Türkiye’ye şeriat gelir mi?

Berkant Gültekin

Berkant Gültekin

Siyaset 28.02.2024, BİRGÜN
Eski Refah Partisi Milletvekili Şevki Yılmaz’ın Osmanlı torunlarının düğününde Cumhuriyet ve
Mustafa Kemal’e yönelik hakaretlerinin ardından ülkede yeniden şeriat tartışması başladı.
Türkiye’ye şeriat gelir mi?

Tartışma daha ziyade, Türkiye’de resmi olarak şeriat rejimi kurulur mu kurulmaz mı eksenine sıkıştırılıyor. Laikliği savunan kimi kesimler, “güvenceyi” Anayasa’daki laiklik prensibinde arıyor. Esas çelişki, laikliğin Anayasa’da olup olmaması olarak görülüyor. Şeriat, ileride geçilebilecek bir rejim, zamanı gelince tuşa basılıp aktif hale getirilecek bir düzenmiş gibi algılanıyor. Laikliğin, Anayasa’da yazdığı sürece yaşamaya devam edeceği, iş bu aşamaya gelmediği müddetçe “büyük hamle”nin yapılmış sayılmayacağı düşünülüyor.

Meseleye dair bir diğer akıl yürütme de toplumun şeriat rejimini isteyip istemediği çerçevesinden yapılıyor. Deniyor ki, Türkiye toplumunda şeriatı isteyenler çoğunlukta değil, halk yüzde 80-90 oranında laik, çağdaş ve demokratik bir ülkede yaşamayı tercih ediyor. Bu nedenle şeriat çağrılarının da gidişatı değiştirebilme kapasitesi yok. Bu yaklaşıma göre şeriata geçiş, çok uzak bir ihtimalden ibaret. Buna ek olarak, Türkiye’deki sosyo-ekonomik yapının da şeriata izin vermeyeceği iddia ediliyor. Türkiye kapitalizminin küresel sisteme olan bağımlılığının, şeriatın serencamını mümkün kılmayacağı savunuluyor.

Bir de çok eskiden beri şeriat konusunda belli protipleri masaya yatırıp değerlendirme yapma alışkanlığı var ki o da sürecin bir parçası… İran olur muyuz, Afganistan’a döner miyiz, Suudi Arabistan’a benzer miyiz diye konuşuluyor. O ülkelerin bize yakınlıkları ya da uzaklıkları üzerinden bir siyasi muhasebeye girişiliyor.

Her şeyden önce, “Türkiye’ye şeriat gelir mi?” sorusunun günün gerçekliğine ne kadar uygun ve konuyu bu sorunun etrafında konuşmanın ne kadar doğru olduğunu düşünmek gerek. Cevabı “evet” ya da “hayır” olabilecek bu soru, gerçekten Türkiye’de laikliğin ve seküler yaşam tarzının yaşadığı kan kaybını anlatmak için ideal bir zemin mi yaratıyor, yoksa istikbaldeki bir “an”a odaklanarak toplumun “az önce”ye ve “şimdi”ye karşı körleşmesine mi neden oluyor?
***
Laikliğin güvencesini Anayasa’da aramak, hukuki açından makul görünse de siyasi açıdan aldatıcı. Çünkü laikliğin varlığını Anayasa üzerinden yorumlayan yaklaşım, mevcut tehlike ve tehditlerin kavranmasını güçleştirerek onları önemsizleştiriyor. Şöyle düşünelim, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndan laiklik çıkarılırsa ne olacak?

4-6 yaş Kuran kursları yaygınlaştırılacak, referansı din olan özgür düşünce karşıtı birtakım öğretiler eğitim alanını kuşatıp bireylerin zihnini çocuk yaşta şekillendirecek, iki okuldan biri imam-hatip yapılacak, tarikatlar ve cemaatlerin etkinlik alanını genişleyecek, her biri devlette kadrolaşacak, hukukun yerini şeyhlerin buyrukları alacak, yurttaş kula, toplum tebaaya dönüşecek, bilim itibarsızlaştırıp hurafeler dört bir yanı saracak, felaketler önlenebilir olaylar değil “kader planı” olarak açıklanacak, yaşam yadsınıp ölüm kutsallaştırılacak, din emekçi sınıfı uysallaştırmanın bir aracı olarak kullanılacak, kadınların özgürlükleri tehdit edilecek, siyasi otorite kadınların nasıl nefes alacağını, kaç çocuk doğuracağını belirleyecek, içki sosyal hayattan dışlanacak, TV kanallarında buzlanacak ve seküler yaşam alışkanlıkları topyekûn şeytanlaştırılacak mı?

Evet, tam olarak öyle, hatta bunlardan daha fazlası olacak. İşin garibi, bunlar şu an yaşanmakta olan şeylerin aynısı. Bu da demek oluyor ki Anayasa’da laiklik yazması, laikliği gerçek manasıyla korumaya yetmiyor ve şeriat uygulamalarını hayata geçirmeye, laiklik ibaresinin yer aldığı bir Anayasa engel olmuyor.

Peki, İran’a ya da şeriatın hüküm sürdüğü bir başka ülkeye benziyor muyuz? Büyük oranda hayır. Fakat tersten soralım; demokratik bir cumhuriyet olarak Avrupa’ın kuzeyindeki ülkelere, Almanya’ya, Fransa’ya ya da İngiltere’ye benziyor muyuz? Veya bizdeki başkanlık sistemi, ABD’deki başkanlık sistemiyle aynı mı? Ülkelerin ve toplumların ortak noktaları olsa da farklı tarihsel süreçlerden geçtikleri için birbirlerine tıpatıp benzemeleri de beklenmemeli. O nedenle, Türkiye’nin özgün koşullarını ve geçmiş birikimini yok sayarak İran’ı model alan bir şeriat değerlendirmesi hakikati gölgeler; “Türk tipi başkanlık sistemi” gibi “Türk tipi şeriat” düzeninin gelişimini görünmez kılar. Bu belki kitabi anlamda şeriat tanımına uymaz ancak laikliğin cenazeye dönüşmeye yüz tuttuğu, siyasal İslamcı anlayışla örülen bir atmosferi adlı adıyla tanımlar.

Toplumun şeriat konusundaki görüşü de önemli olmakla birlikte bugün yaşananı anlamlandırmaya yetmez. Siyaset, örgütsüz büyük yığınların görüş ve eğilimlerinden çok, örgütlü ve hedefe odaklanmış hareketlerin yaşamı dönüştürme kabiliyetiyle ilgili bir faaliyet. Küçük birlikler, büyük ama dağınık kitlelere üstün gelir. Günümüz Türkiye’sinde devlet mekanizmasını kontrol eden iktidarın ideolojisinden, topluma bakış açısından ve devletin şemsiyesi altında, kamu kaynaklarıyla beslenip güçlenen tarikatların politik ajandalarından bağımsız bir şeriat tartışması yürütülemez. Öte yandan toplumun algıları ve düşünceleri de zamanla dönüşebilir ve yapılan müdahalelerle süreç içinde ortaya çok farklı bir ülke sosyolojisi çıkabilir. O nedenle, “Şeriatı toplum istemiyor” argümanıyla sınırlı bir laiklik mücadelesi, mevzileri bir bir kaybetmeye ve finalde yenilmeye mahkûmdur.
***

  • Şeriat, bir anda ışınlanacak bir nokta ya da bir anda kapının zilini çalacak bir misafir değil, yıllardır adım adım inşa edilen bir düzen olarak ele alınmalı.

Türkiye zaten uzun bir süredir bu karanlık tünelin içinde; devletin kurumsal yapısı ve kamusal alan bir dönüşüm geçiriyor. Bu konuda ciddi bir mesafe alan rejim, hareketine devam ediyor. Nereye kadar gitmek istediği tartışılabilir elbette. Ancak şu bir gerçek ki ayakları yere basmayan, boşlukta sallanan, memleketteki sınıfsal-sosyal çelişkilerle ilişkilendirilemeyen ve salt bir değer olarak sahiplenilen laiklik kavramının yerine, ülkedeki sorunların çözümünde laikliği doğru yerde konumlandırabilen, ona 21. yüzyıla özgü dil ve hikâye kazandırabilen bir siyasal faaliyete hiç olmadığı kadar ihtiyaç var.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir