ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 31 Ekim 2018

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 31 Ekim 2018

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

DEVRİM
Şamil Tayyar, vatanseverlerin yıllardır söylediği gerçeği itiraf etti:
AKP bir karşı devrim partisidir.” 
İşte bu…

İŞBİRLİKÇİ
HDP, AKP ile MHP’nin ilişkileri bozulunca hemen atladı, ”Eskisi gibi işbirliği yapalım”
Eyyyy AKP, kimmiş bölücü işbirlikçisi?….

IRKÇILIK
RTE, “Irkçılık dinimizde yasak”
Hırsızlık serbest mi?…

ALDATMA
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Selçuk, “Çocuklarımız din kisvesi altında kandırılmasın”
Sadece çocuklar mı?…

YARGI
Nurcu eğitim vakfındaki erkek tacizine Yargıtay ceza indirimi yaptı.
Bakalım AKP’ye göre yargı bağımsız mı, ideolojik mi?…

ZAM
RTE’nin maaşı % 26 artırılmış.
İtibarı arttı mı?…

MEB
Toplum yeni ME Bakanı’ndan umutluydu. Andımız kararını temyiz etti.
Aynı soyun soyu…

OĞLAN
MHP’li Semih Yalçın, Engin Altay’a “iç oğlan” dedi.
Bu partinin eşcinselliğe özel ilgisi var…

FETÖCÜ
Feto’ya övgüler düzen Süleyman Soylu, FETÖ ile mücadelede komutanlarına örnek olan Teğmen Çelebi’yi FETÖ’cülükle  suçladı.
“Aldatıldım” diyen sıyırınca yüzsüzlük bedava…

HASTA
MEB  Selçuk,  eğitim sisteminin yoğun bakımda olduğunu söyledi.
16 yılın sonucu. Peki, sadece eğitim mi?…

ATATÜRK
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın resmi sitesinde Atatürk’e hakaret edildi.
Rant bakanlığı…

TOZ
Gökçek’ten Hayati Yazıcı’ya, ”Tozunu atarım”
At martini Debreli İ. Melih…

ŞEREF
Bahçeli, “Gökçek gönüllü olarak adayımız olursa şeref verir” dedi.
Şerefli kişiler şeref verir…

SORGULAMA
RTE, Suudilere “Siz konuşturamıyorsanız 18 kişiyi bize verin, biz konuşturmasını biliriz”
Biz adamın…

DİYANET
29 Ekim haftasında Atatürk’ü anmak/anlatmak yerine ”ailede şefkat” içerikli hutbe okutuldu.
Diyanetin yaptığına ne denir;

  1. Vefasızlık,
  2. Saygısızlık,
  3. Yobazlık
  4. Hepsi…

PİNDUK
Fındık fiyatını da Cumhurbaşkanı açıkladı. Üretici zaten fındığı satmıştı.
Fındığı alan Üsküdar’a geçti……

MARŞ
İstanbul Erkek Lisesi Müdür Yardımcısı Metin Kuş, tören sonrası İzmir Marşı söyleyen bazı öğrencileri tokatladı.
Eğitimde milliliğin neresinde olduğumuzu göstermiş…

FETÖCÜ
Kara Harp Okulu’ndaki FETÖ’cüleri tespit etmek için görevlendirilen subay FETÖ’cülükten gözaltına alındı.
İktidarın yansıması…

EYT
EYT yasasında Bahçeli yine AKP’ye koltuk değneği oldu.
Netice EBT oldu; emekliler Bahçeli’ye takıldı…

ÇAYCI
RTE, “Danıştay’a soracaksam bu görevi bırakayım”
Yüksek yargı çay toplamak içindir…

FARZ
Harran Üniv. Rektörü Ramazan Taşaltın, ”Erdoğan’a itaat farz, karşı gelmek haramdır.”
Adam Erdoğan’ın cennetine talip…

CUMHURİYETİ SEVİYORUZ

CUMHURİYETİ SEVİYORUZ

Konuk yazar :
Mustafa AYDINLI

Cumhuriyet deyince, hemen aklımıza O geliyor; Mustafa Kemal Atatürk!

