Meselelerin kökenine inebilmek

Tarımsal üreticilerin tepkilerinin çoğaldığı görülüyor. Bu, özellikle son çeyrek yüzyılda başlatılan IMF/DB politikalarının AKP tarafından sadakatle sürdürülmesinin… üreticinin desteksiz bırakılmasının kaçınılmaz sonuçları.

Meselelerin kökenine inebilmek
Fotoğraf: ANKA

Enflasyona karşı mücadelenin başarısı üzerine güzellemeler yapılması beklenen aylara geldik. Programın yürütücüleri, sermaye ve finans çevreleri ve onların uzmanları ve elbette eleştirel konumda olanlar bunun farkındaydılar. Olay basit bir matematik gereğiydi. Geçen yılın yüksek enflasyon yaşanan Temmuz-Ağustos ayları olumlu baz etkisi rolünü oynayarak iktidarın bu yılki kurtarıcısı olacaktı. Şimdi bunu kendi başarıları olarak pazarlama seferberliğindeler.

İKTİDARIN AÇMAZLARI

Enflasyon aylık artışlar düzleminde doludizgin yol alır ve geniş kitlelerin reel gelirlerini kemirmeye devam ederken, onları “yıllık enflasyonda düşüş var” üzerinden aldatmaya çalışmanın da sınırları var elbette. İnsanlar maruz kaldıkları enflasyonu ve gelir erozyonunu, kurumsal yanıltmalara bakarak önemsemeyecek durumda değiller. Özellikle de asgari ücret Ocak 2024’e kıyasla reel olarak 13 bin TL’ye gerilemiş ve cari açlık sınırı 20 bin TL’ye ulaşmışken. Yıl sonu itibariyle aradaki açıklık daha da büyüyecek.

TÜİK’in TÜFE’sinin baskılanmasının da sınırları var kuşkusuz. Nitekim Mart, Nisan ve Mayıs 2024’te aylık %3’ün üzerinde ilerleyen enflasyonu Haziran 2024’te %1,64’e geriletebilmek için istatistiği kuyruklu yalan formunda kullanabilme hüneri de gerekiyordu. İlk altı ayın enflasyon farklarına yansımasın diye yapılan cambazlıklar (kamunun denetimindeki ürünlerin fiyat artışlarını Haziran sonuna bırakmak gibi) sonuçta Temmuzda yeniden aylık %3’ler platosuna kaçınılmaz bir dönüşü engelleyemedi. Gene de yıllardır İTO endeksi ile paralel giden TÜFE, aylıkta 1, yıllıkta 11 puan İTO’nun gerisinde kalabildi! Açıklamasını TÜİK yönetiminin “görünmez elinin” müdahalesinde aramalı…

İktidarın bir açmazı da şurada: Bir yandan kamunun denetimindeki ürünlere mali amaç ve “sıkı maliye politikası” doğrultusunda sürekli zam yapmak öbür yandan da enflasyonu dizginlemek istiyor! Birincisi kitlelerin talebini kısmayı da hedeflediği için “dezenflasyon” politikasıyla uyumlu gibi gözüküyor, ancak ilk etkiler aylık enflasyonları sıçratmak oluyor. Ürün zamlarını her ay sürdürmek zorunda kaldıklarında da enflasyonist etkilerle baş edilemiyor. Kaldı ki, özel sektörün enflasyon ortamını da fırsat bilerek sürdürdüğü “tekelci fiyatlama” ile baş etmek için kılını kıpırdatmayan bir sermaye iktidarı işbaşında.

Benzer bir etki de vergi artışları üzerinden görülmekte. 13 ay önceki KDV ve ÖTV artışları dolaylı vergilerin enflasyona etkisini göstermişti. Hiç kimse bunlar “sıkı maliye politikası” uygulaması olarak aslında uzun erimde dezenflasyonisttir demesin. Bu vergilerin tahakkuk-tahsilat oranları arasındaki farkın açılmasına bakmak aksini düşünmek için yeterlidir. Bu vergileri artırmanın da sınırları vardır, bunu aşarsanız ya belgesiz alışverişleri ya da merdiven altı üretimleri teşvik edersiniz.

Dolaylı vergilerin bir de dış ticareti ilgilendirenleri var. Çin mahreçli (kaynaklı) otomobillere %40 ek gümrük vergisi getirmeniz veya dış âlemle yapılan e-ticarette vergiyi %30’dan %60 çıkarmanız veya yolcu beraberinde getirilen cep telefonlarına uyguladığınız kayıt/tescil ücretini 50 bin liraya dayandırmanız, salt Hazine’ye gelir sağlama (mali amaç) üzerinden okunamaz. Dış ticaret açığı ve cari açığın azaltılması, döviz tasarruf edilmesi gibi hedefler esastır (Yurtdışından yapılan alışverişlerde vergi muafiyetinin 30 Avro’ya indirilmesi de bu amaçladır). Bunların enflasyon üzerindeki olumlu/olumsuz etkileri talidir.

