Etiket arşivi: www.ahmetsaltik.net

BELEDİYENİN ANITKABİR İMAR PLANI DEĞİŞİKLİĞİNE İTİRAZ EDİYORUZ

 

 

 

Değerli Meslektaşımız,

Cumhuriyetin değerlerini yok ederek, tarihinden ve kültüründen yoksun bir şekilde, Cumhuriyetle hesaplaşmayı mekanlar üzerinden yürüterek, Atatürk‘ün bizzat talimatlarıyla yapılan, İller Bankası, Marmara Köşkü, Baraj Gazinosu, Su Süzgeci, Havagazı Fabrikası’nı bir gecede yıkanlara…

Ülkemizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ebedi ikametgahı, anı ve saygı mekanı Anıtkabir’e yönelik plan değişikliği ile nasıl planlar içinde olduklarını bilerek güvenmediğimizi bir kez daha ifade ederek, mücadeleye devam etme kararlılığımızla

  • 27 Temmuz 2017 Perşembe günü saat 13:00’te buluşuyor ve plana itiraz ediyoruz.

TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi tarafından planlanmış olan ve Odamıza iletilen, Anıtkabir Plan Değişikliği’ne ilişkin, 27 Temmuz 2017 Perşembe günü saat 13:00’te  Ankara Büyükşehir Belediyesi İmar ve Şehircilik Daire Başkanlığı önünde buluşularak itiraz dilekçeleri verme etkinliğini Ankara Tabip Odası olarak destekliyor ve siz değerli meslektaşlarımızın katılımını bekliyoruz. Saygılarımızla.

Tarih: 27 Temmuz 2017, Perşembe, Saat : 13:00
Yer: Ankara Büyükşehir Belediyesi İmar ve Şehircilik Daire Başkanlığı
Hipodrom Cad. No: 5 Yenimahalle 

* Askı Plana İtiraz Dilekçesi için tıklayınız.

==================================================
Dostlar,

BELEDİYENİN ANITKABİR İMAR PLANI DEĞİŞİKLİĞİNE İTİRAZ EDİYORUZ

Biz de orada olacağız ve imzalı dilekçemizi kayda geçirerek alındı belgesini alacağız.

Sizleri de bekleriz…

Sevgi ve saygı ile. 27 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Tabip Odası Üyesi – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Ahmet ŞIK : “Cumhuriyet’te aradığınız çete ülkeyi yönetiyor”

Ahmet Şık’ın savunmasının tam metni:
“Savunma yapmıyorum, itham ediyorum… Cumhuriyet’te aradığınız çete ülkeyi yönetiyor!”

Cumhuriyet çalışanlarına yönelik davanın üçüncü duruşmasında savunma yapan Ahmet Şık, “Ben burada savunma yapmıyorum, ifade vermiyorum, aksine itham ediyorum” dedi ve
  • Cumhuriyet’te aradığınız çete, siyasi parti kılığında ülkeyi yönetiyor!” diye ekledi. Şık, savcının sorgusunda ‘İddianamedeki suçlamalara değinmediniz’ demesi üzerine, “İddianamenin üzerinde pek durmadım. Bence siz de pek kaale almayın.” diye cevap verdi.

“Terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” iddiasıyla tutuklanan gazetemiz yönetici, yazar, muhabir ve avukatları hakkındaki dava, gözaltılardan 9 ay, iddianamenin hazırlanmasından 3 ay sonra önceki gün başladı. Duruşmanın 3. gününde savunma yapan Ahmet Şık, savunmasını Kahrolsun istibdat yaşasın hürriyet diyerek bitirdi.

İşte Ahmet Şık’ın gazetecilik ve hukuk dersi verdiği savunmanın tam metni :

Sözlerime 3 yıl önce, 2014’te yayımlanan ‘Paralel Yürüdük Biz Bu Yollarda’ isimli kitabımın önsözünden bir alıntıyla başlayacağım. AKP ve Gülen Cemaati arasındaki mafyatik iktidar ortaklığının nasıl dağıldığını anlatan bu inceleme-araştırma kitabımın önsözü şöyle başlıyor:

“Türkiye’yi siyasal ve toplumsal olarak beraber dönüştüren iki güç olan AKP ile Gülen Cemaati’nin birlikteliği ve yancı desteğiyle sürdürülen, adına iktidar denilen kanalizasyon patladı. ‘Yeni Türkiye’ denilen garabeti inşa eden, amaca ulaşmak için her türlü araca başvurmanın uygun olduğu Makyavelist bir anlayışın hakim olduğu iki güç; AKP ve Cemaat ayrıştı.

Her ikisi de sistemin ve toplumun demokratikleşmesini değil, kendi otoritesini hakim güç kılmak üzerinden, içinde örgütlenmeye çalıştıkları devleti ele geçirmek isteyen güç odakları.

Uzun vadede söz sahibi tek güç olacaklarını düşündükleri devletin otoritesine bağlılığı sarsılmaz kılmaya çalışan bir anlayışa sahip bu iki odak, gördük ki bir yandan ortak düşmanlarla mücadele ederlerken öte yandan birbirlerini yok etmeye dönük hamleler için malzeme biriktirmişler.

Bu malzemelerin kullanılacağı günün yaklaştığı, kanalizasyondaki pis kokunun uzun süredir dışarıya yayılmasından belliydi. Medya köşelerinden yapılan tehditler, el altından yapılan tasfiyeler, zaman zaman sızdırılan telefon konuşmaları, hukuksuzluk üzerine kurulu polis-yargı operasyonlarının, ortak düşmanlardan sonra iktidar bileşenlerini hedef alması yaşanacakların işaretiydi.

“SADECE DEVLETİN SAHİBİ KİM OLACAK DİYE SAVAŞILIYOR”

Ortalıkta yok edilecek düşman kalmadığına kanaat getirince, devletin sahibinin kim olacağı kavgasına tutuşarak birbirlerini hedef aldılar. Evet ortalığı pislik götürdü, götürüyor. Görünen o ki bir süre daha böyle olacak. Dinin, etik değerlerin alet edildiği bu savaşta tarafların ihtiyaçlarını karşılayan yalanlar, tarafları nezdinde gerçeklerden daha itibarlı. Bu yüzden yapılan savunmalara kimse aldanmasın. Bu savaş, ne demokrasi ve temiz toplum ne de birilerinin iddia ettiği gibi barış ya da sivilleşme için yaşanıyor. Sadece devletin sahibi kim olacak diye savaşılıyor.”

Bu satırlar yayımlandıktan sonra, AKP ve Gülen Cemaati arasındaki savaş daha da şiddetlendi. 2007’deki Ergenekon soruşturmalarıyla başlayan sahte bir tarih yazımı sürecinin iktidar ve suç ortaklarının devletin ve ülkenin yağmalanmasında kimin daha çok pay alacağıyla ilgili savaş bir darbe kalkışmasına kadar uzandı. 15 Temmuz 2016’da 250 insanın katledildiği kanlı bir kalkışma yaşandı.

Tek failinin Gülen Cemaati olduğuna inanmamız istenen bu kalkışmanın hükümet tarafından önceden bilindiğine yönelik ciddi kuşkular var. Üzerinden bir yıl geçtiği ve çok sayıda soruşturma açılmasına rağmen kuşkular azalmak yerine giderek arttı. İhtiyaç duyulan ‘Kontrollü Kaos’ için yol verildiği zannına kapılmamıza neden olan birçok emaresiyle karanlıkta kalması istenen 15 Temmuz Darbesi son 10 yıla yayılan sahte tarih yazımının da en önemli kilometre taşı oldu. İçinde sıklıkla geçen “demokratikleşme-sivilleşme” sözcükleriyle, yalanlarla kurgulanmış bu sahteliğin tek gerçeği ise darbecilerin katlettiği insanlar oldu.

“KONTROLLÜ KAOS” DEMEMİZ BOŞA DEĞİL

Darbenin karanlıkta bırakılmak istenen yanlarına dair sorular sormamız, ‘Kontrollü Kaos’ dememiz boşa değil. Kalkışmanın hedefindeki kişi Recep Tayyip Erdoğan, henüz ülke kan gölünün ortasındayken niyetini açık eden cümleyi ağzından kaçırmış, Bu darbe bize Allah’ın bir lütfudur demişti. Lütuf denilerek kastedilenin ne olduğunu hep birlikte gördük, yaşadık, yaşıyoruz. Hakikati dile getirenlerin, suç düzenine itiraz edenlerin, gasp edilen haklarını talep edenlerin seslerinin kısılıp boğulmaya çalışıldığı ve giderek koyulaşan karanlık günlerden geçiyoruz. Kısaca özetlemekte fayda var :

  • Darbe engellenmesine engellendi ama ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) ile temel hak ve özgürlüklerin tümü askıya alındı.
  • Onbinlerce insan ‘Darbecilik-FETÖ’cülük’ suçlamasıyla gözaltına alındı, 50 binden fazlası tutuklandı. İşkencelerden geçirilenler oldu.

Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) devletin ve toplumun Türk-İslamcı bir biçimde dizaynına hız verildi. ‘Bizden olanlar – olmayanlar’ ayrımının tek ölçüt kabul edildiği kuşkularını haklı çıkaran uygulamalarla kamudan tasfiyeler başlatıldı. 110 binden fazla kamu görevlisi ihraç edildi. Güvenlik, yargı, eğitim gibi devletin temel organları başta olmak üzere kamuda doğan boşluk liyakatin değil biat etmenin temel alınmasıyla AKP kadrolarınca dolduruldu.

Yıllarca öğrenci yetiştirmiş bilim insanları, öğretmenler bir anda ‘terörist’ olduklarına hükmedilerek işsiz bırakıldılar. Hakkı olanı geri almak için mücadelesini açlık greviyle sürdürenlere dahi yanıt hapishane oldu.

Fiili olarak ortadan kalkmış olan güçler ayrılığı prensibini resmi olarak da ortadan kaldıracak düzenlemelerin yolu OHAL koşullarında, sandık güvenliği olmadan yapılan şaibeli bir referandumla açıldı.

Türkiye’de her zaman sorunlu olan, istisnai örneklerle varlığını kanıtlamaya çalışan yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, kendilerini iktidarın menfaatlerine memur tayin eden hakim-savcılar eliyle tamamen ortadan kalktı. Tutuklama terörüyle gasp edilen kişi özgürlüğünün ihlali, geçerli 6 milyon oy sahibinin iradesini temsil eden Meclis’in üçüncü büyük partisine de uzandı. HDP’nin eş genel başkanları, milletvekilleri ve yine seçilerek göreve gelmiş birçok belediye başkanı esir edildi. Ve hatta bu tutuklamaların yolunu açan düzenlenmeyi “teröristleri koruyorlar” tezviratı yapılacak korkusuyla onaylayan ana muhalefet partisi CHP’nin bir vekiline kadar vardı tutuklamalar.

Birçok sivil toplum örgütü kapatıldı. Hak savunucuları tutuklandı. Onlarca şirkete el konuldu.

Darbenin engellenip demokrasinin taçlandırıldığı söylenen ülkede yazılı, görsel, işitsel yayın yapan onlarca medya organı kapatıldı. Soruşturma, dava, tutuklama tehditleri ve ekonomik baskılara rağmen hâlâ direnmeye çalışan birkaç gazete ve bir avuç gazeteciyi saymazsak hakikati perdelemeden yayın yapan tek bir medya organı ve gazeteci kalmadı. 150’den fazla gazeteci de hapislere tıkılınca Türkiye yeniden ‘dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi’ ünvanına kavuştu. Öyle ki; Türkiye tek başına, diğer bütün ülkelerin hapishanelerinde tutulan gazetecilerin toplamından daha fazla esire sahip konumunda.

HAPİSTE OLMADIĞI HALDE TUTUKLU OLAN GAZETECİLER

Hapiste olmadığı halde tutuklu bulunan, yani sansür ve otosansür kıskacındaki gazetecileri de listeye eklediğimizde tablo daha da karamsar bir hal alıyor. Sansürün koyu gölgesi nedeniyle farklı sermaye gruplarının sahipliğinde yayın yapan çok sayıda medya organı bulunmasına rağmen tek sesli yayıncılık anlayışı tüm ülkeye hakim olmuş durumda. Cumhurbaşkanı
Erdoğan uykusunda konuşsa canlı yayın yapmak zorunda olan televizyon kanallarında,
iktidar komiserleri olmadan siyasal program yapmak da yasak.

Medyanın durumu böyle olunca, siyasal eleştiri mecrası olarak sadece sosyal medya araçları kalmış oldu. Eğer erişim engellenmemişse, eğer internet devlet sansürüyle kesilmemişse, eğer AKP’nin kadrolu internet trolleri ve muhbir vatandaşlarının ve savcılarının hoşuna gitmeyecek şeyler yazmamışsanız eleştiri hakkınızı kullanmanın önünde bir engel yok. Ancak, bu hakkınızı kullandığınızı için tutuklanmayacağınızın garantisi de yok.

“15 TEMMUZ’DA DARBE ENGELENDİ AMA CUNTA İKTİDAR OLDU”

Engellenmiş bir darbe kalkışması sonrasında memleketin içinde bulunduğu karamsar tablonun kısa özeti böyle. Aslında bu kadar laf kalabalığını tek bir cümleye sığdırmak da mümkün:

  • 15 Temmuz’da darbe engellendi ama cunta iktidar oldu.

Darbe kalkışmasından sonra hazırlanan iddianamelerde Gülen Cemaati’nin amacı şöyle anlatılıyor:

“Türkiye Cumhuriyeti devletinin tüm Anayasal kurumları olan Yasama, Yürütme ve Yargı erklerini ele geçirmek ve bu süreç tamamlandıktan sonra devleti, toplumu ve fertleri FETÖ’nün ideolojisi doğrultusunda yeniden dizayn ederek; oligarşik özellikler taşıyan bir zümre eliyle ekonomik, toplumsal ve siyasi gücü yönetmek.”

Bir lütuf olarak görülen kanlı bir kalkışmadan bugüne uzanan süreçte ortaya çıkan, biraz önce özetlediğimiz tabloya baktığımızda, iddianamelerde anlatılan bu amacın gerçekleşmediğini kim söyleyebilir? Türkiye Cumhuriyeti devletinin tüm Anayasal kurumları olan Yasama, Yürütme ve Yargı erkleri ele geçirilmedi mi?

OHAL ve KHK’ler aracılığıyla devleti, toplumu ve fertleri kendi ideolojileri ve menfaatleri doğrultusunda dizayn etmeye çalışmıyorlar mı? Devleti ve ülkenin kaynaklarını talan etme niyet ve kararlılığında, oligarşik özellikler taşıyan bir zümre eliyle ekonomik, toplumsal ve siyasi gücü yönetmeye çalışmıyorlar mı? İşte bu nedenlerle

  • Gülen Cemaati’nin en büyük yenilgisi olan 15 Temmuz Kalkışması, aynı zamanda en büyük zaferidir.