Ülkemiz için birbirini tamamlayan, ayrı düşünemeyeceğimiz 2 gerçeklik. Bugün uygar ve çağdaş yaşam biçimimizi, yaşam kalitemizi, iyiden güzelden, doğrudan yana her şeyi, Cumhuriyet’e ve Mustafa Kemal ATATÜRK’e borçluyuz.

Ülkemiz önce sıcak – eylemli (fiili) düşman işgalinden kurtarılmış, ardından Cumhuriyet ilan edilerek uygar dünyada varolabilme savaşımı verilmiştir. Yaşama tutunabilmek için zorunlu Devrimler peş peşe yaşama geçirilmiştir. Eğitim, ekonomi, sağlık, tarım sanayi, bilim, sanat… alanlarında ciddi gelişmeler sağlanmıştır. Bir bütün olarak Ulusal Kültür canlandırılmaya çalışılmıştır çünkü Mustafa Kemal Paşaya göre;

  • Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli Kültürdür!

1. Dünya Paylaşım Savaşından sonra, ülkemiz işgal edilmiş, Emperyalist güçler ülkemizi parça parça bölüşmüştür (30 Ekim 1918, Mondros Ateşkesi). Son Padişah 6. M. Vahdettin ve Damat Ferit hükümeti işgalci devletlerle işbirliği yapmıştır. Ordunun silahları elinden alınmış, halk ezik, güçsüz, başsız ve perişandır. Anadolu’yu ve Türk halkını tarih sahnesinden silme amaçlı Sevr Anlaşması dayatılmış ve yine Osmanlı Hanedanınca imzalanmıştı (10 Ağustos 1920)..

Tüm bu emperyal kuşatmaları alt ederek önce Kurtuluş Savaşını kazanmak, ardından Kuruluş aşamasında Cumhuriyet ilanı, insanlık tarihinde benzersiz bir atılım ve görkemli bir başarıdır.

Her türlü engele karşın, Emperyalizmin iç ve dış güçlerine karşın, Mustafa Kemal Paşa’nın dehası ve kurucu iradenin amansız uğraşları sonucu Cumhuriyet idaresi kurulmuştur. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkmasıyla yeni Türkiye’yi kurtarma ve yeniden kurma girişimi başlatılmış oluyordu. Bu arada, İzmir (15 Mayıs 1919) ve sonra da İstanbul işgal edilmişti (16 Mart 1920). Padişah Vahdettin ve Damat Ferit hükümeti açıkça ihanet içindeydi. Bu yıkımlar karşısında Türk halkı 7’den 70’e tüm genci-yaşlısıyla, Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde Ordusunu yoktan varetmiş, kanı ve canıyla Kurtuluş Savaşını kazanmış, Cumhuriyete giden yolları açmıştır.

Emperyalizm ve maşası işgalci Yunan ordusu Büyük Taarruzla İzmir’de denize dökülmüştü  (9 Eylül 1922), eylemli işgal sonlandırılmış, Lozan Barış Anlaşmasıyla uluslararası toplumda tanınma bile sağlanmıştı (24 Temmuz 1923). Ancak bunlarla yetinmemek, ülkenin çağdaşlaşma savaşımını da kazanmak zorunluydu. Lozan görüşmelerinden hemen önce Saltanatın kaldırılması zorunlu olmuştu (1 Kasım 1922). Lozan Anlaşmasının hemen ardından, yalnızca 3 ay sonra Cumhuriyetin ilanı, genç Türkiye Devletinin Batı uygarlığına dönük rotasının kanıtıydı.

Mustafa Kemal Paşa, kafasında tasarladığı çağdaş, uygar, güçlü ve dünyada sözü geçen bir ülke olabilmek için stratejik Cumhuriyet kararını veriyordu. Yasa önerisinin sunulmasından çok kısa süre sonra, dakikalar içinde, TBMM’de “Yaşasın Cumhuriyet” çığlıkları yankılandı 1. Meclisin mütevazi salonunda.

