Şahin Filiz yazdı…
Badeci müptezel’in 62 yıl olarak belirlenen cezasının, “mağdurların rızası olduğu” gerekçesiyle Yargıtay 14. Ceza Dairesi tarafından bozulduğunu Veryansıntv haberlerinden öğrendik. Ceza kaldırılıp tahliye kararı verilirken gerekçe şöyle kuruluyor:
“Kendisini din alimi olarak tanıtan sanığın oral ve anal yoldan gerçekleştirdiği cinsel ilişki eylemlerinde cebir ve tehdit kullanmadığı gibi mağdurların da bu yönde bir iddialarının bulunmaması, sanığın kendisine itibar edilmesini sağlamak amacıyla sarf ettiği sözlerin aldatıcı nitelikten uzak olması ve eylemlerini mağdurların rızası ile gerçekleştirdiğinin anlaşılması karşısında…”
Bu gerekçeli kararda Badeci müptezel’in, üzerine atılı fiilleri gerçekleştirdiği vurgulanmakta ancak bu eylemlerini, “mağdurları” zorlayarak değil, “rızalarını alarak” yaptığını, bu durumda davalı taraf olmadığı anlaşıldığından tahliye edilmesinin karara bağlandığını anlıyoruz.
Hukuk nihai noktada böyle bir karar veriyor. Peki, hukukun tek meşruiyet kaynağı olan ahlaka göre aynı kararı değerlendirsek ne olur?
“Rızası varsa, her şeyi yapabilirsin” mi diyeceğiz? “Oral ve anal” her yoldan mağdurları kullanmış; bunu yapmak için dini değerleri haraç mezat satmış birisi, sırf “rızalarını aldı” gerekçesiyle, hukuk önünde aklanmış oluyor mu? Peki, hukukun her akladığı kişi ya da eylem, ahlak tarafından da aklanmış mı oluyor?
En iğrenç eylemler, rıza ile temize çıkarılabilir mi?
- Hukuk, rızanın hangi koşullarda, neye göre ve nasıl oluştuğunu etik olarak sorgulamakla yükümlüdür.
“Badeci müptezelin sarf ettiği sözlerin kendisine itibar edilmesini sağlamak amacıyla sarf etmediği” sonucuna nasıl varılıyor? Ortada, Türk milletinin saygı duyduğu, çoğunun inandığı ve kutsal kabul ettiği İslam dini üzerinden “oral ve anal”da nasıl bir rıza bulgusuna ulaşılmıştır?
Başta tarikatın kendisi yasal ve meşru değilken, orada yapılanlar insanı utandıracak cinsten eylemler iken, buradan “rıza” gibi bir iç sese, vicdana ve gönül inisiyatifine dayalı “memnuniyet”i çıkarsamak, mantığı, aklı altüst etmekle kalmaz; Türk milletinin milli ve manevi değerlerini hiçe saymak anlamına gelir. Türk insanı bireyleşemeyecek mi? Tecavüze uğrayanlar şikâyetçi olmasa bile, tam olarak özgür, bireysel kararlarıyla, kendilerine yapılanlara “rıza” gösterdikleri öne sürmek, tarikatçı dinsiz, onursuz, kutsal katili heriflere cesaret vermez mi?
Bu soruların bir kısmına cevap olarak, beş kişilik heyetten iki üyenin, “rızası var” kararına itirazlarını şöyle özetleyeyim:
“Mağdurların iradesi fesada uğratılmıştır.” Tarikat ve cemaatlerde birey, bireysel irade, özgürlük, özgüven ve irade önceden gasp edilir. Tüm bireysel donanımları ayıklanır ve geriye, teslim olmaya hazır bir “rızalı vatandaş” kalır. “Rızaları” önceden alınmıştır. Tahliye kararı bu mantığa dayanıyorsa, haklıdır. Ama vatandaşının rızası önceden gasp edilirken, savcıların harekete geçmesi lazım gelirdi. Yine de karar yanlıştır. Başka bir yönden bakalım: “Porno filmlerine taş çıkartacak Badeci müptezelin başrol oynadığı bu filmde, “rıza”larını teslim etmek üzere zaten hazır halde tarikat kapısından girenler için, “rızaları önceden alınmıştır” demek çelişki yaratmaz. Eğer karar, bu “peşin rıza”yı kastediyorsa, teorik olarak doğrudur. Hukuk, zahire göre hükmeder. Ancak burada da ahlak engeline takılmalıydı.
Bu engelin farkına varan iki üye şöyle devam ediyor:
“Sanık gençlerin dini duygularını istismar ederek iradelerini zaafa uğratmıştır.” Dikkat ediniz, iradeyi zayıflatmanın, onu “rıza” aşamasına getirmenin yolu, “dini ve dini duyguları istismar etmek”ten geçiyor. Bu demektir ki, “önce dinin iradesine darbe vuruluyor; İslam dini yerine, iradesi alınmış “rızalı” bir din yaratılıyor. İslam karşıtı, ahlak düşmanı bu rezillik dininin şıhı, bu dinden devşirdiği “rıza” belgesiyle mağdurun iradesini dumura uğratıyor. Yoksa normal İslam dini ile bunu yapamayacağını biliyor.
İradesi alınan birey, “rızalı” veya “rızasız” olma yetkinliğini, yeterliliğini yitirmiştir. Çocuk istismarları da aynı mantıktan hareketle düşünülmelidir. Çocuğun “rıza”sından söz edebilir miyiz? Kesinlikle hayır. Bunu, ahlaktan beslenen hiçbir hukuk meşru ve yasal sayamaz.
Tahliye kararı, hukuken tartışmalıdır ama ahlaken kesinlikle yanlıştır. Bütün değerlerimizi tehlikeye atan sonuçlar yaratacaktır. Hukuken itibar edilmez bir karardır hükmü iki üyenin şerhinde yer alıyor. Doğrusu budur.
Devam edelim, ama aynı ifadeleri buraya yazmayacağım.
Badeci müptezel, mağdurlara her türlü tecavüzü yaparken bunları, “manevi ilim aktarmak” için yaptığını ileri sürerek hile ve desise ile onları aldatmış, kandırmış ve karşı koymalarını engelleyecek birtakım söz ve davranışlar ortaya koymuştur. Halkımız dini söylemlere aşina olsa da İslamiyet’i sağlıklı bir şekilde bilmemekte, bilmesine de tarikat ve cemaatler engel olmaktadır. Diyanet ise bu konuda duyarsızlığı da aşarak adeta bunlara yol vermektedir.
Sanık, bu iğrenç fiillerinin rahmani olduğunu, karşı gelenin helak olacağını telkin ettiği için rızadan söz etmenin hiçbir dayanağı yoktur. İtiraz eden iki üye, bu kararı hukuka uygun bulmadıklarını açıkça ve haklı bir temele bağlı olarak ilan etmiştir.
Bunun ötesinde, ahlaki olarak kamuya yansıyan, kamuyu tehdit eden ve benzer fiilleri işleyenleri cesaretlendiren bu karar, yanlış bir hukuki hükmün, ahlaksal olan bir ilkenin ihlalini meşrulaştırma yolunu açabilir.
Aynı fiilleri işleyenler, hatta daha ilerisini yapanlar, ahlak ilkelerinin, toplumsal kültürün ve İslamiyet’in erdemlerinin “rıza”sını aramadan, bu kararı emsal göstererek “hukukun rızası”nı örnek alacaklardır.
Toplumsal vicdan adına, temel ahlaki erdemler adına bir an önce bu karardan dönülmelidir.
- Hukuk, ahlakın emrindedir.
Ahlakı hukukun emrine vermek, pek çok istismarın kapısını aralayacaktır.