‘Salgının sonu’nun düşündürdükleri

authorÇAĞHAN KIZIL

BİRGÜN, 2021.05.23

Türkiye geçen hafta içinde Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı bir basın açıklamasında 120 milyon doz mRNA aşısı alacağını açıkladı. Basın açıklamasında yapılan anlaşmayı, Bakan kendi inandırıcılığı yüksek olmayacağını düşündüğü için olsa gerek, BioNTech şirketinin kurucularından Uğur Şahin’i canlı yayına bağlayarak duyurdu.

Pandemiyi bir seneyi aşkın süredir vaka artışları, aşılama, toplumsal mesafe, kapanma gibi kavramlarla tüm dünya olarak iç içe yaşadık. Aralık ayından itibaren aşılamanın başlaması ile bazı coğrafyalarda aşılama hızına bağlı olarak vaka sayılarında ve pandeminin gidişatında iyileşmeler gözlüyoruz. Son birkaç haftadır dünyada vaka ve ölüm sayılarında düşüş devam ediyor. 170 milyona yaklaşan resmi vaka sayısı ve 3,5 milyona yakın Covid’e bağlı ölüm sayısı sadece tespit edebildiklerimiz. Dünya Sağlık Örgütü hafta içinde yaptığı bir açıklamada ölümlerin gerçek sayısının normalin 2-3 katı olabileceğini yani 6-8 milyona yakın kişinin yaşamını bu hastalık nedeniyle kaybetmiş olabileceğini belirtti. Pandeminin başından beri, bu hastalığı reddeden, ciddiyetsizleştiren, bilimsel çalışmaları karalayan, maske karşıtlığını dillendiren geniş bir kitlenin var olduğunu biliyoruz.

Pandemi süresince yaşanan bilimsel gelişmeler, bu kayda değer olmayan fikirleri bastırmış durumda. Dünya, akıl, bilim ve vicdanla imtihanında yol almaya devam ediyor. Yaşadığımız dünyada etkisi gösterilmiş birçok aşımız var ve bu teknolojiler hastalıkla mücadelede insanlığın yardımına koşmuş durumda. Elbette dünya üzerindeki eşitsizliğin ve sınıfsal yapının bir yansıması olan pandemi sürecinde olduğu gibi, aşılama sürecinde de eşitsizlik gözle görülür durumda. Buna rağmen, aşılanan toplumlar ve kişilerde hastalığın azalmasının sağlandığı da bir gerçek. Aşıya ilk ulaşabilen ülkeler yurttaşlarını yüksek düzeyde aşıladı örneğin Amerika Birleşik Devletleri % 49, Avrupa Birliği %34, Birleşik Krallık %56 oranında nüfusa aşı yapmış durumda. Aşı teknolojilerinin ortaya çıkmaya başladığı bu sene başında birçok aşının etkinliği ve uzun vadeli koruyuculu tartışıldı, klinik çalışmalarla etkililik gösterildi, yeni varyant virüslerde etkinlik çalışmaları gerçekleştirildi. Pandemi, bilime ve insanlığa mRNA aşılarının etkin ve güvenli bir metot olduğu bilgisini sağladı. Halen bu teknolojiye karşı çekinceler olmasına rağmen, dünya üzerinde yüz milyonlarca kişiye bu aşı uygulandı ve etkili olduğu gösterilmiş durumda. Türkiye geçen hafta içinde Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı bir basın açıklamasında 120 milyon doz mRNA aşısı alacağını açıkladı. Basın açıklamasında yapılan anlaşmayı duyuran Bakan kendi inandırıcılığı yüksek olmayacağını düşündüğü için olsa gerek bir BioNTech şirketinin kurucularından Uğur Şahin’i canlı yayına bağlayarak bu bilgiyi ona teyit ettirdi.

Aşı stratejisi ve tedarik sorunları

Öncelikle şunu net olarak söylememiz gerekiyor ki bu, Türkiye için pandemiyi kontrol altına alma ve insanları koruma açısından çok güzel bir gelişme. Çok geç kalan, aşı bulunamadığı ve yapılamadığı için yaşamını kaybeden birçok insanın varlığını düşündüğümüzde önlenebilir ölümleri önleyemeyen pandemi yönetimi, bu aşılamayı doğru strateji ile yaparsa yakın gelecekte toplum bağışıklığına ulaşma şansına sahip olan bir Türkiye ile karşılaşacağız. Türk Tabipleri Birliği’nin açıklamasına göre geçen sene Türkiye’de önceki yılların ölüm ortalamalarının yaklaşık 100.000 üzerinde ölüm gerçekleşmiş durumda. Bu ölümlerin hepsi Covid’e bağlı olmasa bile pandemi, insanların yaşamını kaybetmesine neden oldu ve resmi sayıların çok daha üzerinde bir can kaybıyla Türkiye’yi baş başa bırakmış durumda. Aşılama, çok daha önceden etkili bir şekilde gerçekleştirebilirdi. Yapılan ilk anlaşmaların bilimsellikten uzak bir mecrada gerçekleşmesini düşündüğümüzde aşı stratejisi ve tedarikte yaşanan sorunlar Türkiye’ye çok zaman kaybettirdi. Haziran ayı sonuna kadar gelmiş olacak olan 120 milyon doz belli bir aşılama planı dahilinde birkaç ay içinde topluma uygulanabilir. Sağlık Bakanı hafta içinde “salgının sonu görünüyor” derken, bir bakıma haklı ancak aklımızdan çıkarmamamız gereken bir nokta şu ki;

  • salgın kendi başına ve sadece aşılamayla ortadan kalkabilecek bir süreç değil.
    Eğitimde eşitsizlik katmerlendi

    Türkiye’ye gelecek etkili aşıların düşündürdüğü iki ana alan var. Birincisi bilimsel noktalar. Sağlık Bakanı, geçen sene içinde yaptığı açıklamalarda inaktif aşılar dışındaki aşıların güvensiz olduğunu, şu anda Türkiye gelecek 120 milyon aşının teknolojisi olan mRNA aşılarının henüz yeni olduğunu ve uzun vadeli güvenliğinin kanıtlanmadığını söylemişti.

  • Türkiye pandemi yönetiminin ana karakteri, alınan kararların bilime dayanması değil politikaların bilimsel bir kılıfa sokulmaya çalışılarak devam edilmesiydi. Aşı konusundaki bu açıklamalar ve bu bilimsizlik de ülkeyi yaşadığımız duruma getiren sebeplerden bir tanesi. Önlenebilir ölümlerin, aşı olmadığı durumlarda toplumsal yayılım dinamiklerini azaltmaya yönelik tedbirlerle ortadan kaldırılması süreci Türkiye’de neredeyse hiç işletilmedi. Salgının yüksek devam ettiği zamanlarda kongreler, toplantılar, çifte standartlı buluşmalar organize eden resmi makamlar, genetik dizin analizini yapılmadığı için Türkiye’de dolaşımda olan virüs biçimlerinin etkinliğini bilemediğimiz ve yaygın yapılmayan testler nedeniyle gerçek vaka sayılarını ortaya çıkartamadığımız bir sürecin mimari oldular.

    Gelecek olan aşılarla aşılamanın planlı bir şekilde yürütülmesinin yanında yayılım dinamiklerini azaltacak toplumsal tedbirlerine de pandemiden kurtulana kadar devam etmek zorundayız. Tam kapanma sürecinde bile aslında tam kapanamayan Türkiye’de, aşılama planlamasında da nasıl bir yol izleyeceği dikkatle oluşturulmalı. Örneğin, tüm dünyada eğitimin devam etmesi ve okulların açık kalması üzerine bir öncelik stratejisi var. Bazı dönemlerde salgının çok yüksek seyrettiği zamanlarda okullar da kapanmak zorunda kaldı ancak ilk önce okulların açılması en son okulların kapanması stratejisi önemliydi.

    Türkiye’de ise ilk önce okullar kapandı, AVM’ler açıldı, hâlâ okullar kapalı.

    Eğitimde zaten fırsat eşitsizliği ön planda iken pandeminin getirdiği bir eşitsizlik de bu süreci katmerlemiş oldu. Bu nedenle, aşılamada ilk önce öğretmenlerin, aşıya ulaşamayan risk gruplarının, kamu hizmetinde olan ancak aşılanmamış kişilerin aşılanması gerekmekte. Bu şekilde, sosyal yaşamda çok fazla insanla temas eden kişilerin ve eğitimde yer alanların yayılımı izlemekle toplum içinden çıkartılması mümkün olabilir. Eğitime başlamak ana hedef olmalı.

    Bilimsizlik bu noktaya getirdi

    Türkiye’ye gelecek aşıların bize düşündürdüklerin içinde bir de toplumsal yön var. Türkiye’de sokağa çıkma yasağı olarak tanımlanan süreç otoriter bir durumu pekiştirmiş görünüyor. Türkiye’de, yayılımın azalması için kontrollü kısıtlamalar ve kolektif korunma olarak tanımlanması gereken süreç, üretimin devam etmesi ve bu koşulların sağlamlaştırılması için bir araç olarak kullanıldı ve ne tam kapanma sürecinde ne de daha önceki kısıtlamalar sürecinde çok etkili bir azalışa yol açtı. Bunun yanında,

saklanan vaka sayıları, saklanan ölümler, yanlış verilen veriler, yapılmayan testler bize şu anda pozitif bir tablo gösterse de Türkiye’de salgın devam ediyor

ve önümüzdeki dönemde aşılama etkili şekilde yapılana kadar devam edeceğini gösteriyor.

Yaşadığımız bunca ölüm, önlenebilir ölüm olarak tanımlanabilir.

– Türkiye’de, dünyada etkisizliği gösterilmiş ilaçların tedavide kullanılması,
– aşılamanın etkili şekilde gerçekleştirilememesi,
– elimizde aşı olmadığı dönemlerde yayılımın azaltılması için gerekli tedbirlerin alınamaması,
– sağlık personelinin korunamaması,
– insanlara kapanma süreçlerinde ekonomik yardım yapılamaması

gibi birçok süreç pandeminin etkisini artırdı. Bu yaşananlar, elbette yönetimin başarısız uygulamalarının sonucudur. Pandeminin devam etmesini, yaşadığımız bir sürecin yıkıcı etkilerinin artmasını istemiyoruz. En başından itibaren bilim insanlarının söyledikleri yapılsaydı bu noktaya gelmeyecektik. Pembe tablo çizmek elbette umut verici bir yöntem olarak düşünülebilir ancak aslında gerçeğin üzerini örtmesi nedeniyle faturayı daha da ağırlaştıran bir süreç. Geçen hafta içinde İstanbul’da yapılan resmi bir açıklamayla nisan ayından itibaren vaka sayılarında %600 azalış olduğu söylendi. İşte Türkiye’yi yaşadığımız noktaya getirenler bu bilimsizlik, ben yaptım oldu tavrı, yapılamayanların ve eksikliklerin üzerini örtmek, alınan politik ve kişisel kararların bilimsel kılıfa sokulmaya çalışılması oldu.

Sağlık Bakanı’nın “salgının sonu görünüyor” açıklaması, maalesef kendilerinin başardığı değil bilimsel çalışmaların ve etkili aşıların doğru uygulandığında gerçekleşebilecek bir süreç.

Umuyoruz ki, salgında gerçekten son düzlüğe giren bir Türkiye vardır. Etkili aşılama toplumsal tedbirler ile birleştiğinde vaka sayılarını bilgisayar başında değil toplumun içinde fiilen düşüren bir süreci hep beraber yaşamak umuduyla.

Aklımızda elbette sorular var :

– Yeni sağlık sorunlarına hazırlıklı olacak mıyız?
Bilimi önceleyen bir yönetimi yaratabilecek miyiz?
– Yaşamı, eşitlikçi ve insanı ön plana koyan bir sisteme değiştirebilecek miyiz?
– Tüm suçlulardan hesap sorabilecek miyiz?

Çevre Gününde Kirlenen Deniz Ekosistemlerde Deniz Salyası Nedir? Neden-Sonuç İlişkisinin Sorgulanması Yapılmadan Sorun Çözülemez

Prof. Dr. İbrahim Ortaş
Çukurova Üniversitesi, iortas@cu.edu.tr,
4 Haziran 2021, Adana

Özet:

Çevre gününün anıldığı bu günlerde Karadeniz, Marmara ve Ege Denizi kıyılarını saran deniz salyası (müsilaj) tesadüfen oluşmuş bir çevresel felaket değildir. Müsilaj sorunu ülkemizin çarpık kentsel dönüşümü, ekonomik-sosyal dönüşümünün adeta bir yansımasıdır. Bu yansıma ile çevre, ekoloji ve denizleri nasıl tanımladığımız ortaya çıkmaktadır.

Türkiye’nin 84 milyonluk nüfusunun yaklaşık 25-27 milyonu Marmara Bölgesinde yaşamaktadır. Türkiye sanayisinin ağırlığı bu bölgededir. Marmara denizini çevreleyen yerleşim yerlerinin endüstriyel atıkları ve yoğun nüfusun atıkları uzun zamandır Karadeniz, Marmara ve boğazın sularına boşaltılmaktadır. Uzun zamandır denizlerde ve boğazlarda balık türlerinin azaldığı, kirliliğinin artığı sık sık belirtiliyordu. Ancak konu uzun erimli olarak yetkililerce dikkate alınmadı. Ta-ki Marmara Denizinde müsilaj oluşana kadar.

Bir bütün olarak istisnalar hariç ülkemizin ve belediyelerimizin çevre anlayışı atıkların toplanması ve kentlerin dışına çıkarılması, endüstriye işletmelerin atıklarını bertaraf etmesi ve ye arıtması işlemleri yeterli görülmemektedir. Denizler adeta atıkların boşaltılacağı bitmez tükenmez umman olarak görülmektedir. Ancak denizin doğası bugüne kadar boşaltılan atıkları taşıyabiliyordu. Her alanda olduğu gibi çevresel atıkların denetimsiz olarak ortama bırakılmasının artması ile artık deniz ekosistemi doğal yapısını kaybetme noktasına gelmiş görülüyor. Doğanın en önemli özeliklerinden birisi (karada ve suda) mikroorganizmalar doğadaki organik ve kısmen inorganik bileşikleri ayrıştırır. Ancak birleşik kaplar prensibi gereği bugüne kadar denize boşaltılan atıkları denizlerin doğal dengesi tarafından tamponlandı. Ancak artık denizdeki ekosistem atıkları kendi sistemi ile baş edemez duruma gelmiştir. Denizdeki bir çok canlı atıkları ayrıştırabilmekte, bir kısmı ortaya çıkarılan müsilajlar ile beslenerek bertaraf ediyor vs. Denize bırakılan kimyasalların deniz ekosistemindeki bazı mikroorganizmaların yaşam alanlarını daralması sonucu ekosistem kendi kendini restore edemez duruma geldi. Denizlere bırakılan organik atıkların parçalanmasını sağlayan organizmaların oksijeni tüketmeleri ile ortamda oksijenin azalması ile bazı oksijenle solunum yapan canlı grupları ortamda azalınca ekosistemin dinamik işleyişi gereği başka organizmalar ortaya çıkmaya başladılar.

Anlaşılan çevredeki tarımsal alanlar, şehirlerin katı-sıvı atıkları ve kimyasal fabrikaların atıkları denizlere bırakılan, içinde yüksek konsantrasyonlu azotlu ve fosforlu (deterjanların temel maddesi fosfor) bileşikler mikroorganizmaların hızla çoğalmasına neden olmaktadır. Suya dışarıdan karışan organik bileşikler özelliklede fosforlu maddeler başta alg ve belirli bakterilerin hızla çoğalmasına (ötrofikasyon) yol açmaktadır. Bu arada denizlerde mikroorganizmalar tarafından hücreden dışarı salgılanan şekerli ve proteyinli polisakkaritler ortamdaki diğer kirletici parçacıklarında birbirine yapıştırarak ortamı az akışkan duruma getirmektedir. Fitoplankton olarak bilinen su yosunlarının da çıkardığı organik bileşikler deniz yüzeyinde sümüksü salgı birikmesine neden olur. Bu arada ötrofikasyonun arması ile denizdeki oksijenin azalması ile anaerobik (oksijensiz yaşayan) farklı mikroorganizmaların gelişmesine neden olabilmektedir. Oksijensizlik durumu ekosisteminin işlevsiz kalması anlamına gelmektedir.

Doğa bir bütün olduğu için ortama bırakılan atıklar sonunda deniz salyalarının kapladığı oksijenin olmadığı ve diğer canlıların öldüğü sonunda gıda güvencesinin riske girdiği duruma gelir. Bu bütünlük anlaşılmamış ve bu sebepten dolayı ciddi bir felaket ile karşı karşıyayız. Bu olgu anlaşılmadan sorunun çözümü de anlaşılmaz.

Bölgenin atıkları denize deşarj edildiği için suyun sıcaklığı ve iklimi değişmiş, kimyasal yapısı ve deniz hidrobiyolojisi de bozulmuş durumdadır. Denizlere bırakılan atıklar kadarının da doğaya bırakılması sonucu toprakların da kirlenmesine neden olmakta ve besin zinciri yolu ile tüm canlılar ve özellikle de toplum sağlığı bozulmaktadır. Bütün göstergeler göstermektedir ki çevresel sorunların olumsuz etkisi beklenenden de daha ciddi sonuçlar oluşmaktadır. İklim değişimleri, salgın hastalıklar, vb. birçok sorun insan kökenli sorunlardan kaynaklanmaktadır. İnsanın biraz çıkar eksenli paragöz anlayıştan doğa ve insan eksenli yapıya dönmesi insanlığın sürdürülebilirliği için yararlı olacaktır.

Bugün Marmara denizinde yaşanan müsilaj sorunu tamamen büyük bir ekosistem sorunudur. Ekoloji bilimini ilgilendiren alanlarda çalışan tüm bilim insanları yaşanan olgunun sebep sonuç ilişkisini bilirler. Sorun ağırlıklı olarak da mikrobiyal ekoloji alanı ile doğrudan ilgilidir. Toprak ekolojisi ve mikrobiyoloji ile ilgilenen bir araştırıcı olarak denizdeki müsilaj salgının oluşumu mekanizması ve kaynaklarını genel ekoloji-ekosistem mekanizması ekseninde tahmin edebiliyorum. Ayrıca bitki kök müsilaj’ının toprak yapısı üzerindeki olumlu etkisi çalıştığımız konu olarak ayrıca ilgimi çekmektedir.

İlgi duyanlar için konunun geniş anlatımı aşağıda belirtilmiştir.

Sanayi Devrimi ile Başlayan Fosil Enerji Kaynaklarının Kullanımı Çevre Sorunlarını Artırdı

Sanayi devrimi ile başlayan fosil (rezerv) enerji kaynaklarından petrol ve kömürün yakılarak tüketimi ile atmosfere sanılan CO2 miktarında meydanda gelen artış ilk defa 1900’lu yıların başlangıcında belirtilmişti. Ancak 1980’li yılarda NASA tarafından bilimsel olarak küresel olarak atmosferde CO2 konsantrasyonunun normal değerlerin üzerinde arttığının açıklanması ile dünya sorunun farkına varmış oldu. Yapılan açıklamada dünyanın ısındığı ve tekrar geriye dönüşünün de çok kolay olmadığı belirtilmektedir. ABD’de petrol ve kömür sektörünün önde gelenleri konuyu Kongreye taşımaya çalıştılar. Dünyada artan çevre sonu günden güne artması ile dünyanın çevresinde oluşan Albedo etkisi nedeniyle güneş enerjisinin yansıması ile oluşan absorbasyon ile atmosfer içeride ısınmaya devam etmektedir. Bunun sonucu kutuplarda sıcaklığın 50C den 22 0C kadar yükseldiği belirtiliyor. Küresel ısınma olarak tanımlanan bu süreç iklim değişimlerine neden olmaktadır.

Geçmişten bugüne iklimde meydana gelen değişimlerin ve küresel iklim değişikliklerinin yüzde 90’ına insanların neden olduğu somut veriler ile görülmektedir. Günümüzdeki sera gazlarının kaynağının başta enerji üretimi ve diğer sanayi kuruluşları olduğu bilinmektedir.

Dünyada hayatımızı kolaylaştıran elektrik ve elektronik ürünler diğer taraftan çevreyi kirleten ve küresel ısınmayı tetikleyerek sinsice dünyanın sonunu getirmeye çalışan organlardır. Maalesef günümüzde başta batının sanayileşmesi ve teknolojiyi kullanması ile başlayan ve bitmek, tükenmek bilmeyen kâr hırsının bütün dünyanın toprağını, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını, suyunu, havasını birer üretim faktörü olarak görmesi sonucu doğal dengelerin bozulmasına neden olmaktadır. Doğal dengenin bozulması ile bütün canlı varlıklar gibi bizlerinde sağlığının olumsuz etkilendiği görülmektedir.

Artan Çöp Üretimi Çevre Kirliliğini de Artırdı.

Türkiye’de ortalama günde kişi başına 1,12 kg çöp ve 183 Litre atık su üretilmektedir. Marmara bölgesinde 25 milyon insanın günlük toplamda 28 milyon kg çöp ve 4.6 milyar litre atık su üretilmekte ve çoğunluğu değişik yollarla denizlere akmaktadır. Son yıllarda başta sanayinin atıkları ve kentlerin çöplerinin döküldüğü yerlerin başında tarım alanları, orman ve su kaynakları gelmektedir. Şehirlerin sıvı ve katı atıkları ne yazık ki akarsulara ve denizlere çoğu zaman kontrolsüz olarak deşarj edilmektedir. Çoğu sanayi ve diğer işletmeler derin deşarj (20-25 m derine) atıkları bırakmaktadırlar. Yer altı taban suyu ve çatlaklardan denize ulaşan atıklar kirliliğe neden olabilmektedir. Sistemin tamponlanma kapasitesinin üzerindeki kirlilik faktörleri canlılığın yok olmasına neden olmaktadır. Denizlere değişik yollarla deşarj edilen kent ve endüstri atıkları başta Marmara ve Karadeniz’de yaşanan deniz salyasına sebebiyet vermektedir.

Katı çöplerin kentlerin çevresine yığılması ile ayrı toprak kirliliğinin yaralı mikroorganizmaların ölümüne neden olması beraberinden doğal ekosistemin işleyişini de etkilemektedir. Organik ağırlıklı kentsel çöplerden oluşan yığınları metan gazı üretmesi ile aynı şekilde küresel ısınma etkisi yaratarak deniz ekosistemini de bozmaktadırlar. Bilindiği gibi metan (CH₄) diğer sera gazlarından CO2‘den daha tehlikeli bir gazdır.

Çevre Kirliliğine Neden Olan İnsan Faktörü Kaygıları Arttırıyor.

Türkiye nüfusunun 1/3’ünü oluşturan Marmara Bölgesi Türkiye sanayisinin %60’ını oluşturmaktadır (https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye%27de_sanayi). Türkiye’de üretilen azotlu ve fosforlu gübre fabrikaları Marmara bölgesinde başta Kimya İhtisas Organize Sanayi Bölgesi olmak üzere çoğu kimyasal üretim fabrikaları Kocaeli bölgesinde bulunmaktadır. Balıkesir bölgesinde tavukçuluk, Bursa bölgesindeki tekstil fabrikalarının organik ve inorganik atıkları yeterince filtrelenmeden çoğu zaman derin deşarja bırakılmakta olduğu basında sıkça haber konusu olmaktadır.

Konuya ilişkin bilim insanı hocalarımızın belirtiği şekilde önlem alınmaz ise yakın gelecekte denizlerde balık tutulmasının zorlaşacağı belirtiliyor. Yine yapılan açıklamalarda yüzeyden derine inildikçe oksijenin sınır değerlerinin çok altında olduğunu rapor edilmektedir. Marmara denizindeki salya ile çöplerin ve atık suların evlerden, işyerlerinden denize kadar taşınması sonucu oluştuğu görülmektedir. Ayrıca iç göllerden, Tuz, Van ve Salda göllerinin de şehir atıklarının etkisi ile kirlendikleri sık sık basına yansımaktadır. Deniz ve iç suların kirliliği, ekonomik, sosyal ve toplum sağlığına kadar uzandığı için son salya kirliliği kamuoyu tarafından daha çok görünmek zorunda kaldı. Denizdeki salya kirliliğinin tek yönlü değil, çok yönlü ve bütünlüklü bir konu olduğu yeni yeni anlaşılmaya başlandı. Bu konu eğitim anlayışımızdan, içinde yetiştiğimiz aile ve toplum ortamının yanında ülkenin ekonomik hukuk sistemi ile de doğrudan ilişkilidir.

Deniz Salyası Müsilaj Nedir? 

Denizlerimizde yaşanan müsilaj salgısı bir bütün olarak doğa, çevresel ekosistem ve biyosferi ilgilendirmektedir. Doğal ekosistemler dinamik bir yapı içerisinde kendilerine özgü ve süreklilik gösteren dinamik bir denge içerisinde işlevlerini sürdürmektedirler. Biyosfer (yaşam katmanı) en büyük biyolojik birim olarak bütün etkileşimler sonucu belirli bir denge esasına göre işlediği için, herhangi bir noktasında meydan gelebilecek herhangi bir fiziksel, kimyasal ve biyolojik değişme bir başka bölgede etkisini gösterecektir.

Yakın geçmişe kadar insanın doğayı anlamadan doğayı bir atık deposu olarak gören bilinçli bilinçsiz davranışlarının sonucu artık doğa fonksiyonlarını yürütemez duruma gelmiş görülüyor. Başta Marmara Denizi, Ege denizi ve Karadeniz’de oluşan fitoplankton olarak tanımladığımız mikro alglerin (bitkiciklerin) aşırı çoğalması ve denizde artan kirliliğe tepki olarak ortama salınan salgı (müsilaj) denizlerin bir bütün olarak yaşam alanı olmaktan çıktığı görülmektedir. Ancak denizlerde mikroorganizmalar tarafından hücreden dışarı salgılanan şekerli ve proteyinli polisakkaritler ortamdaki diğer kirletici parçacıkları da birbirine yapıştırarak ortamı az akışkan duruma getirmektedir.

Doğadaki kaktüs türü bitkiler, topraktaki mikroorganizmalar de müsilaj üretirler. Bitkiler tarafından üretilen müsilaj, su depolanmasında, tohum çimlenmesinde önemli rol oynarlar. Toprakta bitki kökleri ile birlikte simbiyotik ilişki kuran mikoriza mantarları tarafından salgılanan Glomalinin denilen doğal bileşik bir glikoprotein (glycoprotein, şeker+protein) toprak partiküllerini bir araya getirerek toprak yapısını iyileştirir.

Ne Yapılabilir?

Sorun bütünlüklü bir çevresel sorun. Kısa ve uzun vadede alınması gereken acil ve yapısal önlemeler gerekiyor

  1. Acilen derin deşarjlar durdurulmalı.
  2. Bütün işletmelerin ileri biyolojik atık arıtma sistemine geçilmeli.
  3. Başta denizlere yüksek konsantrasyonlarda azot, fosfor ve organik atık deşarj eden işletmelerin ileri biyolojik artıma sistemlerine geçene kadar faaliyetleri durdurulmalı.

Uzun sürede;

  1. Marmara bölgesinin daha fazla göç almaması sağlanmalı. Hatta göçün seyreltilmesi için teşvikler geliştirilmeli
  2. Sanayi işletmelerinin bir kısmı yurdun değişik bölgelerine dağıtılmalı. Hem insanlar yurtlarında iş güç sahibi olur hem de batıya göç sınırlandırılmış olur.
  3. Çöp ve atık suların yerinde arıtılması ve geri dönüşeme yönlendirilmeli.
  4. Çevreye dayalı yeşil mutabakata uygun politikalara bağlı bir kalkınma ve gelişme planlanmasının yapılması planlanmalıdır.  

Bülten, sosyal medya diğer dağıtım kanallarımızda yayınlanmasını istediğiniz içerikleri https://www.turkishnews.com sitesinde menüde yer alan “Haber Gönder” bağlantısından gönderebilir arşiv aramalarınızı yapabilirsiniz.

https://twitter.com/turkishforum
https://www.facebook.com/turkishforum4
https://www.youtube.com/channel/UC1xITM5DSfqNAzOHxbfgr8A

=========================
A. Saltık :

İlginizi çekebilir,

Eski İBB Başkanı Nurettin Sözen: Erdoğan biyolojik arıtma projelerini durdurdu – Prof. Dr. Ahmet SALTIK

Management of Work Related & Occupational Diseases Caused by Ambient Air

Dear Phase 2 Students of Atilim Univ. Medical School

All medical students,
Medical residents in different branches
Physicians and 
Allied health staff
Research Units, Health Managers

General public and Media,

On 8th June 2021, Wednesday, we will conduct a 2 hours lecture (13:30 – 15:20) on zoom for Phase 2 Students of Atılım Univ. Medical School with a title / topic of

Management of Work Related & Occupational Diseases Caused by Ambient Air


Here are 29 power point slides having a rich and up to date content (PDF 0,7 MB).

Management of Work Related & Occupational Diseases Caused by Ambient Air

With respect and love. 08th June 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Univ. Medical School, Dept. of  Public Health (Emeritus)
MSc in Health Law
BSc in Political Sciences & Public Administration
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

Kırmızı çizgi

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 07 Haziran 2021
Mustafa Demirkan adındaki bir emekli imamın, Kurtuluş Savaşı’nın lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Aydınlanma Devrimlerinin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk için, “zalim” ve “kâfir” ifadelerini kullanarak hakaret etmesi, ülke çapında büyük tepkilere neden oldu.
Vatanı ve halkı için ölümü göze alan, yaşamını vatanına ve halkına adayan, namuslu, şerefli ve onurlu bir insan olan Atatürk’e hakaret edilmesi, büyük bir ahlaksızlık, saygısızlık, terbiyesizlik, vefasızlık, nankörlük ve alçaklıktır.
Bu davranışı sözde bir din görevlisinin ve imamın sergilemesi, bazı kişilerin sadece (AS: yalnızca) insanlıktan değil, dinden de nasıl uzaklaştıklarını bir kere (AS: kez) daha ortaya koymuştur.
Bizans döneminde Rum Ortodokslarının en önemli kilisesi olarak kurulan, Osmanlı’nın Bizans topraklarını işgal etmesinden sonra zor kullanılarak camiye dönüştürülen Ayasofya’nın, Atatürk tarafından bir dünya kültür mirası olarak müzeye çevrilmesini, ancak insani ve ahlaki değerlerini yitirmiş birisi, “zalimlik” ve “kâfirlik” olarak nitelendirebilir.

Atatürk, ülke çapındaki tüm camileri kapatıp müzeye çevirmiş gibi bir izlenim yaratmak için yapılan bu hakaretler, bu sözde din görevlilerinin, dürüstlükten de ne kadar (AS: denli) uzaklaştıklarını bir kere (AS kez) daha göstermiştir.
***
Ancak asıl önemli olan, bu vatanı kurtaranlara hakaret ederek vatana ihanet edenlerin, bu cesareti nereden aldıklarıdır. Bu kişi, “Cumhurbaşkanı” ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önünde bu hakaretleri yapma cesaretini nereden almıştır? Erdoğan, bu kişiye neden müdahale etmemiştir ve bu kişi hakkında hukuksal bir sürecin yürütülmesinin yolunu açmamıştır? Savcılar bu kişi hakkında neden hâlâ harekete geçmemişlerdir?

  • Erdoğan neden hâlâ bu kişinin sözlerini kınayan bir açıklama yapmamıştır?

– Daha önce Atatürk’e “ayyaş” diyerek hakaret eden; 
– “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen tescilli Atatürk düşmanı Kadir Mısıroğlu adlı şarlatanı* Cumhurbaşkanlığı’nda ağırlayan;
– Ayasofya’da Atatürk’e lanet okuyan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ı o makama getiren;
– Anayasadaki laiklik ilkesini fiilen ortadan kaldıran

Erdoğan olduğuna göre, buna fazla şaşırmamak gerekir!

Ama konuyu tek bir imama indirgeyip AKP’yi ve Erdoğan’ı bu olayda aklamaya çalışanlara şaşırmak gerekir!
***
Daha önce de Ali Erbaş’ın Ayasofya imamı olarak atadığı Mehmet Boynukalın, laiklik ilkesinin Anayasadan çıkarılması çağrısı yapmış, toplumdan büyük tepki görmüş ve görevden ayrılmak zorunda kalmıştı. Anlaşılan Atatürk’e hakaret etme ve laiklik karşıtı söylemde bulunma işini şimdi, resmi bir görevi olmadığı için görevden alınması olanaksız olan emekli imamlara verdiler.

  • Ayasofya, AKP hükümeti tarafından bir camiye ve dini ibadet alanına değil,
  • laiklik karşıtı hareketlerin ve dinci siyasetin merkezine dönüştürülmüştür.

AKP’nin iktidardan düşmesi durumunda yapılması gereken ilk iş, hukuk dışı bir yolla yok hükmünde sayılan Atatürk’ün resmi hükümet kararına sahip çıkılarak Ayasofya’nın tekrar müzeye çevrilmesi olmalıdır. Ayasofya’nın “camiye” dönüştürülmesi anayasaya, yasalara ve hukuka aykırı olduğu gibi, dinle de uzaktan yakından ilgisi olmayan bir durumdur.
***

Türkiye’deki şeriat ve teokrasi sevdalısı köktendinciler,
Kurtuluş Savaşı yıllarında işgalci İngiltere ile işbirliği yapan ve Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı mücadelesine karşı çıkan şeriat ve teokrasi sevdalısı köktendincilerin uzantılarıdır.  

Mustafa Sabri ve İskilipli Atıf gibi vatan hainlerinin kurduğu Teali-i İslam Cemiyeti, günümüzde farklı biçimlerde varlığını sürdürmektedir.

Bu insanlarda vatan ve halk bilinci diye bir şey yoktur. Onlar sadece din üzerinden halkı kandırırlar, halkın dini inançlarını suiistimal ederler, ruhban sınıfının, teokrasinin ve monarşinin çıkarlarını korurlar, vatanı emperyalizmin eline teslim ederler.

Bu nedenle, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “Atatürk kırmızı çizgimizdir” açıklaması, AKP’ye ve Erdoğan’a destek verdiği sürece, hiçbir anlam ifade etmez.
===============================
* Fesli Kadir’in ipliğini pazara çıkaran, Prof. Dr. Ahmet Saltık ile Cevizkabuğu programında tartışmasını izlemek için tıklayınız (veya kopyalayıp google arama motoruna yapıştırarak..)
https://youtu.be/Z_dNl4oEXY4?t=2489
https://youtu.be/Z_dNl4oEXY4

Bu video 1,2 milyondan çok kez izlenmiştir.

Epidemiologic Research Methods in Medicine

Dear Phase 1 Students of Atilim Univ. Medical School

All medical students,
Medical residents in different branches
Physicians and
Allied health staff
Research Units, Health Managers

General public and Media,

On 9th June 2021, Wednesday, we will conduct a 2 hours lecture (09:30 – 11:20) on zoom for Phase 1 Students of Atılım Univ. Medical School with a title / topic of

Epidemiologic Research Methods in Medicine


Here are 50 power point slides having a rich and up to date content (PDF 2,5 MB).

Epidemiologic Research Methods in Medicine

We wish you’ll gain necesary knowledge and skills, research values and Philosophy for understanding Community Health Problems.. 

With respect and love. 08th June 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Univ. Medical School, Dept. of  Public Health (Emeritus)
MSc in Health Law
BSc in Political Sciences & Public Administration
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

OCCUPATIONAL DISEASES & Work(site) Accidents

Dear Phase 1 Students of Atilim Univ. Medical School


All medical students,

Medical residents in different branches
Worksite physicians
Allied health staff
Trade Unions

General public and Media,

On 8th June 2021, Tuesday, we will conduct a 2 hours lecture (16:30 – 18:20) on zoom for Phase 1 Students of Atılım Univ. Medical School with a title / topic of

OCCUPATIONAL DISEASES 
Hidden deaths spread over time
& Work(site) Accidents


Here are 88 power point slides having a rich and up to date content (PDF 3,7 MB).

Occupational Diseases & Work Accidents

We wish you’ll gain necesary knowledge, values and Philosophy for supporting the Labour. 

With respect and love. 07th June 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Univ. Medical School, Dept. of  Public Health (Emeritus)
MSc in Health Law
BSc in Political Sciences & Public Administration
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

ATATÜRK’e SALDIRILAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

(AS: Sayın Çivi’nin güncel bir şiiri yazının altındadır.)

Vatandaş soruyor; ” Hocam Atatürk’ e saldırılar konusunda ne düşünüyorsunuz; niye yazmadınız, kısaca yazabilir mısınız.”
Haklısınız, görevimi anımsattığınız için size çok teşekkür ederim. Yazmaya çalışayım:

Ulu önderimiz ve ebedi akıl, bilim ve rota rehberimiz M. K. Atatürk Çağdaş Türkiye’nin hem devamlı doğru gören GÖZÜ, hem akılcı ve bilimsel düşünen BEYNİ, hem her zaman ve her koşulda yurt ve yurttaş sevgisi ile çarpan KALBİ ve hem de bu göz, kalp ve beyin arasında kesintisiz olarak yaşamsal iletişim kuran ŞAH DAMARI’dır.

  • Atatürk’ e her türlü saldırı ve hakaret, laik, sosyal ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşamsal organları ve temel değerlerine saldırı ve hakarettir.

Kutsal dinimizin ve kutsal kitabımızın ayetlerini amaç ve gerçek dışı kötüye kullanarak bu kutsalları siyasete alet etmek ve bireysel özel çıkarlar için dinimizi dünyevileştirmeye yeltenmek asla hoşgörü ve düşünce özgürlüğü konusu olamaz.

O dönemde Ezan ve ibadet asla yasaklanmamıştır. Tıpkı bu gün olduğu gibi, Türkiye’nin her yerinde ve her mabedinde okunmaya ve ibadete devam edilmektedir. Yapılan şey, o dönemin dünya konjonktürü (AS: topludurumu), inançlara saygı ve küresel barış gereği olarak, yalnızca eski bir Hıristiyan Kilisesi olan Ayaofya’nın müzeye dönüştürülmesinden ibarettir.

Bu hakaretler mutlaka hukuksal karşılığını bulmalıdır.

Zaten toplumumuz da hem Atatürk‘ e saldıranları ve hem de bunun hukuksal gereklerini yerine getirmeyenleri asla bağışlamaz…

Eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Yekta Güngör Özden’in özdeyişi ile,

  • ATATÜRK TÜRKİYE; TÜRKİYE DE ATATÜRK demektir.”

 

 

MİDESİYLE DÜŞÜNENLER
(Çıkar Maskaraları)

Gönüllerde yer bulamaz,
Midesiyle düşünenler.
İnsana yoldaş olamaz,
Midesiyle düşünenler.
XXX
Haktan hukuktan koparlar,
Mala, paraya taparlar,
Ahlaksız yola saparlar,
Midesiyle düşünenler.
XXX
Siyaseti yalan sanır,
Yönetmeyi talan sanır,
Ne arlanır, ne utanır,
Midesiyle düşünenler.
XXX
Kumpas çarkı döndürürler,
Yalana inandırırlar,
Cahilleri kandırırlar,
Midesiyle düşünenler.
XXX
Adaleti sele salar,
Merhameti yele salar,
Kandaşına kara çalar,
Midesiyle düşünenler.
XXX
Hukukun dulu olurlar,
Makamın kulu olurlar,
Zalimin kolu olurlar,
Midesiyle düşünenler.
XXX
Güçlüye karşı susarlar,
Mazluma zehir kusarlar,
Yoksula hava basarlar,
Midesiyle düşünenler.
XXX
Mala mülke saldırırlar,
Küplerini doldururlar,
Halka saç baş yoldururlar,
Midesiyle düşünenler.
XXX
Bolca kendini överler,
Hep sağa- sola söverler,
Her akşam kadın döverler,
Midesiyle düşünenler.
XXX
söz sırası,
Halil Çivi Bunlar çıkar maskarası,
İnsanlığın yüz karası,
Midesiyle düşünenler.
XXX
05 Haziran 2021
Prof. Dr. Halil Çivi
Doğanbey / Seferihisar / İZMİR

Dinci devlet laik millete karşı

authorMETİN ÖZUĞURLU
metinozugurlu@birgun.net

Başlık şaşırtmış olabilir; zira uzun yıllar bunun tam tersi ileri sürüldü. “Laik devlet-dindar millet“ ikiliği, şüphe edilmez bir büyük Türkiye gerçeği olarak sunuldu. Bu basmakalıp önerme, sosyolojik ve siyasal Türkiye analizlerinin ana ön-kabullerinden biri oldu.

Sadece yerli analizler de değil. Örneğin S. Huntington’un (1927-2008) Medeniyetler Çatışması adlı eserindeki “bölünmüş ülke” tanımını hatırlayalım: Baskın kültür belli bir medeniyete ait iken, yönetici elitin başka bir medeniyete meylettiği ülkeye, bölünmüş ülke denir. Örnek? Kitabın kaleme alındığı 1990’lı yıllar itibarıyla Türkiye ve Rusya idi. Huntington doğrusu bonkördü; bölünmüş ülkeden büyük Türkiye’ye geçiş formülünü bizlerden esirgemedi; yönetici elitin devlet dümenini ait olduğu medeniyete kırması bunun için yeterliydi; ne de olsa Türkiye İslam medeniyeti için merkez devlet olma potansiyeline fazlasıyla sahipti.

Harvard profesörü Huntington’ın Johnson ve Carter yönetimleri altında Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi ve CIA için danışmanlık yapmışlığı vardı; lakin Türkiye siyaseti üzerinde, yukarıda anılan başyapıtı ile çok daha belirleyici oldu. Önceki paragrafta özetlenen tezler, röportajlarla Türkiye kamuoyuna da taşındığında Huntington’ın danışmanlık dönemini andırır normatif dili, kimseyi şaşırtmadı. Ona göre “Türkiye İslam’ın lideri olmalıydı”.

“Laik devlet-dindar millet” ikiliğini temel ön-kabul kılmış analizler listesi, Şerif Mardin’siz (1927-2017) eksik kalır. Ülkemizde çağdaş sosyal düşünce üzerinde derin izler bırakan Mardin, Huntington’ın jeopolitik eksenli analizlerinin benzerlerini sosyoloji ekseninde, Türkiye bağlamında derinleştirerek geliştirdi. Mardin’in 2008’deki “öğretmen imama yenildi” saptaması, merkez-çevre ve devlet-sivil toplum ikiliklerine yaslanan Türkiye analizinin mantıki sonucuydu, üstelik laik duyarlılık bakımından, Muharrem İnce’nin “Adam yendi” sözünden daha az travmatik değildi.

Türkiye’de siyasallaşmış ve sermayeleşmiş dini cemaatler ile siyasal İslam’ın politik partileri, etkili aktörler olarak tarih sahnesinde yer aldıkları 1970’li yıllardan bugüne hep yukarda özetlenen tezleri esas alan bir stratejiyi hayata geçirdiler. Örnek olması bakımından Erdoğan’ın 5 Haziran 2014’de Samsun’dan başlattığı Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasındaki şu sözlerine yer verilebilir: “Artık millet ile devlet kucaklaşıyor. Biz milletin tarafı olduk… Şimdi artık devlet ile millet… birbirini yaşatma üzerine bir araya geliyor ve muhabbetle kucaklaşıyor”. Mevcut rejimle Erdoğan’ın şahsında devlet-millet ikiliği “muhabbetle” aşılıp füzyon gerçekleştiği için şimdilerde “öteki”, milli-gayri milli ikiliği ile tanımlanır oldu.

Buraya kadar özetlenen kavrayış AKP’lilere öyle geniş bir meşruiyet alanı açıyor ki, Ayasofya mihrabından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e lanet okuma ve hakaret etme küstahlığına zemin teşkil ediyor. Lanet ve hakaretler sadece en üst seviyeden Devlet ricali önünde yapılmıyor, bizzat onların açık-gizli onayları alınarak da yapılıyor. Bütün bunların gölgesinde Türkiye’de önemli kırılmalar yaşanıyor.

Siyasal İslamcılar, devletlû oldular; pandeminin derinleştirdiği iktisadi buhran koşullarında yaşam tarzları itibarıyla milletten de tümüyle koptular. Atatürkçüler ise ilk kez devletlû olmayan bir dille muhalefet etmeye başladılar. “Yaptırmayacağız”, “ettirmeyeceğiz” şeklindeki Cumhuriyet Mitinglerine damgasını vuran dil hatırlardadır. Gerçekte uzun süre muhalif konumda bulunan Atatürkçüler hep iktidar dili kullandılar. İslamcılar ise tam tersini yaptılar; iktidarın önce eteklerinde sonra tepelerindeki mevcudiyetleri boyunca sanki muhaliflermiş gibi bir dil kullandılar. Neyse ki artık politik pozisyonlar ile kullanılan dilin söylem evreni arasındaki uyuşmazlık ortadan kalkıyor.

  • Devlet dincileşirken, Türkiye toplumu gerçekte sahip olduğu laik norm ve değerlerle ayağa kalkıyor.

İktisatsız istiklal mümkün müdür?

Barış DosterBarış Doster
Cumhuriyet, 05 Haziran 2021

 

Türkiye’nin ekonomideki yapısal sorunlarına, salgın hastalığın yükü de eklenince, ekonomi daha da kötüleşti. Bu gerçek, büyüme oranlarıyla, işsizlik verileriyle, istihdam göstergeleriyle, hayat pahalılığıyla görüldüğü gibi; esnafın, köylünün, çiftçinin haline de yansıyor. Üretim ekonomisinden kopmanın; ne var ne yok satan bir özelleştirme programının; planlamayı unutmanın; tarım, sanayi, hizmet sektörü arasındaki dengeyi kuramamanın sonuçları bunlar.

Ekonominin ulusal ve üretken olması için gereken koşultlar sağlanamayınca, güçlü bir ekonomi, bağımsız bir dış politika da olanaklı değil.

  • Ne tasarruf bilinci var ne ulusal bir bankacılık anlayışı.
  • Dış kaynak ihtiyacı yapısal.
  • Yüksek faiz,
  • yüksek enflasyon,
  • yüksek döviz kuru,
  • yüksek işsizlik,
  • yüksek dış borç sarmalında bir ekonomisi var Türkiye’nin. 

    Türkiye’nin. Bunlara ilaveten (AS: ek olarak) demokrasi ve hukuk alanında da çıta düşünce, yabancı yatırımcı çekmek çok kolay olmuyor.

  • ABD’yle yaşanan her gerilim, ekonomiye de yansıyor.  

Bu çıkmazdan kurtulmak için, halkçı, kamucu politikalar izlemek şart. Planlama şart. Olanaklarımızı ve önceliklerimizi doğru şekilde saptayıp sıraladıktan sonra, üretim seferberliğine yönelmek şart. Bankacılık sisteminin milli olması, üreticiyi, sanayiciyi, yatırımcıyı gözetmesi şart. Yüksek teknoloji içeren, katma değer yaratan bir sanayileşme politikası şart.

Türkiye bunları başarabilir mi peki? Elbette başarır. Cumhuriyet, dün başarmıştı. Yarın yine başarır. Yeter ki Cumhuriyetin ideolojisini, birikimini, deneyimini, kültürünü, özgüvenini kıskançlıkla ve kararlılıkla sahiplenen politikalar izlensin. Geçmişe dönüp neyi nasıl yaptığımıza bakalım kısaca…

MALİ EGEMENLİK VE MİLLİ EGEMENLİK

Cumhuriyetin kuruluş sürecinde, Merkez Bankası yoktu. Tek milli banka, Mithat Paşa tarafından kurulan Ziraat Bankası’ydı. 23 yabancı banka vardı. Bunlar da ağırlıklı olarak ithalat ve ihracat için kredi veriyorlardı Türklere. Osmanlı Bankası dahil, mevduatın çok azını kredi olarak kullandırıyorlardı Türk girişimcilere. Yatırım yapmak isteyen sanayicilere, kredi vermekten çekiniyorlardı. Cumhuriyet, böyle bir bankacılık sistemi devraldığından, hızlı adımlar atmak zorundaydı. Öyle de yaptı.

26 Ağustos 1924’te, yani Büyük Taarruz’dan tam iki yıl sonra, bilinçli bir tarih seçimiyle, Türkiye İş Bankası kuruldu. 19 Nisan 1925’te, Türkiye Sınai ve Maadin Bankası kuruldu. Hedefi, sanayi ve madenleri işletmek, geliştirmekti. 1927’de Emlak ve Eytam Bankası kuruldu. Hedefi inşaat sektörünü desteklemekti. 1930’da Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kuruldu. 1932’de Türkiye Sanayi ve Kredi Bankası kuruldu. Hedefi, sanayiciyi desteklemekti. 1933’te Sümerbank kuruldu. 1933’te Türkiye Halk Bankası kuruldu. 1935’te Etibank kuruldu. 1937’de DenizBank kuruldu.

  • Üretimi, yatırımı, istihdamı, sağlıklı büyümeyi, bütüncül kalkınmayı amaçlayan Cumhuriyetin ekonomideki mucizesi, güçlü bir mali disiplinle gerçekleşti.

Çünkü Mustafa Kemal Atatürk, mali egemenlik olmadan milli egemenlik olmayacağını iyi biliyordu. Çünkü Atatürk’e göre; iktisatsız istiklal mümkün değildi.

Sivil ölümler/mafya/Ayasofya

author

Türkiye/Türkiye Cumhuriyeti/ Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşı, son iki on yılda “kirletildi/ çeteleştirildi/ayrıştırıldı”.

Türkiye ülkesi, kirletildi, bozuldu, tahrip edildi; şimdi de- Kanal ile- bölünmek isteniyor…

Türkiye Devleti, saydam olmayan bir şekilde ve bilgi kirliliği eşliğinde Anayasa ve hukuk dışı yönetimle çeteleştirildi.
Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı; din-mezhep, etnik köken, ümmet-zillet söylemleri ile ayrıştırıldı.

“Parlamenter rejim bekleme odasına alındı”dan “Anayasa suçu işleniyor”a uzanan söylem, işlem ve eylemden sadece birkaç örnek:

“KAN BANYOSU”

“Hizmet hareketi” nitelemesi ile makbul kılınan cemaat-tarikat ortaklığı için -ayrışma sonrası-, “ne istediler de vermedik?” sitemi, hukuk dışı yönetimin açık bir itirafı idi (2014).

“Ey aydın müsveddeleri siz karanlıksınız, karanlık. Aydın falan değilsiniz. Sizler … cahilsiniz.“ Barış akademisyenlerini karalamaya yönelik bu sözlere destek: “Bu sözde aydınlara ve akademisyenlere şunu özellikle söylemek istiyorum:

  • OLUK OLUK KANLARINIZI AKITACAĞIZ VE AKAN KANLARINIZLA DUŞ ALACAĞIZ!!!” (2016).“SİVİL ÖLÜMLER”Ardından başlayan kitlesel soruşturmalar, gözaltılar ve tutuklamalar, “sivil ölümler”le sonuçlandı. 15 Temmuz başarısız darbe girişimi,- kontrollü nitelemesini haklı çıkaracak şekilde- fırsata çevrilerek “kitlesel kıyımlar” yapıldı. OHAL KHK yoluyla on binlerce “sivil ölüm” failleri üçgeni şöyle: Üniversiteler ve YÖK; Hükümet ve devamı; OHALİİK. (AS: anlamadık??)

    Eski müttefikler ile hesaplaşma adına dünya hukuk tarihinin en büyük toplu kıyım mimarlarının şimdiki hedefi: Türkiye Cumhuriyeti.

    MABET Mİ, MEYDAN OKUMA ARACI MI?

    “Ayasofya, müze olarak kalmalı” iken, yargı araçsallaştırılarak verilen bir karar (02.07.20) sonucu camiye çevrildi.

    •“Bizim inancımızda vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar; vakfedenin şartı vazgeçilmezdir, çiğneyen lanete uğrar” (24.7; Minbere elinde bir kılıçla çıkan DİB başkanı Ali Erbaş )

    •“1921 ve 24 anayasalarında devletin dini İslam’dı ve laiklik yoktu. Cumhuriyet fabrika ayarlarına dönsün.” (10.02.21; Baş imam Boynukalın).

    •“…bu mabed-i şeriften Ezan-ı Muhammediye ve namaz her şey yasak olarak müze haline çevrildi. Onlardan daha zalim ve kafir kim olabilir?” (İmam Demirkan, 29/5/21; CB ve TBMM başkanı huzurunda).

    •Cuma namazları çıkışı “tek kişi”nin avlu demeçleri, Ayasofya’nın, “dini siyasete alet etme” aracı olarak kullanım iradesinin teyidi.

    ANAYASA MİMARI VE DESTEKÇİSİ!

    2016’da kan banyosu iştahı ile 2017 Anayasa değişikliğini eylemli olarak destekleyen ve resmen korunan kişi, şimdi yurt dışından, o zaman desteklediği yönetime “siyaset-çete ilişkileri” bağlamında tehditler yağdırıyor.

    Resmi tepkiler de şu üçlüyü teyit ediyor: Hukuk dışı yönetim, siyaset-mafya ilişkisi, iktidar içi kavgalar.

Kısacası, “parti başkanlığı yoluyla Devlet yönetimi”, Türkiye Cumhuriyeti’nin beka sorununu bütün çıplaklığı ile ortaya koydu.

Ne rastlantı! 2010 Anayasa değişikliği mimarı, 3-4 yıl geçmeden AKP’ye “başkaldırıyor”.

2017 Anayasa değişikliği destekçisi, 3-4 yıl geçmeden AKP’ye “kafa sallıyor”.

“Hedef Türkiye” sözleriyle sorumluluktan sıyrılmaya çalışan yöneticiler, kendilerini Devlet ile özdeşliklerini unutturmaya çalışıyor.

CUMHURİYET NASIL YIKILIR?

“Kurumlar/kurallar ve değerler” üçlüsü ile tanımlanan Cumhuriyet’in Hükümeti lağvedildi; sıra, AYM’de. Hukuk Devleti kuralları, çeteler eşliğinde büyük ölçüde tasfiye edildi. Değerler, Ayasofya üzerinden silinmeye çalışılıyor.

Marmara Denizini kaplayan “müsilaj”(salya) gibi “yönetici-patron-para” üçgeni, Ülke’nin yaşam kaynaklarını yok ediyor. Resmen korunan çete salyaları karşısındaki yöneticiler ise, ümmete ve etnik aidiyete indirgemeye çalıştıkları yurttaşı, bilim ve hukuk dışı uygulamalar ile Covid-19 koşullarında yabancıdan para gelsin diye kobay olarak kullanıyor.

Deniz salyası yetmezmiş gibi nasıl ki, Kanal ile Marmara’ya ölümcül kazma vurulmak isteniyorsa, “sivil anayasa” söylemi ile Cumhuriyet de, kurumlarından, kurallarından ve değerlerinden arındırılmak isteniyorsa, bunlara karşı direnmek, yurttaşlara düşüyor:

  • Ey Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı,
  • Türkiye ülkesi ve Türkiye Cumhuriyeti için görev başına!