Ne var ki işler bununla da bitmiyordu. Yarınlar için  “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”nu çıkarmak, öğretim birliğini oluşturmak, Halifeliği kaldırmak, şapka devriminden, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına, laik Medeni Yasa çıkarılmasına, hukukun çağdaşlaştırılmasına, Arap abecesi (alfabesi) yerine Latin harfleri ile yazılan yeni Türk Abecesinin kabulüne… dek uzanan bir dizi devrimci tasarımı yaşama geçirmek gerekiyordu. Anadolu Rönesansı‘nın 15 yıla sığdırılan görkemli Devrimler dizisini Laikliğin Anayasa’ya konması izledi (10 Nisan 1937) Batı’dan 300 yıl sonra Anadolu Aydınlanması, Atatürk – Türk Devrimleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nde sarsılmaz temellere kavuşturuluyordu.. Osmanlı Aydınlanmaya sırtını dönmüş ve böylelikle kaçınılmaz olarak kendi yıkımını adeta kendisi sağlamıştı.

Mustafa Kemal Paşa;  10. Yıl Söylevinde (29 Ekim 1933);

  • “Az zamanda çok büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Buradaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak, azimkârane yürüyüşüne borçluyuz.” demektedir.Yine “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” saptamasını yaparken, Cumhuriyetin bilim, fen temelinde, dogmalardan uzak, erdemli (faziletli) bir rejim olduğunu vurgulamaktadır.. Dahası, açık seçik “Cumhuriyet fazilettir” tanımı yapmaktadır.

Yurtta barış, dünyada barış” özlemi ve kararlılığı ile Dünya barışına da ilkesel katkı vermiştir.
………

Tüm bu nedenlerle çok Cumhuriyeti seviyoruz ve sonsuza dek onurla yaşatmaya kararlıyız.

Hiç unutmamak gerekir ki, bütün insanlar özgür doğarlar (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi md. 1) ancak özgür yaşayamayabilirler. Özgür ve onurlu yaşayabilmek için sürekli ve ciddi bir ulusal (topyekun) uğraş vermek gerekir.

Atatürk Cumhuriyeti‘nin ilke ve idealleri yolunda yürüdüğümüz sürece, hiç kimse özgürlüğümüze ve ulusal onurumuza dokunamayacak; Türkiye Cumhuriyeti, kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün öngördüğü ve vasiyet ettiği üzere sonsuza dek (ilelebet) yaşayacaktır (payidar kalacaktır)!

 

Büyük tarım ülkesi Türkiye ne hale geldi?

Turgut ÜNLÜ
Eğitimci

Cumhuriyet
, 02 Kasım 2018
Osmanlının yok olan küllerinden Cumhuriyetin kazanımları ile büyük bir tarım ülkesi haline gelen Türkiye ve üretken çiftçimiz; özellikle AKP iktidarının son 16 yılda uyguladığı politikalarla bakınız ne hale geldi?

Çiftçimiz gübre, mazot, elektrik fiyatlarındaki fahiş artış, yasal olarak alması gerektiği halde alamadığı gerekli destek, ödemelerin üretim sonu verilişi, yabancı ülke çiftçisinin tercih edilmesi, ipotek karşılığı kredilerden dolayı tarla ve üretim araçlarını yitirişi, girdi ürün piyasasının uluslararası tekellerin eline geçişi, iklim değişikliği, tarım ürünleri ithalatı vb. nedenlerden tarımdan uzaklaşmak zorunda bırakıldı. 
Tarım alanları 4 milyon hektar geriledi. 
Geçen yıla göre çiftçimiz % 50 yoksullaştı. Tarım arazileri rantçılara satılmaya başlandı. 
Çiftçi sayımız son 1 yılda %5.2 oranında azaldı. En hızlı azalan 15 ilimiz sıra ile: Hakkâri, Trabzon, Bartın, Zonguldak, Elazığ, Osmaniye, Samsun, Kastamonu, Urfa, Hatay, Sakarya, Tunceli, Antalya, Bilecik ve Siirt oldu. 
Kentlere göçe zorlanım sonucu tarımsal nüfusumuz 7 milyon azaldı. 
Çiftçiye verilmesi gereken 102 milyar liralık destek verilmedi. 
Çiftçimiz 109 milyar lira tarımsal borçlandırıldı. 
Çiftçimiz küresel sermayeye kul edildi. 
Tüm bu olumsuzluklara karşın; Hükümet Sudan’dan arazi kiraladı
Ve 2019 bütçesinde tüm emekçilere olduğu gibi çiftçilere yer verilmedi. 
“Kimsesizlerin kimsesi” Cumhuriyetimizin baştacı köylümüz, tarımımız 95. yılda yok olma ile karşı karşıya… 

  • Bu gidişata derhal dur demek tüm emekçilerin ve de çiftçimizin hem ülkesine hem kendine hem de 95. yılını idrak ettiğimiz Cumhuriyetimize karşı borcudur.  

VERGİLER NEDEN YÜKSELİYOR??

VERGİLER NEDEN YÜKSELİYOR??

KONU ESKİ CUMHURBAŞKANI ABDULLAH GÜL..
ARTIK CUMHURBAŞKANI OLAMAMASINA RAĞMEN HALA MAAŞLARI DEVLETTEN ÖDENEN 40 PERSONEL 18 ADET MAKAM ARACI,
OTURDUĞU KONUT BEDAVA.
BİR DE DEVLETTEN MAAŞ ALIYOR.
YAĞMA HASAN’IN BÖREĞİ, YE YE BİTMEZ.
FATİH ALTAYLI YAZIYOR, ABDULLAH GÜL’ün KORUMA MÜDÜRÜ OSMAN ÇANGAL AÇIKLIYOR. FATİH ALTAYLI DİYOR Kİ :

Konu, benim önceki gün yazdığım ‘Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e 18 araç tahsis edilmiş’ yazım. Çangal şu bilgileri verdi :
– Cumhurbaşkanı Gül’e tahsis edilen araç sayısı 18 değil 17 imiş.
– Benim de tahmin ettiğim gibi bunlardan biri Abdullah Bey’in, diğeri ise eşinin makam otomobilleri, bir de yedek makam otomobili varmış.
– Her makam aracının önünde eskortluk yapan bir araç, bir de takip aracı varmış.
Bunların dışındaki 11 araç, Cumhurbaşkanı Gül’ün yanında görevli yaklaşık 40 kişilik ekibin taşınması, sekretaryasının işleri, günlük bürokratik işler için kullanılıyormuş.”

“GÜL EMEKLİ DEĞİL, ÇOK AKTİF…”

Altaylı yazısını şöyle sürdürdü:
“Çangal, ‘Sayın Gül emekli değil. Çok aktif bir eski Cumhurbaşkanı. Sürekli geziyoruz. Mesela şu an Urfa’dayız. Geçen ay içinde bir Londra, iki de Arap ülkesi ziyaretimiz oldu. İstanbul’daki ofiste de çok yoğun bir programımız var. Zaten 40 kişilik personelin önemli bir bölümü koruma. Konut koruması, ofis koruması. Yolda koruma gibi zorunluluklar var’ dedi.
– Cumhurbaşkanı Gül’e tahsis edilen araç sayısı 18 değil 17’dir.
– Bunlardan biri Abdullah Bey’in, diğeri ise eşinin makam otomobilleri, bir de yedek makam otomobili vardır.
– Her makam aracının önünde eskortluk yapan bir araç, bir de takip aracı vardır.
– Bunların dışındaki 11 araç, Cumhurbaşkanı Gül’ün yanında görevli yaklaşık 40 kişilik ekibin taşınması, sekretaryasının işleri, günlük bürokratik işler için kullanılmaktadır.
****
KİM BU ADAM ARKADAŞ, HALKA NE YARARI VAR?
KİME ÇALIŞIYOR?
BU ADAMA NİYE BU KADAR MASRAF YAPIYORUZ?
O PERSONELİN, MAKAM ARAÇLARININ MASRAFLARINI, KONUTUNUN KİRASINI,
NİYE BİZ ÖDÜYORUZ?
GECE SAAT 22.00’lere DEK ÇALIŞIP KAZANCIMIN VERGİSİ, BU ve BENZERİ GEREKSİZ ŞEYLERE NEDEN HARCANIYOR?
HARAM ZIKKIM OLSUN ABDULLAH GÜL BEY!
DİNİ BÜTÜN GEÇİNİYORSUNUZ BİR DE!
GİDİN ARTIK, DÜŞÜN BU HALKIN SIRTINDAN.