Çünkü, Fethullah Gülen’in idealize ettiği devlet, toplum ve fert modeli 15 Temmuz kalkışması sonrasında hayata geçirilmiş oldu. İnşa süreci hızla devam eden ve demokrasinin yanında yer alan herkesin karşı çıkması gereken sistem kimin elinde olursa olsun, patenti Fethullah Gülen’dedir. Tam da bu nedenle Fethullah Gülen ve cemaati ne istediyse, Recep Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti vermiştir.

Şimdiyse, kanlı bir kalkışmanın ardındaki güçlerden birisi olduğu kuşku götürmez bir gerçek olan Gülen Cemaati’nin, FETÖ diye anılan bir canavara dönüşmesinde hiçbir sorumlulukları yokmuş gibi davranıyorlar. Suçlu olduklarını söylemeyelim, gerçekleri anlatmayalım istiyorlar.

Darbecilerce katledilenlerin kanlarını ucuz ve sığ bir siyasetin demagoji malzemesi yapıyorlar.

Çünkü gücü elinde tutanların tek bir amacı var: Totaliter iktidarlarını her ne olursa olsun sürdürmek.

Ve bunun için her türlü kötülüğü yapacak, herkesten vazgeçebilecek bir ruh halinde olacaklar. Uzun iktidar yolculukları, birlikte yola çıktıklarından birer birer vazgeçtiklerinin örnekleriyle dolu bir tarihi barındırıyor. İşlerinin bittiğini düşündüklerini, kullanım süresi dolanları, ihtiyaç kalmayanları geride bırakıp yollarına devam ettiler. Destekçilerinden, işbirlikçilerinden, suç ortaklarından ve hatta dava arkadaşlarından vazgeçtiler. Elbette kalanlara da, saflarına ekledikleri yeni kullanışlılara da sıra gelecek.

KORKACAĞIMIZI, SUSACAĞIMIZI SANIYORLAR

Medyanın neredeyse tamamını iktidarlarının borazanı haline getirenler, suçlarını ve kötü niyetlerini ortaya koymakta diretenleri ise hapsederek susturmaya çalışıyorlar. Korkacağımızı, susacağımızı sanıyorlar. Bir kez daha yanıldıklarını göstermek için anlatmaya devam edelim…

45 yıllık geçmişi bulunan Gülen Cemaati’nin, ilk 30 yılda tamamladığı devlet içindeki yatay örgütlenmesinin dikey bir gelişim seyri izlemesi ise son 15 yılda tamamlandı. İktidarına gayrı resmi ortak olduğu AKP hükümetinin sağladığı olanaklarla Gülen Cemaati’nin, adeta devleti kendisine paralel hale getirmek için önünde engel kalmadı.

Cemaat, polis ve yargı teşkilatları ile Ordu’daki operasyonel birimlerde hayli güç biriktirmişti. AKP iktidarıyla birlikte stratejik mevki ve makamlara yerleşmek de zor olmadı. Sonrasında ise, ele geçirilmesi planlanan resmi ya da sivil tüm alanlardaki alternatif ve rakip olabilecek aktör, kişi ve kurumlar tasfiye edilerek, kendilerinin önceliklerini belirleyen bir nüfuz alanına kavuşmuş oldular. Doğru ifadesiyle söylersek, Gülen Cemaati’nin devlet ve toplum için en tehlikeli hale gelecek güce erişmesinin en büyük sorumlusu,

  • “Ne istedilerse veren” ve “yaptığı yardımlar için af dileyerek” suçunu da itiraf eden Recep Tayyip Erdoğan ve 15 yıldır tek başına iktidar olan AKP’dir. Dolayısıyla 15 Temmuz kalkışmasının da sorumluları arasındadırlar. Birkaç somut örnekle açıklayacağım ancak öncesinde bir anımsatmada bulunmakta yarar var.

Ergenekon ile başlayıp Balyoz, Askeri Casusluk ve başka birkaç soruşturma ile sürdürülen bir dizi kumpas davasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içinden Gülen Cemaati mensubu olmayan çok sayıda subay tasfiye edildi. Tutuklanmaktan kurtulanların terfileri bile çeşitli haysiyet cellatlıklarıyla engellendi. O dönemde başbakan olan Erdoğan, kendisini bu davaların savcısı olarak ilan etmişti. AKP hükümeti de siyasal onay makamı olarak bir yandan hukuksuzluklara suç ortaklığı yaparken, öte yandan kumpasların faillerine yönelik eleştiri ve suçlamalara karşı da kendini siper etmişti. Şimdiyse, o dönemin suç ve günahlarının tüm yükünü Gülen Cemaati’nin sırtına yükleyerek kendi rollerini ve suçlarını gizlemeye çalışıyorlar.

O dönemde cemaatin komplolarıyla hapsedilen, AKP-Cemaat ortaklığının medyadaki tetikçileri tarafından infaz edilmeye çalışılan çok sayıda kişi vardı. Bu kişilerden, aralarında gazetecilerin de olduğu bazılarının, AKP’nin suçlarının gizlenmesinin kolaylaştırıcısı/ortağı haline geldiğini, hatta bu dönemin haysiyet celladı olarak sahnede bulunduklarını da belirtmeden geçmeyelim. Konumuza dönersek, Gülen Cemaati söz konusu kumpas davalarıyla TSK’deki terfi listesi ve sırasını menfaatleri ve amaçları doğrultusunda şekillendirerek kendi mensuplarının önünü açmış oldu.

TSK’DEKİ TASFİYEDE CEMAATİN YARDIMINA KOŞAN YİNE AKP OLDU,
HEM DE ARALARINDAKİ SAVAŞ SÜRERKEN

TSK’de Cemaat mensubu olmayan subaylar elbette bu davalarla saf dışı bırakılanlardan ibaret değildi. Kalanların saf dışı edilmesi için Cemaat’in yardımına koşan yine AKP hükümeti oldu. Hem de aralarındaki savaş sürerken. Bakalım neler olmuş…

2012 Mayıs’ında yapılan yasal değişiklikle, askeri personelin 15 yıllık zorunlu hizmet süresi 10 yıla indirilmişti. Cemaat böylece, kendilerinden olmayan subaylardan bazılarının Ordu’dan ayrılacağını hesaplıyordu. Öyle de oldu. Kumpas davalarıyla yaratılan korku iklimi ve TSK’nin yaşadığı itibar kaybı nedeniyle istifalar yaşandı. Bu ilk yasal değişiklikten sonra gerçekleşen önemli bazı düzenlemeler ise ilginç bir şekilde AKP ve Cemaat arasındaki savaş başladıktan sonra yapılmıştı.

AKP ve Gülen Cemaati arasındaki savaşı bir meydan muharebesine çeviren ve aralarındaki ilişkiyi onarılamaz biçimde koparan 17/25 Aralık 2013’teki yolsuzluk soruşturmalarıydı.

  • Suriye iç savaşında rejim karşıtı olarak çarpışan bazı selefi cihatçı gruplara silah ve mühimmat yardımı yapıldığını kanıtlayan MİT TIR’ları operasyonları da bu süreçte gerçekleştirilmişti.

İşte ilişkilerin böylesine kopuk olduğu bir dönemde bazı AKP milletvekillerinin talep, öneri ve oylarıyla gerçekleşen yasal değişiklerle TBMM’de askerlikle ilgili bazı düzenlemeler yapıldı. İlkin 11 Şubat 2014’te Meclis’in çoğunluk gücü olan AKP’nin benimsemesiyle yapılan düzenleme ile TSK’de terfiler 1 yıl öne çekildi. Böylece aralarında çok sayıda Cemaat mensubu olan 4 yıllık albaylar ve 3 yıllık generaller de terfi kapsamında Yüksek Askeri Şura’ya (YAŞ) dâhil edilmiş oldu. Düzenlemeyle aynı zamanda, Cemaat mensubu olmayan ve YAŞ kararlarında terfi alamayan generaller de bu şekilde emekli edilerek TSK dışına çıkarılmış olacaktı.

İkinci değişiklik 2 ay sonra gerçekleşti. 12 Nisan 2014’te yürürlüğe giren TSK Yüksek Disiplin Kurulları Yönetmeliği’yle Ordu’dan ihraçları değerlendirmek üzere yeni Yüksek Disiplin Kurulları oluşturuldu. Bu kurulların çalışma esaslarını belirleyen Subay Sicil Yönetmeliği’nde yapılan değişiklik, irticai faaliyetler nedeniyle TSK’den ihraçların önünü kesiyordu.

Bir diğer değişiklik 37 AKP’li vekil tarafından 30 Aralık 2015’te Meclis Başkanlığı’na sunuldu. Bu kanun değişikliğiyle, albaylıktan generalliğe terfi için bekleme süresi 4 yıla indirilmiş oluyordu. Bu şekilde, Cemaat mensubu olan ancak terfi sırası gelmemiş albayların general olmasının da yolu açılmış oldu. Son değişiklik 6722 sayılı TSK Personel Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’du. 1988 ve daha önceki yıllarda Harp Okullarından mezun olmuş subaylar, Gülen Cemaati’nin örgütlüğünün en zayıf olduğu gruplardı. Söz konusu yasa değişikliği de, Ordu’da hizmet süresini 28 yıla indiren düzenlemeler öngörüyordu. Böylece Cemaat, kendisinden olmayan subayları en çok sayıda bulunduğu üç devreyi birden topluca emekli ederek TSK dışına çıkarmış olacaktı.

15 Temmuz darbesi girişiminin en önemli aktörleri oldukları öne sürülen generaller Mehmet Dişli ve Mehmet Partigöç’ün hazırladığı bu tasarının, bir madde hariç tümünün, yasa kabul edilir edilmez yürürlüğe girmesi öngörülüyordu. 2016 Ağustos Şurası’ndan sonra yürürlüğe girmesi öngörülen ise, Cemaat’in en az örgütlü olduğu 1988 ve önceki yıllardaki mezunları kapsayan üç devrenin birden toplu olarak emekli edilmesiyle ilgili maddeydi. 23 Haziran 2016 gecesi, tasarının Meclis’teki görüşmeleri sırasında AKP Grubu’nun verdiği bir önergeyle, o maddenin de kanun çıktığı anda yürürlüğe girmesi sağlandı.

1985-2003 ARASI 400 PERSONEL TSK’DEN İHRAÇ EDİLDİ,
AKP DÖNEMİNDE TEK BİR İHRAÇ OLMADI

AKP hükümetinin sınırsız desteğiyle yürütülen kumpas davaları ve yine hükümet eliyle yapılan yasal düzenlemelerle Gülen Cemaati’nin TSK içinde hedeflediği tasfiyeler büyük oranda gerçekleşmiş oldu. Bunların ne anlama geldiğini de 15 Temmuz sonrasında ortaya çıkan tablo gösterdi.

CHP’nin hazırladığı, “Öngörülen, Önlenmeyen ve Sonuçları Kullanılan Kontrollü Darbe” başlığını taşıyan, TBMM 15 Temmuz Darbesini Araştırma Komisyonu’nun raporuna yönelik muhalefet şerhini içeren raporundan yapacağım alıntı, söylemeye çalıştığımı daha anlamlı kılacak. Raporda yer alan bilgilere göre, kumpas davalarından sonraya rastgelen 2011, 2012 ve 2013 yıllarındaki YAŞ kararlarıyla terfi eden generallerin neredeyse tamamı FETÖ üyesi olmakla suçlanıyorlar. Biraz önce anlattığım AKP hükümetinin yaptığı yasal düzenleme ve değişikliklerden sonraki döneme rastgelen 2014 ve 2015 yıllarındaki YAŞ kararlarıyla albaylıktan generalliğe terfi edenlerin de %80’ine aynı suçlama yöneltilmiş.

Bu arada 1985’ten AKP’nin iktidara geldiği 2003’e kadar Gülen Cemaati mensubu oldukları iddiasıyla toplamda 400 personelin TSK’den ihraç edildiğini, ancak 2003’ten darbe kalkışmasının yaşandığı tarihe dek herhangi bir ihraç yaşanmadığını vurgulamakta yarar var.

Uygulanmayan 2004 Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararlarından da bahsettikten sonra Gülen Cemaati’nin darbe kalkışmasına girişecek kadar TSK içinde böylesine etkili bir güce ulaşmasında AKP hükümetinin azımsanmayacak katkılarını anlatmaya çalıştığım bu bölümü bitireceğim.

25 Ağustos 2004’deki MGK toplantısı yapıldığında AKP iktidardaki ikinci yılını doldurmak üzereydi. Bildiğiniz gibi MGK, en üst düzeyde asker ve sivil yöneticilerin bir araya gelerek, kurula adını veren milli güvenlik konularının görüşüldüğü, tavsiye niteliğinde kararların alındığı bir toplantıdır. Kararları da mutlaka gizli tutulur.

Ancak 2004 MGK kararları birkaç yıldır biliniyor.

Bugünkü Türkiye’nin inşası sürecine yaptığı katkılarla maruf Taraf gazetesinde 28 Kasım 2013’de manşetten yayımlandı.

AKP-Cemaat savaşının ilk dönemlerinde yayımlanan ve çatışmaların daha da şiddetleneceğinin işaret fişeği olan bu haberle birlikte öğrendik MGK toplantısının kararlarını.
15 Temmuz darbe girişiminden 12 yıl önce yapılan bu MGK toplantısının konusu, Gülen Cemaati’nin gelecekte yaratacağı tehlikeye işaret ediyormuş. Bu nedenle toplantıda, “Fethullah Gülen Grubunun Faaliyetlerine Karşı Alınması Gereken Tedbirler” başlığıyla, Cemaat’e karşı bir eylem planı hazırlanması tavsiye kararı olarak dönemin TSK yönetimi tarafından AKP hükümetine bildirilmişti.

Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve 5 ayrı bakanın yanı sıra Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ve MGK’nin diğer asker üyeleri olan kuvvet komutanları Aytaç Yalman, Özden Örnek, İbrahim Fırtına ve Şener Eruygur tavsiye kararının altındaki imzaların sahipleriydi.

 

GÜLEN CEMAATİ BİZZAT AKP TARAFINDAN TEHDİT LSİTESİNDEN ÇIKARILDI

Önerinin sahibi olan TSK, karar uyarınca oluşturulacak eylem planı çerçevesinde Gülen Cemaati’nin yurt içi ve dışındaki faaliyetlerinin hassasiyetle takip edilerek, ileride yaratabileceği tehlikelere karşı radikal tedbirler alınmasını öneriyordu. Bu tavsiye kararlarında imzası bulunan komutanlardan üçünün kumpas davalarında tutuklandığını anımsatıp hükümetin neler yaptığını anlatarak devam edelim.

Haberin Taraf Gazetesi’nde yayımlanmasından sonra AKP’nin de seçmen tabanını oluşturan muhafazakar kamuoyunda oluşan tepkiler üzerine hükümetten peş peşe açıklamalar yapıldı. Açıklamaların ortak noktası; kararların tavsiye niteliğinde olduğu ve hükümetçe yok sayılarak hiçbir zaman uygulanmadığıydı. Dönemin Başbakan Başdanışmanı olan Yalçın Akdoğan twitter hesabından, “2004’teki MGK kararı hükümet tarafınan yok hükmünde kabul edilmiş, hiçbir bakanlar kurulu kararı alınmamış, hiçbir işlem yapılmamıştır” açıklamasını yapmıştı. Dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da “10 yılda MGK’de kabul edilen hiçbir şey hayata geçirilmediği gibi biz; dindarları, dini grupları mağdur edecek hiçbir şeyi hayata geçirmedik. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin işlevselliğini biz ortadan kaldırdık” demişti. Arınç’ın açıklamasında, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne vurgu yapılması da önemli. Zira, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, devletin iç ve dış tehdit olarak belirlediği grupları tanımlar. Gülen Cemaati de 2010 yılına dek bu belgede, devlet güvenliğine yönelik iç tehdit grupları arasında sayılıyordu. Ancak, Arınç’ın da vurguladığı üzere Gülen Cemaati, bizzat AKP hükümeti tarafından tehdit listesinden çıkarıldı.

Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, 2004 MGK kararlarının uygulanmaması üzerine bakın nasıl bir tespitte bulunmuş: “İfade edilen çeşitli saiklere rağmen 2004 MGK kararının, siyasi ve hukuki yönlerden zamanın iktidarınca tedbirler yönünden değerlendirilmeyişi, Gülen Cemaati’nin sadece Türk Silahlı Kuvvetleri’ni değil, Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve kurumlarını da işgal etme sürecine ivme kazandırmıştır.”

“HAYIR KANDIRILMADINIZ, AKSİNE BİZİ KANDIRAMYA ÇALIŞTINIZ”

MİT’te üst düzey yöneticilik yapmış olan Öneş’in devletin dinci bir örgüt tarafından işgal edilmesi sürecinin önemli sorumlularından biri olarak AKP hükümetini işaret ettiği açıklaması böyle. AKP hükümetinin konuyla ilgili yaptığı ve bir suç itirafı olan açıklamaları da ortada.

Cemaat kendilerini hedef alana dek uyarı ve eleştirileri dinlemeyip, devleti tüm kurumlarıyla birlikte bu çeteye teslim eden, suçlarına ortaklık yapanlar şimdi “kandırıldıklarına” inanmamızı istiyorlar.

Hayır kandırılmadınız. Aksine, birlikte kandırmaya çalıştınız.

Yıllardır bunu söylememize rağmen,Cumhuriyet Gazetesi’nden örgüt, bizlerden FETÖ’cü çıkarmak için beyhude bir çabaya girişen Türkiye yargısının “kandırıldık” açıklamasını yeterli görerek şüpheliler hakkında herhangi bir soruşturma açmadığını da belirtelim.

Şimdi yargının AKP eliyle Cemaat’e nasıl teslim edildiğine bir göz atalım. CHP’nin 15 Temmuz kalkışmasıyla ilgili hazırladığı raporundan yine bir alıntı yapacağım.

Darbe girişimi sonrasında, Gülen Cemaati’nin hatırı sayılır bir ağırlığı olan yargı teşkilatından birkaç bin hakim-savcı “FETÖ’cü oldukları” gerekçesiyle ihraç edildi. Birçoğu tutuklandı.

CHP’nin raporu, ihraç edilen yargı mensuplarının kadrolaşmalarına dair çarpıcı tespitler içeriyor. Raporda darbe sonrasında KHK’lerle ihraç edilen yargı mensupları arasında kıdemi en eski olanın 1980’de mesleğe girdiği belirtiliyor. 1980’den AKP’nin iktidara geldiği 2002’ye kadar, farklı hükümetler tarafından toplamda 7 bin 672 hakim ve savcının ataması yapılmış. Bunlar arasından darbe kalkışması sonrasında ihraç edilenlerin sayısı bin 210 kişi. Oransal olarak ifade edersek, 23 yıllık bir süreç içinde göreve başlayan yargı mensupları arasında FETÖ bağlantısı olduğu iddiasıyla ihraç edilenlerin oranı yaklaşık yüzde 16.

Şimdi bir de AKP’nin iktidar olmasından sonraki dönemlere bakalım.

Raporda 2003-2010 yılları arası ilk AKP Dönemi olarak adlandırılmış. Bu dönemde ataması yapılan 3 bin 637 hakim-savcıdan ihraç edilenlerin sayısı bin 255 kişi. Oransal ifadeyle, toplam atamalar içinde ihraç edilenlerin payı yaklaşık yüzde 35 olan bu dönemin adalet bakanları ise Cemil Çiçek, Mehmet Ali Şahin ve Sadullah Ergin.

Yargıdaki vesayete son verdiği demogojisi yapılan 2010 Anayasa Referandumu sonrası ile AKP’ye yönelik yolsuzluk soruşturmalarının yapıldığı 17/25 Aralık 2013 tarihleri arası ise raporda ikinci AKP Dönemi olarak incelenmiş. Bu dönemin adalet bakanları ise yine Sadullah Ergin ve Bekir Bozdağ. Bu iki bakanın döneminde ataması yapılan 2 bin 876 hakim/savcıdan bin 192 kişi ihraç listelerine girmiş. İhraçların toplam atamalar içindeki payı ise yaklaşık yüzde 42.

AKP’nin Cemaat’le ortaklığının sona ermesinden sonraki , 2014’den 15 Temmuz 2016 darbesine kadar geçen süre ise üçüncü AKP Dönemi başlığı ile ele alınmış. Adalet Bakanı ise yine Bekir Bozdağ. AKP – Cemaat savaşının şiddetlenmesi nedeniyle bu dönemdeki yargı atamalarında Cemaat payında belli bir düşüş göze çarpıyor. Atanan 2 bin 281 Hakim-savcıdan 582’si ihraç edilmiş. Yani yaklaşık yüzde 26’sı.
AKP’nin bu üç dönemine dair toplam sayıları kıyaslamalı olarak verirsek; 1980-2002 arasındaki 23 yılda yargıdaki Cemaat kadrolaşması yaklaşık yüzde 16’iken, AKP’nin kesintisiz olarak hükümet olduğu 2003-2016 arasındaki 14 yılda ise bu oran yüzde 35 olmuş. Bu 14 yılda ataması AKP tarafından yapılan 8 bin 794 hakim-savcıdan 3 bin 29’u ihraç edilmiş. Oransal ifadesiyle toplam atamalar içinde FETÖ bağlantısı nedeniyle ihraç edilen yargı mensubu yüzde 35 olmuş.

AKP hükümetinin kendisini suçtan muaf tutmak için sığ bir kurnazlık örneğiyle, FETÖ adına yürütülen soruşturmalarda milat olarak kabul ettiği 17/25 Aralık 2013 sonrasındaki döneme ilişkin ihraç oranları bile 1980-2002 arasındaki dönem ortalamasının üzerindedir. Geçen haftaya kadar Adalet Bakanı olan Bekir Bozdağ’a ayrıca bir parantez açarak bu konuya nokta koyalım.

Bekir Bozdağ, AKP hükümetinin 14 yıllık iktidarında Adalet Bakanı olarak görev yapan 4 isimden biri. 24 Mart 2011’de Meclis’te yaptığı konuşmada Fethullah Gülen’den “Bu ülkenin yetiştirdiği değerli bir kıymet, bilge bir insandır. Herşeyi açıktır” diye bahseden Bozdağ, 9 Haziran 2012’de de “Muhterem Hoca Efendiye Antalya’dan selamlarımı iletiyorum” mesajını kişisel twitter hesabından paylaşan kişidir. 15 Şubat 2012’de de CNNTURK televizyon kanalında katıldığı bir programda, “Yargıda cemaat örgütlenmesi var mı?” sorusunu “böyle bir şey mümkün olmaz” diyerek yanıtlayan da Bekir Bozdağ’dır. Cemaat ile aralarındaki savaşın başlangıç zamanlarında, 15 Ağustos 2013’te, “Cemaat’le AKP arasında bir fitne ateşi yakmayı başaramayacaklardır” şeklindeki twitter mesajının sahibi de Bekir Bozdağ’dır.

Yargıda Cemaat’in örgütlenmesi olduğuna yönelik iddialara “mümkün değil” yanıtını vermiş olan Bekir Bozdağ’ın 2013’ten günümüze kadar uzanan bir Adalet Bakanlığı serüveni var. Bu 4 yılda 15 Temmuz darbesine gelene kadar Bozdağ, toplam 3 bin 614 hakim-savcı ataması yapmış. Yani AKP’nin 14 yıllık iktidarında gerçekleştirilen toplam 8 bin 794 atamanın yüzde 41’ini Bakan Bozdağ 4 yılda yapmış. Yargıda Cemaat örgütlenmesini mümkün görmeyen Bozdağ’ın atamasını yaptığı hakim-savcılardan bin 228’i, yani yaklaşık yüzde 34’ü FETÖ’cü oldukları iddiasıyla ihraç edilmiş. Bu sayı ve oranların bize söylediği şudur:

Bekir Bozdağ, yargının Cemaat’e teslim edilmesinin baş sorumlularından birisidir.

Ancak bizler FETÖ’cü suçlamasıyla hapsedilmişken, Bekir Bozdağ görevinin değiştirilesine karar verildiği geçen haftaya kadar Adalet Bakanı sıfatıyla Hakim-Savcılar Kurulu’nun başındaki kişi olarak, kendisi tarafından ataması yapılan yargı mensuplarının teşkilattan ihraçlarını yönetiyordu.

MİT’E SIZDILAR

15 Temmuz darbesini saatler önce haber aldığı halde kanlı kalkışmayı engelle(ye)meyen Hakan Fidan’ın müsteşarı olduğu Milli İstihbarat Teşkilatı’nda (MİT) durum ne imiş ona da bakalım.

Meclis 15 Temmuz Darbesini Araştırma Komisyonu’na ifade veren isimlerden birisi de bir önceki MİT Müsteşarı olan Emre Taner’di.

İfadesinde, görev yaptığı 2005-2010 yılları arasındaki dönemi kast ederek şunları söyledi emekli Müsteşar Taner:

“Benim çalıştığım dönemde MİT’e FETÖ’nün sızması sıfıra yakındır. İstemezseniz almazsınız. İyi incelersiniz almazsınız. Ondan sonrasını bilemem. Daha sonraki yönetim cevaplayacaktır. Şimdi, ‘70-80 kişi MİT’ten FETÖ bağlantılı diye ayrıldı’ dendiği zaman dahi yadırgamamak mümkün değildir. Geçmiş döneme ait değildir. Belki 2,3,5 kişi olabilir. Ona bir itirazımız yok. Ama son dönemde bu girmelerin daha rahat ve net olduğuna dair bir izlenim vardır. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim. MİT, devlet kurumları içerisinde FETÖ anlamında ve diğer yıkıcı örgütler anlamında en temiz kalmış örgüttür.”

Cemaat’in MİT’e sızmaları konusunda açık bir biçimde Hakan Fidan’ı suçlayan eski müsteşar Taner’in, MİT’in FETÖ bağlamında “en temiz kalmış örgüt” olduğu düşüncesi ne kadar doğruyu yansıtıyor bakalım.

Meclis 15 Temmuz Komisyonu’na ifade vermeye dahi gitmeyen ya da gitmesine izin verilmeyen MİT Müsteşarı Hakan Fidan, talep üzerine, MİT’teki FETÖ bağlantılı personelle ilgili bir rapor gönderdi. Cemaat kumpasıyla, Ergenekoncu olduğumuz yalanıyla tutuklanıp birlikte hapsedildiğim “eski örgüt arkadaşım” gazeteci Müyesser Yıldız, Oda TV isimli haber portalında bu raporun içeriğini anlatmış.

MİT’in raporuna göre; 17 Aralık 2013’ten 15 Temmuz 2016’ya kadar olan 2,5 yıllık dönemde 181, darbe kalkışmasından sonraysa 377 personel hakkında işlem yapılmış. Yani, “devletin temiz kaldığı” iddia edilen kurumunda toplam 558 personelin FETÖ bağlantısı tespit edilmiş. Bunlardan 167’si kamu görevinden çıkarılmış. Sözleşme feshi ya da istifa gibi nedenlerle de 70’inin teşkilatla ilişiği kesilmiş. TSK/Emniyet personeli olan 272’sinin geçici görevlendirilmesi de sonlandırılmış. Toplamda 509 MİT personelinin teşkilatla ilişiği kesilmiş, kalan 49 personelle ilgili çeşitli işlemler sürerken, 5 kişinin de göreve iade edildiği belirtilmiş. Bahsedilen 558 personelden kaçının, Hakan Fidan’ın müsteşar olarak atandığı 2010’dan sonra MİT’te göreve başlayıp başlamadığına ilişkin bir bilgi yok. Ancak, eski müsteşar Emre Taner’in, Cemaat’in MİT’e yönelik sızmalarıyla ilgili halefi, müsteşar Hakan Fidan’ı suçladığını bir kez daha anımsatalım.

Hakan Fidan’a yönelik suçlama ya da kuşkularını dile getiren sadece eski müsteşar da değil. Başbakan Binali Yıldırım da kuşkularını dile getirenlerden biri.

Anlatalım…

İhbarcı Binbaşı O.K.’nin Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan soruşturmada verdiği ifadesinde, 15 Temmuz 2016 günü saat 14:00’de MİT’e giderek darbe yapılacağını söylediğini artık hepimiz biliyoruz. Ancak MİT Müsteşarı Hakan Fidan, yapılan ihbarın darbe kalkışması olmadığını ısrarla söylemeye devam ediyor. Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar da, Müsteşar’ın karargaha gelerek, MİT’e bir hava operasyonu yapılarak kendisinin kaçırılmasına yönelik bir plandan bahsettiğini söyleyerek Hakan Fidan’ı doğrulayan bir ifade vermişti. Orgeneral Akar, her ne kadar “Daha büyük bir planın parçası olduğunu değerlendirdik” dese de, MİT’e ihbar yapılmasından yaklaşık 7 saat sonra tanklar sokağa indi. Savaş jetleri Meclis’i bombaladı. Her ne kadar başarısız kılınmış olsa da 250 kişi darbecilerce katledildi. Çünkü, savaş helikopterleriyle MİT’e askeri operasyon düzenlenip Müsteşar Hakan Fidan’ın kaçırılmak istendiği planın, bir darbe kalkışmasının parçası olduğunu anlamamışlar.

Ya da bizi inandırmak istedikleri bu.

