Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Meselelerin kökenine inebilmek

Tarımsal üreticilerin tepkilerinin çoğaldığı görülüyor. Bu, özellikle son çeyrek yüzyılda başlatılan IMF/DB politikalarının AKP tarafından sadakatle sürdürülmesinin… üreticinin desteksiz bırakılmasının kaçınılmaz sonuçları.

Meselelerin kökenine inebilmek
Fotoğraf: ANKA

Enflasyona karşı mücadelenin başarısı üzerine güzellemeler yapılması beklenen aylara geldik. Programın yürütücüleri, sermaye ve finans çevreleri ve onların uzmanları ve elbette eleştirel konumda olanlar bunun farkındaydılar. Olay basit bir matematik gereğiydi. Geçen yılın yüksek enflasyon yaşanan Temmuz-Ağustos ayları olumlu baz etkisi rolünü oynayarak iktidarın bu yılki kurtarıcısı olacaktı. Şimdi bunu kendi başarıları olarak pazarlama seferberliğindeler.

İKTİDARIN AÇMAZLARI

Enflasyon aylık artışlar düzleminde doludizgin yol alır ve geniş kitlelerin reel gelirlerini kemirmeye devam ederken, onları “yıllık enflasyonda düşüş var” üzerinden aldatmaya çalışmanın da sınırları var elbette. İnsanlar maruz kaldıkları enflasyonu ve gelir erozyonunu, kurumsal yanıltmalara bakarak önemsemeyecek durumda değiller. Özellikle de asgari ücret Ocak 2024’e kıyasla reel olarak 13 bin TL’ye gerilemiş ve cari açlık sınırı 20 bin TL’ye ulaşmışken. Yıl sonu itibariyle aradaki açıklık daha da büyüyecek.

TÜİK’in TÜFE’sinin baskılanmasının da sınırları var kuşkusuz. Nitekim Mart, Nisan ve Mayıs 2024’te aylık %3’ün üzerinde ilerleyen enflasyonu Haziran 2024’te %1,64’e geriletebilmek için istatistiği kuyruklu yalan formunda kullanabilme hüneri de gerekiyordu. İlk altı ayın enflasyon farklarına yansımasın diye yapılan cambazlıklar (kamunun denetimindeki ürünlerin fiyat artışlarını Haziran sonuna bırakmak gibi) sonuçta Temmuzda yeniden aylık %3’ler platosuna kaçınılmaz bir dönüşü engelleyemedi. Gene de yıllardır İTO endeksi ile paralel giden TÜFE, aylıkta 1, yıllıkta 11 puan İTO’nun gerisinde kalabildi! Açıklamasını TÜİK yönetiminin “görünmez elinin” müdahalesinde aramalı…

İktidarın bir açmazı da şurada: Bir yandan kamunun denetimindeki ürünlere mali amaç ve “sıkı maliye politikası” doğrultusunda sürekli zam yapmak öbür yandan da enflasyonu dizginlemek istiyor! Birincisi kitlelerin talebini kısmayı da hedeflediği için “dezenflasyon” politikasıyla uyumlu gibi gözüküyor, ancak ilk etkiler aylık enflasyonları sıçratmak oluyor. Ürün zamlarını her ay sürdürmek zorunda kaldıklarında da enflasyonist etkilerle baş edilemiyor. Kaldı ki, özel sektörün enflasyon ortamını da fırsat bilerek sürdürdüğü “tekelci fiyatlama” ile baş etmek için kılını kıpırdatmayan bir sermaye iktidarı işbaşında.

Benzer bir etki de vergi artışları üzerinden görülmekte. 13 ay önceki KDV ve ÖTV artışları dolaylı vergilerin enflasyona etkisini göstermişti. Hiç kimse bunlar “sıkı maliye politikası” uygulaması olarak aslında uzun erimde dezenflasyonisttir demesin. Bu vergilerin tahakkuk-tahsilat oranları arasındaki farkın açılmasına bakmak aksini düşünmek için yeterlidir. Bu vergileri artırmanın da sınırları vardır, bunu aşarsanız ya belgesiz alışverişleri ya da merdiven altı üretimleri teşvik edersiniz.

Dolaylı vergilerin bir de dış ticareti ilgilendirenleri var. Çin mahreçli (kaynaklı) otomobillere %40 ek gümrük vergisi getirmeniz veya dış âlemle yapılan e-ticarette vergiyi %30’dan %60 çıkarmanız veya yolcu beraberinde getirilen cep telefonlarına uyguladığınız kayıt/tescil ücretini 50 bin liraya dayandırmanız, salt Hazine’ye gelir sağlama (mali amaç) üzerinden okunamaz. Dış ticaret açığı ve cari açığın azaltılması, döviz tasarruf edilmesi gibi hedefler esastır (Yurtdışından yapılan alışverişlerde vergi muafiyetinin 30 Avro’ya indirilmesi de bu amaçladır). Bunların enflasyon üzerindeki olumlu/olumsuz etkileri talidir.

Stagflasyon riskinin büyümesi de ciddi bir açmaz. Mevcut nominal faiz düzeyleri, beklenen enflasyon bakımından ciddi bir pozitif reel faiz anlamına gelmeye başladı. Bu da sadece yatırımları değil, işletmelerin ayakta kalmalarını (borçlarını sürdürebilmelerini, vs.) da olumsuz etkileyecek duruma geldi. Takipteki borçların, karşılıksız çeklerin, konkordato/iflasların artışı bunun işaretleri. Hanehalkının yüksek faizlere rağmen kredi kartlarına, ihtiyaç kredilerine, kredili mevduat hesaplarına ilgisinin kesilmemesi, ancak burada da geri ödeme zorluklarının yaygınlaşması bir başka büyüyen sorun alanı. Tüm bunlar, talebin beklenenin üzerinde kısılacağını ve yılın son çeyreğinde stagflasyonist bir konjonktüre girilebileceğini göstermekte. Nitekim Haziran 2024 itibariyle sanayi üretiminin yıllık bazda %4,7 ve imalat sanayi üretimin %6,9 oranında gerilemesi güçlü öncü işaretler…

GIDA FİYATLARINDA ARTIŞ KİMLERİ VURUYOR?

Gıda fiyatları artışı Temmuzda aylık %1,83 ve yıllık %58,91 ile genel fiyat artışının altında kalmış gözüküyor. Öyle olsa bile çok yüksek. Kaldı ki DİSK’in TÜİK verilerinden yaptığı hesaplamaya göre, en düşük gelirli %20’lik nüfus diliminde gıda enflasyonu %106,4’ü, bir sonraki dilimde %83,7’yi, emeklilerde %82,6’yı buluyor. En üst gelirli %20’lik nüfus diliminde ise gıda enflasyonu %42,1’lik düzeye iniyor! Demek ki enflasyon en ağır vergileme olmakla kalmıyor, en sınıfsal ve eşitsiz vergi olarak da çalışıyor. Sistem, yüksek gelirlileri hem dolaysız vergilerden koruyor hem de tasarrufa yöneldikleri ölçüde dolaylı vergilerden (ve enflasyonun etkilerinden) kaçınmalarına fırsat sunuyor.

Son zamanlarda tarımsal üreticilerin tepkilerinin çoğaldığı görülüyor. Bu, özellikle son çeyrek yüzyılda başlatılan IMF/DB politikalarının AKP tarafından sadakatle sürdürülmesinin; tarımsal üreticinin piyasaya ve uluslararası tekellerin insafına terk edilmesinin, tarımsal girdiler başta olmak üzere ülke tarımının tamamen (tümüyle) dışarıya bağımlı kılınmasının, üreticinin desteksiz bırakılmasının kaçınılmaz sonuçları. Elbette kuraklık, iklim değişikliği gibi çevresel etkenler de var; ama bunlara karşı önlem alınmasını planlayacak bir aklın/iradenin ve destek bütçesinin ortada olmaması gene başa yazılmalı.

Bugün tarıma verilen destek GSYH’nin binde 10’u olması gerekirken binde 2,2’si düzeyinde. Yani 2024’te 91,5 milyar TL ayrılan tarımsal destek bütçesi aslında 412 milyar TL olmalıydı. Eğer GSYH’nin %6’sı boyutunda olan tarımsal katma değerin üçte biri oranında destek öngörülseydi (ki bu bizi gelişmiş kapitalist ülkelerin destekleme anlayışına yaklaştırırdı), bunun iki katı kadar yani 824 milyar TL’lik bir destekleme bütçenizin olması gerekirdi. Öyle olabilseydi, çiftçinin kullandığı girdiler üzerindeki KDV ve ÖTV oranları sıfırlanabilir (veya % 1 oranına geriletilebilir); Ziraat Bankası’nın yüzü çiftçiye döndürülebilir; birkaç yıllık bir programla sulama yatırımları tamamlanabilir; gübre, ilaç, tohum ve yem üretiminde yeniden kamu iktisadi teşebbüsleri kurulabilirdi.

Kuşkusuz uluslararası gıda/girdi tekelleri ve onların yerli taşeronları bundan memnun kalmazdı. Peki, dış ve iç sermaye çevrelerinin çıkarlarını öncelikle kollayan iktidar bu adımları hiç atar mı?

İKTİDARIN GÜCÜ YETECEK Mİ?

24 Ocak Kararlarının 12 Eylül askerî darbesinin desteği olmadan uygulamaya kalkıldığını düşünün. Başarılamazdı. Peki şimdi benzer bir halk karşıtı ekonomik-sosyal programı uygulamaya kalkan iktidar neye güveniyor? Sendikaların, Ziraat Odalarının, TSK’nın iktidarın dümen suyuna alınmış olmasına, hak arama mücadelelerini 12 Eylül döneminden daha ağır baskılayacak bağımlı bir yargı ve kolluk sistemine güveniyor. Anamuhalefet partisinin de bölük pörçük itirazları dışında uygulamaların özüne temel bir itirazının olmaması, iktidara bir meşruiyet (“normalleşme”) zemini açıyor.

Peki, bunlar yeterli olacak mı? Bunu öngörmek kolay değil. Bıçak kemiğe dayandığında halk kitlelerinin ne denli sert tepkiler verebileceğinin örnekleri geçmişte yaşanmadı değil. Tarım üreticilerinin yaygınlaşan tepkileri de bunun güncel örneklerini oluşturuyor. İktidarın seçmen tabanı daralıp toplumsal hoşnutsuzluklar arttıkça kitlesel eylemler ve erken seçim talepleri (istemleri) de yükselecek görünüyor.

ŞEYTANLAŞMA USTALARI

ŞİİR KÖŞESİ

Prof. Dr. Halil ÇİVİ

İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
Halk ozanı

ŞEYTANLAŞMA USTALARI

Dinbazdır, dilbazdır, keskin yobazdır,
Sözde rahman, özde şeytan olanlar.
Vicdanı çürüktür, ahlakı yozdur,
Sözde rahman, özde şeytan olanlar.
Xxx
Bütün çağlar boyu böyle oldular,
Akıl bahçesine fitne saldılar,
Dinbaz oldu, her toplumu yoldular,
Sözde rahman, özde şeytan olanlar.
Xxx
Edep bilmez, ahlak bilmez, ar bilmez;
Gönül bilmez, vefa bilmez, yar bilmez,
Beleşcidir, emek vermez, zor bilmez;
Sözde rahman, özde şeytan olanlar.
Xxx
Her kilide uyan maymuncuk olur,
Haramla beslenir, tosuncuk olur,
Gerçeği diyene çok gıcık olur;
Sözde rahman, özde şeytan olanlar.
Xxx
Eli haramdadır, dili yalanda,
Aklı, fikri bedavada, talanda,
Gayet mutlu olur halkı yolanda;
Sözde rahman, özde şeytan olanlar.
Xxx
Ahlakçı kesilir, öğütler verir,
Herkesin her türlü potunu(1) görür,
Punduna getirir, voliyi vurur(2),
Sözde rahman, özde şeytan olanlar.
Xxx
Mazlumu bırakır, zalimi tutar,
Yetimin, yoksulun hakkını yutar,
Verimsiz dostları kuyuya iter;
Sözde rahman, özde şeytan olanlar.
Xxx
Ahlak çeşmesinin suyundan içmez,
Doğruyu iyiyi, kötüden seçmez,
Haramdan, yalandan, talandan kaçmaz
Sözde rahman, özde şeytan olanlar.
Xxx
Töreye, hukuka, yasaya uymaz,
Mazlumun, yoksulun sesini duymaz,
Cimriler şahıdır, paraya kıymaz;
Sözde rahman, özde şeytan olanlar.
Xxx
Kutsal değerleri sermaye yapar,
İnançtan, imandan, irfandan sapar,
Tanrıyı dışlayıp servete tapar;
Sözde rahman, özde şeytan olanlar.
Xxx
Halil Çivi der ki; korku salanlar,
İktidarın davulunu çalanlar,
Cahilleri kaz misalı yolanlar;
Sözde rahman, özde şeytan olanlar,
Dilde rahman, kalpte şeytan olanlar

(1) Pot, defo, kusur, yanlış.
(2) Voli vurmak, argoda, ahlak ve hukuka bağlı kalmadan her ekonomik fırsatı kendi çıkarına kullanmak.
Xxx

 

11 Ağustos 2024
Prof.Dr. Halil Çivi
Seferihisar / İZMİR

Yine yenebilecek miyiz?

Mine G. Kırıkkanat
Mine G. Kırıkkanat
kirikkanat@mgkmedya.com Son Yazısı / Tüm Yazıları
11 Ağustos 2024, Cumhuriyet

Emperyalizmin kanlı savaşlar ve sömürü üreten kıyma makinesinin son kullanım tarihi yok. Otomatik ve zamansız. Ancak hükmünü dayattığı ülkelerde birilerinin içeriden düğmeye basması gerekiyor. O birilerini de kolayca buluyor. Reklam yapıyor, kandırıyor, genellikle de satın alıyor kimi büyük, kimi küçük işbirlikçilerin parmaklarını…

Düğmeye basan parmaklar, milliyetçilik, din ve mezhep eldivenleri takıyor. Afrika, Ortadoğu, Çin ve Güney Amerika tarihi; kölelikten sömürgeciliğe kadar temeli kan ve savaşlarla atılan emperyalizmin kanlı sicili.

Ege’nin ve Anadolu’nun 1915 ile 1922 yılları arasındaki tarih süreci de emperyalizmin genel hatlarına uygun gelişiyor. Ama çok ilginç gelişiyor. Şöyle ki:

O sırada (aslında hâlâ!) emperyalizmin ağa babası İngiltere. Müttefikleri Fransa, İtalya ve elbette ABD. Ama İngiltere özellikle planlama, bölüştürme ve uygulamada başı çekiyor.

KUKLACI USTA, KUKLALAR USLU

Hem Yunanistan’ı İzmir ve çevresi için boş bir Hellenizm düşüyle Anadolu’ya sevk ediyor hem de İstanbul’daki işbirlikçisi Osmanlı yönetimine işgali savunmak ve diğer yandaşlarının, yani Fransızların, İtalyanların parsadaki paylarını korumak görevini veriyor.

1918’de Yunanistan ile Osmanlı’yı ayıran denizlerin bir yakasında Kral II. Konstantin ve siyasal uzantısı Venizelos ile yandaşları var. Öteki yakasında Padişah Vahdettin ve siyasal uzantısı Damat Ferit ile yandaşları.

İki tarafın da patronu ve beyni İngiltere. Atina’daki kuklaları, olmadık bir düş peşinde İzmir’e çıkacak. İstanbul’daki kuklaları da kendi halkına, elindeki tüm olanaklarla Yunan işgalinin Anadolu’ya ne denli hayırlı, ne denli uğurlu olduğunu yutturmaya çalışacak!

İNGİLİZ MUHİBBİ YUNAN VALİ

Venizelos’un o yıllarda en yakın yardımcısı, Korfu ve Selanik valisi Alexandre Anastasius Pallis; Eton ve Oxford’da eğitim görmüş, Mısır’da İngiliz istihbaratı için çalıştıktan sonra Yunanistan’a dönmüş, yani kimliği gayet (çok, oldukça) açık bir İngiliz muhibbi.

Henüz kroki aşamasındaki Hellen Anatolia tablosunu; Yunanların Anadolu Macerası” (1915-1922)* başlıklı kitabında şöyle anlatıyor:

“1914’ün sonunda Türkiye’nin Avrupa ve Asya eyaletlerinin olası taksimi (bölüşümü) konuşulmaya başlanmıştı. Bu planların yankısı ilk kez Venizelos’un kulağına 1914’ün aralık ayının ortasına doğru Roma’dan geldi. 

Roma’daki Yunan Büyükelçisi, 27 Aralık tarihli raporunda İtalyan Dışişleri Bakanlığı’nda Küçük Asya’nın geleceği hakkında beslenen görüşleri şöyle bildiriyordu: 

Rusya’ya Ermeni eyaletleri verilecek, Fransa Suriye’yi, Büyük Britanya Arabistan’ı alacaktır.”

Anlayacağınız, 1918’in provaları meğer 1914’te yapılmaya başlanmış…

KAVALA, İNGİLİZE FEDA

Alexandre Anastasius Pallis, aynı kitapta:

“İngiliz Hükümeti de Venizelos’un İzmir’le ilgili işgal planını İzmir’le ilgili olarak kabul etmiş olmalı ki 23 ocak 1915’te Sir Edward Grey, Yunanistan’a Küçük Asya kıyısında önemli toprak taleplerini iletti. Venizelos, Kral II. Konstantin’e gizli bir mektup yazdı. Mektupta, Salt Osmanlı Rumlarını kurtarmak için bile ve Hellenizm’in çağlar boyunca yaşadığı bölgeleri içine alacak, gerçekten büyük Yunanistan kurulmasını sağlamak amacıyla; ne denli acı verirse versin, Kavala’nın bu yolda feda edilmesinde tereddüt etmem, diyordu.”

Venizelos ve Kral II. Konstantin’in bu ham düşleri, Anadolu’da tadacakları acı sonun başlangıcı oldu.

Bu yazıda anlatmaya çalıştığım olgu, Emperyalizmin iki yakadaki işbirlikçileri ile maşalarını nasıl da ustalıkla kullandığıdır.

Yunanlara Büyük Hellas hayalleri sattılar. Osmanlı sultanı ve yandaşlarına da düşman işgalini savunma görevini verdiler.

1914’TE DÖNÜŞ

Proje ters tepti, çizdikleri kroki yırtıldı, plan suya düştü.

Çünkü Sir Winston Churchill’in dediği gibi (AS: Bu söz L’loyd George’un), “Yüzyıllar önemli devlet adamları çıkarır, Mustafa Kemal gibi büyük bir asker ve deha bu yüzyılda Türklere nasip oldu!”

Ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türk ulusu yedi düvelin hakkından geldi.

  • Yıl 2024. Ama sanki 1914’ü yeniden yaşıyoruz.

Emperyalistler aynı emperyalistler. İçeride işbirlikçi ordusu kurdular.

  • Yurdumuz savaşsız işgal ediliyor.

Kukla muktedirler ve maşaları işgali savunmak, Türklere vermediklerini, hatta Türklerden aldıklarını işgalcilere vermek; zaten Türk kimliğini de sözlükten silmekle görevlendirildiler.

Yine yenebilecek miyiz? 
====================================
* Türkçe çeviri: Orhan Azizoğlu, Yapı Kredi Yayınları, 1995.

GEMİLERİN DE ÖMRÜ VARDIR: HİROŞİMA’DA BAŞLAYAN YAŞAMINA TÜRKİYE’DE VEDA EDEN GEMİ: SOLACE (ANKARA)

Dr. Noyan UMRUK

Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima’da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
Nazım

Bu gün 9 Ağustos…
Bugün Hiroşima’nın arkasından Nagazaki’nin atom bombasına maruz kalmasının, bombalanmasının yıldönümü…

Pearl Harbour’u bilirsiniz. IInci savaşta sabahın seher vakti, Japon uçakları ani bir baskınla Amerikan donanmasına ait 96 savaş gemisini bombaladılar orada. Oysa 97 gemi vardı. Birine dokunmadılar…

Neden? Çünkü o gemi, güvertesinde kızıl bir haç olan hastane gemisi idi… Kamikazeler bu gemiye dokunmadılar. Çünkü o gemi öldürmek değil, yaşatmak içindi…

Adı Solace…Türkçesi teselli…

Solace savaş boyu Amerikalı annelerin üzüntüsünü azalttı. 25 bini aşkın genci ölümden kurtarıp Amerika’ya taşıdı. Ülke limanlarına her gelişinde anneler, sevgililer umutla iskeleye koşuştular…

Peki Amerikan savaş aygıtı ne yaptı?

Ve 6 Ağustos 1945; Sabah 08:00 sularında Hiroşima radyosu B29 tipi bir bombardıman uçağının Hiroşima’ya yaklaştığını duyurdu ve 08:15’te Enola Gay yarıçapı 0,7 metre boyu 3 metre olan Little Boy (Küçük Çocuk) lakaplı tarihin ilk atom bombasını Hiroşima üzerine bıraktı. Yaklaşık 45 saniye sonra bomba Shima Hastanesi’nin 570 metre yukarısında infilak etti. Çapı 230 metre, sıcaklığı 4000°C olan bir alev topu saniyede 440 metre hızla her yöne doğru genişlemeye başladı. 30 saniyede 12 kilometrelik bir alana yayılan bu şok dalgaları, patlamadan 8 dakika sonra 9000 metre yükseklikte görüntüsünü herkesin bildiği mantar bulutunu oluşturdu.

On binlerce Japonun hayatını kaybettiği bu saldırıdan sonra, Japonya’da hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Amerikan savaş aygıtı cehenneme çevirdi Japonya’yı….

Nükleer silah şimdiye dek insanlığa karşı iki kez kullanıldı. Bugünkü bombalara göre küçük (12-13 kiloton gücünde) bir atom bombası 6 Ağustos 1945 saat 08:15’te atıldı Hiroşima’ya. Bombayı atan B-29’da görevli havacı Robert Lewis Hiroşima’nın yokoluşunu: “Aman tanrım, biz ne yaptık?” diye not düşüyordu seyir defterine…

Ve üç gün sonra…Şafağın sökmesiyle Nagazaki. 11:02’de gözleri kör eden bir ışık, kulakları sağır eden bir patlama…Nagazaki cehennemi…İkinci atom bombasının (20 kiloton gücünde) Nagazaki’de kaç kişinin ölümüne sebep olduğu bugün hala tam olarak bilinemiyor. Bombaların atılışından sonraki 5 yıl içinde ölenlerin sayısının Hiroşima’da 200-250 bin Nagazaki’de ise 150 bin’e ulaştığı tahmin ediliyor. Hiroşima’ya atılan “Little Boy”(Küçük Çocuk) adlı uranyum ve Nagazaki’ye atılan “Fat Man”(Şişman Adam) adlı ilk plütonyum bombası taş taş üstünde bırakmadı. Bedenleri asfalta kazınan insanlar, katliamın “başarısını” simgeliyordu…

Nükleer felaketi yaşamış olmanın psikolojik etkileri ise hala sürmekte. Nagazaki gazisi Yoshiaki Fukahori : “Bazıları kurtulanların ölenlerden daha şanslı olduğunu söylüyor ama gerçekten öyle mi?..Karım da kurbanlardan biri ve ağır hasta…Benim çocuklarım, sağlıklı çocukların anne ve babası olabilecekler mi?..Ailemin üçüncü kuşağı yaşayacak mı?” derken, kendisi de bir anne olan ABD Eski Dışişleri Bakanı Madeline Albright Hiroşima’da ölen çocuklarla Irak’ta ölenleri karşılaştıran gazeteciye “Bu bedele değdiğine inanıyoruz” diye yanıt verebilmekte…

Bütün bunların temelinde, insancıl bir vicdani huzuru ve dayanışmayı öneren doğu kültür ve felsefesi ile emperyalizmle birlikte batının kendi özgün felsefi temellerini yadsıyıp, çürüterek tüm insanlığa bulaştırmaya çalıştığı pragmatist-kolaycı-faydacı, benmerkezci pop kültürü karşıtlığı var…

Bakın bu konuda De Gaulle ne diyor: : “Akdeniz´in diğer tarafında gelişme yolunda olan ülkeler ve bu ülkelerin bir medeniyeti, kültürü, insancıllığı ve bizim endüstrileşmiş toplumlarımızda kaybolma sürecine girmiş insani ilişkiler vardır. Eğer biz büyük medeniyetlerin beşiği olan Akdeniz´in çevresinde Amerikan modeline benzemeyen ve insanın araç değil amaç olacağı endüstriyel bir medeniyet kurmak istiyorsak, kültürümüzü çok geniş bir şekilde onların tamamına açmamız gerekir.”(1)

Solace’nin hikayesi burada bitmez; savaş sonrası uzak bir ülkeye satılır Solace…

O ülke Türkiye. Geminin adı olur ünlü “Ankara” yolcu gemisi. 1948’den itibaren, Şefik Kaptan’la yaptığı Akdeniz seferleri dillere destan olan Ankara, yaşlanınca yakın tarihin en dramatik dönemlerinden birinin anısı olarak örneğin Deniz müzesi önünde sergileneceğine hurdaya çıkarılır; 1977’de Haliç tersanesinde söküme başlanır; iskeleti İzmir-Aliağa Tersanesine çekilir.

