Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

M Çiçeği Salgını Nasıl Yönetilmeli?

Dostlar,

Kampana News youtube kanalında Sn. Zübeyde Sarı ile

M Çiçeği Salgını Nasıl Yönetilmeli?” sorununu yaklaşık 35 dakika boyunca kapsamlı irdeledik.

İzlenmesini, paylaşılmasını ve gereklerinin herkesçe yerine getirilmesini dileriz.

Lütfen tıklayınız..

https://www.youtube.com/watch?v=cBR1ehiQQ5I

Sevgi ve saygı ile. 28 Ağustos 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı  
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli  
www.ahmetsaltik.netprofsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltikX : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Türkiye için acil durum tespiti!

Zülal Kalkandelen
Zülal Kalkandelen
zulal.kalkandelen@cumhuriyet.com.tr

25 Ağustos 2024, Cumhuriyet
Çiftçiler binbir zorlukla yetiştirdikleri ürünlerini satamayıp
yollara dökerken…

İşsizler yüzlerce kez başvurdukları kapılarda reddedilirken…

Ayda 12 bin 500 TL ile geçinmeleri olanaklı olmayan emekliler inanılmaz bir yaşam savaşı verirken…

İşçiler emeklerinin hakkını alamadıkları için akşam evlerine elleri boş dönerken…

TL’nin sürekli değer yitirmesi yüzünden yoksullaşan halka karşı kodamanlar her gün daha çok zenginleşirken…

Kadınlar artık en temel hakları için 21. yüzyılda mücadele vermek zorunda kalırken…

Eğitim tümüyle tarikatların ve gericilerin eline bırakılmışken…

Gericilik azıp laikliğin tabutuna son çiviler çakılırken…

Liyakatin artık esamesi okunmadığından yeğencilik yüzünden tüm kadrolar torpille yeteneksiz akraba ve akranlarla doldurulmuşken…

Dört beş maaşlılar yer, asgari ücretliler bakarken…

Üniversiteler kayyum rektörlerle medrese sistemine döndürülmeye çalışılırken…

Gençler gelecek umutlarını söndüren bu ortamda yurtdışına yerleşme hayalleri kurarken…

Emeğiyle ekmek kazanan herkes mutsuzluk içinde kıvranırken…

Cumhuriyet rejiminin tüm birikimi emperyalistlere ve sermayedarlara peş keş çekilirken…

Ülkenin gölleri kurutulup ovaları yağmalanırken…

Zeytinlikleri yapılaşmaya açılıp sahilleri ranta kurban edilirken…

Adaletin ne olduğu bile unutulurken…

Sahtekârlık, köşe dönmecilik, görgüsüzlük ve ahlaksızlık kangren gibi toplumu esir almışken…

Sokaklar şiddet sarmalına teslim edilirken…

Sağlık sisteminin çöktüğü hastanelerde doktorlar, dinciliğin ve ırkçılığın giderek yükseldiği okullarda eğitmenler ve iktidar baskısı altında can çekişen adliyelerde avukatlar şiddet mağduru olurken…

Kadın cinayetlerinin sonu gelmezken…

Sokak hayvanlarının canice katledilmesi için yasa çıkarılırken…

Türkiye tam anlamıyla bir mezbahaya dönüşürken…

Sınırlar kevgire döndüğünden ülkeye giren çıkanın sayısı bile bilinmezken…

Böylesine bir yıkımı yaratan siyasal İslamcı AKP, ikinci parti konumuna düştüğü halde yeni bir anayasa yapmayı tartışmaya cüret ederken…

Türkiye’de bir akşam TV kanallarına baktım.
***
Hem yandaş medyada hem de muhalif/bağımsız medyada tartışılan konular, Özgür Özel’in ayağının kırılması üzerinden yaratılan iddialar, İmamoğlu’nun Kılıçdaroğlu’nu ziyareti, CHP Tüzük Kurultayı öncesinde gerçekliği kuşkulu kulis bilgileri ve Devlet Bahçeli’nin odasına yeniden koyduğu 17-25 Aralık takvimi ile AKP’ye verdiği mesajdı.

Durum buysa gazeteciler için silkinme vaktidir! Halkın gündemi siyasetçilerin ayak oyunları, kurultayda koltuk koruma hesapları ya da birilerinin belli bir kişisel kazanç için sızdırıp yaymaya çalıştığı bilgiler değildir! Bu konuları aynı kişilerle saatlerce tartışarak reyting beklentisi içinde olmak acizliktir. Bunların hiçbiri çocuğuna yedirecek yemek bulamayan ailelerin, işsizlikten intiharın eşiğine gelenlerin ve tarikatların pençesinde kıvranan gençlerin gündeminde yoktur.
***
Halka AKP’nin neden yeni anayasa yapamayacağı, anayasayı kurucu meclislerin yapabileceği, anayasanın ilk dört maddesinin neden değiştirilemeyeceği herkesin anlayabileceği şekilde yetkin uzmanlarca anlatılmalı ve toplumun tüm kesimlerinden gelen erken seçim talebi yüksek sesle dillendirilmelidir. Medyanın odak noktası bu olmalıdır. 

TBMM uzun zamandır sadece AKP ile MHP’nin isteklerini onaylama kurumuna dönüştüğünden, sanki asgari ölçüde bir demokratik sistem varmış gibi, yasama meclisi görevini yapıyormuş gibi davranmaya da son verilmelidir. Yıllardır AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki dudağı arasından çıkan talimatlarla yönetilen Türkiye, artık tüm kurumlarıyla çöküşün eşiğindedir; toplumun üzerine giydirilmeye çalışılan deli gömleği yırtılıp atılmalıdır.

  • Muhalefetin silkinme vakti ise çoktan geçmiştir.
  • Halkın kendilerine verdiği oyların gereğini yapıp,
    toplumsal muhalefeti erken seçim hedefinde birleştirmek en acil görevleridir!

KRT Programımız : M Çiçeği Salgınını Nasıl Yönetmeliyiz?

Dostlar,

KRT‘den Sayın Seçil Özer‘in konuğu olduk ve güncel sorunlarımızdan “M Çiçeği” konusunu işledik :

  • M Çiçeği Salgınını Nasıl Yönetmeliyiz?

Image

Programı izlemek için lütfen tıklayınız (yaklaşık 10 dk.)

https://youtu.be/NnvA77eZvbs?si=cQ5N4dJ12HH3aKxD

Sevgi ve saygı ile. 27 Ağustos 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Türkiye yok ediliyor

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
26 Ağustos 2024, Cumhuriyet

 

29 Ekim 1923’te Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti, AKP iktidarı döneminde ortadan kaldırılıyor.

Cumhuriyetin özündeki ilkelerden birisi olan laiklik bertaraf edilerek, bir yandan cumhuriyetten teokrasiye geçiliyor, yani halkın egemenliğinden, ruhban sınıfının egemenliğine geçiliyor,
bir yandan da millet kavramının yerine ümmet kavramı devreye sokuluyor, böylece Türkiye ve Türklük de ortadan kaldırılmış oluyor.

Laiklik ilkesi cumhuriyetin özündeki ilkelerden birisi olduğu gibi, laiklik ve milliyetçilik ilkeleri de birbirini tamamlayan ilkelerdir. Çünkü milliyetçilik bir ümmet kavramına değil, bir millet, bir ulus kavramına dayanır. Bir milleti tanımlayan en önemli unsurlardan (ögelerden) biri resmi dilidir, ancak ondan daha da önemlisi vatandaşlıktır, vatanın paydaşı olmaktır, anayasadır, toplum sözleşmesidir.

Din, bir milleti tanımlayan unsur (öge) değildir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları farklı dinlere ve mezheplere üye olabilirler veya dinsiz de olabilirler. Bir kişiyi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yapan şey Müslüman, Hıristiyan, Musevi, şamanist, Sünni, Alevi, ateist, agnostik, deist olması değildir. Eğer insanların dinine, mezhebine, felsefi görüşüne göre Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ve bu anlamda Türk olup olmadıklarına karar verilseydi, bugün Türkiye’de yaklaşık 85 milyon vatandaş olmazdı, onlarca milyon insanın vatandaşlıktan çıkartılması gerekirdi.
***
AKP’yi yönetenlerin milliyetçilikle uzaktan yakından ilgileri yoktur. Aynı durum AKP hükümetini destekleyen MHP yönetimi için de geçerlidir. Çünkü laiklik ilkesine karşı olan siyaset kategorik olarak milliyetçi olamaz. Ümmetçi insan milliyetçi olamaz. Müslüman ümmetini Türk milletinin önünde gören bir insan, milliyetçi olamaz. Konu bu kadar açık, seçik, kesin ve basittir.

Eğer bir siyasetçi bir Türk ile bir Pakistanlıyı, Malezyalıyı, Katarlıyı, Suudi Arabistanlıyı, Suriyeliyi, Mısırlıyı, Iraklıyı, İranlıyı, Afganistanlıyı, Somaliliyi, Sudanlıyı Müslüman oldukları için özdeşleştiriyorsa, o kişi kesinlikle milliyetçi olamaz.

Eğer Türkiye’nin sınırları kevgire çevrilmişse, sadece (salt) müslüman oldukları için milyonlarca göçmenin ve sığınmacının Türkiye’ye yerleşmesine izin verilmişse, bunun sonucunda Türkiye göçmen ve sığınmacı sayısı açısından dünya rekoru kırmışsa ve demografik, kültürel bir asimilasyon sürecine girmişse, vatandaşlık satılık bir hale gelmişse, dünyadaki tüm ülkeler ulusal çıkarlarını korurken, Türkiye ulusal çıkarlarını korumuyorsa, bu milliyetçiliğin ayaklar altına alınmasıdır.

Eğer Türkiye’de, Türkçe ve Türkçe’den sonra en yaygın olarak konuşulan Kürtçe yerine, dini (dinsel) gerekçelerle Arapça el üstünde tutuluyorsa, Anadolu ve Trakya kültürü yerine, Arabistan çöl kültürü yüceltiliyorsa, bu milliyetçiliğin ayaklar altına alınmasıdır.

Eğer Türkiye’de, eğitim sisteminin dinselleşmesiyle (dincileştirilmesiyle); “4+4+4” eğitim modeliyle; İmam Hatip okullarının imam ve müftü yetiştiren meslek okulları olmaktan çıkıp, standart eğitim sisteminin parçası durumuna gelmesiyle; İmam Hatip okulu, Kuran kursu, İlahiyat fakültesi enflasyonuyla; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve dernek, vakıf adı altında örgütlenen tarikatların, cemaatlerin, Milli Eğitim Bakanlığı’nı kuşatmasıyla; bir millet hem cehalete sürükleniyorsa hem de millet bilinci ortadan kaldırılıyorsa, bu milliyetçiliğin ayaklar altına alınmasıdır.

Eğer Türkiye’de devletin tüm kurumları laiklik karşıtı odakların istilası altındaysa, Türk Silahlı Kuvvetleri, Emniyet Genel Müdürlüğü, Milli İstihbarat Teşkilatı, Jandarma Genel Komutanlığı, İçişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Adalet Bakanlığı laiklik karşıtı ümmetçilerin denetimine girmişse, bu milliyetçiliğin ayaklar altına alınmasıdır.
***
Ayrıca AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan, milliyetçiliği ayaklar altına aldıklarını zaten açıklamıştı.

Bu durumda milliyetçilik konusunda en büyük çelişkiyi yaşayan kişi, “Milliyetçi” Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli’dir.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Türkiye yok ediliyor26 Ağustos 2024
Dincilik afyondur19 Ağustos 2024
Hamas gerçeği12 Ağustos 2024

Son Utku : Büyük Saldırı

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm. 

102. yıl dönümünü kutladığımız Büyük Saldırı (Büyük Taarruz) ve Başkomutan Meydan Muharebesi ulusumuzun yazgısın değiştiren önemli tarihsel olaydır. Büyük Atatürk’ün sözleri ile Cumhuriyet’in temeli burada (Dumlupınar’da) atılmıştır.

Bu utku kazanılmasaydı Lozan Barış Andlaşması yapılamaz, Cumhuriyet ilan edilemez, dolayısı ile Devrimler yapılamaz, tarih başka türlü yazılırdı.

Öncesi:

30 Ağustos Utkusu, Kurtuluş Savaşımızın kesin sonuçlu utkusudur. 15 Mayıs 1919’dan beri Batı Anadolu’yu işgal eden, emperyalistlerin üzerimize gönderdiği Yunan ordusunun büyük bölümü Dumlupınar’da yok edilmiş, kurtulabilenler düzensiz olarak kaçıp ülkemizi terk etmişlerdir.

Kurtuluş Savaşımız Mondros Ateşkesinden (30 Ekim 1918) sonra, ordusu teslim alınmış, ülkesinin her yanı işgal edilmiş, savaş yorgunu, hasta, yoksul ve geri bıraktırılmış bir ulusun zamanın en güçlü devletlerine karşı tarihte ilk kez başarı ile verdiği emperyalizme karşı
halk savaşı
dır
ve bu niteliği ile “mazlum uluslara” örnek olmuştur.

Büyük Atatürk savaşın stratejisini, “iç hat manevrası” olarak bilinen bir stratejiye dayandırmıştır. Buna göre öncelikle içeride işgalciler ve Padişah hükümetlerinin işbirliği ile ulusal savaşıma (mücadeleye) karşı çıkan ayaklanmalar bastırılmış, doğuda Ermeni işgaline
son
verilmiş, güneyde Fransızlara karşı Kuvayı Milliye direnişi örgütlenmiştir.

Doğu ve güney cepheleri güvene alındıktan sonra bütün güç, kesin sonucun alınacağı Batı Cephesine yöneltilmiştir. Batı Cephesinde ise ilk evrede Kuvayı Milliye direnişi ile zaman kazanılırken, düzenli TBMM ordusu kurulmuştur.

TBMM ordusu, Bursa’dan Eskişehir’e ilerlemek isteyen Yunan ordusunu İnönü mevzilerinde
iki kez durdurarak ilk utkularını kazanmıştır. İnönü’den sonra güçlenerek Ankara hedefli büyük saldırıya geçen Yunan ordusu karşısında TBMM Ordusu, Sakarya mevzilerine çekilmiştir.

Savaşın doruk noktası Sakarya muharebesidir. TBMM Ordusu, Başkomutan Mustafa Kemal’in yayınladığı Ulusal Yükümlülük Buyrukları (Tekalifi Milliye Emirleri) ile eksiklerini tamamlar ve güçlenirken, Yunan ordusu uzayan ikmal yollarının güvenliğini sağlayamamış, ikmalsiz kalmış, morali bozulmuş ve yitiklerini tamamlayamadığı için Ankara’ya varamadan gücünü tüketmiştir. Güç üstünlüğü TBMM Ordusuna geçmiştir. Sakarya’da yenilen Yunan ordusu, Eskişehir- Afyon hattına çekilerek burada savunma için hazırlanmıştır. İngiltere, Sakarya yenilgisinden sonra Yunanistan’a desteğini kesmiştir.

Düşmanın Durumu

Sakarya’dan sonra temas hattı, Marmara denizinden Büyük Menderes ırmağına dek 800 km’dir. Yunan ordusu kuvvet çoğunluğu ile Eskişehir ile Afyon arasındaki bölgede savunmadadır. Toplam asker sayısı 200.000’dir. Üç kolordusunun birini Eskişehir karşısında, birini Afyon karşısında mevzilendirmiş, bir kolorduyu ikisinin orta gerisinde yedekte tutmuştur. Kuvvet çoğunluğu güneydeki kolordu bölgesindedir. Afyon güneyindeki Ahırdağı, Çiğil Tepe, Tınaz Tepe, Belen Tepe, Erkmen Tepe, Kalecik Sivrisi’ni kapsayan 12 km’lik bir cepheyi 15.000 askerle savunmaktadır. Ordu komutanı General Hacianesti, savaşı İzmir’den yönetmektedir. Yunan ordusu Sakarya’daki yitiklerini tamamlamakta ve savunma için hazırlanmaktadır. Yunan savunma mevzilerini denetleyen Ordu Komutanı Hacianesti, “Türkler bu mevzileri altı ayda geçerlerse altı saatte geçtik diye övünebilirler.” demiştir. Yunan ordusu, TBMM ordusunun ne zaman, nereden ve ne denli güçle saldıracağını öğrenmeye çalışmaktadır.

TBMM Ordusunun Durumu

TBMM Ordusu Sakarya’dan sonra eksiklerini tamamlamış, o zamana dek savunma savaşı yapan Ordu, “saldırı ordusu” durumuna getirilmiştir. Asker sayısı 200.000’dir. İki ordu (1. ve 2. Ordular) ve bir süvari kolordusu (5. süvari kolordusu) olarak örgütlenmiştir. Baskın etkisi oluşturmak için saldırının zamanını, yerini ve gücünü saklamaktadır.

Büyük Saldırı Kararı

Sakarya’dan sonra Başkomutan Mustafa Kemal‘in kararı, Eskişehir – Afyon hattındaki düşmanı son bir vuruşla yenmek ve kesin sonucu almak idi. Ancak bunun için kimi hazırlıkların yapılması ve o zamana dek savunma savaşı veren Ordunun, ”saldırı ordusu” dorumuna getirilmesi gerekiyordu ve bunun için zamana gereksinim vardı.

Hazırlıklar

Sakarya’da düşmanı yenmiştik ama biz de çok yitik vermiştik (3713 şehit, 19.480 yaralı,
5639 kaçak[1]).

Sakarya Muharebesi tarihte eşi az görülür bir “subay muharebesidir. Sakarya’da TBMM Ordusunun 277 subayı şehit olmuş, 1058 subayı yaralanmıştır.[2] Subay eksiklerini tamamlamak için Harbiye öğrencileri cepheye gönderilmiş, başarılı çavuşlar subay yapılmış, yedek subay talimgahı açılmış ve işgal bölgelerinden kaçabilen subaylardan yararlanılmıştır.

Er eksiklerini tamamlamak için 1899, 1900 ve 1901 doğumlular askere alınmıştır.

Gereç yitikleri ise, Mustafa Kemal’in Başkomutan yetkisi ile yayınladığı Ulusal Yükümlülük Buyrukları (Tekalifi Milliye Emirleri) ile ulustan toplananlarla tamamlanmıştır.

Ancak silahlar çok değişik kaynaklardan alındığı için standart değildir, bu da cephane bütünlemesini zorlaştırmaktadır. Bu sakıncayı gidermek için tüm hafif silahlar bir yerde toplanmış, türlerine göre ayrılmış ve her tümene bir tür silah olarak yeniden dağıtılmıştır. Benzer biçimde değişik kaynaklardan sağlanan toplarla atış yapılarak atış cetvelleri güncellenmiştir. Çeşitli kaynaklardan alınan cephane, yine çeşitli kaynaklardan alınan silahlara uydurulmuştur. Bütün bunlar zaman almaktadır.

Personel, silah ve gereçlerin tamamlanması yeterli değildir, Orduya “saldırı ruhu” kazandırılması da gerekir. Bu amaçla her düzeyde kuramsal ve uygulamalı saldırı eğitimleri yapılmıştır.

Hazırlıklar yapılırken Başkomutan zaman baskısı altındadır. Zaman çok uzarsa düşman savunma hazırlıklarını artırır ve saldırımızı zorlaştırabilir, kısa zamanda da Ordu tam hazır duruma gelmeyebilir. Öte yandan TBMM’de Başkomutan’a karşıcı (muhalif) bir öbek oluşmuş, “Niçin taarruz etmiyoruz?” diyerek baskı yapmaktadır. Düşman, Türk Ordusunun ne zaman, nereden ve ne denli güçle saldıracağını öğrenmeye çalışmaktadır. Başkomutan ise saldırı zamanını ve yerini gizleyerek baskın yapmaya hazırlanmaktadır. Başkomutan “Saldırıya hazırız” derse düşmana belirti (emare) verecek, baskın etkisi yok olacak; “Hazır değiliz” derse karşıcıların tepkisini çekecektir. Mustafa Kemal,Kararımız taarruzdur ancak hazırlıklar için zamana gereksinimimiz var. Yarım hazırlıkla taarruz etmektense hiç etmemek daha iyidir.” diyerek saldırı zamanı hakkında bir belirti vermeden, TBMM’deki havayı yatıştırmıştır.

Tüm hazırlıların tamamlanması yaklaşık bir yıl sürmüş, Ordu Ağustos 1922 sonunda saldırıya hazır duruma getirilmiştir.

Planlama

Plan yapılmadan önce Komutan, karargahına bir “ana fikir” verir. Başkomutanın ana fikri şöyledir: “Düşmanın sağ kanadından şiddetli bir darbe ile cephesini Afyon güneyinden yarmak, kuvvetinin büyük bölümünü kuşatarak Dumlupınar önlerinde muharebeye mecbur etmek ve imha etmek.

Saldırı planı yapılırken önce düşmanın ağırlık merkezi saptanır. Ağırlık merkezi “Düşmanın neyini alırsam onu yenerim?” sorusunun yanıtıdır. Mustafa Kemal, Büyük Saldırıda (Büyük Taarruzda) Yunan ordusunun ağırlık merkezi olarak İzmir – Uşak – Afyon hattını seçmiştir.
Bu hat karayolu, demiryolu ve telgraf ile cephedeki Yunan kolordularının ikmal üssü ve ordu komuta merkezi olan İzmir’e bağlamaktadır. Bu hat kesilirse cephedeki Yunan kolorduları ikmalsiz kalacak, ordu komutanı ile bağlantı kuramayacak, eşgüdümlü hareket edemeyerek teker teker yenileceklerdir.

Saldırı Planı

Plana göre, 25-26 Ağustos 1922 gecesi 5. süvari kolordusu düşmanın “aşılmaz” olarak gördüğü Ahır Dağı’nı sızma yürüyüşü ile aşacak, 26 Ağustos sabahı Afyon ovasına inerek düşmanın ikmal ve iletişim hattını kesecek ve geri çekilmesine engel olacaktır. 26 Ağustos sabahı topçu hazırlık ateşinden sonra birinci hattaki birlikler baskın biçiminde hızla saldırıya geçecek ve Afyon’un güneyindeki tepeler hattından düşman cephesini yararak büyük bölümünü kuşatacaktır. Cepheyi yarmak için Afyon’un güneyindeki Ahırdağı, Çiğil Tepe, Tınaz Tepe, Belen Tepe,
Erkmen Tepe, Kalecik Sivrisi’nin ele geçirilmesi gerekmektedir.

Yığınaklanma

Düşmanın ağırlık merkezi olan İzmir – Uşak – Afyon hattını kesmek için en elverişli yer, Afyon’un güneyindeki tepeler hattıdır (Ahır Dağı, Çiğil Tepe, Tınaz Tepe, Belen Tepe, Erkmen Tepe, Kalecik Sivrisi). Asıl saldırı (taarruz) buradan yapılacak ve düşman cephesi buradan yarılacaktır.
Ancak bu bölge düşmanın en güçlü savunduğu bölgedir (12 km’de 15.000 asker). O halde bizim bu bölgeye düşmandan üstün güç yığmamız gerekiyordu. Afyon bölgesine güç, zorunlu olarak Eskişehir bölgesinden (2. Ordu’dan) kaydırılacaktı. Bu da Eskişehir bölgesinin zayıflatılması demekti. Düşman güneye birlik yığdığımızı öğrenirse, buraya daha çok güç getirerek saldırımızı zorlaştırabilirdi. Ayrıca Eskişehir bölgesinin zayıflatıldığını gören düşman, Eskişehir – Ankara yönünde saldırabilir veya Afyon bölgesindeki asıl gücümüzü kuzeyden kuşatarak göller bölgesine atabilirdi. Bu riskleri azaltmak için Eskişehir bölgesindeki 2. Ordu’dan Afyon bölgesindeki 1. Orduya üç kolordunun gizlice kaydırılması ve asıl saldırımızın yeri hakkında düşmanın yanıltılması gerekiyordu. 50 uçağı ile gündüzleri havadan gözetleme yeteneğine sahip düşman karşısında gizliliği sağlamak zor bir görevdi.

Ayrıntılı planlanan ve disiplinle uygulanan gizleme ve aldatma önlemleri ile kuzeyden güneye
üç kolordu düşmana sezdirilmeden kaydırılmış ve Afyon güneyindeki asıl saldırı bölgesinde düşmanın asker sayısı bakımından altı katı, top sayısı bakımından dört katı güç, gizlice yığınaklanmıştır. Güneye yığınaklanma o denli gizli yapılmıştır ki, Yunan komutanlar hiçbir şeyden habersiz, 25/26 Ağustos 1922 gecesi eşlerini de çağırarak Afyon’da büyük bir eğlence düzenlemişedir.

Saldırı Başlıyor

Yunan komutanlar 26 Ağustos sabahı Afyon’daki eğlenceden cepheye döndüklerinde, 04:30’da Türk topçusunun sessizliği bozan tanzim ateşi ile karşılaşmış ve tam bir baskına uğramışlardır. Topçu tanzim ateşinden sonra “hazırlık ateşi” ile düşman mevzileri parçalanmış ve topçusu susturulmuştur. 06:00’da piyadelerimiz saldırıya başlamıştır. Cepheden saldırıya uğrayan
Yunan komutanlar, arkalarında Türk süvarilerini görünce şaşkınlıkları ürküye (paniğe) dönüşmüştür.

Baskın biçimindeki şiddetli saldırımız sonunda, 26 Ağustos 1922 günü, “altı ayda geçilemez” denilen düşman mevzileri geçilmiş; Tınaz Tepe, Belen Tepe ve Kalecik Sivrisi alınmıştır.

27 Ağustos’taki saldırı ile ilk gün alınamayan Çiğil Tepe ve Erkmen Tepe de alınarak, planlandığı gibi düşman cephesi Afyon’un güneyinden yarılmıştır. Cepheden şiddetli baskı ve geride süvarilerimizin varlığı karşısında düşman, gerideki savunma hatlarına düzenli olarak çekilememiş, 29 Ağustos’ta kuzeyden 5. süvari kolordusu ve 2. Ordu, doğudan ve güneyden
1. Ordu tarafından Dumlupınar önünde kuşatılmıştır.

30 Ağustos 1922

Saldırının 5. gününde, planlandığı gibi düşman Dumlupınar önünde kuşatılmış,
sıra yok etmeye (imhaya) gelmiştir.

29 Ağustos gecesi Başkomutan, Afyon’daki karargahında dinlenmektedir. Batı Cephesi Harekat Şube Müdürü Binbaşı Tevfik Bıyıklıoğlu, birliklerden gelen durum raporlarını haritaya işlemiş ve Başkomutana sunmuştur. Haritada düşmanın Dumlupınar önünde kuşatıldığını gören Başkomutan, hemen İsmet ve Fevzi Paşaları çağırmış, komutanlar durumu değerlendirdiklerinde kesin sonuç zamanının geldiğine karar vermişlerdir. Ayrıntılı buyruk (emir) yazmaya zaman yoktur. Başkomutan, Fevzi Paşa’yı kuzeye 2. Ordu bölgesine göndermiş, kendisi de 1. Ordu Komuta yerine giderek çatışmayı yönetmiştir.

30 Ağustos’taki çatışmada düşmanın beş tümeni yok (imha) edilmiştir. Boş bırakılan
Kızıltaş geçidinden geçerek kuşatmadan kurtulanlar, Uşak – İzmir yolundaki pusularda
tutsak alınmışlardır. Tutsaklar arasında Yunan Anadolu ordusu komutanlığına yeni atanan General Trikopis de bulunmaktadır.

İzleme (Takip)

Yok veya tutsak olmaktan kurtulabilen Yunan askeri, birlik bütünlüğü bozulmuş olarak,
ürkü (panik) durumunda ve geçtikleri yerleri yakarak kaçmaya başlamışlardır.
Askeri kurallara göre kaçan düşman izlenir.

31 Ağustos günü öğlen saatlerinde Başkomutan Gazi Mustafa Kemal, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Fevzi Çakmak ve Batı Cephesi Komutanı Tümgeneral (Ferik) İsmet İnönü, muharebe meydanının ortasında düşman tarafından yakılmış olan Çal Köyü’nün içinde, kırık bir kağnı arabasının üzerinde oturarak durum muhakemesi yaptılar. Verdikleri karar, düşmanın
İzmir’in doğusunda yeni bir savunma düzeni almasına olanak vermemek için, bütün birliklerle İzmir yönünde izlenmesidir.

Bu karar üzerine Başkomutan, birliklere bir kutlama iletisi gönderdi iletinin sonu şöyle bir buyruk ile bitiyordu :

  • Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir, ileri!”

Bu buyruğu alan Batı Cephesi birlikleri, dokuz günde 350 km yürüyerek 9 Eylül’de İzmir’e,
10 Eylül’de Bursa’ya girdiler. 18 Eylül’de ölenler ve tutsaklar dışında ülkemizde Yunan askeri kalmamıştı.

15 Mayıs 1919’da İzmir’de açılan Batı cephesindeki savaş, 9 Eylül 1922’de yine İzmir’de,
TBMM Ordusunun kesin utkusu (zaferi) ile sonuçlanmıştır.

Sonuç ve Değerlendirme

Askeri utkunun sonuçları önce Mudanya Ateşkes Andlaşması sonra da Lozan Barış Andlaşması ile alınmıştır. Mudanya’da İtilaf devletleri, Trakya’nın da boşaltılmasını kabul etmişlerdir.

Kurtuluş savaşımızın siyasal ve hukuksal sonucu ise Lozan Barış Andlaşmasıdır.

  • Lozan’da bugünkü sınırlarımız içinde tam bağımsızlığımız emperyalistlere kabul ettirilmiştir. Kuşkusuz Lozan’daki siyasal başarı büyük saldırıdaki askeri başarının ürünüdür.

Büyük Saldırı (Büyük Taarruz) dünya savaş tarihinde planlandığı gibi yönetilen az sayıdaki muharebelerden biridir. Her evresi planlandığı gibi gerçekleşmiştir. Bu da Mustafa Kemal ve komuta kurulunun askeri yetkinliğini göstermektedir.

Bu denli kesin bir sonucun alınabilmesi için, saldıranın savunandan 2-3 katı güçlü olması gerekir. Ancak ulusun tüm olanakları zorlanarak düşmana denk bir güç oluşturulabilmiştir (200 000 / 200 000). Bu nedenle 800 km’lik cephenin 12 km’lik bir kesiminde düşmanın altı katı güç gizlice yığılarak kesin sonuç alınabilmiştir. Asıl saldırımızın yerini anlayamayan düşman, yedek kolordusunu kullanmaya fırsat bulamadan yenilmiştir.

Güçlerin denk olmasına karşın bizim en önemli güç çarpanımız, komutanların yetkinliğidir. Büyük Saldırıdaki (Büyük Taarruz) komutanların tümü, askeri ortaokuldan başlayan eğitimden geçmiş, Balkan savaşında, Libya’da ve 1. Dünya Savaşının çeşitli cephelerinde deneyim kazanmışlardır. Buna karşın Yunan komutanlar, Orduya siyaset girmesinin sonucu olarak
“Kralcı – Venizelos’çu “olarak ikiye bölünmüş, yaraşırlığa (liyakate) göre değil siyasetçilere sadakate göre atanmışlardır. Savaş deneyimleri yoktur.

Salt “Kralcı” olduğu için yarbayken kral tarafından Ordu komutanı yapılan Hacianesti,
savaşı İzmir’den yönetirken (!), Mustafa Kemal en ileri hatlardan yönetmiştir.
Kaçınılmaz sonuç Hacianesti’nin yenilmesidir.