Şimdi biz bunları, kuşkularımızı söyleyip, yazdığımız için hapisteyiz. Ama böyle bir planı, bir darbe kalkışmasının parçası olduğunu anlayabilecek kapasitede olmadıklarını itiraf edenler, orduyu ve MİT’i yönetmeye devam ediyor.

Darbe kalkışması başladıktan sonra birkaç saat süreyle, Hakan Fidan’a kimsenin ulaşamadığını biliyoruz. Üstelik, Müsteşar Fidan’ın ne Başbakan Binali Yıldırım’ı ne de kendisine “Sır Küpüm” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı darbe ihtimaline karşı neden bilgilendirmediği de sırrını koruyor.

2 Ağustos 2016 gecesi, CNNTürk ve Kanal-D televizyon kanallarının ortak yayınına konuk olan Başbakan Binali Yıldırım, “MİT Müsteşarına bana neden haber vermediğini sordum. ‘Başbakanın, Cumhurbaşkanının haberi yok. Nasıl olur? dedim.’ Genelkurmay Başkanına söylemeniz doğal ama Başbakana da söylemeniz gerekirdi’ dedim. Cevap veremedi” demişti. Yani Başbakan da darbe kalkışmasında MİT’in sadece istihbarat zaafiyeti yaşamadığının altını çiziyordu.

Başbakan da Yıldırım, kalkışmadan 1 yıl sonra, kendisiyle yapılan söyleşide kuşkularımızı arttıran bir bilgiyi satır aralarına sıkıştırıyordu. Hürriyet gazetesinin “15 Temmuz Yıldönümü” ekinde Fikret Bila’nın Başbakan Yıldırım’la yapılmış bir söyleşisi yayımlandı. Söyleşide Yıldırım, Ankara ve İstanbul emniyetiyle yapmış olduğu görüşmeler sonunda 15 Temmuz’da bir darbe kalkışmasıyla karşı karşıya oldukları kanaatine ulaştığını anlatıyor. MİT Müsteşarı Fidan’la kalkışma başladıktan 2 saat sonra 22.30 – 23.00 arasında iletişim kurabildiğini belirten Yıldırım şöyle devam ediyor:
“Bilgiler bize intikal etmedi, ne bana ne de Cumhurbaşkanına. Müsteşar da (Hakan Fidan) o anda söylemedi. O anda darbeyle ilgili de bir şey söylemedi. Ben kendisine sordum, ‘Darbe oluyor, ne yapıyorsun?’ dedim. ‘Yok’ dedi. ‘Bir şey yok, normal. Biz çalışıyoruz’ dedi bana. Oradaki iş farklı bir şey”

MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Başbakan Yıldırım’a “Bir şey yok, Normal” dediği saatlerde neler olmuş ya da neler oluyormuş bir anımsayalım.

Saat 21:00: Darbeciler Genelkurmay Karargahını ele geçirerek komutanları esir almışlar. Kendilerine direnenlerle de çatışmaya başladıkları için silah sesleri duyulmaya başlamış.

Saat 22:00: Genelkurmay karargahında silah sesleri duyuldu ve helikopter dışarıda bulunanların üzerine ateş açtı.

Saat 22:05: Genelkurmay başkanının uçuş yasağı emrine rağmen, Ankara’da savaş jetleri ses duvarını aşarak uçuş yapmaya başlamışlar.

Saat 22:28: İstanbul’da tanklar, Boğaz Köprülerini kapatmış.

Saat 22:35: İstanbul Atatürk ve Sabiha Gökçen Havalimanları darbeciler tarafından işgal edilmiş.

Tüm bu gelişmeler ilk önce sosyal medyadan, kısa süre sonra da ulusal yayın yapan televizyon kanalları tarafından duyurulmaya başlanmış. Başbakan Yıldırım’ın, Müsteşar Fidan’la konuştuğunu söylediği saatlerden kısa bir süre sonra da, 23:00’de MİT’in Ankara Yenimahalle’de bulunan genel merkezine savaş helikopterleriyle saldırı düzenlendiğini de belirtelim. Ama Hakan Fidan’ın, Başbakana söylediğine göre ise “bir şey yok, normal”

EMNİYETTEKİ FETÖ’CÜ POLİS SAYISI İHRAÇ EDİLENLERİN ÇOK ÜZERİNDE

Başbakanın da dediği gibi “Oradaki iş farklı bir şey” gerçekten de. Ve o farklı şeyin ne olduğu sorusunun yanıtını aramaya devam edeceğiz. Çünkü, canlarını ortaya koyarak bir darbeyi engellemeye çalışanların yaslı aileleri başta olmak üzere herkesin gerçekleri bilmeye hakkı var.

Gülen Cemaati’nin devlet içindeki kalelerinden biri de, kuşku yok ki polis teşkilatı. Cemaat mensubu polislerin Ergenekon, Balyoz, Devrimci Karargah, KCK, Şike, Oda TV ve benzer bir çok kumpas soruşturma ve davalarındaki ortaya çıkan rolleri bu iddiamızın tek başına kanıtı.

15 Temmuz sonrasında 13 binden fazla polis FETÖ bağlantısı iddiasıyla meslekten atıldı. Büyük çoğunluğu tutuklandı. Ancak, Emniyet Teşkilatı’ndaki cemaat mensubu polis sayısının, bu rakamın çok daha üzerinde olduğunu belirtmek gerek.

Cemaat’in Polis teşkilatındaki örgütlenmesi 1980’li yılların başına kadar uzanıyor. Dolayısıyla bundan sadece AKP iktidarı sorumlu değil. Ancak AKP iktidarı döneminde ortaya çıkan, polis adaylarının girdiği sınavlarda kopya çekilmesi ya da soruların sınavdan önce Cemaat’in dershanelerine sızdırılması olaylarına yönelik etkin soruşturma yapmamaları, eleştirileri kulak arkası etmeleri kendilerini tek başına sorumlu kılıyor.

Birkaç örnekle açıklayalım:

-26 Ağustos 2007’de yapılan ve Türkiye genelinde 71 binden fazla adayın katıldığı polislik sınavı sorularının önceden çalındığı ortaya çıktı. Konunun medyaya yansımasından sonra sınavda kopya çekildiği, Cemaat kast edilerek, soruların önceden belli gruplara verildiği iddiaları ortaya atıldı. Dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay, sınav sorularının önceden bazı kişilerce bilinmesi veya sınava giren adaylara verilmesinin mümkün olmadığını iddia etti.

-Beşir Atalay’ın iddialı açıklaması 8 ay sonra çürüdü. 13 Eylül 2009’da yapılan Polis Meslek Yüksek Okulu sınavı soruları, sınavdan birkaç gün önce Cemaat’e ait FEM Dershaneleri’ne sızdırılmış ve bazı öğrencilere yanıtlarıyla birlikte dağıtılmıştı. Konu medyaya yansıyınca 60 binden fazla adayın girdiği sınav iptal edildi.

-Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ara kademe amir açığını kapatmak için 5 Mart 2012’de yaptığı ve 50 binden fazla polisin katıldığı sınavda kopya çekildiği belirlendi. Kazanan adayların 68’inin akraba olduğu belirlenen sınavda Cemaat’in teşkilat içinde en güçlü olduğu personel, istihbarat ve kaçakçılık birimleri ile Başbakanlık Koruma Müdürlüğü ve Bakanlık Özel Kalem Müdürlüklerinde çalışan 485 kişinin 85-90 aralığında puan aldıkları belirlendi. 2011’de yapılan aynı sınavda da kazanan adayların tümünün hatalı olduğu mahkeme kararıyla tescillenen 19 soruya doğru yanıt verdikleri ortaya çıktı.

1980’lerde polis okullarına girenler arasında örgütlerine eleman devşiren Cemaat, AKP iktidarı dönemindeyse önceden çaldıkları sınav sorularıyla kendi elemanlarını doğrudan Emniyet Teşkilatı’na sokuyordu. Sınavların yapıldığı dönemde şikayet konusu olan, medyada haberleştirilen bu olaylarla ilgili AKP hükümeti eleştirileri kulak arkası etmeyi tercih etti. Cemaat’in kendilerini hedaf aldığı 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmalarından sonraysa bu sınavlarla ilgili adli ve idari soruşturmalar açıldı.

Darbe kalkışmasına girişip kendi halkına silah sıkan ordu ile yargı, Polis Teşkilatı ve MİT’teki durum ve AKP hükümetlerinin sorumluluğuna dair buzdağının görünen yüzünde var olanların özeti böyle.

Şurası kesin ki, Gülen Cemaati AKP iktidarda bulunduğu 14 yıl boyunca herhangi bir engelle karşılaşmadan nihai hedefine doğru yol almaya devam etmiştir. Hatta AKP’ye dönük niyetlerini de açık eden 7 Şubat 2012’deki MİT soruşturması ve 17/25 Aralık yolsuzluk operasyonlarına rağmen caydırıcı bir engelle karşılaşmak bir yana, sistem içindeki kazanımlarını koruyup, büyütmeye devam etmiştir. Büyüyen tehlikeyi görerek AKP’yi eleştiren ve uyaranlara hükümetin verdiği yanıtların toplamını tek bir alıntıyla özetlemek mümkün. Dönemin AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, 20 Şubat 2012’de NTV kanalındaki mülakatında, Cemaatin devlet içindeki örgütlü gücüne yönelik eleştirilere şöyle yanıt vermişti: “Cemaat devleti ele geçirmiş, devlete sızmış diyorlar. Bunlar kargaları güldürür. Bu paranoyaları bir yana bırakalım.”

“HERKESİN CEMAATE BİAT ETTİĞİ DÖNEMDE KİTABIMIN ADI ‘İMAMIN ORDUSU’ İDİ”

Anımsatmadan geçmek istemediğim bir anekdot daha var. 2011 yılı Gülen Cemaati’nin gücünün doruğunda olduğu zamanlardı. AKP iktidarı mensuplarının, medyanın büyük çoğunluğunun, şimdilerde en cevval FETÖ düşmanı olduğunu kanıtlama çabasıyla herkesi tutuklayan yargı mensuplarının ezici çoğunluğu, ne Fethullah Gülen’den ne de Cemaat’inden adıyla dahi bahsedemiyorlardı. Korkuyorlardı. Şimdi Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’ye yaptıkları gibi o dönemde de devletin kudretli gücü Cemaat’e menfaatleri gereği biat ediyorlardı. O zaman da, Cemaat kumpasıyla tutuklananlar arasındaydım. Nedeni ise bugün olduğu gibi yine bir mesleki faaliyetti. Cemaat’in polis ve yargıdaki örgütlü çetesinin, Ergenekon sürecindeki soruşturma ve davalardaki rolünü irdelemek niyetinde olan bir kitap çalışması yapıyordum. Herkesin Cemaat’ten korktuğu, biat ettiği, adını bile anamadığı o dönemde kitabımın adı “İmamın Ordusu” idi.

Recep Tayyip Erdoğan ise dönemin başbakanıydı. Ve “Bazı kitaplar bombadan tehlikelidir” diyordu. Hapiste tutulan gazeteciler için, şimdi de sıkça yaptığı gibi o zaman da, “Gazeteci değil, Teröristler” diyordu. Elbette böyle bir beklentimiz yok ama Erdoğan kitaplarla, yazarlarıyla, gazetecilerle arasındaki ilişkiyi kriminal düzeyde tutmak yerine okuyup, dinleyip, anlamaya çalışsaydı, kuvvetle muhtemel bugün hiçbirimiz burada olmayacaktık. Dahası Erdoğan okuyan birisi olsaydı, Salvador Allende’nin Şili’nin Faşist cuntacılarına söylediği; “Tarih bizden yana ve tarihi haklılar yazar” sözünden de haberdar olacaktı.

“SÖYLEDİKLERİM SAVUNMA DEĞİL, AKSİNE İTHAMDIR”

Evet, tarih bir kez daha bizden yana. Dolayısıyla ne Cumhuriyet Gazetesi’nden bir illegal örgüt ne de bizlerden terörist çıkaramayacaksınız.

Buraya kadar anlattıklarımdan anlamışsınızdır. Söylediklerim savunma veya ifade değil. Aksine ithamdır. Çünkü;

Bu siyasi operasyonun kanuni kılıfını hazırlayan metnin başında “iddianame” yazması, çöp muamelesi yapılması gereken bu utanç vesikasını hukuki kılmıyor. Tıpkı, öncesi ve sonrasıyla bu siyasi operasyonda görev ve rol üstlenen kimi kişilerin adlarının önünde hâkim – savcı yazmasının kendilerini hukukçu kılmadığı gibi.

Bizlere yönelik bu operasyon; düşünce ve ifade hürriyetini, basın özgürlüğünü hedef alan bir pogromdan başka bir şey değildir. Ve kimi yargı mensupları da bu pogromun linççileri olma görevini üstlenmişlerdir.

Gelişmiş demokrasilerde yargı, hukukun evrensel normlarıyla hareket eder. Adaleti sağlamakla görevli denetleyici bir güçtür. Ancak Türkiye’de yargının kimi mensupları, bizatihi adaletin mezar kazıcıları olmuşlardır. Demokrasinin denetleyici bağlarından koparılmış bir sistem inşa etme peşindeki diktatörlük heveslilerinin iktidarda olduğu bir ülkede, siyasi ve entellektüel bir sefalet içinde kıvranan yargının bu hali elbette şaşırtıcı değil.

Hukuktan; hak, adalet, vicdan ve liyakati çıkardığınızda geriye kalan ne ise, Türkiye yargısı şu an odur. Yaşadığımız tecrübelerden yola çıkarak gayet iyi biliyoruz ki hak, adalet, hukuk, insanlık çağrıları size ulaşmıyor. Dolayısıyla, hiç bir talebim de olmayacak. Ancak, sizi bir zırh gibi kuşatan üzerlerinizdeki cüppelerin, insan hayatından ve özgürlüğünden yapılmış olduğunu söylemekle yetineceğim.

“CUMHURİYET GAZETESİ’NDE ARADIĞINIZ ÖRGÜT, SİYASİ PARTİ KILIĞINDA ÜLKEYİ YÖNETİYOR”

Cumhuriyet Gazetesi’nde aradığınız örgüt, siyasi parti kılığında ülkeyi yönetiyor. Sahibinin sesi olmuş medyası da bu organize kötülük örgütünün yalanlarını gerçekmiş gibi sunuyor. Suçlarını perdeleyip, kötülüğün yaygınlaşıp sıradanlaşması görevini yerine getiriyor. Yani örgüt propagandası yapıyor.

Çünkü en bilinen hakikat tüm çarpıklığıyla bir kez daha karşımızda duruyor: Suç dünyanın en güçlü zamkıdır.

Siyasi iktidar, bürokrasi, yargı, talancı sermaye ve sahibinin sesi olmuş medyayı birbirine yapıştıran da bu zamktır.

Bu kirli düzen, bu suç hanedanlığı hep sürecek zannedenler yanılıyorlar. Tarihin sayfalarını karartan tüm diktatörlüklerde olduğu gibi, kinlerinin ve hırslarının doymak bilmez açlığıyla yol almaya çalışanlar her zaman kendi sonunu hazırlar. Taşlarını kendi döşedikleri cehennemlerine vardıklarındaysa o görkemli küstahlıktan, akılları kör eden kibirden eser kalmaz.

Kimsenin kuşkusu olmasın, tüm kişi ve kurumlarıyla organize kötülük örgütünün bu ablukası da dağıtılacak.

Çünkü bu ülkede;

– Demokrasi düşmanlarına inat, kalıcı ve yaygın bir demokrasi için mücadele edenler var.
– Hukuku katledenlere inat, hukukun üstünlüğünü savunmaya devam edenler var.
– Menfaat düzenlerini sürdürmek için savaşı ve ölümü kutsayanlara inat, barışı ve yaşamı esas kılmaya çalışanlar var.
– Çocukları katledenlere, pedofilleri koruyanlara inat çocukların düşlerini gerçek kılmak için çabalayanlar var.
– Ve hakikati boğmak isteyenlere inat gazetecilik yapmaya devam edenler var.
Gazetecilik faaliyetlerimin suç olarak gösterilmeye çalışıldığı bir operasyona karşı söyleyeceklerim bundan ibarettir. Ve hiçbir şekilde savunma değildir. Ki bunu gazeteciliğe ve mesleğimin etik değerlerine hakaret sayarım.

Çünkü gazetecilik suç değildir.

KIZIMA BIRAKACAĞIM BU MİRASTAN GURUR DUYUYORUM

Gazetecilik faaliyetlerini suçlama konusu yapmak, totaliter rejimlerin ortak özelliğidir. Tecrübemle biliyorum ki mesleki faaliyetlerim nedeniyle her siyasal iktidarın ve her dönemin yargısının “kötüsü – suçlusu” olmayı başardım. Kızıma bırakacağım bu mirastan gurur duyuyorum.

Biliyorum, bu iktidarın da, yargısının da benimle ilgili sorunları var. Çünkü gazetecilik yapmaya çalışıyorum. Bugün, Türkiye’de yaygın bir şekilde olduğu gibi siyasal iktidara, çeşitli güç odaklarına değil hakikatin gücüne sırtımı dayayarak gazetecilik yapıyorum.

Çünkü, Türkiye gibi demokrasiyle sıkı bağlar kuramamış ve giderek daha da totaliterleşen rejimlerde gazetecilik yapmak demenin çizgiyi aşmak demektir. Ve gazetecilik hizaya gelerek yapılmaz. Hizaya gelerek yapılanın adına da gazetecilik denmez. Eğer icazetle yazıp söylersen, onursuzluğun acizliğiyle ezilirsin.

Bu yüzden söyleyeceğim o ki, dün gazeteciydim. Bugün gazeteciyim. Yarın da gazetecilik yapmaya devam edeceğim. Yani hakikati boğmak isteyenlerle aramızdaki bu uzlaşmaz çelişki hiç bitmeyecek.

KAHROLSUN İSTİBDAT, YAŞASIN HÜRRİYET

Bu karanlık günlerde ihtiyacımız olan daha fazla hakikat kaybı değil. Her şeyden çok ve daha fazla gerçeklere ihtiyacımız var. Bu yüzden hakikate kendimden daha fazla saygı duymaya da, inkarcı biat kadrolarına dahil olmayı reddetmeye de devam edeceğim.

Bunun için bir bedel ödemek gerektiği ortada. Ama sanmayın ki bu bizi korkutuyor.
Ne ben, ne de dostları olmaktan onur duyduğum “Dışarıdaki Gazeteciler”, her kim olursanız olun hiç birinizden korkmuyoruz.

Çünkü zorbaları en çok korkutanın cesaret olduğunu biliyoruz.

Ve zorbalar da şunu bilsin ki; hiçbir zalimlik, tarihin akışını engelleyemez.

Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet!

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/789977/Ahmet_Sik_in_savunmasinin_tam_metni__Savunma_yapmiyorum__itham_ediyorum…_Cumhuriyet_te_aradiginiz_cete_ulkeyi_yonetiyor.html, 26.7.17, Cumhuriyet
==========================================

Dostlar,

Enfes bir savunma metni Sayın Ahmet ŞIK‘ın yaptığı.
Hiç kuşku yok tarihe geçecek..
Zaten savcı “iddianameye değinmediniz” dediğinde “evet, bence siz de pek kaale almayın” diyerek en uygun / ağır yanıtı vermiş oluyor..

Dileriz ADALET gecikerek de olsa yerini bulsun.
Türkiye, bu 2. dalga AKP’nin kumpas davalarını da elbette aşacak.
Kahramanlarını alkışlayacak.
Sorumulularından elbette hukuksal hesabını soracak.
Bu savunma metni arşivlenmeli ve ilgili herkes tarafından birkaç kez dikkatle okunmalı.
Biz de yiğit gazeteci Ahmet Şık gibi yineleyelim :

  • “..zorbalar da şunu bilsin ki; hiçbir zalimlik, tarihin akışını engelleyemez!”

Sevgi ve saygı ile. 26 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Coşkun Özdemir yazdı: Evrim mi cihat mı?

Coşkun Özdemir yazdı: Evrim mi cihat mı?

PROF. DR. COŞKUN ÖZDEMİR

Türkiye’yi halkın oylarını alarak yönetenler görevi Allah’tan almışçasına icraatlarına eleştiri itiraz istemiyorlar. Bu yaptıklarını da bütün dünyaya en iyisi en adili olarak ilan ediyorlar. Hukuk ve yargı ellerinde şikayetçi olmanız bir şey ifade etmiyor. Hukuka başvuramıyorsunuz. Sizi ve görüşlerinizi temsil edecek konuşmacılar TV’lerdeki açık oturumlara çağrılmıyorlar ama Atatürk’le laikliğe sahip çıkan Orduyu darmadağın eden, kumpası öven Nagehan Alçı ve kayıtsız şartsız yandaş Cem Küçük her gün TV’lerde. Bu ayrıcalıktan hiç utanç duymuyorlar. Çağrılan muhalifler kanalı zor duruma düşürmemek için kendilerini sınırlıyor. TV kanallarında iç karartıcı, isyan ettirici şeyler dinliyoruz. Uygar, çağdaş, bilime öncelik veren bir ülke özlemini taşıyan yurdunu ülkesini seven insanlar büyük kaygı ve düş kırıklığı yaşıyor. Bir ilahiyat profesörü deve sidiğinin şifa veren bir madde olduğunu, bunun hadiste belirtildiğini ve bu konuda yazılmış kitaplar olduğunu ileri sürüyor. Yine hadiste var olan bir gerçek, erkek ve kız çocukları arasındaki bir farka işaret ediyor. Erkek çocuğun idrarı kolay temizlenirken ve kokusuz iken kız çocuğun idrarı zor temizleniyor ve kokuyor. Bunları CNN’de hadislerle ilgili bir programda izliyoruz. Cumhuriyet parantezini kapatma konulu programlar yıllardır süregeliyor. 90 yıllık enkazı kaldırıyorlar.

Okullarımızda yeni düzenlenen  müfredat bir başka kaygı uyandıran konu. Biyolojinin temeli olan evrim tümü ile çıkarılıyor. Atatürk‘le kurtuluş savaşı ile Lozan’la ilgili konular hele Cumhuriyet Devrimleri iyice sınırlanıyor. Çocuklar hiç gecikmeden CİHAT’ı öğrenmeliler diye düşünülüyor. Nasıl işlenecektir bu konu acaba diye düşünüyorsunuz? Cihat popüler anlamı ile kafirlere karşı verilecek savaştır. Onları yok etmektir. Bunu mu anlatacaktır öğretmenler?

TV’deki müfredat tartışmasında oldukça sıcak çatışmalı tartışmalar izledik. Urfa Harran Üniversitesinden Fen Edebiyat fakültesi dekanı Prof. Hasan Akan müfredattan Evrim’in çıkarılmasını ısrarla savundu ve Evrime şiddetle karşı çıktı. Orhan Bursalı, Gülsün Kaya ve bir Biyoloji Profesörünün onu Darwinizm‘in önemine ikna etmeleri olanaksızdı. İnanç sahibi ve onu her şeyin üstünde tutan bir akademisyendi Prof. Akan. Türkiye’de sanırım Aydınlanmayı, Laikliği savunanlarla, İslam inancına sadık kalan, onu meşrebine göre yorumlayanların uzlaşması anlaşması olanaksızdır ve tartışmalar boşunadır. Şimdi inancını böylesine bir fanatizm ile savunan bir insanın hakim olduğunu düşünün, onun Medeni Kanunu, Cumhuriyet Devrimlerini benimsemesi, doğru kararlara imza atması olası mıdır?

Nitekim bunun olamayacağını dehşet verici FETO olayı ile gördük yaşadık. Binlerce hakim akıldan bilimden, aydınlanmadan uzak kalmış Fetoculuğa teslim olmuştu. Katolik Hıristiyan kilisesinin evrimi kabul etmesi ve inançlarla evrimi bağdaştırması Müslümanlar için örnek olabilir mi? Üstelik ne kadar

  • Çok sayıda Müslümanlık var!
    Sunni, Şii, Vahabi, Selefi, Nurcu, Nakşibendi, Menzil, İskender Paşa ve dahası.Bir kitap var Allah’ın yolladığı bir de peygamber, Peki nedir bunun açıklaması.Diyanet işleri başkanımız neden halkı aydınlatmaz? Bu kadar çok sayıdaki Müslümanlıktan hangisi muteberdir ve neden? Yapılan hesaplar, incelemeler öldürülen Müslümanların katillerinin %90 öteki Müslümanlar olduğunu gösteriyor. Ne trajedidir bu? Biraz önce verdiğim cehalet örnekleri samimi, sağduyulu Müslümanların çok yoğun bir çalışma araştırma yapmalarını zorunlu kılmıyor mu? Kabul edilebilir hoş görülecek şeyler olabilir mi bunlar? Türkiye’nin böyle bir Diyanet İşleri kadrosuna sahip olmasını dilemez miydiniz?

    Bu sorunları ortaya koyan ve araştıran, İslam dünyasına öncülük eden, nişanlıların el ele tutuşmasının caiz olmadığını söyleyen, depremi Allah’ın kullarını denemeye tabi tutması olarak yorumlayan Diyanet Başkanını çok eleştirdim. Çünkü beklentilerimize hiç yanıt vermediği gibi akla-mantığa uymayan şeyler söylüyordu. İstifa ettiğini, başka bir görev talep ettiğini öğreniyoruz. Yeni Dişleri Başkanını heyecanla ve umutla bekleyeceğiz. Şu tariflere sığmaz inanç kargaşasını belki de bir açıklığa kavuşturur umududur bu.

Sigara tüketiminde, cep telefonu ve TV düşkünlüğünde birinci, kadın cinayetlerinde rakipsiz, durmadan çatışan, şiddet gösterilerinin ön planda olduğu, polisleri, görevlileri rüşvet alan
ilkel bir ülke manzarası arz ediyoruz dünyaya. En çok gazeteci hapsediyoruz. En çok yasak çiğniyoruz. Şehit veriyoruz, intihar ediyoruz. Bu toprak sağlıksız, sağlıksız ürün veriyor. El birliği ile çare, çözüm aramamız lazım. Oysa amansız bir çatışma ve kutuplaşma halindeyiz.

Mezara kadar yineleyeceğim : 1946’da başlayarak bu millete vurulmuş en büyük darbe halkı çağdaş eğitimden, akıldan, bilimden aydınlanmadan yoksun bırakan, onları dogmaların sınırları içine hapseden darbedir.

  • Karşı devrimcilerin ilk hedefi birer Aydınlanma odağı olan Köy Enstitüleri ve Halkevleri olmuştur. Cumhuriyet bu darbeyi önleyebilse idi hiçbir askeri ve sivil darbe olmayacak, bir İslamcı parti iktidara gelemeyecek, kalkınmış, sınıf bilincine varmış bir ülkede Kürt sorunumuz ve FETÖ’ cülük gibi cahilane bir çılgınlık olmayacaktı.

Not: Bu yazıyı hazırlarken iki büyük düşünürün bu konudaki kitaplarından yararlandım.
Cengiz Gündoğdu (Aydınlanma İçin Kalkışma) ve Tayfun Atay (Parti, Cemaat, Tarikat).
Onlara teşekkür borçluyum.
(http://www.abcgazetesi.com/evrim-mi-cihat-mi-59967h.htm, 26.7.17)
============================================

Biz de size çooook teşekkür borçluyuz saygın hocamız Prof. Dr. Coşkun Özdemir..

Bizim 40 yıl önce (1977) bitirdiğimiz İstanbul Tıp Fakültesi’nde öncü – unutulmayan öğretmenlerimizden idiniz.

Yaşınız 90’a yaklaşıyor ve siz Ulusunuza öğretmenlik yapmayı sürdürüyorsunuz..

Aşk olsun size!

Ne mutlu size ve bize..

Sevgi ve saygı ile. 26 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Soner Polat : Kıbrıs’ta yeni dönem 

Kıbrıs’ta yeni dönem 

Soner PolatSoner Polat Aydınlık Gazetesi, 24.7.2017

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır.)

Avrupa Parlamentosu’nun (AP) 6 Temmuz 2017 tarihli Türkiye raporunda adeta Türkiye’ye savaş açılmış! Doğal olarak Kıbrıs da bundan nasibini alıyor. Bu raporun 33’üncü maddesi oldukça ilginç: Bir önceki Cenevre müzakerelerinde (9-11 Ocak 2017) BM ve AB’nin kasasına kilitlenen haritalardan övgüyle söz ediliyor… “Şimdiye dek görülmemiş (thus far unprecedented)” şeklinde ifade edilen bu haritalar kutsanıyor! Aman dikkat! PKK yandaşları ve Türkiye düşmanları ile sıkı fıkı olmakla maruf Hollandalı Kati Piri (AP Türkiye Raportörü) Hanımefendi, bu haritaları beğendiyse eyvah ki eyvah! Raporun 34’üncü maddesinde Türk askerinin Adadan çekilmesi talep ediliyor. Aynı zamanda, Kapalı Maraş bölgesinin BM’ye devredilmesi isteniyor. Türkiye yasa dışı yerleşim alanları kurmaması yönünde uyarılıyor. Sıkı durun bitmedi! 35’inci maddede yağmalanan Kıbrıs doğal gaz rezervleri konusunda Türkiye’nin sessiz kalması dikte ediliyor. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin ruhsat verdiği Fransa ve İtalya’ya ait şirketlerin (TOTAL ve ENİ) araştırmalarını uluslararası yasalara (!) uygun yaptığı ifade ediliyor. Türkiye, dolaylı olarak korsanlıkla suçlanıyor…
YUNAN/RUM KIRMIZI ÇİZGİLERİ
Dilimizde tüy bitti. Mustafa Akıncı ve ekibinin pek anlamaya niyeti yok! Karşı tarafın nihai hedefi, önce adada mutlak bir Rum egemenliği kurmak, daha sonra adayı Yunanistan’a bağlamaktır. Buna “ENOSİS” diyorlar. Bunun için tespit ettikleri üç koşul var:
  • Birincisi, Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğünün kaldırılmasıdır.
  • İkincisi, Türk askerinin adadan çekilmesidir.
  • Üçüncüsü ise adadaki Türk göçmenlerin geri dönmesidir.

Bu koşulları elde etmeden hiçbir anlaşmaya yanaşmazlar! Süreç devam ederse, verdikçe verirsiniz… AP raporu da Rumların bu özlemlerini bir kez daha Türkiye’ye dayatıyor. Rumlar, Batı önderliğindeki uluslararası toplumun günün birinde mutlaka bu talepleri Türklere kabul ettireceğini düşünüyor. Taviz verecek bir Türk hükümetini bekliyorlar. Soruna tarihsel yaklaştıklarından, Kıbrıs’a el koymak için hiç de aceleci değiller! Öylesine garip bir uluslararası ortam oluştu ki emperyalist Batı, Yunan-Rum ikilisi ile birlikte sürekli atakta, Türkiye ve KKTC sürekli savunmada! Her yeni müzakereye daha geri bir mevziden başlıyoruz.

AFERİM KOÇ’UMA DİKKAT!

Masayı Rum tarafı dağıttı. Bunda hiçbir tereddüt yok! BM Genel Sekreteri Antonio Guterres
G-20 Zirvesi münasebetiyle Hamburg’da Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüştü. Guterres,
“Kıbrıs sorununun çözümü için gösterdiği katkılardan dolayı Erdoğan’ın şahsında Türkiye’ye teşekkür etti. (Hürriyet, 9 Temmuz 2017)” Ama aynı Guterres daha şimdiden müteakip olarak (AS: ardından) atılacak adımları planlamaya başladı. Batı dünyasının yeni taktiği, “Türkler sorumlu davrandı, Rumlar oyunbozanlık yaptı” deyip Türkiye’ye şirin görünerek yeniden masayı kurmak!
Hedef, Türkleri Rumların kabul edebileceği bir çizgiye geriletmek!

NE YAPMALI?

Öncelikle Batı ve AB bir samimiyet testine tabi tutulmalıdır. Annan Planı ve İsviçre’deki görüşmelerde çözümü engelleyen taraf Rumlar olduğuna göre, KKTC’ye yönelik izolasyonları kaldırmak için neyi bekliyorsunuz? Eğer ısrar devam ederse, bu kötü niyet göstergesidir.

AP Raporu’nu yok hükmünde saymak bir politika olamaz! Rapor yerinde duruyor. Bu rapora politik hamlelerle cevap verilir. Bunun ilk adımı KKTC ile olan bağları, başta ekonomi olmak her alanda güçlendirmektir.

Şimdiye dek Türkiye, Kıbrıs, Doğu Akdeniz ve Ege sorunlarında Batı ile hep tek başına boğuştu. Şimdi zaman, bu konularda Türkiye tezlerini destekleyen ülkelerin sayısını artırmaktır. Bu yönde bir diplomatik atak başlatılmalıdır.

GKRY’nin doğal gaz araması yapmak için ruhsat verdiği deniz sahalarını Türkiye eleştiriyor.
Bu tutumumuzu Şansölye Merkel’in eteklerine yapışan Çipras, “Havlayan köpek ısırmaz!” şeklinde tasvir ediyor. Haklı olarak sormazlar mı? Sizin Münhasır Ekonomik Bölgeniz (MEB) neresidir?

  • Türkiye hiç vakit kaybetmeden Doğu Akdeniz’de MEB ilan etmelidir!

KKTC için yeni bir ruh, yeni bir heyecana ihtiyaç var! Bütün Türk dünyası hazır! Var mısınız?
=================================
Dostlar,

Sayın E. Tüma. Soner Polat’ın “Kıbrıs sorunu” na ilişkin saptamaları, irdelemesi
ve önerileri çok yerindedir. Türkiye çok dikkatli ve atak davranmak zorundadır.

Özellikle münhasır ekonomik bölge ilanı konusu büyük önem taşımaktadır.

Gerek ikili gerek çok yanlı görüşmelerde ülkemizde Kıbrıs konusunda uzmanlığı bilinen yurtsever insanlardan yararlanılmalıdır.

Bu uzmanlardan biri de geçtiğimiz ay Tarih doktorasını tamamlayan ve tezi Kıbrıs olan
E. Albay Dr. Mehmey Balyemez‘dir.
Dr. Balyemez halen Ankara Üniv. SBF – Mülkiye lisans eğitimini de sürdürmektedir.
Dışişlerimiz Sn. Dr. Albay Balyemez‘den uzmanlığından yararlanmasını diliyoruz.

Meşru ve haklı konumumuzun hiçbir biçimde zayıflatılmasına izin verilemez.

Unutulmasın;

  • Kıbrıs, 80 milyonluk Ulusumuzun milli davasıdır.
    Bu muazzam gücü, akıllıca dış politika süreçleriyle kullanmak gerekir.

Sevgi ve saygı ile. 25 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

HSK’NIN HAKİM VE SAVCI ATAMALARI ÜZERİNE

HSK’NIN HAKİM VE SAVCI ATAMALARI ÜZERİNE

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır…)

1. HSK’nın son atama kararnamesi, öncekiler gibi toplumda tartışma yaratmıştır. İktidarla emir-komuta ilişkisine girmeyen hakim ve savcıların sürüldüğü iddiaları ortaya atılmıştır. Bunlar çok ağır ve çok ciddi iddialardır.

2. Yıllardır söylediğimiz ve halk oylaması sırasında tüm Türkiye’ye bir kez daha anlattığımız üzere, yargının güvenirliğini sağlamanın yolu, Hakimler ve Savcılar Kurulu’na siyasi iktidarın müdahalesine imkan tanımayan bir sistem oluşturmaktır.

3. Maalesef her hakim – savcı ataması, toplumu ilgilendiren her soruşturma ve dava, toplumun bir kesimi tarafından alkışlanmakta diğer kesimi tarafından yerden yere vurulmaktadır.

4. Çünkü adalet sistemi siyasi müdahaleye açıktır. Hakim bağımsızlığının ve tarafsızlığının güvencesi olması gereken HSK, doğrudan doğruya siyasi iktidar tarafından belirlenmektedir.

5. Bunun sonucu olarak, toplum, gündemdeki her hakim -savcı ataması ya da soruşturma ve kovuşturmayla ilgili olarak siyaseten ikiye bölünmektedir.

6. Oysa adalet, siyasetle değil, hukukun üstün kılınmasıyla sağlanabilir. Hukuk, siyasi parti siyasetine üstün tutulmazsa, mülkün yani ülkenin temeli olan adalet çöker. Ülke temelsiz kalır.

7. Devlet birey içindir. Devlet olmadan da bireyin güvencesi sağlanamaz. Devleti sürdürebilmenin yolu, adaleti güvenilir kılmaktır. Adaleti güvenilir kılmak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sürdürülebilirliği meselesi haline gelmiştir. Yani beka meselesi!

8. Bu mesele; iktidarda ya da muhalefette olsun tüm siyasi partilerin ve tek tek bütün vatandaşlarımızın meselesidir.

9. Biz; siyaset yapan hakim – savcı da istemiyoruz, siyasetten talimat alan hakim – savcı da istemiyoruz. Hukukun gereği neyse onu yapan hakim gibi hakim, savcı gibi savcı istiyoruz. Bunun için de, hakim ve savcıları siyasi iktidara karşı güvenceli hale getirecek, aynı zamanda keyfi işlem yapmalarını önleyecek doğru düzgün, çağdaş bir sistem istiyoruz. Bunu tüm Türkiye için istiyoruz. Biliyoruz ki, bu ülkenin fedakarca görev yapan binlerce avukatı, hakimi, savcısı da bunu istiyor.

10. Daha da somutlaştıralım: Cemaat – tarikat yargısı istemiyoruz. Siyasi iktidarın yargısını istemiyoruz. Keyfi davranan yargı istemiyoruz. Hukuku üstün tutan, adalet dağıtan, güvenilir bir yargı istiyoruz. En önemlisi, bunu güvenceye alacak bir sistem istiyoruz.

11. Türkiye Barolar Birliği olarak somut çözüm önerilerimiz hazırdır. Yıllar önce tüm siyasi partilere ve milletvekillerine sunulmuştur.

12. Türkiye Barolar Birliği, yargının en üst kurumlarından biridir. Siyasi partilerin tamamına eşit mesafededir. Dün olduğu gibi bugün de; 80 milyon vatandaşımızın güvencesi olacak, siyasi görüşü, mezhebi, inancı, etnik kökeni, cinsiyeti, cinsel yönelimi ne olursa olsun her vatandaşımızı ortak paydada buluşturacak bir adalet sistemi için herkesi kucaklayarak çalışmaya devam etmektedir.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur.
(http://www.barobirlik.org.tr/Detay77678.tbb)

Türkiye Barolar Birliği
====================================
Dostlar,

AKP = RTE’nin HSK OPERASYONU GAYRIMEŞRUDUR VE GERİ ALINMALIDIR

Açıklamayı son derece dengeli, yerinde ve doğru içeriklendirilmiş buluyoruz.
Katılıyoruz istemlerin tümüne.
AKP = RTE‘nin bu vazgeçilmez istemleri dikkate almasını ve gereklerini yerine getirmesini istiyoruz.
Ancak bu o denli kolay değil… 16 Nisan deli saçması halkoylaması yetmezmiş gibi bir de sonuçlarına Anayasal bir kurum ve kararları kesin olan YSK tarafından hile katılarak tersine çevrilince Türkiye de alt üst oldu..
Onarımı kolay değil ama zorunlu..
AKP = RTE‘nin kendiliğinden geri adım atacağını hiç ama hiç ummuyoruz..

  • Açıkça söyleyelim bir kez daha               :
  • 16 Nisan halkoylaması sonunda yapılan ve bir bölümü yürürlük alan Anayasa değişiklikleri meşru değildir!
  • Türkiye, meşru olmayan bir anayasa ile yönetilmemelidir, yönetilememelidir; bu ciddi bir rejim bunalımı doğuracaktır ve mutlaka düzeltilecektir.
  • 34 üyeli HSYK yine AKP tarafından 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği halkoylaması sonunda oluşturulmuştu. Bu sırada FETÖ “ölülere bile oy kullandırın” buyurmuştu ve gereği yapıldı; yargı FETÖ’ye AKP eliyle teslim edildi / FETÖ tarafından ele geçirildi.
  • Ardından, kumpas davaları hız kazandı ve FETÖ’nün AKP=RTE’ye 17-25 Aralık operasyonu başlatıldı…

Şimdilerde FETÖ’den rövanş alınarak “AKP Yargısı” yaratılmak isteniyor HSK ile.
Oysa Yargı hiç kimsenin, hiçbir kurumun, organın… güdümünde olmamalıdır.
Halkoylaması öncesi 13 üyeli yeni HSK önerisi çok eleştirilmiştir. Bizzat Erdoğan TV’lerdfe kendisinin 4 üye atayacağını söylemiştir. Oysa Adalet Bakanı ve Müsteşarı da HSK üyesidir ve bu 2 kişinin Erdoğan tarafından belirlenmediği asla söylenemez! Üstelik Bakan HSK Başkanıdır ve yokluğunda Müsteşar Başkanlık etmektedir Kurula. Kalan 7 üye de RTE’nin Genel Başkanı olduğu AKP’nin TBMM’deki salt çoğunluğu nedeniyle hiç kuşkusuz AKP yandaşı, RTE’nin işaret ettiği kişiler olacaktır. Nitekim MHP’ye 1 üye rüşveti dışında HSK böylece oluşturularak yargının beyni tümüyle ele geçirilmiştir. Sonra da yukarıdan aşağıya operasyonlara girişilmiştir..

15 üyeli Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) 12 üyesi de doğrudan Cumhurbaşkanınca seçilecektir!
Oysa Yüksek Yargı kendi içinde HSK – AYM üyelerini bağımsız – tarafsız biçimde oluşturabilir.

Tablo budur, tarafsız – bağımsız yargı yıkılmıştır ve kimsenin aklıyla alay edilmemelidir.

HSK, son anayasa değişikliğinin en kritik maddelerinden belki de ilkidir ve 18 madde içinde 3 Kasım 2019 seçimlerini beklemeden yürürlüğü düzenlenmiştir. Anayasa değişikliği oylaması YSK tarafından hukuk dışı biçimde tam kanunsuzluk ile tersyüz edilerek Resmi Gazetede yayımlandıktan sonra 1 ay içinde HSK operasyonu RTE tarafından tamamlanmıştır. 2. önemli değişiklik, partili Cumhurbaşkanlığı sistemidir ve Erdoğan 21 Mayıs 2017’de AKP Genel Başkanı seçilmiştir; apaçık tek adamdır ancak demokrasi kişiler değil kurumlar rejimidir!

Tüm bunlar şekil olarak belki hukuka uygundur ama öz bakımından kesin olarak hukuk dışıdır. Kaldı ki usul esasa egemendir; şekil bakımından da 16 Nisan 2017

  • Anayasa değişikliği yok hükmünde sakattır; yoklukla maluldür, keenlemyekündür!!

Bir biçimde ve hızla bu gayrımeşru anayasa değişikliğinin iptal edilmesi zorunludur.

İşler iyice arap saçına dönmeden, yaratılan rejim bunalımı ülkeyi çökertici düzeyde derinleşmeden soruna çözüm getirilmelidir.

  • AKP = RTE’nin geri adım atması ka-çı-nıl-maz-dır!…  

Sevgi ve saygı ile. 25 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

12 Adalar’ı Lozan’da verdik ama hangi Lozan’da?

12 Adalar’ı Lozan’da verdik ama hangi Lozan’da?

Murat BARDAKÇI
HABERTÜRK Gazetesi, 24.7.17

(AS : Bizim katkımız tazının altındadır..)

BİLMEDEN, öğrenmeden, tek satır okumadan ve meselelerin aslına vâkıf olmadan kahvehane muhabbeti misâli kulaktan kulağa nakledilenlere dayanarak fikir yürütüp yorum yapmak ve ahkâm kesmek aslında kolay ve kâr getirici bir iştir. Millet zaten yazılı bilgiye değil kulaktan dolma ifadelere önem verdiği ve dedikoduyu da ciddî mâlûmat zannettiği için böyle palavraları ortaya atanlar bir kesimin gözünde “üstad” ve “âlim” oluverirler!

Ne güzel değil mi? Okuyup araştırmak için mübarek mâbâdınızı kımıldatma zahmetine bile katlanmadan oturduğunuz yerden uydurup duracaksınız, belge-melge hakgetirecek, hiçbir zaman mevcut olmamış hâdiseleri gerçekmiş gibi ortaya atacak, yalanlarınızı şişirip şişirip tekrarlayacak ve neticede “büyük üstad” olacaksınız! Türkiye’de bu şekilde yalanlara ve utanmazca palavralara sermaye edilen konuların başında bugün 94. yıldönümünü idrak ettiğimiz Lozan Anlaşması gelir.

BİR ÇATLAĞIN HEZEYANLARI…

Daha önce de yazmıştım, şimdi tekrar edeyim: Bir kesimin yerden yere vurduğu Lozan; Türk Tarihi’nin en şerefli anlaşmalarındandır! Senelerce süren savaşlardan bitkin ve yorgun ama zaferle çıkabilmiş bir devlet, yani Türkiye, anlaşma masasında o şartlarda alabileceği her şeyi almıştır ve Musul, Batı Trakya yahut 12 Ada gibi yerleri de elde etmek maksadıyla askerî harekâta girişmeye ise artık tâkati yoktur.

Lozan’ı yerden yere vuranların senelerden buyana sakız gibi çiğnedikleri iddialarının kaynağı, anlaşmayı Türkiye adına imzalayan üç delegeden biri olan ama sonradan deliren ve “Hayatım ve Hâtırâtım” adını verdiği akla-hayâle gelmeyen yalanlarla dolu tuğla kadar bir kitap yazan Dr. Rıza Nur’un hezeyanlarıdır. Hadiseleri belgelerle mukayese işinde henüz emekleme çağında bile olmadığımız için, arşivlerimizde her türlü kaynağın mevcut bulunmasına rağmen bu çatlak doktorun iddialarına şimdiye kadar ilmî bir cevap verilemedi. Üstelik, Lozan’ın bütün zabıtları defalarca yayınlanmış olduğu halde, inkılâp tarihçiliğinde “Atatürk’ün mavi gözlerinin verdiği ilham” çizgisini bir türlü aşamayan ulemâ da bu konuda çalışmaya tenezzül buyurmadı!

İLK LOZAN’I İŞİTTİNİZ Mİ?

Lozan bahsinde ortaya atılan ve milletin kafasını karıştıran yalanlar o kadar çoktur ki, bunlara tek tek tek cevap vermek için cildler dolusu kitap yazmak gerekir… Meselâ, 12 Adalar bahsi…

12 Adayı “Lozan’da verdiğimiz” söylenir. Doğrudur, Lozan’da verdik ama 24 Temmuz 1923’teki Lozan Anlaşması ile değil, İtalya ile 1912’de imzalamak zorunda kaldığımız “ilk” Lozan Anlaşması ile… Lozan’ın sahil semti Ouchy’de, 15 Ekim 1912’de imzaladığımız bu metin tarihlerimizde “Uşi Anlaşması” diye geçer ise de resmî adı “Lozan Anlaşması”dır, hattâ 1930’lu senelere kadar “Birinci Lozan” denmiştir. Üstelik bu ilk “Lozan”ın aslı, Osmanlı Arşivleri’nin “Muahedeler” tasnifindeki 418 ve 419 numaralı dosyalarda muhafaza edilmektedir ama kimse gidip bakmaz ve esip gürlemeye meraklı nefret tarihçilerimiz de bir değil, iki Lozan Anlaşması olduğundan bîhaber kaldıkları için uydurur da uydururlar!

…….
Türkiye’nin en önemli vâroluş evrakı olan ve bugün 94. yıldönümünü idrak ettiğimiz Lozan Anlaşması’nda Türk delegelerin, İsmet Paşa’nın, Dr. Rıza Nur’un ve Hasan Bey’in, yani Hasan Saka’nın imzalarının bulunduğu sayfadır…

Lozan’ın 143. maddesine göre anlaşmanın Fransızca olan aslı Paris’te, Fransız Dışişleri Bakanlığı Arşivi’nde muhafaza edilmektedir ve metnin tamamının görüntüleri Türkiye’ye ilk defa imzalanmasından 90 küsur sene sonra, tıpkıbasımının yayınlanması maksadıyla İş Bankası Kültür Yayınları tarafından getirtilmiştir.

  • Lozan’a hakaretten vazgeçin beyler; ayıptır ve günahtır!
  • O günlerin şartlarında bu kadar sene yürürlükte kalabilmiş güçlü bir anlaşma yapabilmiş olanların hayırla yâdedilmeleri gerekir!

==================================
Dostlar,

Tarihçi sayın Murat Bardakçı‘ya, Türkiye’nin uluslararası hukukta bir tür tapusu olan Lozan Andlaşması hakkında dürüst ve nesnel tarih yazımı için teşekkür ederiz. Biz de dün aynen böyle yazdık Sn. Dr. Mehmet Balyemez’in Lozan – Kıbrıs makalesinde :

  • “Dolayısıyla Kıbrıs Lozan Andlaşmasıyla verilmiş değildir (12 Ada da!). Osmanlı döneminde Balkan Savaşı yenilgisi nedeniyle 12 Ada vd. zaten elden çıkarılmıştı Osmanlı Devletince. Lozan’da bu “de facto” (fiili, olmuş bitmiş) durumun bir kez daha onaylanması (tescili) Lozan’da Türk Kurulu’na dayatılmış oldu.” (https://ahmetsaltik.net/2017/07/24/dr-mehmet-balyemez-lozan-baris-antlasmasi-ve-kibris/)

Gerçekleri çarpıtmak, ister bilerek ister bilmeden, sonuçları bakımından aynı yere çıkıyor..
Ciddi bir etik, ahlak, bilim namusu, insan olma / olmama sorunu.. Utanmak gerekir!

Sevgi ve saygı ile. 25 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Fatih ALTAYLI : Eksiğimiz bilim mi – cihat mı?

Eksiğimiz bilim mi – cihat mı?

Fatih ALTAYLI
HABERTÜRK
Gazetesi, 22.7.17,

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Olacağı buydu. Sonunda “cihat” Milli Eğitim’imizin müfredatına girdi. Şöyle bir soru sorsam, ne cevap verirsiniz?

“İslam ülkelerinin cihatçı eksiği mi var, yoksa bilim insanı eksiği mi?”

Ya da şöyle sorayım isterseniz :

  • İslam dünyası “lanetlediği” Batı medeniyeti karşısında yeterince cihatçısı olmadığı için mi
    geri durumda, yoksa yeterince bilim üretemediği için mi?

Bu soruya vereceğiniz yanıt, müfredatta neye ağırlık vermeniz gerektiğinin de yanıtı olacaktır.

Eğer yeterince cihatçı Müslüman olmadığı için İslam dünyası “tek dişi kalmış canavarın” o tek dişi tarafından yıllardır ısırılıyor, canı acıtılıyor ve kendi topraklarında huzura muhtaç yaşıyorsa müfredatı baştan sona “cihat”la donatalım.

Bununla yetinmeyelim, cihat kursları, cihat gece okulları açalım.
Hatta TÜBİTAK’ı kapatıp yerine bir CİBİDAK’ı kuralım.

Yok eğer İslam dünyasının tek dişi kalmış canavara yem olmasının nedeni bilimde geri kalmış olmamızsa o zaman müfredatımızı da ona göre şekillendirelim. Eğer eksiğimizin gerçekten “cihat” olduğu düşünülüyorsa o zaman adına ister DEAŞ, ister ISIS deyin, o örgütle de savaşmayı bırakalım. Tam aksine tamamını Türkiye’ye çağırıp eğitmen ve öğretmen yapalım. Yine de açık kalırsa Taliban’dan buraya beyin göçü yapalım. Ne de olsa onlardan daha âlâ cihatçı mı bulacağız.

GÜVENLİK ASLINDA GÜVENSİZLİK Mİ? 

Herhalde bir 10 yıl önce falan yazmışımdır kişilerin en büyük sorununun “bireysel güvenlik” haline gelmeye başladığını ve bunun da “demokrasi ve insan hakları ihlallerini” beraberinde getirecek güvenlikçi rejimlere neden olabileceğini. Gerçekten sadece biz değil, pek çok gelişmiş demokrasi de bu ikilemle karşı karşıya.

Kişilik hakları ve bireysel özgürlükler mi, yoksa aşırı güvenlikçi politikalar mı? İnsanlar öyle bir noktaya doğru itiliyor ki, “Canın mı, özgürlüğün mü?” ikilemiyle karşı karşıya kalıyor.

Taksilerde uygulamasına geçilen “kayıt” meselesi de böyle bir sorunun ortaya çıkmasına neden oluyor. Bir yandan güvenlik endişesi, diğer yandan özel hayat, kişilik hakları. Takside hem sesli hem görüntülü kayıt altına alınıyorsunuz. İyi mi, kötü mü? Takside rahat konuşamayacaksın, öpüşemeyeceksin, koklaşamayacaksın, sevgilinle binemeyeceksin, siyasetten bahsedemeyeceksin, gizli konulardan söz edemeyeceksin, nereye gittiğin, kiminle gittiğin devletin elinde bilgi olarak bulunacak ve daha onlarca sakınca.

Buna mukabil (AS : karşılık) bir güvenlik hissi olacak. Hangisini tercih edersiniz?
Zor soru. Basit yanıtı, “Korkacak bir işi, bir ayıbı olmayan niye çekinsin?” olacaktır.
Ama iş hiç de öyle değil.
Mesela şöyle düşünün, bu kayıtlar birkaç sene önce başlasaydı, bugün muhtemelen FETÖ’nün elinde bir koz olarak yer alan unsurlardan biri olacaktı.
Böyle bir durumda da “güvenlik” zannettiğiniz şey aslında çok büyük bir güvenlik sorunu haline gelecekti. Bu uygulamayı başlatanlara sormak isterim, yarın öbür gün bir örgütün veya bir cemaatin elinde böyle kayıtlarınızın olmasını ister misiniz?
==================================
Dostlar,

Sayın Fatih Altaylı’ya “Eksiğimiz bilim mi – cihat mı?” sorgulaması için teşekkür ederiz.
Bu sitede çok yazıldı sorun… Bir kez daha uyaralım :

  • Milli (Dini!?) Eğitim Bakanlığı Müfredatı’nda cihat = din için savaş eğitimi” verilmesi
    AKP = RTE ve Türkiye için bir siyasal intihardır.Bu Yönetmelik, yol yakınken, okullar açılmadan geri çekilmelidir..
    Umar ve dileriz ki; Danıştay Anayasaya, öbür mevzuata, hukuka, insan haklarına, uluslararası andlaşmalarımıza…. hepsine ama hepsine açık seçik aykırı bu Yönetmeliği iptal eder (OHAL nedeniyle yürütmeyi durdurma kararı verilemiyor..) ve AKP de yasa çıkararak üstüne üstüne gitmekten vazgeçer.. İç – dış sorunlar boğucu düzey ve ağırlıkta.

Sevgi ve saygı ile. 25 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Suay Karaman : LOZAN’DAN GÜNÜMÜZE

LOZAN’DAN GÜNÜMÜZE

Suay Karaman

Lozan Barış Antlaşması’nın imzalandığı gün olan 24 Temmuz 1923 tarihi, ülkemiz için önemli günlerden biridir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu anlaşması olan Lozan Barış Antlaşması ile Türk devletinin bağımsızlığı resmen kabul edilmiştir. Bu Antlaşma ile Türk milletinin bağımsızlığını yok eden Mondros ve Sevr Antlaşmaları geçersiz sayılmış, Misak-ı Milli sınırları büyük ölçüde gerçekleştirilmiş, kapitülasyonlar tümden kaldırılmış, Türkiye Cumhuriyeti ekonomik özgürlüğünü kazanmış, Ermeni devletinin kurulması fikri reddedilmiş, Avrupalıların Türkleri, Anadolu ve Avrupa’dan atma amaçları tamamen sona ermiştir.

Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün Lozan için söyledikleri çok önemlidir:

  • “Lozan Antlaşması, Türk ulusuna karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı sanılmış, büyük bir suikastın çöküşünü bildiren bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir.”

Eşsiz liderimiz Atatürk’ün bu söylemine karşın, tarihi bilmeyenlerin, bilgiden yoksun olanların, demokratik ve laik cumhuriyetimize kin kusanların şu sözleri de belleklerdedir:

  • “Tarihte bize ne yaptılar? 1920’de bize Sevr’i gösterdiler, 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan’ı ‘zafer’ diye yutturmaya çalıştı. Her şey ortada. İşte şu an Ege’yi görüyorsunuz değil mi? Bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan’da verdik. Zafer bu mu? Oralar bizimdi. Oralarda bizim camilerimiz, mabetlerimiz var ama şu anda hâlâ Ege’de kıta sahanlığı ne olacak, havada, denizde ne olacak bunları konuşuyoruz, hâlâ bunun mücadelesini veriyoruz. Niye? İşte o anlaşmada masaya oturanlar sebebiyle. O masaya oturanlar, o anlaşmanın hakkını vermediler. Veremedikleri için şimdi onun sıkıntısını biz yaşıyoruz.” (AS : Ne yazık ki bu sözleri 1 yıl önce Cumhurbaşkanı olarak R.T. Erdoğan söyledi!)

12 ada Osmanlı Devleti’nin İtalya ile 1912 yılında yapmış olduğu Uşi Antlaşması ile diğer adalar ise 1913 Londra Antlaşması ile yitirilmiştir. Yani bu Ege adalarının hepsi Osmanlılar zamanında elden çıkmıştır. Sesimizi duyacak kadar yakın adaları Lozan Antlaşması ile Yunanlılara kaptırdık diye söylenenlerin, Lozan Antlaşması’na aykırı olarak Yunanistan’ın el koyup, bayrağını çektiği ve silahlandırdığı Ege Denizi’ndeki 17 adamız ile 135 kayalığın hesabını veremeyenlerin konuşmaya hakları da yoktur.

Ancak bunu söyleyenlerin geçen yıl Lozan Barış Antlaşması’nın 93. yıldönümünde yayımlanan mesajda; “Lozan’ın içeriği ve cumhuriyetin ilkeleri bugün daha iyi anlaşılıyor” ifadesini kullanması da, zamana ve duruma göre farklı söylemde bulunmanın garip ve çelişkili bir ifadesidir.

Günümüzde Lozan Barış Antlaşması delik deşik edilirken, siyasi iktidar tarafından laik eğitim de yok edilmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın, geçtiğimiz günlerde yayımladığı bir yönetmelik ile her derecedeki okullarda “kadınlar ve erkekler için” ayrı ayrı mescit oluşturulması zorunluluğu getirildi. Böyle bir uygulama, anayasadaki cumhuriyetin niteliklerine, devletin laik ve sosyal hukuk devleti kimliğine, yasalar önünde eşitlik ilkesine ve Milli Eğitim Temel Kanunu’ndaki eğitimin laik kimliğiyle ilgili hükmüne açıkça aykırıdır. Bu yönetmeliğe siyasilerden karşı çıkan kimsenin bulunmayışı ise, ülkemizin getirildiği içler acısı durumu gözler önüne sermektedir.