Stagflasyon riskinin büyümesi de ciddi bir açmaz. Mevcut nominal faiz düzeyleri, beklenen enflasyon bakımından ciddi bir pozitif reel faiz anlamına gelmeye başladı. Bu da sadece yatırımları değil, işletmelerin ayakta kalmalarını (borçlarını sürdürebilmelerini, vs.) da olumsuz etkileyecek duruma geldi. Takipteki borçların, karşılıksız çeklerin, konkordato/iflasların artışı bunun işaretleri. Hanehalkının yüksek faizlere rağmen kredi kartlarına, ihtiyaç kredilerine, kredili mevduat hesaplarına ilgisinin kesilmemesi, ancak burada da geri ödeme zorluklarının yaygınlaşması bir başka büyüyen sorun alanı. Tüm bunlar, talebin beklenenin üzerinde kısılacağını ve yılın son çeyreğinde stagflasyonist bir konjonktüre girilebileceğini göstermekte. Nitekim Haziran 2024 itibariyle sanayi üretiminin yıllık bazda %4,7 ve imalat sanayi üretimin %6,9 oranında gerilemesi güçlü öncü işaretler…

GIDA FİYATLARINDA ARTIŞ KİMLERİ VURUYOR?

Gıda fiyatları artışı Temmuzda aylık %1,83 ve yıllık %58,91 ile genel fiyat artışının altında kalmış gözüküyor. Öyle olsa bile çok yüksek. Kaldı ki DİSK’in TÜİK verilerinden yaptığı hesaplamaya göre, en düşük gelirli %20’lik nüfus diliminde gıda enflasyonu %106,4’ü, bir sonraki dilimde %83,7’yi, emeklilerde %82,6’yı buluyor. En üst gelirli %20’lik nüfus diliminde ise gıda enflasyonu %42,1’lik düzeye iniyor! Demek ki enflasyon en ağır vergileme olmakla kalmıyor, en sınıfsal ve eşitsiz vergi olarak da çalışıyor. Sistem, yüksek gelirlileri hem dolaysız vergilerden koruyor hem de tasarrufa yöneldikleri ölçüde dolaylı vergilerden (ve enflasyonun etkilerinden) kaçınmalarına fırsat sunuyor.

Son zamanlarda tarımsal üreticilerin tepkilerinin çoğaldığı görülüyor. Bu, özellikle son çeyrek yüzyılda başlatılan IMF/DB politikalarının AKP tarafından sadakatle sürdürülmesinin; tarımsal üreticinin piyasaya ve uluslararası tekellerin insafına terk edilmesinin, tarımsal girdiler başta olmak üzere ülke tarımının tamamen (tümüyle) dışarıya bağımlı kılınmasının, üreticinin desteksiz bırakılmasının kaçınılmaz sonuçları. Elbette kuraklık, iklim değişikliği gibi çevresel etkenler de var; ama bunlara karşı önlem alınmasını planlayacak bir aklın/iradenin ve destek bütçesinin ortada olmaması gene başa yazılmalı.

Bugün tarıma verilen destek GSYH’nin binde 10’u olması gerekirken binde 2,2’si düzeyinde. Yani 2024’te 91,5 milyar TL ayrılan tarımsal destek bütçesi aslında 412 milyar TL olmalıydı. Eğer GSYH’nin %6’sı boyutunda olan tarımsal katma değerin üçte biri oranında destek öngörülseydi (ki bu bizi gelişmiş kapitalist ülkelerin destekleme anlayışına yaklaştırırdı), bunun iki katı kadar yani 824 milyar TL’lik bir destekleme bütçenizin olması gerekirdi. Öyle olabilseydi, çiftçinin kullandığı girdiler üzerindeki KDV ve ÖTV oranları sıfırlanabilir (veya % 1 oranına geriletilebilir); Ziraat Bankası’nın yüzü çiftçiye döndürülebilir; birkaç yıllık bir programla sulama yatırımları tamamlanabilir; gübre, ilaç, tohum ve yem üretiminde yeniden kamu iktisadi teşebbüsleri kurulabilirdi.

Kuşkusuz uluslararası gıda/girdi tekelleri ve onların yerli taşeronları bundan memnun kalmazdı. Peki, dış ve iç sermaye çevrelerinin çıkarlarını öncelikle kollayan iktidar bu adımları hiç atar mı?

İKTİDARIN GÜCÜ YETECEK Mİ?

24 Ocak Kararlarının 12 Eylül askerî darbesinin desteği olmadan uygulamaya kalkıldığını düşünün. Başarılamazdı. Peki şimdi benzer bir halk karşıtı ekonomik-sosyal programı uygulamaya kalkan iktidar neye güveniyor? Sendikaların, Ziraat Odalarının, TSK’nın iktidarın dümen suyuna alınmış olmasına, hak arama mücadelelerini 12 Eylül döneminden daha ağır baskılayacak bağımlı bir yargı ve kolluk sistemine güveniyor. Anamuhalefet partisinin de bölük pörçük itirazları dışında uygulamaların özüne temel bir itirazının olmaması, iktidara bir meşruiyet (“normalleşme”) zemini açıyor.

Peki, bunlar yeterli olacak mı? Bunu öngörmek kolay değil. Bıçak kemiğe dayandığında halk kitlelerinin ne denli sert tepkiler verebileceğinin örnekleri geçmişte yaşanmadı değil. Tarım üreticilerinin yaygınlaşan tepkileri de bunun güncel örneklerini oluşturuyor. İktidarın seçmen tabanı daralıp toplumsal hoşnutsuzluklar arttıkça kitlesel eylemler ve erken seçim talepleri (istemleri) de yükselecek görünüyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir