İbrahim Ö. Kaboğlu
Dünya 26.10.2023, BİRGÜN
İnsan haklarının uluslararası ölçekte tanınması, 2. Dünya savaşından sonra gerçekleşti. Uluslararası insancıl hukuk, Cenevre sözleşmeleri çerçevesinde gelişti. Roma Antlaşması ile kurulan Uluslararası Ceza mahkemesi (UCM), şu üç suçu işleyenlerin yaptırıma tabi tutulması bakımından kayda değer: soykırım suçu (md.6), insanlığa karşı suç (md.7) ve savaş suçu (md.8).
Halkların kendini belirleme hakkından uluslararası insancıl hukukun oluşumuna değin uluslararası hukuktaki gelişmelerde, Birleşmiş Milletler Örgütü (BMÖ) çalışmaları ve insan hakları belgeleri belirleyici oldu.
Ne var ki, kendini belirleme hakkını en çok hak eden halk Filistin (halkı) olduğu halde ve üç haftadır tanık olduğumuz insanlık dışı vahşet karşısında en çok insancıl hukuka ihtiyacımız olduğu halde, ne hak var ne de hukuk.
AŞİRET DEĞİL, HALK…
Kendi birliğini sağlayamamış olma, dünyevi hukuk ve dinci akımlar ayrışması, demokratik yönetimi kuramamış olma vb. olumsuzluklar, Filistin’in kendini belirleme ve ‘halklaşma süreci’ önündeki iç engeller.
Buna, İsrail’in ve Musevilik üzerinden destekçilerinin dış engelleri eklenince, ne hak kalıyor ne de hukuk.
İsrail, Filistin yönetimine karşı güç oluşturmak için Hamas’ı desteklemişti. Hamas’ın 7 Ekim saldırısı ise, yargılama erkini etkisizleştirme girişimi nedeniyle demokratik kamuoyunca silkelenen Başbakan Netanyahu için bulunmaz bir fırsat oldu.
Kimi Avrupa ve Amerikalıların aşiret olarak niteledikleri Filistin halkı için din ve ırktan arındırılmış söylem gerekli; bu söylemi dinamitleyen iç engelin Hamas olduğu unutulmaksızın. Oysa bu bir din savaşı değil, vatansızlaştırılan bir halkın varlık savaşı.
NE ARAP NE DE AVRUPALI…
Museviler ve Filistinliler arasında haysiyet eşitliği mutlak, birey ve halk olarak.
Laik Türkiye Cumhuriyeti, hem Avrupalılardan hem de Araplardan farklı olabilirdi, olmalı da.
Eğer dinsel aidiyet öne çıkarılmasa idi, Batı ve Arap Dünyası karşısında daha güçlü ve saygın olabilirdi ülkemiz. Ankara’dan Kazablanka’ya ‘Müslüman kardeşler hattı’ söylemi bile rahatsız edici.
Unutmayalım; Filistin halkına Türkiye’den sol destek, “kendini belirleme” mücadelesi için verilmişti.
Dünyevi ve hukuki katkı, aslında Filistin yönetimini demokratikleşmesi için de gerekli.
BM ve NGO’LAR
Barış hukukunun temellerini atan BM’nin etkisiz kalması, kuşkusuz BM’nin yapılanma tarzından kaynaklanıyor. Avrupa Devletleri yöneticileri –tıpkı 20 yıl önce Irak saldırısında olduğu gibi- ABD gölgesinde dolanırken, en gerçekçi tepkiyi BM Genel Sekreteri Guterres gösterdi. Yetersiz kalsa da, BM gözetiminde insancıl yardım kuruluşlarının ve hükümet-dışı örgütlerin (NGO) etkinlikleri kayda değer; özellikle doğru bilgi yayma işleviyle.
Filistin halkını topraklarından etmek için İsrail’in sırtını sıvazlayanlar, yalnızca İsrail Devleti’nin meşruluğunu değil, kendi yönetimlerini de sorgulatabilir.
Hastane, ibadethane, okul vb. ne kadar savaş dışı kalması gereken yer varsa bombalanıyor ve içindeki insanlarla birlikte yok ediliyor. Öyle ki sivil hedefler, rehin tutulan kendi yurttaşlarını da kapsıyor; bir bölgeyi, ekosistemi ve kültürel/tarihsel ve doğal değerleri ile yok ediyor. İsrail yönetimi, hem öldürerek tüketmek istiyor; hem de kanıtları yok ederek…
Gazze’yi yakıp yıkmakla yetinmeyen Netanyahu yönetimi, Doğu Kudüs’te Filistin topraklarını işgale ivme kazandırıyor, köylüleri yerinden yurdundan ederek.
YİNE DE HUKUK
Savaş suçu ötesinde, toprak için bir halkı yok etmeye yönelik bir soykırım karşısında Roma Sözleşmesi’ne taraf olmaması, İsrail yönetimini kurtarmaya yetmez; çünkü, zaman aşımına uğramayan suçlar işliyor.
Bu nedenle hukuku dillendirmek, öncelikle insancıl hukuk ve insani yardım için her zamankinden daha yaşamsal.
UCM’nin varlık nedeni hep gündemde tutulmalı, ‘şimdi değilse ne zaman’? sloganıyla.
Bu yönde, uzman ve özerk kuruluşlar ötesinde sivil toplum örgütleri (NGO) işlevsel kılınabildiği ve toplu özgürlükler seferber edilebildiği ölçüde, ırkçı ve dinci söylemler gölgede bırakılabilir ve Filistin halkının kendini belirleme yolu açılabilir.