Bu sırada çatısındaki onarım sırasında kullanılan kaynak nedeniyle yanan 1776 yılında Sadrazam Çorlulu Ali Paşa kendi adı ile yaptırdığı Haliç Tersanesi yakınındaki cami restore edilmektedir. Ancak, onarımına sıra geldiğinde şadırvan çatısının kurşun bölümünün yenilenmesi gerektiği anlaşılır. Kurşun bulunamamaktadır. Kriz yılları… Etibank dahi, kurşun talebini geri çevirir… Restorasyon çatıda takılır, kalır. Dört bir yana duyurulur. Aliağa’dan haber gelir. “Gelin bizde var, alın…” Ankara’nın sayısız kamaralarından biri, tamamen kurşunla kaplıdır. Solace’ın röntgen odası. Restorasyon tamamlanır; Solace’ın hikâyesi burada noktalanır.

Yolunuz Haliç’e düşerse, Çorlulu Ali Paşa şadırvanından bir tas su içerseniz, ya da yüzünüze bir iki avuç su atarsanız serinlemek için, unutmayın, çatısına da bakın…

Bakarken de düşünün Ahi Evran’ların, Mevlana’ların, Yunus’ların, Hacı Bektaş Veli’lerin felsefeleriyle yoğrulmuş, kurucusunun “yurtta barış, dünyada barış” vasiyetini bıraktığı bir ülkenin iç politikası ve dış ilişkilerinde, ekonomik ve kültürel bir çürüme içinde olmasına rağmen neden hala Batı’nın alt yükleniciliği sürdürülür de, öz kültürümüzün diğergam (altrüist), dayanışmacı, hoşgörülü, geniş gönüllü ve sağduyulu çizgilerine dönemeyiz diye.

Hukuk ve demokrasi gibi artık içi boşaltılmış kavramlardan söz etmek bir yana, bıkkınlık getiren benmerkezcilik, vahşi “Rövanş/ Öç alma”lar, çektirilen acılar her defasında yeni öç dalgaları doğurmuyor mu?

Yargıdan Orduya değin, saygınlık ve özgüvenleri iyice yıpratılan temel kurumlara artık ülkenin ihtiyacı kalmadığı mı sanılmaktadır? 9 Ne büyük yanılgı…

(1)Michel LELONG; İslamla Yüzleşen Batı, Ufuk Yayınları, 2006

HİROŞİMA’NIN 79. YILINDA NÜKLEER TEHDİT ALARM VERİYOR!

Nükleer Karşıtı Platform (NKP), Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılmasının 79. yıl dönümünde bir basın açıklaması yaptı. Savaşlar, çatışmalar ve gerilimlerin tırmandığı günümüzde nükleer tehlikeye dikkat çekilen açıklamada, barış ve silahsızlanma çağrısında bulunuldu.

Kaynakların silahlanmaya değil, insanların; beslenme, barınma, sağlık, eğitim gibi ağır kriz durumundaki temel gereksinimlerine ayrılmasını, çevrenin yıkıcı etkileri yüzyıllar süren radyoaktif atıklardan korunmasını istiyoruz” denildi. Basın açıklamasına yazımızın devamından ulaşabilirsiniz.

NÜKLEER KARŞITI PLATFORM BASIN AÇIKLAMASI

HİROŞİMA’NIN 79. YILINDA NÜKLEER TEHDİT ALARM VERİYOR!

Bundan 79 yıl önce ikinci paylaşım savaşı sırasında, ABD tarafından Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan (6 ve 9 Ağustos 1945), büyük acılara ve insanlık trajedisine yol açan atom bombaları insanlık eliyle yaratılan facia listesinin ilk sıralarında yer almaktadır. İkinci paylaşım savaşı sürerken ABD tarafından 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya ve 9 Ağustos 1945’te Nagazaki’ye atılan atom bombaları ile yüz binlerce insan acımasız bir şekilde katledilmiştir. Kuşkusuz ki, insanlık nükleer belası ile ilk kez 1945’te yüzleşmiştir; ancak ne yazık ki bu facia son olmamış, bilinen ABD Three Miles Island (1979), Ukrayna Çernobil (1986), Japonya Fukuşima (2011) örnekleri dışında da, kamuya açıklanmayan onlarca nükleer kaynaklı felaketler yaşanmıştır. Bugünlerde, özellikle silah satışından gelen pastasını büyütmek isteyenlerin üçüncü dünya savaşı senaryolarını gündeme getirmesi, bir kez daha nükleer tehlikenin büyüklüğünü de gözler önüne sermektedir.

Tüm dünyanın bildiği gibi, nükleer silah kullanılması bir kitlesel imha yöntemidir ve tartışmasız insanlık suçudur.

Salt nükleer tehdit bile başlı başına insanlık suçu kabul edilmeli ve nükleer silahların bir daha üretilmemek üzere imha edilmesi için dünya halkları istemlerini ısrarla sürdürmelidir.

Dünya insanlığının nükleer silahlarla yok olma tehdidinden kurtarılması, bölge ve dünya barışının sağlanması ve barış ortamının korunması için, yıllar süren çabalar sonucunda, 2017 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda, Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması ezici bir çoğunlukla kabul edilmiş, 2021 yılında yürürlüğe girmiştir. Bu anlaşma, hükümet tarafından daha fazla vakit yitirilmeden imzalanmalı ve TBMM gündemine alınarak onaylanmalıdır.

  • Bölgemizi ve halkımızı tehdit eden, ülkemizdeki ABD-NATO nükleer silahları
    derhal kaldırılmalıdır.

Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşmasını desteklemek ve bütün dünya ülkelerince kabulünü sağlamak üzere, Nükleer Silahların Tümüyle Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Kampanya (ICAN – International Campaign to Abolish Nuclear Weapons) tarafından oluşturulan Şehirlerin Talebi hareketine, halen üye durumunda olan binlerce dünya kentinin yanında, Türkiye ve dünya kentlerine örnek olacak biçimde, önce Fındıklı ve sonra Sinop Belediyeleri meclis kararlarıyla katılmışlardır. Hiroşima felaketinin yıl dönümünde, ülkemizin bütün yerel yönetimlerine bu kampanyaya katılmaları çağrısını yapıyoruz.

            NÜKLEER SİLAH DA NÜKLEER SANTRAL DA İSTEMİYORUZ!

Enerji üretimi gerekçesiyle nükleer teknolojiye sahip olmak isteyen ülkelerin uzun erimli emelleri açıkça ortadadır. Gözünü hırs bürümüş kesimler, denetlenemez nükleer kaza veya nükleer silah kullanımından dolayı ortaya çıkacak yıkım tablolarını ne yazık ki umursamamaktadır.

Tam da bugünlerde, Ortadoğu başta olmak üzere, gerginlikleri tırmandıranların, bir yandan geliştirilmiş konvansiyonel silahlarının saha testlerini yaptıklarını, bir yandan da nükleer bir tehdidi zaman zaman dile getirdiklerini, özellikle kendileri nükleer silah sahibi olanların, hasımlarının nükleer silahlarını tehlike olarak gördüklerini ibretle izliyoruz. Halen sürmekte olan Ukrayna-Rusya savaşında ve olası başka yerlere sıçraması durumunda, en kritik felaket senaryolarından birisinin de nükleer santralların ve/veya nükleer atık depolarının zarar görmesi olduğunu biliyoruz.

Nükleer Karşıtı Platform (NKP) Bileşenleri olarak; yaşananlardan ders alınması gerektiğini, savaşların, hele nükleer silahların kullanılacağı savaşların kazananı olmayacağının, dünya insanlığını ve doğayı yok olmaya sürükleyeceğinin, sorumlularının ise insanlığın vicdanında asla aklanmayacağının bilinmesi gerektiğini bir kez daha vurguluyoruz.

Ülkemizde Rusya’nın sahibi olduğu ve gelecek yıl üretime geçeceği iddia edilen Akkuyu Nükleer Santralı dahil, hiçbir santral projesinin kamuoyu tarafından kabul görmediğini, onaylanmadığını yeniden hatırlatıyoruz.

Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombaların 79. yıl dönümünde, bir kez daha ülkemiz dahil bütün dünya kamuoyu ve yöneticilerini barış ve silahsızlanma için sağduyuya ve sorumluluğa çağırıyor,

  • Kaynakların silahlanmaya değil;
  • insanların beslenme, barınma, sağlık, eğitim gibi ağır kriz durumundaki
    temel gereksinimlerine ayrılmasını,
  • çevrenin yıkıcı etkileri yüzyıllar süren radyoaktif atıklardan korunmasını istiyoruz.

Acımasız ve insanlık dışı saldırıyı bir kez daha lanetliyor,
katliamda yaşamını yitirenleri saygıyla anıyoruz.

Doğasıyla, canlılarıyla, bu dünya hepimizin…

Nükleer tehlikesiz bir gelecek, insanlığın en doğal hakkıdır.
ABD-NATO nükleer silahları derhal ülkemizden temizlensin!
Türkiye zaman geçirmeden Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşmasını imzalasın!
Yurtta Barış, Dünyada Barış!
Nükleere İnat, Yaşasın Hayat!
NÜKLEER KARŞITI PLATFORM BİLEŞENLERİ

SANAT MI KÜLTÜRDEN, KÜLTÜR MÜ SANATTAN? VE VAR OLMAK..!

Düşünce” ile başlayalım. Her bilim alanı ve Felsefe düşünceyi kendi içinde tanımlamıştır. Saygın düşünürlerimizden O. Hançerlioğlu (1916 – 1991) Düşünceyi, “sorun çözme etkinliğibiçimde açıklamıştır.

En baştan bugüne insan, yaşama tutunabilmek için sorun çözmek/çözümlemek zorundadır. Bunun için de üretmek kaçınılmaz olmuştur. İnsan ürettikçe kültür edinmiştir. Kendi oluşturduğu kültür, düşünme biçimini etkilemiştir. Anlaşıldığı gibi insan yaşamı, onun üretmesine bağlıdır.

İnsan, varolduğundan bugüne hem doğadan yararlandı hem de doğadan görerek öğrendi. Doğal olanı dönüştürerek yaşamını sürdürebildi. Yaşamını sürdürmekle kalmayıp varlığının sürekliliğini sağladı. Bu milyonlarca yıllık yolculukta “elverişli araçlar” yaratıp yapan insan gerçekte kendini yapmış ve yaratmıştır.

Doğal olanın insanın gereksinimlerine uygun duruma getirilmesi, yaşamsal zorunluluktur ve bu zorunluluk  çalışarak gerçekleştirilmiştir. Ancak, bilimsel yöntemle öğrenilen doğa yasalarına da saygılı kalarak. Doğaya efendilik taslayarak değil, barış içinde birlikte var olarak.. (JP Sartre; co-existence pacifique) 

Doğalın dönüşmesi avcı-toplayıcı insan için büyüsel güçtür. O, büyüyle doğayı doğrudan değiştirmeyi tasarlamıştır. Güçsüzlük duygusuyla güçlülük bilinci; doğaya duyduğu korkuyla doğaya egemen olma dürtüsü, yeteneği, yaratımı… işte kor ateşlerden doğan sanat.

Homo Sapiens’in mağara duvarlarına resimler çizmesi, bir ucunu ağzıyla tuttuğu otu, öbür eliyle titreştirerek uyumlu sesler çıkarması; öbür insanların dans etmesi.., beslenmesi için gerekli olan hayvanı yakalayabilmesi, bereket ve güç içindi. Oysa dönüştüren asıl büyücü kendisiydi. O, tasarlayıp çalışarak oluşturduğu aletleri çoğalttı. O aletlerden daha gelişmişini üretti. Nesneleri işaretledi, imgeledi, sonunda toplumları ve toplumsal olayları yaşamaya başladı.

  • Büyüyle başlayan insanlaşma yolculuğu bilim, kültür ve sanata dönüştü.

İnsanlar doğayı dönüştürürken gerçekte kendini de dönüştürmüştür. Bu yolculukta Türkiye, dünyada insanın ilk yaşadığı önemli coğrafyalardan biridir. Ahmet Arif,

Anadolu’yum Ben,
Tanıyor musun
?

şiirinde “Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır..” sözleriyle kitapları 2 dizeye sığdırmış!

Kor ateşlerden doğan sanatın, dönüşüm – üretim – kültür ile olan köprüsünü umarım kurabildik.

Günümüze gelirsek.. Kültürün Bilim ile birlikte başat 2 ögesinden olan Sanat, kültürlerin motoru, kaldıracı olmuştur ikizi Bilim ile birlikte. 

M. K. Atatürk, sanatı toplumun hayat damarı olarak görmüş; kültürü ise uygarlıkla eşitlemiştir.

Medeniyet kültürden başka bir şey değildir.” diyerek Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinin kültür olduğunu yüz yıl önceden görmüştür. M.K. Atatürk, Ahmet Arif’in görkemli şiirinde aktardığı Anadolu’nun Nuh’a beşikler verdiğini, ama Anadolu’nun fukaralıktan utandığını, harmanın kesat olduğunu da anlamış, özümsemişti o zor dönemlerde.

Şimdi geldiğimiz noktada tüm üretim odakları; her biri birer kale olan fabrikalar, limanlar satılmış, tarım, eğitim, ekonomi, düşün yaşamı (fikir hayatı), bilimsel üretim çökertilmiş olabilir. Sayılanlar ve daha çoğu, o kor ateşlerde yürüyen “İnsan“ın üretme dürtüsüdür, olmazsa olmazıdır. Olmazsa olmaz üretme dürtüsü ki, kültürün 2 kanadından biri olan Sanatla var olmuştur. Öbür kanadın Bilim olduğunu eklemeye gerek var mı!

Tüm üretim araç, süreç ve sonuçları, insanla birlikte var olduğuna göre; “giderlerse gitsinler” diye Türkiye’den gönderilenler, gerçekte düşüncenin, bilim – sanat üretmenin doruğuna ulaşmak isteyenleri kovmaktır!  Ancak, “giderlerse gitsinler” diye kovulanlar dönüşümün, üretimin, sanatın, bilimin ta kendisidir ve yaşayacağı ve yeşereceği ortamı yine kendi üretecektir. Onları kovanlar ise, üretmedikleri/üretemedikleri için dönüşemezler.

Son sözü M.K. Atatürk’e bırakmak gerek :

O, gençleri yurt dışına çok ama çok kıt kaynaklarla eğitim amaçlı gönderirken, her birine telgraf yollayarak der ki;

  • Sizleri bir kıvılcım olarak yolluyorum, alevler olarak geri dönmelisiniz.

Onlar, tam da böyle yaptılar.. Sanat ve bilim ile yoğrulmuş alevler olarak döndüler ve Anadolu Aydınlanmasını harladılar..

Bu kültür, bu coğrafyada, bilim – sanatla kanatlanarak sonsuza dek gelişerek evrilecek.

Can Atalay’ın milletvekilliği

Bülent Serim | Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLMBülent Serim
AYM Em. Rapörtörü ve Gn. Skr.

08 Ağustos 2024, Cumhuriyet

Olaylar Ve Görüşler: Can Atalay’ın milletvekilliği – Bülent Serim (cumhuriyet.com.tr)

Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin Can Atalay’la ilgili son kararları yayımlandı. (RG 1.8.2024) Bu kararlarda AYM’nin hak ihlali kararlarından sonra alınan Yargıtay ve buna dayalı TBMM kararlarının hukuk dışı olduğu ilan edildi. Bu durumda Can Atalay’ın milletvekilliği sürüyor. İrdeleyelim. TBMM Genel Kurulu’nda, Yargıtay 3. CD’nin kararı okutularak Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürüldüğü açıklandı. Bu eylemde birçok hukuksal yanlış var.

1) Yargıtay 3. CD’nin yaklaşık “mahkûmiyet kararı kesinleştikten sonra Anayasa Mahkemesi
hak ihlali kararı veremez
” savı, hem bireysel başvuru hakkının amacına hem de anayasal kurala aykırıdır.

BİREYSEL BAŞVURU

Yargı dahil bir kamu gücü tarafından, bir kişinin temel hak ve özgürlüklerinden biri ihlal edildiğinde “bireysel başvuru hakkı” doğmaktadır. Hak ihlali ilk derece mahkemesinde olacağı gibi istinaf ve/veya temyiz aşamasında da olabilir. Kesinleşmiş karardan sonra AYM’ce karar verilemeyeceği savı, bireysel başvuru hakkının anlaşılmadığını göstermekte ya da siyasal tercih nedeniyle böyle bir zorlayıcı yorum yapıldığını ortaya koymaktadır. Çünkü amaç dışında anayasadaki kural da çok açıktır. 148. maddeye göre, “hak ihlali” nedeniyle AYM’ye başvurulabilmesi için “olağan kanun yollarının tüketilmiş olması” koşuldur. Yani esas olarak mahkûmiyet kararı kesinleştikten sonra ancak bireysel başvuru hakkı doğmaktadır.

Bu nedenle AYM’nin Can Atalay hakkında verdiği “hak ihlali” kararı tümüyle anayasaya uygundur.

2) Anayasanın yine aynı maddesinde, “bireysel başvuruları karara bağlama” görev ve yetkisi AYM’ye verilmiştir. Anayasayla verilen bu yetki, bir “devlet yetkisi”dir. (AS ve salt AYM’nindir)

Yargıtay ise anayasanın 154. maddesi uyarınca, adli yargıda verilen kararların son inceleme,
yani temyiz mercisidir. Anayasada Yargıtay’a bireysel başvuru konusunda hiçbir görev ve yetki verilmemiştir. Yargıtay 3. CD’nin AYM’ce verilen bir ihlal kararını irdelemesi ve bu konuda karar alması “yetki aşımı”, “yetki gaspı”dır.

  • Yetki gaspı yoluyla alınan yargı kararlarının sonucu çok ağırdır.
    Onun hukuk aleminde doğmadığını gösterir.

3) Anayasanın 6. maddesinde, “Hiç kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan devlet yetkisi kullanamaz.” denilmektedir. Anayasanın vermediği bir devlet yetkisini kullanarak, yani 6. madde ihlal edilerek alınan Yargıtay 3. CD kararı, bu yönden de hukuk aleminde hiç doğmamış hükmündedir.

4) AYM’nin hak ihlali kararından sonra, Yargıtay 3. CD’nin Can Atalay hakkındaki kesinleşmiş mahkûmiyet kararı hükmünü yitirmiştir.

Çünkü, anayasanın 148. maddesi uyarınca kabul edilen 6216 sayılı yasanın 50. maddesinde, AYM’ce, ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosyayı ilgili mahkemeye gönderme yetkisi verilmiştir.
Bu durumda yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkemenin de, AYM’nin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde karar vermesinin zorunlu olduğu belirtilmiştir.

AYM ihlal kararında, anayasaya ve yasaya uygun biçimde,

– Yeniden yargılamaya başlama ve durma kararı verilmesi,
Mahkûmiyet hükmünün infazının durdurulması ve tahliyesinin sağlanması, için kararın ilk derece mahkemesi olan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmesine hükmedilmiştir.

Bu kararla, kesinleşmiş mahkûmiyet kararı hükmünü yitirdiğinden Can Atalay,
yeniden yargılanmak zorundadır.

5) Bu zorunluluk aynı zamanda anayasanın 153. maddesinden de kaynaklanmaktadır.
Maddeye göre AYM kararları kesindir ve yargı organlarını bağlar. Bağlamak demek,
bu kararı uygulamak, gereğini yapmak demektir.

Yargıtay 3. CD, AYM kararına “uymayacağını” karara bağlayarak çok açık olan bu kuralı da
ihlal etmiştir. Ayrıca vurgulamak gerekir ki, Yargıtay 3. CD’nin AYM’nin hak ihlali kararını “uygulamama” kararı, Can Atalay hakkındaki mahkûmiyet hükmünü yeniden canlandırmaz.

6) Yargıtay 3. CD kararında, AYM’nin yetkisini aştığı, adli yargı yetki alanı içine girdiği belirtilmektedir.

Oysa AYM kararında adli yargının görev alanına girilmemiş, Can Atalay’ı “beraat ettirin” denilmemiş, suçlu ya da suçsuz olduğundan değil, seçilme ve siyasal etkinlikte bulunma hakkının ihlalinden söz edilmiştir. AYM, yalnızca kendi yetki alanını içindeki hak ihlalini belirlemiştir.

Can Atalay’ın suçlu ya da suçsuz olduğuna, dokunulmazlık dönemi sonunda yine adli yargı
karar verecektir. “Yargılamanın yenilenmesi”nin amacı ve sonucu da budur.

7) Anayasanın 138. maddesinde, yargıçların “anayasaya uygun olarak karar verecekleri” yazılıdır. Oysa Yargıtay 3. CD, verdiği “AYM kararına uymama” kararıyla anayasanın yukarıda yazılı kurallarının tümünü ihlal etmiştir. Anayasa ihlalini ve yetki gaspını içeren bu karar, hukuk aleminde “karar” niteliğine bürünemez. Ayrıca AYM, hak ihlali kararı da bu kararı hükümsüz kılmıştır.

HAK İHLALİ

TBMM başkanvekili, hukuk aleminde olmayan bir kararı Genel Kurul’da okutarak Can Atalay’ın milletvekilliğinin düştüğünü açıklamıştır. Hukuk aleminde olmayan bir karara dayalı milletvekilliğini düşürme açıklaması da yok hükmündedir. Can Atalay’ın milletvekilliği sürmektedir.

8) Ayrıca belirtmek gerekir ki AYM’nin ihlal kararı varken ve anayasanın 153. maddesi yasama organını da bağlıyorken, Yargıtay 3. CD kararının Genel Kurul’da okutulması, TBMM Başkanlığı yönünden de çok düşündürücüdür. Kısaca yine hukuksal değil fiili bir durum yaratılmıştır.
Bu durum, “Anayasayı fiilen ihlal edelim, sonra hukuku fiili duruma uydururuz” veciz sözünü (!) anımsatmakta.

Milli ve gayri milli çatışması

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 08.08.2024, BİRGÜN

ÖZGÜRLÜK GÜVENCELERİ

‘Temel hakların özü’ (1961, m.11):

“Temel hak ve hürriyetler, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak ancak kanunla sınırlanabilir.

Kanun, .. bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz.”.

‘Temel hak ve hürriyetlerin özü, sınırlanması ve kötüye kullanılamaması’ (1971, m.11):
Ayrıntılı biçimde yeniden yazılan madde, genel sınırlama öngördü.

Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” (m.13, 1982): aynı madde yeniden yazılarak,
‘hakkın özü’ kavramı çıkarıldı… (AS: “..özlerine dokunulmaksızın” dendi)

Yoğun olarak eleştirilen 1971 değişikliği gibi 1982 gerilemesi de sürekli eleştirildi. 2001’de madde 13, eleştiri ve öneriler doğrultusunda yeniden yazıldı:

  • “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir.
    Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve
    laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”

Anayasal hak ve özgürlükler bütünü için geçerli bu güvence maddesi, kırk yıllık mücadelenin ürünü ve yerli.

ORTAK PAYDALAR

-1876 Anayasası; Parlamento ve hükümet kuruldu: ”Vekiller Heyeti, Sadrazamın başkanlığı altında kurulan, önemli iç ve dış işlerinin karar merciidir.”

-1909 değişikliği; parlamenter rejim, Meclis önünde sorumlu olan hükümet ile doğdu:
“Vekiller, Meclis-i Mebusan’a karşı, hükümetin genel siyasetinden toplu ve maiyetleri altındaki örgütlerine ilişkin işlem ve eylemlerden bireysel olarak sorumludur.” 

-Büyük Millet Meclisi, asli kurucu iktidar olarak hazırladığı ve yürürlüğe koyduğu 1921 Anayasası ile yürütmenin adı, “Büyük Millet Meclisi Hükümeti” oldu.

-29 Ekim 1923’te, Cumhuriyet ve hükümet özdeşleşti.

-1924 anayasası, Bakanlar Kurulu’nun Meclis’e karşı sorumluluk ilkesini benimsedi.
CHP, siyasal iktidarın seçimler yoluyla el değiştirmesini gerçekleştirdi (14 Mayıs 1950 seçimi).

-1961 Anayasası, Başbakanın eşitler arası birinci (primus inter pares) konumuyla,
klasik parlamenter rejimi kurdu.

-1982 Anayasası,  güçlü Yürütme statüsü ile parlamenter rejim çerçevesini sürdürdü.

Cumhuriyet Anayasaları, şu üçlü milli ortak paydada buluştu:

-Hükümetin genel siyaseti Bakanlar Kurulunca belirlenir.

-Bakanlar, bireysel ve toplu olarak TBMM’ye karşı sorumludur.

-Devleti temsil eden Cumhurbaşkanı ve Hükümet birbirinden ayrıdır.

GAYRİ MİLLİ OLAN

2017 değişikliğine göre; “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir.”  Bu değişiklik, hükümeti ve kurul halinde siyasal karar düzeneğini kaldırdı ve devlet yönetiminde 150 yılda oluşan kavramlar, kurallar ve kurumları bir çırpıda sildi.

Devlet başkanlığı ve yürütme yetkilerinin tümü Cumhurbaşkanında topladığı halde,
siyasal sorumluluk öngörülmedi.

  • Parti başkanlığı yoluyla kamu yönetimi, yasama ve yargı parti hizmetine sokuldu.

VE SAVAŞI

Özetle, 2017 kurgusu tümüyle gayri milli.
Ulusal kazanım olarak özgürlük güvenceleri (md.13), anayasal düzene sürekli meydan okuyan gayri milli kurgu ve keyfi yönetimince sık sık askıya alınabiliyor.

Bu boğma girişimi, Instagram ve Haniye vak’ası (olgusu) ile sınırlı değil: Anlık ve kısmi (sınırlı)
bir muharebe olmayıp,

  • Cumhuriyet’in dayanağı olan insan hakları birikimlerine karşı yürütülen
    amansız ve topyekün (kitlesel, bütüncül) bir savaş.

Siyaset tekelini elinde tutan  kişi, gerçekte iktidar için geçerli olan  “faşizm” kavramını sıkça muhalefet için kullanıyor:

  • Laiklik ve özgürlük savunucuları faşist!
    Milli ve milli olmayan kavramların tersyüz edilmesi gibi.

BİK, BTK, CİB ekseninde RTÜK’ten TÜİK’e bütün kamu kurumları, parti hizmetinde ve Kişi+Parti+Devlet birleşmesi için seferber.

CUMHURİYET KARARLILIĞI

Sözde “hassasiyet”ler ve gayri milli değerler üzerinden anayasal düzene karşı yürütülen topyekün savaş, geçiştirilemez ve asla kanıksanamaz.

Bu nedenle, insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyet mücadelesi de bütünlüklü yapılmalı.
====================================
Yazarın Son Yazıları

Anayasa değişiklikleri ve anayasanın içinin boşaltılması

Prof. Dr. Soyaslan: Yalçınkaya kararı bağlayıcı ve emsaldir; yargılamalar  yenilenmeli ve sanıkların beraatine karar verilmelidir - Tr724Prof. Dr. Doğan Soyaslan
Çankaya Üniv. Hukuk Fak.

07 Ağustos 2024, Cumhuriyet

1921 Anayasası ruhuna uygun yeni bir anayasa yapılacakmış.

Yeni anayasalar” uzun zaman süreci içinde ihtilaller veya ulusal bağımsızlık savaşları sonucu kurucu meclisler tarafından yapılırlar. Siyasal, askeri, ekonomik yapıyı büyük oranda değiştirirler. Teknolojik buluşlar üretim ilişkilerini, üretim ilişkileri de sosyoekonomik yapıyı değiştirir. Değişen yapı, yeni siyasal düşüncelerin doğmasına, topluma yayılmasına, bunun çevresinde yeni güçler oluşmasına neden olur. Söz konusu güçler ya halk hareketleri ya da askeri müdahalelerle iktidara gelirler. Batı Avrupa’da yeni siyasal düşüncelerin topluma yayılması ile halk kitleleri yeni istemlerle iktidara karşı tavır almış, siyasal iktidarlar ya yıkılmış
ya da halkın istemini yerine getirmek üzere temel düzenlemeler yapmıştır.

  • Ancak her durumda kişilerin iktidara karşı özgürlük alanı sürekli olarak genişletilmiştir. 

Anayasa değişiklikleri nispeten (görece) kısa zaman aralıkları içinde gerçekleştirilir. Ancak onlar da halkın önünü açan yeniliklerdir. Önümüzdeki aylarda kabul edilmesi düşünülen anayasa hükümleri, yeni anayasa niteliğinde değildir, anayasa değişikliği niteliğindedir.

2002 yılında laik hukuk devletine bağlı olduğunu açıklayarak iktidara gelen parti 2007, 2010, 2017 yıllarında anayasayı değiştirir. Her değişiklikte yürütme organı biraz daha güçlendirilir, iktidar bir kişiye teslim edilir.

  • Bir anlamda Osmanlı sultanlığı yeniden ihdas edilmiştir.
  • Oysa bu süreç tarihin akışına terstir.

Parlamentolar Avrupa’da haklarını isteyen toplumun isyanları sonucu yürütme organının yetkilerinin elinden alınması sonucu doğmuştur. Bağımsız yargı önce yürütme organının, daha sonra da parlamentoların işlemlerini denetlemek ve bu iki güce karşı özgürlükleri korumak için kurulmuştur.

  • Oysa Türkiye’deki bu değişim tarihin akış sürecine terstir.

Tarih kamu gücünün yasama, yürütme ve yargı olarak bölünmesinden, insana özgürlük ve sorumluluk, idare içinde kurumlara kimlik, sorumluluk verilmesinden, özgür, özgüvenli, sorumlu, kâşif, girişimci insanları yetiştirmekten yanadır.

Sultanlığa dönüşüm, iktidar sahiplerine ve çevrelerine, partilerine devlet-millet olanaklarından yararlanma imkânı verebilir.

  • Ancak hukuk güvenliğinin olmadığı, insanların devlet ve hukuk düzeni tarafından kendisine ne yapılacağını öngöremediği toplumlar ileri gidemez.
  • Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş nedenlerinden en önemlisi, can ve mal güvenliğinin olmayışıdır.

GÜÇLER AYRILIĞI 

1921 Anayasası’nın ruhuna uygun “yeni anayasa” düşüncesinin arkasındaki siyasal hesap, Cumhuriyetin ilanından bugüne dek kabul edilen Batılı kültür değerlerini
olabildiğince ortadan kaldıracak anayasal yapıyı oluşturmaktır.

Adı geçen anayasaya göre devletin dini İslamdır (29 Ekim 1923 tarihli 364 s. Yasa md. 2). Hâkimiyet kayıtsız şartsız millete aittir. Millet hâkimiyeti Meclis aracılığıyla kullanır. Güçler ayrılığı yoktur. Yargı bağımsız değildir. 

Her ne kadar anayasanın (1982) ilk dört maddesine dokunulmayacağı ileri sürülüyorsa da; anayasanın laikliğe, akıl ve vicdan özgürlüğüne, analitik eğitime, din özgürlüğüne, aile yapısına ilişkin maddeleri gözden geçirilecek, daha esnek duruma getirilecek, Cumhuriyeti hazmedememiş bürokrat ve yargıçlarla rejimin içi tümüyle boşaltılacaktır.

İçi boşaltılmak istenen hükümler salt anayasanın değişmez maddeleri değildir.

Türk halkının gözünü açan, uykudan uyandıran, zihnini ve yaşamını tutsaklıktan kurtaran,
Batı medeniyetine daha çabuk uyumunu sağlayan “Devrim Kanunları”dır da.

“Devrim Kanunları” anayasanın da üzerindedir.
Bunların anayasaya aykırılıkları ileri sürülemez.