Zinayı suç olmaktan çıkaranların, son günlerde yaşadığımız depremleri de zinaya bağlamaları, laik eğitimin yok edildiğinin göstergesidir. Bunun dışında okul kitaplarından Atatürk kaldırılmış ve ibadet olarak kabul edilen “cihat” kavramının, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin programında okutulması kararlaştırılmıştır. “Cihat bilmeyen çocuğa matematik öğretmenin faydası yok” diyenler, aydınlanmadan payını alamayan, matematikten anlamayan, geri kafalı ortaçağ artıklarıdır.

Atatürk adının geçtiği her şeyi yok ederek, Cumhuriyetin değerlerini silmeye çalışan siyasi iktidar, Atatürk Orman Çiftliği’ni talan etmiş ve yapılaşmaya açmıştır. Cumhuriyetle hesaplaşmayı mekanlar üzerinden de yapmayı seçen siyasi iktidar başkentteki Marmara Köşkü’nü, Havagazı Fabrikası’nı, Baraj Gazinosu’nu, İller Bankası’nı yıkmakta sakınca görmemiştir. Bunlar yetmezmiş gibi kaçak saraylara sığamayanlar şimdi de Anıtkabir’i imara açma kepazeliğine başvurmaktadırlar.

Ankara Anakent Belediye Meclisi’nin 11 Mayıs 2016’da “oybirliği” ile aldığı kararla “Anıtkabir Koruma Amaçlı İmar Planı” değişikliklerine onay verilmiştir. Yeni imar planına ilişkin başlatılan çalışmanın ardından Anıtkabir’in betonlaşma süreci başlatılacaktır. Tüm ulusa ait, anı ve saygı mekanı olan Anıtkabir, Mustafa Kemal Atatürk’ün anıt mezarı olması nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti için büyük bir anlam taşımaktadır.

  • Anıtkabir’e ilişkin yapılan plan değişikliği ile alanın daraltılması fikrinden ivedilikle vazgeçilmelidir.

Plan değişikliğine ‘evet’ diyen Atatürk’ün partisinin üyelerine de gereken yaptırım ivedilikle uygulanmalıdır.

Ülkemizde işsizlik, açlık, yolsuzluk ve yoksulluk kol gezerken, çalışanın, emeklinin, esnafın durumu perişanken, terör her gün can alırken, bölünme ve iç savaş provaları yapılırken, 16 Nisan halk oylaması sahtekarlıkla “evet”e dönüştürülmüşken, hukuk tümüyle kaldırılmışken, eğitim karanlık ortaçağ düzeyine geriletilmişken, kültür ve sanatın içine tükürülürken, kanun hükmündeki kararnamelerle keyfi olarak ülke yönetilirken, “güçlü Türkiye” masallarına kargalar bile gülmektedir. Bugün belki de Lozan Barış Antlaşması’nın imzalandığı günlerden daha karanlık bir toplum kimliğindeyiz. Ancak yine milletin azim ve kararı ile her türlü olumsuzluğun üstesinden geleceğimiz günler yakındır. (24 Temmuz 2017)
==============================
Dostlar,

Sevgili Suay Karaman değer verdiğimiz bir yurtseverdir.
Bu sitede onlarca yazısı yayınlanmıştır.
Ancak Anıtkabir ile ilgili konu Sn. Karaman’ın yazdığı ölçüde net değil…
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanının açıklaması oldu :

  • “….  Milli Savunma Bakanlığı bizden talep etti ve yapıldı. Yapılan da haberde bahsedildiği gibi değil. Anıtkabir sınırları dışında bulunan ve mevcutta park alanı olarak ilan edilmesine rağmen orada bulunan 5 katlı askeri lojmanı resmileştirdik.” 
  • Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’nun hiçbir şekilde yeni bir yapılaşmaya müsaade etmeyeceğini söyleyen Gökçek, “Yeni bir yapılaşma söz konusu dahi değil. Sadece mevcut askeri lojmanlar resmileşti. Mevcut durum korundu o kadar. …” diye konuştu.

Hükümetin açıklaması da oldu benzer doğrultuda..

Dün gece de Çankaya Belediye Başkanı Alper Taşdelen Halk TV’de Gökçek ve Hükümet açıklamalarına koşut açıklama yaptı..

Tersi kanıtlanana dek böyle kabul etmek durumundayız.. Ve dileriz böylesi bit hata yapılmaz..

Lozan Barış Andlaşması’nın 94. yıldönümü bir kez, bin kez daha kutlu ve mutlu olsun!

Sevgi ve saygı ile. 25 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Rifat Serdaroglu : DOĞRU VE GERÇEK SÖZLÜK

DOĞRU VE GERÇEK SÖZLÜK (1)

Rifat Serdaroglu

Hitler’in propaganda Bakanı Joseph Goebbels (Göbels) eğer AKP iktidarı zamanında yaşasaydı, Beştepe Sarayına kapıcı bile olamazdı!
Bademler yalan söylemeyi, gerçekleri çarpıtmayı o kadar rahat bir şekilde yapıyorlar ki, Göbels “Pes abicim, ben yalan söyleyeni gördüm ama, bunlar gibisini görmedim. Yalan propaganda sanatında birincilik ödülü kesinlikle Bademlere verilmelidir.” derdi…

2002’de 3 yaşında olan bir çocuk artık seçmen. 4 yaşındaki 19 yaşında oldu. 2002’de 5 yaşında olan çocuk 20 yaşına geldi. 2002’de 7 yaşında olan bebe, şimdi askerliğini bitirip geldi, haftaya düğünü var! Yani milyonlarca çocuk “Badem Şekeri” ile değil “Badem Yalanlarıyla” büyüdü!

İşin feci yanı burası! 2002 yılında doğan bir kız çocuğu, tesettürün şart olduğunu (Ana Okulundan türbana sokuldu) 9 yaşından itibaren evlenmeye hazır olması gerektiğini, kadının evinde oturmasının dinimiz emri olduğunu zannediyor!

2002 yıllarında doğan bir erkek çocuk ise, Reisin tüm dünyaya kafa tutacak kadar cesur olduğunu, etrafımızın Türkiye’nin büyümesini çekemeyen düşmanlarla çevrildiğini, Cihadın şart olduğunu, kestirmeden para kazanmak için mutlaka AKP İlçe teşkilatlarından birine yamanmanın ve

– “çalıyor ama çalışıyor”,
– “Çalıyorsa, cihad için kullanacaktır”, “
– Çalıyor ama benden çalmıyor ki”

felsefesine inanması gerektiğini zannediyor! Yani tam da Reis’in istediği “Dindar ve Kindar” fakat okumayan, tartışmayan ot gibi bir nesil yetişiyor…

Ya diğer uçta durum ne?
Elinde akıllı telefon (!) sürekli telefona bakan, kendi kendisinin resmini çekip sosyal medyada paylaşan, saçma sapan bir dil kullanıp güzel Türkçemizin içine eden, sorumsuz, bilgisiz, okumayan, tartışmayan, anababa parasıyla yaşayan asalak bir nesil geliyor…

Bir de çoğunluk olan ama sesi çıkmayan hem çalışıp hem eğitimini sürdürmeye çalışan, vergisini veren, çağrıldığında seve-seve vatan görevine koşan, kendini yetiştirip dünyadaki gelişmelerin ardında kalmamak için çırpınan, “Türk Milletinin onurlu bir bireyi” olmayı gönüllü kabullenen vatansever çağdaş genç nesiller geliyor…

Bu üç kesimin tek ortak noktası, hepsinin “AKP Yalanları” ile büyümeleri, Bademlerin söylediklerinin gerçek ve doğru olduklarını düşünmeleridir! Eğer bu çocuklara birileri doğruları öğretmezse, onları araştırmaya-sorgulamaya alıştırmazsa bunların hepsi kayıp nesiller olacaktır.
Kaybolan sadece bu çocuklarımız olmayacak, son Türk Devleti olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti de içimizdeki cahillerin, hırsızların, hainleri, dönmelerin yalanlarıyla, cehaletleriyle batacaktır.

Bu sebepten belli ve güncel konularda, hangi inançtan hangi düşünceden olurlarsa olsunlar tüm gençlerimize doğruları gerçekleri anlatmak gibi önemli bir uğraşımız olacak! Bu konuları Kadrolu Dertlerimiz” adıyla kitaplaştırma çalışmamız devam ediyor. Zamanımız ve ömrümüz yeterse inşallah bitireceğiz.

Yarın “Doğru ve Gerçek Sözlüğümüz”ün bölümlerini yazmaya başlayacağız.
Gayret bizden, yardım Allah’tan…

Sağlık ve başarı dileklerimle, 24 Temmuz 2017
======================================
Teşekkürler değerli Serdaroğlu..

Size güç ve esenlik dileriz çok önemli birikimlerinizi hızla aktarmanız için..

Sevgi ve saygı ile. 25 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Güngör Mengi : Kafamızdaki ‘Neden’ soruları!

Kafamızdaki ‘Neden’ soruları!

Güngör Mengi
VATAN Gazetesi, 23.07.2017  
(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)
Türkiye’de her gün öyle beklenmedik olaylar, gelişmeler oluyor ki sanırım birçoğumuz artık bunları gördükçe ilk tepki olarak “Neden” sorusunu soruyoruz. Neden böyle bir karar verildi, neden şeffaflık yok, neden iç ve dış politika hep gerilim üzerinde yürüyor gibi…
Birkaç gün önce Washington’da düşünce kuruluşu “Partilerüstü Politika Merkezi”nde Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişiminden sonraki 1 yılın değerlendirildiği bir panel düzenlendi. Bu panelde konuşmacılar “Darbe girişimiyle ilgili hala çok sayıda soru işareti bulunduğunu, Türk hükümetinin darbe girişimine dair ciddi bir inceleme yürütmediğini, özellikle 15 Temmuz sonrası baskıların arttığını” vurguladılar.
İfade özgürlüğü
Mc Cain Enstitüsü’nden bir konuşmacı “Türkiye’de kaos ve korku ortamının arttığını” söyledikten sonra “Hiç kimse birbirine güvenmiyor.
* Cumhurbaşkanı veya hükümete en küçük eleştiri yöneltenler ‘casus, terörist ya da darbe planlayıcısı gibi yakıştırmalarla’ karşılaşıyor” dedi.

– Gazete(ci)lerin mesleklerini icra edemez hale geldiği,
– ifade özgürlüğü – hukukun üstünlüğü gibi ilkelerin kaybolduğu konuşuldu.
Batı ülkelerine kızdığımız konular var, örneğin Suriye ve Irak’ta ABD ve diğerlerinin PYD-PKK’ya verdikleri destekle bu terör örgütlerinin “Türkiye aleyhinde olacak şekilde güçlendirildiği” bu konulardan biridir. Ancak… Ülke içinde “demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, adalet” gibi konularla Ortadoğu politikası ayrı ele alınmalıdır.
Sorular cevaplanabilir
Örneğin; Türkiye’de önemli ölçüde bir “hukuk, adalet, demokrasi” sıkıntısı yaşandığını
ve bu sorun nedeniyle milyonlarca insanın “Adalet yürüyüşü” yaptığını unutmamalıyız.
Biz Batı’ya “15 Temmuz’da beklenen tepkiyi vermediniz” diye kızarken onların
* “15 Temmuz’la ilgili soru işaretleri çözülmedi” sorusunu da dikkate almalıyız.
Bu soru işaretlerini “Meclis’te tartışarak, muhalefetin sorularını cevaplayarak çözmek” gayet kolaydır ve olayın tarihe doğru aktarılması için şarttır.
AB ile ilişkilerimiz referandum öncesinde “toplantı izni” nedeniyle bozulmuş, Almanya’nın İncirlik’ten çekilmesiyle devam etmişti, şimdi de farklı konulardaki gerilimlerle sürüyor.
Diplomasi ile…
Büyükada’da insan hakları aktivistlerinin yaptığı toplantıda biri İsveçli, biri Alman iki kişinin de tutuklanması bizi “Türkiye- Almanya ilişkilerinin tamamen kopması” noktasına getirdi.
Almanya, turizm ve yatırımlardan başlayan ve Türk ekonomisine büyük zarar  verecek yaptırımlar açıkladı. Neyse ki dün Almanya ve Türkiye Dışişleri Bakanları “krizi medya yerine diplomasi ile yönetmek” üzerinde görüş birliğine vardılar.
Dış politikada fevri çıkışlar genellikle “Öfkeyle kalkan zararla oturur” sözünü doğrulayacak sonuçlar yaratır ki biz de bunu sıkça yapıyoruz.
Televizyon programlarında yapılan;
– “AB olmasa da olur”,
– “Biz kendi kanunlarımızı kendimiz yaparız” gibi yüzeysel yorumların gerçeklerle ilgisi yoktur.
==============================
Evet dostlar,

Kıdemli ve ılımı yazar Sn. Güngör Mengi’nin aklına takılan sorular ve kendisinin verdiği “makul” yanıtlar.. Çok sakin, çok olgun, yumuşak ve sorumlu bir dille..

Dileyelim AKP = RTE de benzer yumuşak, olgun, ayrıştırmayan – ötekileştirmeyen, asla fevri olmayan, öfkeyi bir hitabet sanatı görme ilkelliği ve zavallılığından…. uzak, ADALET- HUKUK temelli, insanı en ortaya koyan… bir sağduyulu çizgiye yaklaşır…

İlk iş MÜFREDAT’taki dinci – kinci – çağdışı – cihatcı değişikliği geri almak..
Sonra OHAL’i bir daha uzatmayacağını açıklamak ve bu son 3 ayda özellikle kendi içindeki FETÖ’cüleri tasfiye etmek… OHAL’in yaralarını hızla sarmak..
Maltepe meydanında milyonlarca yurttaşın oylayarak oybirliği ile benimsediği 10 temel isteme duyarlı olup adımlar atmak…
TBMM’yi çalıştırıp muhalefetle demokratik ilişkiler içinde olmak..
…………….
………………….
Gerçekte zor değil ve AKP’nin 15 yıl önceki köklerine dönmesi demek bu!
Neydi 3 temel YYY hedefi??

1. Yoksullukla savaş
2. Yolsuzlukla savaş
3. Yasaklarla savaş..

Her 3’ünde de tam ters kutuba sürüklendiğini ve bu Donkişotvari gidişin akıl içre olmadığı, sürdürülemeyeceği….
AKP = RTE tarafından artık görülmeli.. Zaman – iklim – sabur… tükenmek üzere.

Sevgi ve saygı ile. 25 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com