Başta Suriye olmak üzere ülkemize, Afganistan ve kimi Afrika ülkelerinden gelen sığınmacı sayısı yaklaşık 20 milyon dolayındadır. Göç İdaresi Başkanlığı geçen yıl yaptığı açıklamada, yabancı sayısının Türk vatandaşı nüfusuna oranla %20’yi aştığını bildirmişti. Hatta ilgili bakan da 17 milyon sığınmacı olduğunu söylemişti. Bu sorunun üzerine yalnızca Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın gitmesi, Parlamentodaki partilerin tepki vermemesi hatta bu sığınmacıların ülkemizle bütünleştirilmelerini istemeleri üzerinde düşünmek gerekir. Ülkemizin nasıl bir projeyle (tasarımla) karşı karşıya bırakıldığını anlamak zorundayız.
Batılı ülkeler sığınmacıların kendi ülkelerine geçmemesi için bize para vererek (AS: “bir miktar”), Türkiye’yi duvar durumuna getirmişler ve ülkemizde tutulmasını sağlamışlardır. Sonuçta ülkemizin demografik yapısı bozulmaktadır. Yasadışı mültecilerin son durağı olarak seçilen Türkiye’de, ulus devlet ve üniter (tekil) yapının çökertilmesi amaçlanmaktadır. Türklük ve laik cumhuriyetle sorunu olanlar, Batılı ülkelerle işbirliği yaparak, demografik işgalin önünü açmıştır ve ülkemizin geleceğine ipotek konulmuştur. Bu gidişle Türkler gelecekte kendi vatanlarında yabancı (AS: azınlık!) olarak yaşayacaklardır.
8 Nisan 2011’den başlayarak ülkemize gelen Suriyeliler, Türk hükümeti tarafından geçici koruma kapsamına alınmıştır. Geçici koruma, ülkesinden ayrılmaya zorlanan, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak başka ülkelere giden yabancılara verilen haktır (hukuksal statüdür).
Kendi ülkesindeki ağır insan hakları ihlallerine (çiğnemlerine) ve işkenceye uğrama tehlikesi altında olduğu için ülkesinden ayrılan kişilere “mülteci” adı verilir. Sığınmacı ise ülkesinden ayrılmış olan, zulüm ve ağır insan hakları ihlallerinden (çiğnemlerinden) korunmak için başka bir ülkeye sığınan, ancak hukuksal anlamda henüz mülteci olarak kabul edilmeyen ve sığınma başvurusunun sonucunu bekleyen kişidir. Göçmen, maddi durumunu iyileştirmek ve gelecekten beklentilerini artırmak için başka bir ülkeye göç eden kişidir. Göçmen, ülkesinde zulme uğrayacağından değil, eğitim ve çalışma gibi nedenlerle ayrılan kişiler olarak nitelendirilebilir.
Bu tanımlardan anlaşılacağı üzere, ülkemize gelenler aslında sığınmacıdır hatta kaçak sığınmacıdır. Ancak özellikle Suriye’den gelenler Şeker ve Kurban bayramlarında Suriye’ye giderek, akrabalarıyla bayramlaşmakta, birkaç gün kalmakta ve sonra yeniden Türkiye’ye dönmektedirler. İşte asıl sorun buradadır; demek ki onların kendi ülkeleriyle ilgili sıkıntıları yok. O zaman ne için ve neden Türkiye’ye getirildikleri konusunda düşünmek gerekir? Sözüm ona yürüyerek (yüzlerce km !) Afganistan’dan gelenlerin arasında kadın, çocuk, yaşlı olmaması da, ülkemiz için oynanan tehlikeli oyunların bir başka çıplak göstergesidir.
Siyasal iktidarın yanlış politikaları sonucunda Suriyelilere devlet kurumlarında iş verildiği, vergi vermeden ticaret yaptıkları, eğitim ve sağlık giderlerinin karşılandığı bilinmektedir. Suriyelilerin kimi halk sağlığı merkezlerinde, hastanelerde ve üniversitelerde çalıştıkları basına yansımıştır. Bunlar toplumda büyük öfke ve kızgınlığa yol açmaktadır. Kendi insanımız yoksulluktan kırılırken, işsiz perişanken, ülkemize doldurulan yabancılara yapılan haksız ve gereksiz yardımlar toplumu çileden çıkarmaktadır.
Geçici koruma altında bulunan kaçak sığınmacı konumundaki Suriyelilerin kimi cinsel taciz, tecavüz, yaralama, öldürme, soygun gibi suçlara karıştığı bilinmektedir. Temmuz başında Kayseri’de Suriyeli bir kişinin yedi yaşındaki bir kız çocuğunu taciz (tecavüz!) etmesi üzerine, vatandaşlar olayı protesto etmek için sokağa çıkmış, Suriyelilerin işyeri ile araçlarını ateşe vermiştir. Güvenlik güçlerinin yoğun çabaları sonucu olaylar sona ermiş, çok sayıda kişi gözaltına alınmış ve yaralananlar olmuştur. Bunun üzerine Suriye’nin kuzeyinde de karşı olaylar çıkmış, Türk bayrağına ve TIR’larına yönelik saldırılar yapılmıştır. Ülkemizde sığınmacılar tarafından benzer olayların yaşanacağının bilinmesine karşın, siyasal iktidarın (AKP!) Batıya verdiği sözler nedeniyle yanlış ve tutarsız politikalarından geri dönülememektedir.
14 Haziran 1934’te kabul edilen 2510 sayılı İskân Yasası, 21 Haziran 1934’te Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu Yasaya göre “Türk soylu olmayanlar istediği yere yerleşemez. Anadili Türkçe olmayanlar müstakil mahalle kuramaz, işçi ve sanatçı kümesi oluşturamaz. Ecnebilerin bir belediyedeki nüfusu %10’u geçemez.” Ancak bu yasa yürürlükten kaldırılarak 19 Eylül 2006’da kabul edilen 5543 sayılı yeni İskân Yasası, 26 Eylül 2006’da Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Atatürk zamanındaki İskân Yasası’nın gerçekliliği ve tutarlılığı ne yazık ki ortadan kaldırılmıştır.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 14. maddesine göre,
- “Herkesin zulüm altında, başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından
yararlanma hakkı vardır.”
Ancak ülkemize doldurulan sığınmacıların kendi ülkelerinde zulüm altında oldukları hakkında kesin bir bilgi yoktur. Yaşananlar ülkemizi Araplaştırma politikasının sonucudur ve geleceğimiz açısından son derece kötü sonuçlar doğuracak bir durumdur.
Ülkemizdeki sığınmacıların bir an önce
geldikleri yerlere gönderilmesi gerekmektedir.
Ülkemizin geleceğini düşünerek, komşu ülkelerle iyi geçinerek “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesi doğrultusunda olumlu politikalar ve dostluklar oluşturmalıyız.
Azim ve Karar, 8 Temmuz 2024