CUMHURBAŞKANI SEÇİMİ

Yeni anayasa değişikliği ile yapılan ikinci hesap, cumhurbaşkanlığına adaylığın yolunu yeniden açmaktır. Son cumhurbaşkanı seçimleri anayasaya aykırı bir biçimde gerçekleştirilmiştir.
Normal olarak cumhurbaşkanı iki kezden çok seçilemez. Üçüncü kez, Meclis seçimi yenilerse aday olabilir. Anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanını ya Meclis seçecek ya da halka seçtireceklerdir. Her durumda yeni bir kural söz konusudur. Seçilmesine bir engel yoktur biçimine düşünecekler, Cumhuriyeti hazmedememiş hâkimler anayasayı ihlal suçu işleyerek adaylığını kabul edeceklerdir. Oysa demokrasilerde cumhurbaşkanı ya bir devre ya da iki devre seçilebilir. Amaç diktatörlükleri önlemek, siyasal rakiplere de devleti yönetme şansı tanımak ve böylece halkın egemenliğini pekiştirmektir. 

Yeni anayasa değişikliği ile yapılan üçüncü hesap, bugüne dek yapılan anayasa değişiklikleri dolayısıyla işlenen anayasayı ihlal suçlarını ortadan kaldırmak düşüncesidir.

Siyasal partiler iktidarı almak ve hizmet vermek için yarışan kurumlardır.
Demokrasilerde her partinin iktidara gelme şansı ve umudu olmalıdır.
İktidar partisinin iktidarda kalmak için anayasayı değiştirmeye kalkması, oyunun taraflarından birinin maçı kazanmak için oyunun kurallarını değiştirmesi anlamına gelir.
Bu durum kamu hukukunun ve anayasanın temel ilkelerine aykırıdır.
Açıkça anayasayı ihlal suçu oluşturur. 

Üniversite tercihleri yapılırken tıp fakülteleri

Güncel 02.08.2024 BİRGÜN

Üniversitelere giriş sınavları yapıldı, bugün tercihlerin son günü. Her yıl bu dönemde tıp fakültelerinin durumuna, kontenjanlarına dair bilgileri ve önerileri güncelleyerek aktarmaya çalışıyorum.

“Önceden yazdıkların ne kadar dikkate alındı?” derseniz, tabloya bakınca pek de olumlu cevap veremiyorum. Ne yazık ki Türkiye’de siyasal iktidarın kendi öncelikleri var, bunlar içinde örneğin “Türkiye’nin hangi sağlık sistemine göre, hangi alanlarda, kaç hekime ihtiyacı var?” sorusuna göre planlama yapmak yok. Alanın uzmanlarını dinlemek, bilimsel olanı yapmaya çalışmak yok. Olsun, bizim doğruyu anlatma görevimiz var, vazgeçmeden üzerinde durmamız gerekiyor.

ÖĞRENCİ SAYISINDA ARTIŞ SÜRÜYOR

Geçen yıl açılan toplam tıp öğrencisi kontenjanı 21 bin 950 idi, bu yıl 758 artışla 22 bin 708 oldu. Hatırlatmam yerindedir, Sağlık Bakanlığı’nın 2014 yılında kendi yaptığı insan gücü planlamasına göre 2017 yılından itibaren toplam tıp fakültesi kontenjanının 5 bin 250 olması gerekiyordu. Yani tıp eğitimine ve mesleğine taammüden (AS : tasarlayarak) kötülük yapıldığını söylememiz mümkün.

Ankara Tabip Odası’nın çalışmalarına göre bu yıl da Türkiye sınırları içinde kurulu 89 devlet tıp fakültesinin (sınır dışında kurulu olanlar da var) 87’si, 37 vakıf tıp fakültesinin 30’u öğrenci alıyor. Devlet tıp fakültelerinin 11 tanesi hem Türkçe hem İngilizce, 2 tanesi sadece İngilizce programlarına sahip. Vakıf tıp fakültelerinin sadece 7’si İngilizce, 12 tanesinin de hem Türkçe hem de İngilizce programları var. Böylece bu yıl toplam 117 tıp fakültesinin 140 programına öğrenci alınacak.

Devlet tıp fakültelerinin toplam kontenjanı 15 bin 737’si Türkçe, bin 624’ü İngilizce olmak üzere 17 bin 361. Vakıf üniversitelerinde ise 3 bin 261’i Türkçe 2 bin 87’si İngilizce olmak üzere toplam kontenjan 5 bin 348. Devlet tıp fakülteleri kontenjanlarının 15’i KKTC uyruklulara, 1650’si ise (yüzde dokuz) yabancı uyruklu öğrencilere ayrılmış durumda. Vakıf tıp fakültesi kontenjanlarının 2 bin 315’i (yüzde 43) yabancı uyruklular için. Vakıf tıpların İngilizce öğrenci kontenjanının ise 999’u (yüzde 48) yabancı öğrencilere veriliyor. Bunun nedenini ve işin nasıl ticarete döndüğünü aşağıda ücretlere bakınca daha net göreceğiz.

Sağlık Bilimleri Üniversitesi, dünyada eşsiz, özel vurguyu hak etmeye devam ediyor. İkisi yurt dışında, 11 tıp fakültesi bu üniversiteye bağlı. Adana, Bursa, Erzurum, İzmir, Kayseri ve Trabzon’da açılan tıp fakülteleri öğrenci almaya devam ediyor, ancak ortada eğitim veren mekân yok, öğrenciler bu illerdeki diğer tıp fakültelerine gönderiliyor.

VAKIF TIP ÜCRETLERİ UÇTU

Hem de ne uçuş! Vakıf üniversiteleri öğrencilerden bursluluk durumuna göre tamamı burslu, tamamı ücretli ya da yüzde 25 veya 50 oranında burslu seçeneklerle para alıyor. Ücretlerde geçen yıla göre artış, açıklanan enflasyonun çok üzerinde, kimi okullarda yüzde 120’yi buluyor. Geçen yıl vakıf tıp fakülteleri için ödenen ücretler bursluluk durumuna göre 115 bin TL ile 435 bin TL arasındaydı, bu yıl 210 bin TL’den başlıyor. En yüksek parayı Yeditepe Üniversitesi Tıp Fakültesi tamamı ücretli öğrencilerden talep ediyor, miktar 968 bin TL. Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi tamamı ücretli öğrenci almıyor, yüzde elli burslulardan bu yıl alacağı para yıllık 800 bin TL, yani tamamı ücretli olsa bedel 1 milyon 600 bin TL olacak. Vakıf tıp fakültelerinde özellikle İngilizce programlarda yabancı öğrenci oranları fazla tutuluyor. Önemli örnek İstanbul Medipol Üniversitesi Uluslararası Tıp Fakültesi. T.C. vatandaşı 10 burslu öğrencinin yanına ücretli olarak sadece yabancı öğrenci alıyor, toplam yabancı kontenjanı 80 ve yıllık ücret öğrenci başına 40 bin ABD Doları.

Vakıf üniversitesi tıp fakültelerinin 12’sinin kendi hastanesi yok, özel hastanelerle ortak kullanımda görünüyor, kendi hastanesi olanlar da özünde özel hastane gibi çalışıyor. Burada görülen hasta profilini, saha ile ilişkisini ve tıp öğrencilerinin toplum temelli bir eğitim alıp almadığını varın siz hesap edin.

Türkiye’de tıp eğitimini değerlendirip programların ulusal ve uluslararası ölçekte akreditasyonunu sağlayan kurum Tıp Eğitimi Programlarını Değerlendirme Ve Akreditasyon Derneği (TEPDAD). Bu yıl öğrenci alacağını belirttiğim 140 programın sadece 55’i (yüzde 39) akredite durumda. Geçen yıl bu sayı 50 idi. Akredite program sayısında artış olsa da tıp eğitiminin niteliği konusunda alınması gereken çok yol olduğu açık.

Nitelikli tıp eğitimi olmadan nitelikli sağlık hizmeti olamayacağını biliyoruz. Buradaki sorunların üzerine, tıp eğitiminin de ticarete dönmesi aileleri ve gençleri zorluyor. Sağlık hakkı mücadelesi sağlık meslek profesyonellerinin eğitiminden başlıyor. Bilimden, doğrudan saptıkça akıl dışı tablolar kaçınılmaz oluyor. Her şeyden önce ülkenin ihtiyaçlarına göre, uzman kuruluşların katılımıyla yapılacak bir insan gücü ve ona uygun eğitim planlaması gerekiyor. Yapılır mı? Halkın sağlığını düşünen siyasal iktidar olursa, evet.
===============================================
Yazarın Son Yazıları