisi de,
tarihin arşivine “vatan haini” olarak çoktan kaydedilmiş hatta kazınmış bulunuyor!
[1] Bkz. Taha Akyol, Bilinmeyen Lozan, Doğan Kitap, İstanbul, 2014, s. 199-220.
[2] Andlaşma tam metni için bkz: TTK. Kütüphane. “Lozan”. Erişim: 16.08.2023. https://ttk.gov.tr/wp-content/uploads/2016/11/3-Lozan 13-357.pdf.
=====================================================
Dostlar,
CİMER‘e, Lozan Barış Andlaşması’nda gizli madde olup olmadığı sorusu yöneltildi. Bahtiyar Süha Keskin adlı kişinin Lozan Barış Andlaşması’nda Türkiye’nin maden çıkarmasına engel olan bir madde olup olmadığına ilişkin sorusuna CİMER Hukuk Müşavirliği’nden şu yanıt verildi:
Lozan Barış Andlaşması’nın 100. yılı 24 Temmuz 2023’te (geçen yıl) doldu. Ama Türkiye, Cumhuriyetin kurulmasından günümüze yeraltı madenlerini işlemektedir. Bu amaçla yüzlerce maden arama ruhsatı verilmiş madenler çıkarılmıştır. Büyük ATATÜRK döneminde maden aramaların akçalı kaynak sağlanması için ETİBANK kurulmuştur. MTA (Maden Tetkik Arama) Enstitüsü de bu amaçla kurulmuştur (14 Haziran 1935, 2805 ve 2804 s. yasalar ile).
Görüldüğü gibi madenlerimizin çıkarılmasının Lozan Barış Andlaşması ile yüz yıl engellendiği savı hem yanlış hem de son derece tutarsızdır. Son olarak Karadeniz’de doğalgaz (20 Temmuz 2020), Şırnak – Gabar’da petrol bulunduğu AKP / RTE tarafından açıklanmıştır (1 Ocak 2023). 1955 yılında işletmeye açılan Türkiye’nin ilk modern rafinerisi olan Batman rafinerisi, o bölgede üretilen ham petrol içindir.
Bunlar hep, Lozan Andlaşması’nın 100. yılı dolmadan oldu Türkiye’de.
***
Ancak :
AB Lozan’ı tanımıyor !
Müzakere Çerçeve Belgesi‘nin 4. paragrafında azınlık vurgusu geçmektedir.
Belgede; “AB azınlık haklarıyla ilgili hükümlerin uygulanmasında mevzuatı ve uygulama önlemlerinin pekiştirilmesini ve genişletilmesini beklemektedir…” denilmektedir.
AB’nin Lozan Antlaşması’nda tanımlanan azınlık kavramından farklı bir arayış içinde olduğu, yazdığı İlerleme Raporlarıyla daha önce anlaşılmıştı. AB’nin bu arzusu, Türkiye’nin ulus devlet kurgusunu zedelemeyi hedefleyen yeni azınlıklar üretme çabasına yönelikti.
Bu paragrafla anlaşılmaktadır ki, AB bu konudaki çabalarını yoğunlaştıracaktır.
Cumhuriyet-Strateji 24.10.2005, Doç.Dr. Y. Hacısalihoğlu
***
AB, Müzkere Çerçeve Belgesi ile Türkiye’yle Hesaplaşıyor !
Lozan Barış Andlaşması ülkemizin uluslararası hukukta tapusudur.
Hem de TABUMUZDUR!
Son derece özenle, büyük bir titizlik ve ustalıkla korunmalı ve kollanmalı,
tuzaklara düşülmemelidir.
Sevgi ve saygı ile. 24 Temmuz 2024, Ankara
Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik
Dr. Cihangir DUMANLI
Em. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.
101. Yıl, 24 Temmuz 2024
Atatürk ve Cumhuriyet karşıtları Ege adalarını ve Musul’u Lozan’da verdiğimizi ileri sürerek 101. yılını kutladığımız Lozan Barış Andlaşması‘ nın bir yenilgi olduğunu savlamaktadır. Önyargılı ve bilgiye dayanmayan bu savın çürütülmesi için anlaşmanın hangi koşullarda yapıldığını anımsatmak ve kazanımlarımız ile yitiklerimizi karşılaştırmak gerekmektedir.
Koşullar
Bütün bu güçlüklere karşın İsmet İnönü başkanlığındaki Türk Kurulu, eşit koşullarda görüşerek haklı ve ölçülü (makul) ulusal tezlerimizi başarı ile savunmuştur. Lozan’ının başarı olup olmadığı değerlendirilirken bu koşullar anımsanmalıdır.
Konular
Rauf Orbay Başkanlığındaki Bakanlar Kurulunca 31 Ekim 1922’de Lozan Kurulumuza 14 madde-lik bir Yönerge vermiştir.[1] Bu 14 maddeden ikisi konusunda kesinlikle ödün verilmemesi, gerekirse görüşmelerden çekilebileceği vurgulanmıştır. Lozan’daki amacımızı tanımlayan bu iki konu şunlardır:
24 Temmuz 1923’te bağıtlanan (imzalanan) Andlaşmada Ermeni yurdundan söz edilmemiş, böylece Ermeni sorunu hukuksal ve tarihsel olarak kapatılmıştır. Aynı biçimde karşımızdakilerin tüm direnmelerine karşın, kapitülasyonlar tümüyle kaldırılmıştır.
Bu iki yaşamsal konuda isteklerimizin kabul ettirilmesi bile başlangıçtaki amacımıza ulaştığımızı ve Lozan’ın büyük bir başarı olduğunu göstermeye yeterlidir.
Diplomatik görüşmeler bir “al-ver” sürecidir. İstediklerinizi almak için karşı yana kimi ödünler vermek gerekir. Önemli olan verdiğimizden daha çoğunu ve önemlisini, almaktır. Lozan’da da
asıl isteklerimizi kabul ettirebilmek için aşağıdaki konularda ödün verilmiştir:
Verilen bu ödünler sonraki yıllarda Atatürk’ün başarılı dış politikası ile geri alınmıştır. Bu kapsamda Boğazların Konumu (statüsü) 1936 Montrö Sözleşmesi ile ulusal güvenlik çıkarlarımız doğrultusunda saptanmış, Hatay ise 1939 yılında savaşsız olarak anavatana katılmıştır. Musul görüşmelerinde İngiltere’nin Hakkâri’yi istemi kabul edilmemiş, petrol gelirlerinden bir süre pay alınmış, sorun İngiltere’nin egemen olduğu Milletler Cemiyeti (günümüzün Birleşmiş Milletleri) kararı ile İngiltere’nin istediği biçimde çözülmüştür (1926).
O dönemde Türkiye Musul için yeni bir savaşa girecek durumda değildir. Öncelik Cumhuriyet kurumlarının ve devrimlerinin yerleştirilmesindedir.
Ege adalarını Lozan’da vermedik!
Cumhuriyet ve Atatürk karşıtları Ege adalarını Lozan’da verdiğimizi söyleyerek Lozan’ı eştirmekte. Ege adalarının Lozan’da verilmediği, Ege’de deniz üstünlüğünü yitiren Osmanlı imparatorluğunca savaşlarda yitirildiği tarihsel bir gerçektir.
2. Abdülhamit darbe korkusu ile donanmayı Haliç’te çürütünce, Ege’de deniz üstünlüğüne sahip olan Yunanistan 1912 Balkan savaşında doğu Ege adalarını (Midilli, Sakız, Sisam, İkarya) ve Boğazönü adalarını (Limni, Semadireık) işgal etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, Balkan Savaşı sonunda imzalanan Atina Andlaşması ile Doğu Ege Adalarının durumunun büyük devletler (İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan, Rusya ve İtalya) tarafından belirlenmesini kabul etmiştir..
Altı büyük devlet 20 Ocak 1913’te yaptıkları Londra büyükelçiler konferansında, Yunan işgali altındaki doğu Ege adalarının (silahsızlandırılmak koşulu ile) Yunanistan’a bırakılmasına karar vermişler ve bu kararlarını 14 Şubat 1914’te bir Nota ile Türkiye’ye bildirmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu bu kararı kabul etmiştir.
Oniki Ada ise Trablusgarp (Libya) savaşında İtalya tarafından işgal edilmiş, savaş sonunda
Uşi Andlaşması ile İtalya’ya bırakılmıştır (1912).
Osmanlı İmparatorluğunca Yunanistan’a ve İtalya’ya karşı savaşlarda yitirilmiştir.
Bize ait olmayan bir şeyi başkasına vermemiz olanaklı değildir.
Lozan’da Adalarla ilgili yapılanlar şunlardır
Lozan’ı tümü ile değerlendirebilmek için Osmanlı imparatorluğu ile genç Türkiye cumhuriyeti arasındaki temel bir farkı belirtmek gerekir:
Bir din – tarım toplumu olan Osmanlı imparatorluğunda temel üretim aracı topraktır. Bu nedenle Osmanlı olabildiğince çok toprağa sahip olmak ister. Bu toprakları korumak / kaptırmamak için güçlü devletlerin yardımına gereksinim duyar, bağımsızlığını yitirir.
Türkiye cumhuriyeti ise “yetecek ölçüde (kendi gücümle koruyabileceğim) toprağım olsun,
ama bu topraklarda tam bağımsız olayım” anlayışına sahiptir.
İşte Lozan Andlaşması, “Misak-I Milli sınırları içinde tam bağımsızlık” anlayışına göre kurgulanmış ve bu hedefe ulaşılmıştır.
Lozan Utkudur, çünkü:
Lozan’ın gizli maddeleri olduğu ve 100 yıl geçerli olduğu savları da somut kanıta dayanmayan asılsız söylemlerdir. (A. Saltık : Bizim bu konuda belge ekimiz şöyle..
Lozan’ın Türkiye’nin başarısı olduğunu karşımızdaki uluslar bile kabul etmişlerdir. Bu konuda yazılan ve söylenenlerden örnek vermek gerekirse:
Andlaşma imzalandıktan sonra Atatürk, İsmet Paşa‘ya şöyle bir telgraf çekmiştir:
Sonuç :
-Lozan büyük bir siyasal-diplomatik utkudur (zaferdir).
-Kurtuluş savaşındaki askeri utkumuzun sonucudur.
-Cumhuriyetimizin TAPU’sudur. (AS : ve TABU’sudur – dokunulmazıdır)
-Yıldönümlerinde coşku ile kutlanmalı ve yapanlar saygı ve şükran ile anılmalıdır.
(A. Saltık: Bizim aile büyüklerimizden hukukçu Prof. Veli SALTIK, Lozan görüşmelerinde ilk dönem, İsmet Paşa’nın hukuk danışmanlarındandır..)
[1] Bilal Şimşir. Lozan Günlüğü, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2012, s.67.
[2] Şevket Süreyya Aydemir. Tek Adam III. Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul,1965, s.129
ABD’nin bir önceki devlet başkanı ve bu yılın Cumhuriyetçi Parti devlet başkanı adayı Donald Trump’a yönelik gerçekleşen suikast girişimi sadece ABD’de değil, tüm dünyada büyük yankı uyandırdı.
Cumhuriyetçi Parti’nin devlet başkanı adayının parti delegeleri tarafından resmen belirleneceği Kurultay’dan iki gün önce, bir seçim mitingi sırasında gerçekleşen suikast girişiminde, Trump milimetrik bir farkla ölümden döndü, kurşun kulağını sıyırdı, olayda bir kişi öldü, Trump ile birlikte üç kişi yaralandı.
Suikastı gerçekleştiren 20 yaşındaki Thomas Matthew Crooks ise olay yerinde öldürüldü; ifadesi alınamadığı ve sorguya çekilemediği için, suikast girişimi aydınlatılamadı.
Ayrıca, suikast girişimi sırasında büyük bir güvenlik ihmalinin olduğu, suikastçının ateş açtığı binanın ve bina çatısının güvenlik çemberi içine alınmadığı, suikastçının kolayca binanın çatısına çıktığı ve Trump’ı hedef aldığı ortaya çıktı.
***
ABD devlet başkanı Joe Biden’ın ve Trump’ın uluslararası politikaları ve stratejileri karşılaştırmalı olarak dikkate alındığında, bu suikast girişimini “bireysel bir çılgınlık” eylemi olarak nitelendirmek ve tek başına 20 yaşında bir tetikçiye yüklemek oldukça zor bir duruma gelmektedir.
Biden, Rusya karşıtı ve NATO genişlemesi yanlısı politikalarıyla, Ukrayna’daki savaşı körükleyen, Rusya’yı ekonomik, siyasal ve stratejik açıdan zayıflatmak için mücadele veren, ABD’nin dünyada siyasal, ekonomik ve askeri bir egemenlik kurması doğrultusunda politikalar üreten birisidir.
Trump ise NATO’nun genişlemesi yoluyla Rusya’nın kışkırtılmasına karşı çıkan, Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşın sonlandırılması gerektiğini düşünen, Rusya’nın düşmanlaştırılmasını eleştiren ve kendi başkanlık döneminde dünyada hiçbir savaşa yol açmadığını söyleyen, önceliğinin dünya değil, ABD olduğunu savunan bir kişidir.
Trump, anti-emperyalist bir siyasetçi olarak nitelendirilemese de, kapitalist düzenin bir temsilcisi olsa da, ayrıca iç politikadaki popülist, şovenist, muhafazakar, ayrımcı söylemleri, olguları çarpıtma alışkanlıkları ve devlet adamlığından uzak tavırları eleştirilebilse de, Trump’a suikast girişimi, ABD seçimleri ve dünyanın geleceği konusunda bir değerlendirme yapılırken, bu gerçek de dikkate alınmalıdır.
***
Demokratik Parti, Bernie Sanders gibi, hem iç politikada ekonomik ve sosyal adaleti savunan, hem de dış politikada ABD emperyalizmini eleştiren bir devlet başkanı adayını çıkartabilmiş olsaydı, ABD seçimleri bambaşka bir paradigma içinde değerlendirilebilirdi.
Ancak Biden ne yazık ki, ABD emperyalizmi konusunda, Cumhuriyetçi Parti’nin eski devlet başkanları olan Ronald Reagan, George Bush ve George W. Bush dönemlerini aratmayan,
ABD “savunma” sanayisi, CIA ve Pentagon üçlüsü üzerine inşa edilmiş bozuk düzenin temsilciliğini yapan, “Soğuk Savaş”ı sürdürmek için mücadele veren, bu doğrultuda hayali (düşsel) düşmanlar icat eden, 3. Dünya savaşına yol açma kapasitesine sahip olan,
dünyanın güvenliği açısından tehdit oluşturan bir kişidir.
1776 yılında, 1789 Fransız devriminden de önce, monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin yıkılması doğrultusunda büyük bir devrim gerçekleştiren, 300 milyonu aşkın bir nüfusa ve büyük bir yüzölçümüne sahip olan ABD’nin, 21. yüzyılda, doğru dürüst bir devlet başkanı adayı çıkartamamış olması, Biden dün adaylıktan çekilene dek, Biden ve Trump arasında sıkışıp kalması, Demokratik Parti’nin Trump’ın karşısına Biden’dan farklı yapıda bir adayı çıkartıp çıkartamayacağının da belirsizliğini koruması, başlı başına trajik bir olaydır.
Bunun tarihsel, siyasal, ekonomik ve jeo-stratejik nedenleri araştırılıp anlaşılmadan, ABD’nin de dünyanın da geleceği üzerine sağlıklı bir değerlendirmede bulunmak ve geleceğe yönelik olumlu bir öndeyilemede bulunmak olanaklı değildir.
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
PROF. DR. ÜLKÜ SARITAŞ
Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı’nın Hepatit B ile ilgili bilgilendirme sayfasında “Bütün gebe kadınlara kan testi bakılarak hepatit B virüsü taşıyan annelerin bebeklerine doğum sonrası ‘Hepatit B Koruyucu Serumu (Hepatit B İmmünglobülin)’ ve hepatit B aşısı uygulanmalıdır; hepatit B virüs enfeksiyonlarından korunmanın en etkin yolu aşılamadır.” bilgisi yer almaktadır. Bu çok doğru ve bilimsel temellere dayalı bir bilgidir.
Aynı bilgilendirme sayfasında “Hepatit B virüs enfeksiyonlarının kronikleşmesi dolayısıyla ilerleyici sonuçlar doğurması yaş ile ters orantılıdır. Anneden HBV virüsü alan bebeklerin %90’ı, 1-5 yaş arası HBV ile enfekte çocukların ise % 30-50’si kronik olarak enfekte olur. Yetişkinlerde kronik HBV enfeksiyonu gelişme riski yaklaşık %5’tir. Bu nedenle bebeklik ve çocukluk dönemi aşılaması daha da önem kazanmaktadır.” bilgisi de oldukça önemli bir bilimsel gerçektir. Bu nedenle hepatit B’li anneden doğacak çocukların aşılanması hem kendilerinin kronik hastalığa yakalanma riskini hem de toplumsal hepatit B vakalarını azaltmak için hayati önem arz etmektedir. (AS: yaşamsal önem taşımaktadır)
Türkiye’de hepatit B taşıyıcılığı sıklığı yaklaşık %3-4 dolayındadır, yani toplumuzda yaklaşık 2–3 milyon hepatit B taşıyıcısı vardır. Bu sayının büyük çoğunluğunu anneden bebeğe geçen hepatit B vakaları oluşturmaktadır.
Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgesinde hepatit B’li anneden doğan çocukların hemen hepsinin hepatit B’li olduğu klinik olarak tarafımızdan da gözlemlenmiştir. Bu hastaların birçoğu tedavi edilebilir kronik hepatit B aşamasında tesadüfen (rastlantıyla) yapılan kan tetkikleri ile saptanırken, önemli bir bölümü de karaciğer sirozu ve karaciğer kanseri gibi oldukça ciddi karaciğer hastalığı ile teşhis edilmektedir. Kronik hepatit B evresinde tedavi olanağı olsa da bu yaşam boyu sürmesi gerekmektedir; siroz veya karaciğer kanseri vakaları, karaciğer nakli olanağı olmaz ise ölüm riski taşımaktadır. Kadavradan karaciğer naklinin organ bağışı kısıtlılığı nedeniyle neredeyse olanaksız olduğu ülkemizde sıklıkla canlı vericili karaciğer nakli yapılmakta, bu durum ise sağlam bir insanı karaciğer rezeksiyonu gibi büyük bir ameliyat riski altına atmaktadır. Kronik hepatit B’li hastaların antiviral tedavi olarak adlandırılan hepatit B virüsünü vücuttan temizlemeye yönelik tedavisi bugünkü bilgilerimize göre ömür boyu sürmesi gerekmektedir, çünkü ilaç kesilince vakaların birçoğunda hastalık nüks etmektedir. Ömür boyu sürecek tedavi maliyetinin, hepatit B’den korumak için yapılacak üç doz aşı ile karşılaştırılamayacak derecede yüksek olacağını öngörmek zor değildir. Hal böyle olunca hepatit B’yi azaltmanın en önemli yolunun aşı olduğu görülmektedir.
17 Temmuz tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan “Aşı Krizi Kapıda” başlıklı haberde başta hepatit B aşısı olmak üzere birçok aşının aile hekimlerince dikkatli kullanılması gerektiği yönünde il sağlık müdürlükleri tarafından aile hekimlerine yazı gönderildiği öğrenildi. Bu haber bizde hepatit B aşısında bir duraklama mı olacak endişesi yarattı.
Çok şükür ki geç olmadan 18 Temmuz tarihli Cumhuriyet gazetesinde 3 milyon doz hepatit B aşısı için ihaleye çıkıldığı haberi yer aldı. Bu konuyu gündeme almamızın nedeni hem haber konusu olan hepatit B aşısının yaşamsal önemini vurgulamak hem de yaklaşan 28 Temmuz Dünya Hepatit günü nedeni ile konuya bir kez daha dikkat çekmektir. Umarız önümüzdeki zamanlarda da hepatit B aşısı temini ile ilgili bir sıkıntı olmaz ve son yıllarda toplumumuzda azalma yönünde ilerleme kaydedilen hepatit B ile savaş aynı ivme ile sürer. Dünya Sağlık Örgütü tarafından viral hepatitler konusunda öngörülen hedef olan 2030 yılında test, aşı ve tedavi ile hepatit B ve C’nin ortadan kaldırılması, Covid-19 pandemisi döneminde sekteye uğramakla birlikte, bizim Sağlık Bakanlığı tarafından da benimsenmiş ve buna yönelik çalışmalar sürmektedir.
|