Not   :
“Sayın Ahmet Necdet Sezer de Cumhurbaşkanı idi şimdi sade vatandaş gibi yaşıyor bu nedenle şerefli ve büyüktür”
==============================
İnternette paylaşılan anonim yazı.. 02.11.18

Prof. Dr. Nusret Fişek’i Anıyoruz

Prof. Dr. Nusret Fişek’i Anıyoruz:
1 Kasım 2018 Perşembe

Değerli Çocuk Dostları,

Değerli Hocamız Prof. Dr. Nusret Fişek’i aramızdan ayrılışının 28. yılında saygı, sevgi ve özlemle anıyoruz.

Vakfımızın Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği ve Türk Tabipleri Birliği ile birlikte düzenlediği etkinlik,
1 Kasım 2018 Perşembe günü 13:30’da başlıyor. Program şöyle :

Yer: Hacettepe Üniv. Kültür Merkezi M Salonu, Sıhhiye Yerleşkesi / Ankara
Tarih: 1 Kasım 2018, Perşembe

13:30-14:00 Açılış Konuşmaları

Prof. Dr. Hakan Altıntaş
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı

Prof. Dr. Türkan Günay
Halk Sağlığı Uzmanları Derneği Başkanı

Prof. Dr. Sinan Adıyaman
Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Başkanı

Prof. Dr. Bülent Altun
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı

Prof. Dr. Haluk Özen
Hacettepe Üniversitesi Rektörü

14:00-14:30 Özgeçmişi ve Görsellerle Prof. Dr. Nusret Fişek

14:30-15:00 Nusret Fişek Halk Sağlığı Araştırma İnceleme Özendirme Ödülü Töreni
(Türk Tabipleri Birliği)

15:00-15:30 Ara

15:30-17:00 Panel: «Günümüzde Aşı Reddi: Küresel, Ulusal, Toplumsal Yönleri»

Kolaylaştırıcı: Prof. Dr. Levent Akın (HÜTF Halk Sağlığı Anabilim Dalı)

Konuşmacılar:

Prof. Dr. Mehmet Ceyhan: «Küresel ve Ulusal Düzeyde Aşı Reddi»
(Hacettepe Ü.T.F. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı)

Prof. Dr. Muzaffer Eskiocak: «Yaşadığımız Toplumda Aşı Yaptırtmama
Nedenleri» (Trakya Ü.T.F. Halk Sağlığı Anabilim Dalı)

Prof. Dr. Şafak Taner: «Aşı reddi, Dünya Sağlık Örgütü ve Aşı
Üreticileri» (Ege Ü.T.F. Halk Sağlığı Anabilim Dalı)

17:15-18:15 Ankara Gelişim Çok Sesli Korosu

Oya Fişek kizilay@fisek.org.tr

Sürekli durgunluk

Sürekli durgunluk

Erinç Yeldan
Cumhuriyet,
31.10.18

Sürekli durgunluk (secular stagnation) küresel ekonominin içinde bulunduğu süregelen yavaşlama trendini betimlemek için kullanılıyor. Sürekli olarak kendini yenileyen durgunluk, çevresini saran koşullar biçim değiştirmesine karşın, üretkenlik, ücretler ve sabit sermaye yatırımlarının seyri gibi ana göstergeler bakımından konjonktürel bir olgu olmaktan ziyade, kalıcı bir görünüm sergilemekte. 

Küresel kriz, kısa süre içinde yoğun iflasların, şiddetli bir daralmanın ve yüksek işsizliğin oluşması yerine, etkileri uzun süreye yayılmış, ısrarlı bir durgunluk olarak kendini göstermekte; ve bu yönüyle de spektaküler bir çöküşün ardından görece hızlı toparlanma ile betimlenen geleneksel kriz biçimlerinden farklılaşmakta. Kriz, zaman içinde ve bölgeden bölgeye farklı biçimlerde (Avrupa’da kamu borcu; gelişmekte olan ülkelerde özel sektör borçlanması ve gerileyen tasarruflar; ABD’de miktar kolaylaştırması diye anılan parasal genişlemenin ardından para ve mali piyasalarda balonlaşma ve dengesizlik, vb…) tezahür etmekte; ancak süreci koşullandıran ana olgular sürekli olarak kendini yenileyerek karşımızda durmakta: üretkenliğin ve potansiyel büyüme hızının gerilemesi ve dolayısıyla, kronikleşen yapısal işsizlik, ücretlerin durgunlaşması, gelir dağılımının şiddetli bir biçimde bozulması
Bu süreçte, örneğin Avrupa’da potansiyel gayri safi gelirin 2007 öncesinin çok altında kalmış durumda olduğu görülmekte. Küresel kapitalizmin hegemonik lideri ABD’de ise işsizlik oranı %4’ün altında seyrediyor olmasına karşın, söz konusu istihdam kazançlarının düzenli işler yerine, yarı zamanlı ve geçici, enformal istihdam biçimlerinde yoğunlaştığı ve ücret kayıplarının reel olarak sürmekte olduğu anlaşılmakta.
Potansiyel büyüme kapasitesinin geliştirilmesi kuşkusuz sabit sermaye yatırımlarının büyümesi ile olası. Oysa sabit sermaye yatırım harcamalarında küresel boyutta gözlemlediğimiz durgunluk ve göreceli olarak gerileme süreci, sürekli durgunluk olgusunun da ana açıklayıcısı olarak görülüyor. Aşağıdaki özet tablo, sabit sermaye yatırımları ve büyüme ilişkisini ABD örneğinden yola çıkarak bir çırpıda belgeliyor:

***[Haber görseli]

Sürekli durgunluk kavramı 2008 krizi bağlamında ilk kez Lawrence Summers tarafından 2014’te toplanan Amerikan İktisatçılar Birliği kongresinde dile getirilmiş idi. (Kavramın orijinal kullanımı 1938’de büyük buhran dönemini açıklamaya çalışan Keynesgil iktisatçı Alvin Hansen’e ait). Summers, sorunu talep eksikliğine ve tasarrufların fazlalığına bağlamaktaydı. Oysa söz konusu dönemde yalnızca ABD ya da Avrupa’da değil, neredeyse tüm küresel ekonomide tasarruf eğilimlerinin de gerilemiş olması, sorunu yalnızca basit bir talep eksikliği meselesine indirgeyemeyeceğimizi dile getiriyor.
Biraz geniş bir tarihsel perspektifle bakarsak, sürekli durgunluğun özünde uluslararası yeni işbölümünün niteliklerinde ve neoliberal düşüngünün hegemonik dayatmalarında yattığını gözleyebiliriz. Şöyle ki; 2000’li yılları biçimlendiren uluslararası işbölümü küresel meta zincirlerinde gerek üretim süreçlerini gerekse istihdamı parçalamış; işgücü piyasalarını heterojenleştirmişti. Bu doğrultuda ABD dünyanın merkez bankası gibi çalışarak mali piyasalarda Dolar sunuyor ve “finansal ürünler” pazarlıyordu. Bunun karşılığında, reel malların üretimi ise giderek dünyanın atölyeleri olarak faaliyet gösteren uzak ve doğu Asya ülkelerine kaydırılmıştı. ABD söz konusu ülkelerin ucuz işgücüne bağlı mallarını ithal ederken verdiği dış açığı da (cari işlemler açığı) ihraç ettiği finansal ürünler aracılığıyla finanse etmekteydi. 