Ulusumuzun yazgısını değiştiren Büyük Utku (Zafer), her yıldönümünde coşku ile kutlanmalıdır. Bu tür kutlamalar genç kuşaklara tarihimizi anımsatmak, TSK’nın gücünü göstermek ve
Ordu -Ulus bütünleşmesini pekiştirmek bakımından gerekli ve yararlıdır. Ancak önceki yıllarda yapılan coşkulu Zafer Bayramı ve Türk Silahlı Kuvvetleri Günü törenleri 2016’dan sonra yapılmamaktadır.

Büyük Utku (Zafer), her 30 Ağustos’ta 2016 öncesinde olduğu gibi coşkulu törenlerle kutlanmalıdır.

[1] Celal Erikan. Kurtuluş Savaşı Tarihi, T. İŞ Bankası Yayını, İstanbul, 2008, syf. 267
[2] a.g.e.

MALAZGİRT… 26 Ağustos 1071 – 26 Ağustos 2024.. 953. Yıl

ŞİİR KÖŞESİ

Bedrettin Keleştemur - Elazığ Hakimiyet Haber

 

Bedrettin KELEŞTİMUR

 

M A L A Z G İ R T…

Malazgirt’i düşünmek,
Asırlara;
Asırlar içindeki sırlara,
Sabır ökçesiyle zamana kulaç atmak gibidir.
 
Romanlara, hikâyelere, fıkralara, şiirlere…
Kitaplara sığmayacak kadar büyük bir zaferi;
Zaferin tacını vicdanların sessiz çığlığında,
Nesillere armağan etme gibidir.
 
Malazgirt Ovası,
Tarihin okunduğu bir ulu rahle!
Gür seslerin ülkeye büründüğü günlerdi.
Altaylardan kopan çığlıklar, ünlerdi.
Dualarla, dudaklar çınlardı!
Malazgirt, bir ulu çadır, mahşeri dinlerdi.
Bir aydınlık düş, yay kirişi olurdu!
Zamane, keman olur, en tiz seste solurdu!
 
Malazgirt’ten, o kutlu ovadan uzanırdı kaleler, surlar!
Yüce dileğe doğru yol alırdı, Alpler seferler!
Nehirleri gazi, dağları kahraman olduğu neferler!
Bir vecd ile açılır çağlar, Türk’e muştudur zaferler!
 
Bugün yüreğimi aldım da, Malazgirt’e vardım.
En çekilmez yaralara, sevdalarımı merhem yapıp sardım!
Düşündükçe, Ulu Hakanı; Elli bin tuğu!
Memleket kadar büyük sevdalarıma erdim!
 
Ahlât, rüyalarımın şehri, şehriyarım!
Sen Şah’sın, ben gedayım!
Özüm Türkmen’dir, sözüm amandır benim!
Birliğe, dirliğe yolum, yolağım kurbandır benim!
Oradan bir hilal nakışı gibi süzülürüm, Malazgirt’e.
Orada başlar, tarihin zafer alayları!
Sanki nurdan heykeller yürür, mübarek adımlarla!
 
Malazgirt tarihin bir Ulu Kapısı,
Türk’e, kan ile yazılır vatan tapusu
Cihan Sultanının o narin yapısı,
Ebu’l Feth bizlere gönül tuğrası!
Sultanu’l Adil üç kıtanın şanlı muştusu!
 
Malazgirt’i düşünmek,
Gazali asrından bir hoş sedadır!
Farabi, Biruni, İbni Sina’yı edadır!
Divan şehrine, Kaşgar’a yolculuk,
Balasagun’da, Yusuf Has Hacip’le sohbettir!
Bilgiye, hikmete her dem sırlara yoldaştır!
Türk’ü vuslat haliyle bir daha anmak,
O hali yaşamak, o hali dertlenmek, yanmaktır!
 
MALAZGİRT
Malazgirt, tarihe yazmış adını
Meydanlar içinde, ‘Vatan Tuğrası’
Fethi Mübin’le, yükseltir şanını
Artuk, Afşin, Danişmendi, Buğrası…
Malazgirt ders; muallimi Alparslan
Vatanı aşk ile sevmek ibadet!
 
MALAZGİRT GAZİ
Gazi Malazgirt, vatanın limanı
Şer güç yıkamaz, tevhitle imanı
Müjde Malazgirt, fetihler anası
Kutsi Hadiste okunur manası;
Malazgirt’ten İstanbul’a yol gider
Zafer alaylı tuğlu meydanlar gider
 
MALAZGİRT YOLUNDA
Malazgirt yolunda uhrevi hava
Gül Bahçesi’nin nahif esintisi
Dertlerinden azade eden deva!
Bulutlarda kalbimin çarpıntısı
İnmiş yeryüzüne cennet-i meva
Malazgirt’te mahşerin görüntüsü
Titretir âlemi, makam-ı neva
Vatandır insana en kutlu yuva
 
MALAZGİRT KUTLU SEFER
Malazgirt Ovası, ruhumun duası
Alparslan ordusu, mahşer kurgusu!
Rabbim vermiş Türk’e, zafer doğası!
Şehadet, Allah katında sorgusu!
Vatan olmaya hey! Kahraman nefer
Ebedi Devlet için kutlu sefer
 
MALAZGİRT
Gittim, gördüm Malazgirt Ovasını
Havasında gül, reyhan kokusunu
Murat Vadisinde durdum, dinledim;
Aksaçlı erenlerin duasını…
İndin mi Ahlat’a, Van Deryasına?
Alplerin aşkla cihat sevdasına…
Garip dünyanın, Cihangir Hakanı
Vatan olmaya… Devlet olmaya Hey…
Malazgirt Meydanı duyar, o anı!
 
MALAZGİRT’TE
Malazgirt Meydanı karanfil kokar
Canlar, ol mübarek terini döker
Gazi Alparslan, elli bin neferi
Geçilmez denilen surları söker
Nur üstüne en evlâ sabır çöker
Sabrın gaza meydanında seferi
 
MALAZGİRT OVASINDA…
Boğum boğum kıvrılan dağlar omuz omuza
Ağrı’dan Toroslara taştan set oluşturmuş
Diz çökmüş eteğinde su gibi akan zaman
Malazgirt Ovasında tarihi buluşturmuş
 
Fırat Nil’in kardeşi, Tuna’ysa yay kirişi
Ok menzilinde takvim yapraklar tutuşturmuş
Afşin’i, Danişmend’i, Mengücek’i, Artuk’u
Edebi Devlet için dört yana at koşturmuş
 
Erzurum’dan Haleb’e, Artukoğlu diyarı
Kartal Yuvası bize Belek’i çağrıştırmış
Coğrafyadan vatana bir kutlu ve uzun yol
Sade ok ve yay değil, güzel dil konuşturmuş
 
Ferhat’ın hasretinde dağlar, ötesinde sır
Perde perde kalkarak ışığa kavuşturmuş
Erzurum’un barıyla, Elazığ’ın mayası
Kerkük’ün hoyratıyla halini soruşturmuş
 
Asırların nağmesi Hayrilerin dilinde
Emrahlar, Zihnilerle ezgiler konuşturmuş
Fırat sen hazinesin, mazin kadar zindesin
“Yedi Küpeli Gelin” çehreler değiştirmiş

Bu iktidar demokratik meşruiyetini yitirmiştir!

Emre Kongar
Emre Kongar

ekongar@cumhuriyet.com.tr

Son Yazısı / Tüm Yazıları   22 Ağustos 2024, Cumhuriyet

Bu iktidar demokratik meşruiyetini yitirmiştir!

Demokratik Devlet, ülkedeki siyasal iktidarın toplumu “Demokratik Meşruiyet”e sahip olarak yönettiği devlettir.

“Demokratik Devlet”te “Demokratik Meşruiyet Kaynağı”, “Anayasa”dır.

Siyasal iktidarların eylem ve söylemlerinin “Anayasa”ya uygunluğunu ise “Anayasa Mahkemesi” denetler.

Bu anlamda “Anayasa Mahkemesi” ve elbette “Bağımsız Yargı”“Demokratik Rejim”in “olmazsa olmaz önkoşulu” ve iktidarların “Meşruiyet” denetçisidir.

Şimdi ülkemizdeki “Siyasal İktidarın Demokratik Meşruiyeti’ni yitirmiş olduğunu” söylediğim bu yazının ana terim ve kavramlarını tanımlayalım.
***
Meşru:
Yasaların, gelenek ve göreneklerin, kamu vicdanının doğru ve haklı bulduğu.
Doğru, haklı, yasal, kabul edilmiş kurallara uygun olan.

Meşruiyet:
Meşru olma durumu.
Yasalara, gelenek ve göreneklere, kamu vicdanına, kabul edilmiş olan genel kurallara göre haklı ve uygun olma hali.

İktidar:
Bir işi yapabilme gücü, erk.
Bir işi başarabilme yetkisi ve yeteneği.

Siyaset:
Toplumu yönetmek, üretimi, gelir ve servet dağılımını belirlemek gücünü, erkini elde etmek için yapılan etkinlik.

Siyasal iktidar:
Toplumu yönetme, üretimi, gelir ve servet dağılımını belirleme gücüne, erkine sahip olan varlık.

Demokratik rejim:
1) Siyasal iktidarın, halk/millet/seçmen tarafından, muhalefetle eşit yarışma olanaklarına sahip olduğu, şeffaf, özgür, adil ve periyodik (dönemsel) seçimlerle belirlendiği.
2) İktidarın, muhalefet ve ifade özgürlüğü başta olmak kaydıyla, bütün temel hak ve özgürlüklere uygun davrandığı, bütün tutum ve davranışlarının anayasada belirlenen temel hak ve özgürlüklere uygunluğunun bağımsız yargı tarafından denetlendiği rejim.

Siyasal iktidarın demokratik meşruiyeti:

1) Siyasal iktidarın, muhalefetle eşit koşullarda yarıştığı, şeffaf, özgür, adil ve periyodik (dönemsel) seçimlerle halk/millet/seçmen tarafından seçilmiş olması.
2) Siyasal iktidarın seçildikten sonra, anayasada belirlenen, başta muhalefet ve ifade özgürlüğü olmak kaydıyla bütün temel hak ve özgürlüklere uygun davranması ve bu tutum ve davranışlarının bağımsız yargı tarafından denetlenmesi. (AS: Tutum denetlenemez.. işlem ve eylemler ya da eylemsizlik denetlenebilir..

Demokratik Anayasa:

Demokratik siyasal rejimlerin niteliklerini belirleyen, şeffaf, adil, eşit seçim koşullarını koyan, siyasal iktidarların sınırlarını çizen, yargı bağımsızlığını, temel hak ve özgürlükleri güvenceye alan, ana hukuk metni.

Demokratik siyasal iktidarların meşruiyet kaynağı.

Anayasa Mahkemesi:

Hitler örneğinden alınan derslerle, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Kıta Avrupası’nda da seçilmişlerin diktatörlüğünü engellemek için siyasal iktidarların eylem ve söylemlerinin demokratik anayasaya uygunluğunu denetlemek amacıyla kurulmuş olan mahkeme.
***

  • Bu bilgiler bağlamında, Türkiye’deki siyasal iktidar,
    Anayasa hükümlerine ve Anayasa Mahkemesi kararlarına uymamakla, meşruiyetini yitirmiş bulunmaktadır.

TBMM, sadece siyasal iktidarın değil, kendisinin meşruiyetini de tehdit eden bu sorunu, Can Atalay’ı derhal kürsüye çağırarak çözmek zorundadır.

Birikim ve yıkım: Farkındalık eksikliği

İbrahim Ö. Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 22.08.2024, BİRGÜN

1987-2004 ve 2007-2017 yılları, yakın geçmişimizin asimetrik ayrışma eksenleri olarak nitelenebilir. Anayasal ve siyasal bakımdan ilki birikim, ikincisi ise yıkım eksenidir. Ortak payda, farkındalık eksikliğidir: 2004’te birikim, 2024’te ise yıkım üzerine. Birikim ve yıkım neyi ifade eder?

İKİ DEVLET VE İKİ YÜZYIL

Toplumsal itici güçler sonucu siyasal uzlaşma yoluyla gerçekleştirilen 1987-1995-2001 ve 2004 Anayasa değişiklikleri, iki Devlet’in iki yüzyıllık demokratik birikiminin yansıması. Anayasa da ‘erkler ayrılığı ve özgürlükler güvencesi’ olarak tanımlanmıştı (1789).

İKİ KİŞİ VE İKİ YIL

Siyasal iktidarın belirleyici olduğu ve sandığın siyasal çatışma ve iktidar aracı olarak kullanıldığı 2007-2010-2017 Anayasa değişiklikleri, iki Devlet’in iki yüzyıllık birikimini yok etti.

Yıkıcı darbe 2017’de vurulduğuna göre, iki kişi iki yıl içinde (2016-2017), iki Devlet’in iki yüzyıllık mirasını (kalıtını) reddetmiş oldu. ‘Hükümeti ilga’ bile başlı başına bir yıkım.

Birikimin yadsınması, hukuk yoluyla demokrasi ve Anayasa’ya saygılı siyasetin de sonu oldu.

Sonuç ise, güncel gelişmelerin ortaya çıkardığı AKP ve MHP’nin iki yüzü:

  • Gezi ve Sinan Ateş vak’aları.

KANLI CUMA ve KABA GÜÇ

  • AKP, AYM Can Atalay (Gezi) kararını uygulatmamak için TBMM’de kan akıttı!

MHP ise, Sinan Ateş cinayetini aydınlatmamak için 154 kişilik liste ile kan dökme tehdidinde bulundu.

İlki, anayasal hakkın kullanımından suçlu yaratmaya yönelik; ikincisi ise, gün ışığında
Başkent göbeğinde işlenen siyasal cinayeti örtmeye.

EKSİK NEREDE?

Biz demokratik Cumhuriyetçiler, iki yüzyıllık birikimi, 2004’te yeterince sahiplenemedik; 2024’te ise, yıkıma karşı kolektif kararlılık tavrı geliştirememiş olmamız, yıkım farkındalığı eksikliğinden kaynaklanıyor. Dil ve söylem bile bunun kanıtı.

DİL ve SÖYLEM

TBMM’yi notere çevirdiniz” sözleriyle TBMM’nin işlevsizleştirildiğini vurgulayan vekilleri,

  • Notere hakaret etmeyin, noter hukuka uygun işlem yapar; oysa AKP-MHP çoğunluğu, Anayasa’ya aykırılığı açık olan yasaları oyluyor.” sözleriyle uyarırdım.

Benzer biçimde, 2017 kurgusu ile bile bağdaşmayan AKP-MHP yasama ve yürütme çifte koalisyonuna sıkça yöneltilen, “muhaliflere düşman hukuku, destekçilerine yandaş hukuku”  eleştirisi de, hukuksuzluğun vahametini (ürkünçlüğünü) azaltıyor.

Düşman, savaş hukuku kurallarını uygular ve teslim olan askeri öldürmez.

Öbürleri arasında yalnızca Barış Akademisyenlerine yapılanlar, en zorba yönetimleri bile aratmayacak keyfilik ve vahamette (ürkünçlükte).

AKP’nin OHAL KHK ek listelerine

  • ‘insan haklarına dayanan laik ve demokratik Cumhuriyet’ savunucularının
    adlarını yazması

ve MHP’nin Sinan Ateş cinayetinin aydınlatılmasını isteyen kişiler çizelgesini yapması arasında nitelik farkı yok. Düşman hukukuna bile yabancı, ikisinde de “canavarca his” baskın.  Hukuksuzluk ve keyfilik üzerine –154 kalemi aşan– bir çizelge (liste) anında oluşturulabilir!

Özetle; yirmi yıl önce, oldukça güçlü anayasal ve siyasal birikimin ayırdına yeterince varamadık. Son on yıla gelince, bu kez yıkımı yeterince algılayamadığımız için, yeniden inşa evresine
bir türlü geçemiyoruz. Oysa;

  • hak, hukuk, haysiyet ve ahlak kavramlarını yerle yeksan (bir) edenler,
    hedeflerinde hızla ilerliyor.

ÇİFTE KARARLILIK

Çifte farkındalık eksiğini gidermek için çifte kararlılık gerekli:

Yıkım belleği olarak, ‘Anayasasızlaştırma, anayasal dezenformasyon, anayasal yıkım
hep canlı tutulmalı.  “Anayasa suçu” üzerinde yoğun bir tartışma başlatılmalı.

Salt TBMM sayısal çoğunluğu nedeniyle AYM kararlarını uygulamayanlara yaptırımsızlık, sürekli teşhir edilmeli.

İnşa için; doğru ve gerçek bilgi, yürürlükteki Anayasaya saygı kararlılığı ve

erkler ayrılığı temelinde anayasal düzene dönüş iradesi hep canlı tutulmalı.

‘Nasılsa genel seçimler ardından yeniden inşaya başlayacağız’ yaklaşımı yanıltıcıdır.

Demokratik Cumhuriyet’in yurttaşları ve halkı olarak Anayasal düzeni,

– Anayasa ve Anayasa Mahkemesi kararları,
– İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Mahkemesi kararları

bütününde savunma sorumluluğumuz yaşamsal.
==============================================
Yazarın Son Yazıları

AYM kararı ve Can Atalay

Hikmet Sami Türk Haberleri - Son Dakika Hikmet Sami Türk Haber Güncel  GelişmelerProf. Dr. Hikmet Sami Türk
Eski Adalet Bakanı

21 Ağustos 2024, Cumhuriyet

28 Mayıs – 30 Ağustos 2013 tarihleri arasında düzenlenen Gezi Parkı eylemleri nedeniyle açılan ceza davasında Türk Ceza Kanunu’nun 312. maddesinde yazılı “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs” suçuna “yardım” ettiği gerekçesiyle İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesince Türk Ceza Kanunu’nun 39. maddesine göre 18 yıl hapisle cezalandırılmasına ve hükümle birlikte tutuklanmasına 25.4.2022’de karar verilen, İstinaf başvurusu ve tahliye istemi bölge adliye mahkemesinin 28.12.2022 tarihli kararıyla reddedildi. Bu karar temyiz incelemesindeyken, 14 Mayıs 2023 genel seçiminde TİP adayı olarak Hatay milletvekili seçilen Can Atalay’ın yasama dokunulmazlığı kazandığını belirterek anayasanın 83. maddesi gereğince hakkındaki davada “durma kararı” verilmesi ve tahliye istemleri (AS: m.83/3), Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nce reddedildi.

MİLLETVEKİLLİĞİNİN DÜŞMESİ

Atalay’ın milletvekilliği, anayasaya aykırı biçimde sürdürülen bir yargılama sonunda verilen mahkûmiyet kararı 30 Ocak 2024 günü TBMM Genel Kurulu’nda okutularak anayasanın 84. maddesinin II. fıkrasına göre düşürüldü. Bu fıkraya göre “Milletvekilliğinin kesin hüküm giyme … halinde düşmesi, bu husustaki kesin mahkeme kararının Genel Kurul’a bildirilmesiyle olur”. Kesin hüküm giyme, mahkeme kararına dayandığı için bu fıkra kapsamında milletvekilliğinin düşürülmesine karşı anayasanın 85. maddesine göre iptal istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamıyor.

Olayda Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin TBMM Başkanlığı’na gönderilen ve sonuncusu Meclis’te okutulmak suretiyle Atalay’ın milletvekilliğinin düşmesine neden olan 8.11.2023 tarih ve E. 2023/12616, K. Değişik İş 2023/- ve 03.01.2024, E. 2023/12611, K. Değişik İş 2024/1 sayılı kararları, bu konudaki Anayasa Mahkemesi kararları göz ardı edilerek verilmiştir. Çünkü Atalay’ın bireysel başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu, 25.10.2023 tarih ve 2023/53898 başvuru numaralı olarak, “Anayasanın 67. maddesinde güvence altına alınan seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı” ile “19. maddesinde güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine”; 21.12.2023 tarih ve 2023/99744 başvuru numaralı olarak bu maddelerle birlikte “anayasanın 148. maddesinde güvence altına alınan bireysel başvuru hakkının ihlal edildiğine” karar vermişti.

Anayasanın 153. maddesinin VI. fıkrası şöyledir:

  • “Anayasa Mahkemesi kararları, Resmi Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme
    ve yargı organlarını idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar.” 

Yargıtay 3. Ceza Dairesi ise, 8.11.2023 tarih ve E. 2023, K. 2023 Değişik İş 2023/- sayılı olarak,
“bu bağlamda, anayasanın 153. maddesi kapsamında uygulanması gereken bir karar bulunmamakla; keza Can Atalay hakkında verilen mahkûmiyet kararının temyizi üzerine yapılan temyiz incelemesi sonucu 28.09.2023 tarihinde Dairemizin 2023/12611 esas, 2023/6359 sayılı kararı ile onanarak kesinleşen ve infazı kabil bir hükmün mevcudiyeti karşısında

  • Anayasa Mahkemesi’nin anılan kararına uyulmamasına”;

03.01.2024 tarih ve E.2023/12611, K. Değişik İş 2024/1 sayılı olarak yine aynı gerekçe ile

  • “Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına uyulmasına yer olmadığına;

Anayasanın 76. maddesinde sayılan ve milletvekilliği ile bağdaşmayan suçlardan kurulan mahkûmiyet hükmünün milletvekilliğini düşüreceği, anayasanın 84/2. maddesi yönünden Anayasa Mahkemesi’ne müracaat imkânı tanınmadığı ve Anayasa Mahkemesi’nin bu konuda inceleme yetkisinin bulunmadığı gözetilerek; anayasal zorunluk gereği hükümlü Can Atalay hakkında verilen işbu kararın bir örneğinin gereğinin takdir ve ifası için TBMM Başkanlığı’na gönderilmesine” karar verdi.

‘YOK HÜKMÜNDE’

Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin Anayasa’nın 153. maddesinin VI. fıkrasına aykırı kararının yine aynı fıkraya aykırı olarak TBMM Başkanlığı’na bildirilmesinden sonra bu konudaki yazının ve ekindeki kararın Genel Kurul’un 30/1/2024 tarihli 54. birleşiminde okunmasıyla Atalay’ın milletvekilliği düşürüldü. Bu işlemin “yok” hükmünde olduğunun tespiti ve iptali istemiyle Şerafettin Can Atalay, Manisa milletvekili Özgür Özel ve onunla birlikte 125 milletvekili, İstanbul milletvekili Erkan Baş, Kars milletvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, Muş milletvekili Seza Temelli ve Batman milletvekili Mehmet Rüştü Tiryaki tarafından açılan davada Anayasa Mahkemesi’nce verilen 22/2/2024 tarih ve E. 2024/43, K. 2024/65 sayılı kararın “hüküm” fıkrası şöyledir:

  • “Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu’nun 30/1/2024 tarihli 54. Birleşiminde Yargıtay 3. Ceza Dairesinin 3/1/2024 tarihli ve E. 2023/12611, Değişik İş. 2024/1 sayılı kararının ekte gönderildiğine dair anılan daire başkanlığı yazısının okunması suretiyle Hatay milletvekili Şerafettin Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşmesinin yok hükmünde olduğunun tespitine ve anayasanın 85. maddesi uyarınca iptaline karar verilmesine yer olmadığına … oyçokluğuyla 22/2/2024 tarihinde karar verildi.”

Verildiği tarihten 5 ay 8 gün sonra 1 Ağustos 2024 tarih ve 32619 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan bu kararla aynı yönde ikinci bir Anayasa Mahkemesi kararı da -“hüküm” fıkrasında yoklukla ilgili ibareye yer vermeksizin- 22/2/2024 tarih ve E. 2024/45, K. 2024/61 sayılı olarak aynı Resmi Gazetede yayımlandı.

Anayasa Mahkemesi’nin Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararının TBMM Genel Kurulu’nda okutulmasıyla gerçekleştirilen milletvekilliği düşürülmesinin en ağır hukuksal yaptırımla “yok hükmünde” olduğuna karar vermesi bir fiili durum tespitidir. Yoksa Anayasa Mahkemesi’nin bu bağlamda anayasanın 85. ve 148. maddesinin bireysel başvurularla ilgili I, III-V. fıkralarında öngörülenler dışında bir inceleme ve karar yetkisi yoktur.

TBMM OLAĞANÜSTÜ TOPLANTISI

16 Ağustos 2024 günü olağanüstü toplanan TBMM Genel Kurulu’nda CHP milletvekillerince verilen “Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşmesi işlemi ile ilgili verdiği karara ilişkin genel görüşme yapılması” önergesinin ön görüşmeleri tamamlandı. Fakat muhalefet milletvekillerinin genel görüşme açılmasına ilişkin önergesi, 442 milletvekilinin katılımıyla yapılan elektronik oylamada 198’e karşı 244 oyla reddedildi. Böylece, Anayasa Mahkemesi’nin Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesinin “yok” hükmünde olduğunu tespit eden 22/2/2024 tarih ve E. 2024/43, K. 2024/65 sayılı son kararının Meclis’te okunması önlenmiş oldu. Oysa olağanüstü toplantının konusu itibarıyla (gereği) bunun yapılması gerekirdi.

Bu durumda yapılması gereken, söz konusu kararın TBMM Genel Kurulu’nun önümüzdeki ilk toplantısında, –arada yeni bir olağanüstü toplantı yapılmazsa– 1 Ekim 2024 günü yeni yasama yılının cumhurbaşkanının konuşmasıyla açılmasından sonra okutulmasıdır. Kararın “hüküm” fıkrasının okutulması yeterlidir. Bu işlem, TBMM başkanının sunuşları arasında da yapılabilir. Böylece Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararının okutulmasıyla yapılan haksızlık, Anayasa Mahkemesi kararının okutulmasıyla düzeltilmiş ve Hatay’da halkın oylarıyla milletvekili seçilmiş olan Atalay, görevine başlama fırsatını bulmuş olacaktır. Tabii, bu arada halen Silivri’deki Marmara Ceza İnfaz Kurumu’nda tutuklu buluna Atalay’ın tahliye edilmesi gerekir. Anayasa Mahkemesi’nin son kararı bunu gerektirir.

Hacıbektaş: Zaman, mekân, siyaset

Türkiye’de sistemin, Alevi inanç kimliğine dair tutumunu anlamaya imkan veren hususlardan birisi, Hacı Bektaş Veli dergâhıyla ilişkilenme biçimidir. Tarihin farklı dönemlerinde ve farklı siyasal rejimlerde yönetici elitlerin dergâha dair tutumları genellikle benzer olmuştur. II. Mahmut’un yönettiği Osmanlı devletinin Bektaşi Tekkelerini yıkma kararı, Osmanlı coğrafyası içinde çok sayıda tarihi inanç mekanının ortadan kaldırılmasına yol açtığında, Hacı Bektaş Veli Dergâhı kurtulabilmişti. Ama dergâh, Aleviliği düşman olarak gören ve ‘düşmanını’ ortadan kaldırmaya pek hevesli Nakşibendi şeyhlerinin eline verilmişti.

Zamanla şartlar değişmiş, mekan yeniden geleneğin inisiyatifine geçmiş ve yeni Türkiye’nin kurulmaya çalışıldığı günlerde, yeni rejimi kuracak olanlar için bir umut mekanına dönüşmüştü. Nitekim M. Kemal Anadolu’ya çıktığında (AS: Sivas Kongresi’nden dönerken, 23 Aralık 1919’da) bu mekanı ziyaret etmiş, dergâhın desteğini almış ve geleneğin önderi Cemalettin Çelebi’yi de Kırşehir milletvekili olarak TBMM’ye seçmişti. Rivayet olunur ki Mustafa Kemal, Cumhuriyeti kuracağını da dergâhta doğrudan Cemalettin Çelebi’ye söylemişti. Ne var ki türlü politik oyunlar nedeniyle, Cemalettin Çelebi, üyesi ve başkan vekili olduğu meclisi göremeden Hak’ka yürümüştü.
∗∗∗
II. Mahmut’un dergâha müdahalesinden yüzyıl sonra, umut ve endişenin iç içe geçtiği ortamda bu kez Cumhuriyetin meşhur ‘Tekke ve Zaviyeleri kapatan’ kanunu dergâha çökmüştü. Yeni rejim öyle bir yasa çıkarmıştı ki açık açık ‘Aleviliği men etmişti’. Artık seyitlik, pirlik, çelebilik gibi ifadeler bile yasaktı. Dergâh yeniden kurucu geleneğinden ve mukimlerinden koparılmış, artık askerlere ve diğer devlet görevlilerine verilmişti. Onlar da ‘görevlerini’ yapmış; dergâhın tarihi ve kültürel mirasını talan etmişlerdi.

Uzun zaman böyle devam eden dergâhın öyküsü 1960’lı yıllarda askeri darbe ile kurulan yeni rejimin Alevi dünyaya ‘ilgisinin’ bir neticesi olarak bu kez bir ‘müze’ haline getirilmişti. Yeni rejimin gözünde Alevilik ‘müzelik’ bile olsa yine de Alevi dünyasında büyük umut sağlamıştı. Geleneğin sahipleri yeniden mekana dönebilmişlerdi. Resmi olarak müzenin kurulmasının yıl dönümü olan 16-18 Ağustos günlerinde hem ilçe, hem de dergâh Alevi dünyasının gözde ziyaret mekânına dönmeye yeniden başlamıştı.

Geçtiğimiz hafta Hacı Bektaş etkinliklerine katıldığımda bütün bu öyküyü düşündüm. Tanıklık ettiğim fotoğraf bu kez çok daha ilginçti. Uzun yıllar dergâhtaki etkinliklerin bir tür ‘partneri’ olan devlet, bu yıl bir adım daha öteye geçmiş ve kendini hem dergâhın sahibi ilan etmiş hem de Alevilerin yerine geçmişti. O kadar ki Hacıbektaş halkının seçtiği Belediye Başkanı da dahil, geleneğin kurumları neredeyse tümüyle ‘dışarıda’ tutulmuştu. ‘Memlekete komünizm lazımsa, onu da biz getiririz’ politikası sanki yeniden tezahür etmiş gibiydi. Ayrıca aşırı güvenlik kararları nedeniyle küçücük kasabada hareket etmek bile olağanüstü zorlaştırılmıştı.
∗∗∗
Ama herhalde sistemin ihmal ettiği bir detay vardı. Aleviler artık 1826’daki veya 1925’deki ortamlarından daha farklı bir noktadaydılar. Devlet neyi münasip görüyorsa ona uyum gösterme eğiliminde değillerdi. Tam da böyle oldu ve Hacıbektaş Belediyesi’nin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile birlikte ve Alevi kurumların da dahil olduğu bir program ve etkinlikler serisiyle mekana damgasını vurdu. İBB Başkanı sayın İmamoğlu ve gelenek içinde büyük saygı gören sayın Kılıçdaroğlu başta olmak üzere, parti liderlerinin şahsen katılmaları da bu başarılı manzarada çok büyük bir rol oynadı.

2024 Hacı Bektaş etkinlikleri dergâhın tanıklık ettiği tarihi tecrübe dikkate alındığında, önemli bir sosyolojik olguya işaret ediyor. Gelenek kendi mecrasını buluyor ve koruyor. Bunun anlamı şudur:

  • Devlet, inançlara engel olmak ve/veya kendini onların yerine koymaktan vazgeçmelidir.
  • Yani ülke, sözcüğün gerçek anlamında laik olmalıdır.

Türkiye o günleri gördüğünde inançlar kendi mecralarında, ihtiyaçlarının gerektirdiği seviyede, biçimde ve nitelikte var olabilecektir.

Unutmamak gerekir ki toplumsal barışın yolu da buradan geçiyor.