12 Mart
Lütfü Kırayoğlu
Bu gün 12 Mart faşist darbesinin 43. yıldönümü.
Genç bir üniversite öğrencisi olarak yaşadığımız
o günlere 43 yıl sonra nasıl bakıyoruz?
O dönemde İstanbul’un en etkin üniversitesinde öğrenci temsilcisi seçilmiş bir genç olarak neleri saptıyorduk?
Yaşadığımız bu günlerle o günler arasında ne fark var?
Her şeyden önce, o günlerde İstanbul’un en dış semti olan yaşadığımız öğrenci evinde gece yarısından sonra duyulmaya başlayan askeri araçların şehre doğru gürültü ile girişi idi. Hemen her gece araçlara bindirilmiş askerlerin, o gece hangi evi basacağı, hoyratça arayacağı, kimleri götürecekleri endişesi içindeydik.
En masum şiir kitaplarını, romanları bile acemice saklayacak yer arardık.
İlan edilen sokağa çıkma yasakları öncesinde ekmek tedariki yapmayı bile unutur, başımıza gelebilecekleri düşünürdük.
O günlerde öğrenci olmak, potansiyel suçlu olmanın ötesinde doğrudan suçlu sayılmaktı. Elektrik direklerinde arananların resimleri, otogarlarda, iskele girişlerinde herkesi keskin gözlerle süzen, “suçluyu” gözünden tanıyan sivil polisler.
Üniversitelerin kapılarında her kezinde kimliğnizi göstermenize karşn adınızın arananlar listesinde olup olmadığının incelenmesi. Olur olmaz gerekçelerle Selimiye ya da Davutpaşa kışlasına götürülüp birkaç gece “konukluktan” sonra saçınızın makine ile
traş edilerek salıverilmeniz. “Saçın kesilmesinin ne önemi var?” demeyin..
Yeniden uzayıncaya dek damgalı eşek gibi dolaşırsınız. Herkesin size suçlu gözüyle baktığını hissedersiniz.
Sorgusuz sualsiz görevlerinden alınan bürokrat haberleri, tasfiye edilen
yurtsever subayların adları. Susturulan sendikalar.
Üniversitelerin sus pus olduğu, öğrencilerin, hatta hocaların bir gün yaka paça götürülüşleri ve buna sessiz kalınışı. Gazetelerde her gün çarşaf çarşaf yer alan yeni bir gizli örgütün ortaya çıkarıldığı haberleri. Bu dehşetengiz örgütün yapmayı planladığı hunhar eylemler.
Kimi günler gazetelerin haberlerinde bir gece önce yakalanmış gençlerin uykulu
ve şaşkın gözlerle çekilmiş fotoğrafları, bedenlerinde gizlenemeyen morluklar.
Yine gazetelerde büyük puntolarla yer alan iddianameler, olağanüstü mahkemelerde başlayan duruşmaların haberleri. İstenen yüzlerce yıllık hapis ve idam cezaları…
Yer yer yargısız infazlar, Apartman dairelerinde “hücre evi” adı ile öldürülen gençler.
Ve ardından idamları durdurma adına gelen umutsuz Kızıldre baskını ve sonunda
o lanetli 6 Mayıs 1972 sabahı… (AS: Deniz Gezmiş – Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın asıldıkları acı gün!)
Bütün baskılara karşın üniversitelerde kendiliğinden patlayan boykot..
Bu feci işleri yapanların çok azı şimdi yaşamda. Hiçbiri yaptıklarını kimseye anlatamıyor. Çocuklarına, torunlarına gururla anlatabilecekleri anıları yok.
Bellekleri silinmiş durumda.
12 Martın acılarını yaşayanlar daha sonra önemli görevler üstlendiler.
Artık bir bölümü emekli olarak köşelerine çekildi. O dönemin kahramanları arasında halen yine kahramanca mücadele edenler var. Bir kısmı dönek olmayı seçti ve dönekliklerini gururla açıkladılar.
12 Mart döneminde tam siper olup en küçük bir direniş bile göstermeyen
siyasal İslamcılar ise şimdi iktidarda. Yalancı pehlivan gibi ortalıkta dolaşıp askeri darbelere karşı nasıl mücadele ettikleri palavrasını sıkıyorlar.
Bu palavracıların iktidarı döneminde yine gece yarıları evler basıldı.
İnsanlar yargısız infaz ile teşhir edildi. Cezaevleri adam almadı. Siyasal iktidarlar,
iş olanağı olmayan yerleşimlere cezaevi yapma vaadlerinde bulundu. Üniversiteler,
alıp götürülen öğrencileri, hocaları, hatta rektörleri için sessiz. Suskun. Yine olağanüstü mahkemeler var. Kumpaslar katakulliler bizzat Başbakan tarafından itiraf ediliyor. İşsizlik, yolsuzluk diz boyu.
12 Mart döneminde bizlere bunları yapanlar albay, general rütbesindeydiler.
Şimdi üniformaları değişik. Ya polis üniforması, ya hakim ya da imam cübbesi giyiyorlar.
Rütbeleri ise imam…
- MİT İmamı,
- HSYK İmamı,
- Yargıtay İmamı,
- Askeriye İmamı,
- Emniyet İmamı...
12 Mart bu gün de var. Ama artık o da yıkılıyor…
Bütün diktatörlükler gibi…