Neoliberal düşüngünün “başka alternatif yok” koşullandırmalarıyla sürdürülen söz konusu Vaşington Mutabakatı (AS: Uzlaşması), finansal sermayenin ve ulus-ötesi şirketlerin hiper-akışkanlığına ve devlet aygıtının piyasalardaki düzenleyici konumunu tasfiye etmek üzere yeniden biçimlendirilmesine dayanmaktaydı. Küreselleşme” diye sunulan bu dönüşüm, özü bakımından, sermayenin kârlılığını engelleyecek her türlü düzenlemenin kaldırılarak, piyasaların kuralsızlaştırılmasını sağlamayı amaçlamaktaydı.

  • Emek örgütleri ise “yönetişimci” devletin uygulayacağı açıkça faşizme dayalı şiddet
    aracılığıyla güçsüzleştirilecek; emeğin sosyal kazanımları tasfiye edilecekti.
  • Sermaye ve kârlılığının önünde duran her türlü düzenleme “akıldışı” ve “çağdışı” idi… 

Böylelikle, finansal varlıkların spekülatif balonlarına dayalı büyüme, üretkenlik ve istihdam ile ücretlerin geliştirilmesine dayalı büyümenin yerini aldı. Ancak, sermayenin başat olduğu bu dönüşüm, ABD ve diğer metropoller açısından 3 önemli “sızıntı” anlamına geliyordu:

– şirketler-küreselleşmesinin çıkarları doğrultusunda kaybolan istihdam ve kronik işsizlik;
– talep harcamalarının ulusal piyasalar yerine ithalat biçiminde kaybı;
– ve sabit sermaye yatırım harcamalarının gerilemesi. 

Dolayısıyla, tarihsel olgular açısından değerlendirildiğinde, sürekli durgunluğun tasarruf fazlalığından kaynaklanan talep eksikliğine dayalı teknik bir meseleye indirgenemeyeceği açıktır.

  • Sorunun temelinde
    – neoliberal koşullandırmalara dayalı yeni (yönetişimci) devletin faşizme açık otoriter baskı rejimleri ve beslediği şirketler
    – ve finansal küreselleşmesinin yarattığı siyasi / sosyal ve ekonomik çarpıklıklar yatmaktadır. 

Bu değerlendirmeler bir yandan da bize “Fed önümüzdeki yıl kaç kez faiz artırımına gidecek” veya “Döviz kurunda yıl sonu tahmininiz nedir” gibi sorulara dayalı analizlerin, küresel ekonomideki gelişimleri izlemekten ne kadar uzak kaldığının da altını çiziyor.

Nükleer santraller, Afrika güneşi ve su

Nükleer santraller, Afrika güneşi ve su

Kuşkusuz nükleer endüstri açısından son günlerin en önemli olayı, Güney Afrika’nın nükleer enerji planlarını rafa kaldırıp geleceğine rüzgar ve güneş yatırımlarıyla yön verme kararıydı. Zira 2030 yılına kadar dokuz bin altı yüz megavatlık nükleer enerji yatırımı planlayan Güney Afrika’da Cumhurbaşkanı Zuma’dan iktidarı devralan Cumhurbaşkanı Cyril Ramaphosa, nükleer enerji yatırım planlarını, pahalı olduğu gerekçesiyle rafa kaldırarak enerji üretimi için doğal gaz, güneş, rüzgar ve diğer enerji kaynaklarına başvurulacağını açıkladı.
Enerji Bakanı’nın açıklamaları arasında dikkat çeken diğer bir husus da, önceki iktidarın elektrik talebinin arttığı iddialarını yalanlayarak enerji ihtiyacının bilakis düştüğünün altını çizmesiydi. Oysa Zuma iktidarı süresince ülkenin elektrik enerjisi ihtiyacının olduğu söyleniyor, Rus lider Putin ile Rus nükleer gücü Rosatom namına gizli görüşmeler gerçekleştiriliyordu.
Cumhurbaşkanının değişmesiyle esen rüzgara göre enerji ihtiyacının bir kısmını yenilenebilir enerji yatırımlarıyla karşılamayı planlayan Güney Afrika’nın hesabı artık 8100 megavat rüzgar, 5670 megavat güneş enerjisi yatırımlarını da içeriyor. Daha iyi anlaşılması için güneş ve rüzgar zengini Türkiye’de Enerji Bakanlığı verilerine göre, rüzgarda 6516 megavat, güneşte ise toplam enerji üretiminin %1’ine denk gelen 2684 megavat üretim gerçekleştirildiği notunu düşelim.
Güney Afrika’da yaşanan bu değişim dünya genelindeki eğilimin bir yansıması olarak da düşünülebilir. Zira her yıl bir önceki senenin verileri üzerinde gerçekleştirilen araştırmalarla hazırlanan ve dün yayınlanan Dünya Nükleer Enerji Durum Raporu’na göre de,
dünya genelinde nükleer enerjiden yenilenebilir enerjilerden rüzgar ve güneş alanına bir kayış var.
Nitekim raporda da yer verilen yeşil enerjiye yatırım yapan 14 ülkede yapılan en kapsamlı araştırmanın sonuçlarına göre, % 82’si yenilenebilir enerji kullanımının önemine inanıyor ve bu oran Çin’de %93, Japonya’da ise %73’lerde. Araştırmada yer alan Japonya ve Çin’in aynı zamanda en çok nükleer santrale sahip ülkelerden oluşu ise hükümetlerin nükleer yatırım kararlarını alırken, yasa yapıcıları ve sivil toplumu dikkate almadığının bir kanıtı gibi. Zira raporda askeri güç ve demokrasi konusu ayrıca ele alınmış. Operasyon ömrü kırk yılını doldurduğu için bakım onarım giderleri, buna karşılık riskleri artan nükleer santrallerin kapatılması yerine ömürlerinin uzatıldığına da değinilmiş.
Güney Afrika’nın nükleer santral kararlarını rafa kaldırma gerekçesini 4 milyon nüfuslu Cape Town şehrinin içinde bulunduğu su kriziyle bağ kurmamak ise mümkün değil. Zira Cape Town dünya genelinde susuz kalacak ilk büyük şehir olarak ve halkı bu sene nisan ayı itibariyle duşu iki dakikadan fazla kullanmaması, bahçe sulamaması, araba yıkamaması, havuzları doldurmaması yönünde uyarıldı.
Her ne kadar Güney Afrika verileri gelecek senenin Nükleer Enerji Durum Raporu’nda yer alacak olsa da su oburu nükleer santrallerin küresel ısınma çağında yeri olmadığı su götürmez bir gerçek. Nitekim aynı raporda atomik fizyon enerjiden (AS: enerjisinden) daha çok su kullanan bir başka enerji kaynağı olmadığı, Union of Concerned Scientists / Endişeli Bilim İnsanları Birliği’nin (UCS)’den David Lochbaum’un
* “Nükleer santralden enerji üretmek istiyorsak önce küresel ısınma sorununu çözmek zorundayız”
sözleriyle de ortaya konmuş bulunuyor.

Cumhuriyet’in anlamı

Cumhuriyet’in anlamı

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 29.10.18
19 Mayıs, 30 Ağustos, 23 Nisan ve 29 Ekim ulusal bayramlardır.
Bu bayramlar, din, mezhep, etnik kimlik ögelerini aşan bayramlardır.
O nedenle de, Ramazan Bayramı, Şeker Bayramı, Nevruz Bayramı, Noel Bayramı, Paskalya Bayramı, Yom Kipur Bayramı, Hanuka Bayramı gibi bayramlardan yapısal olarak farklıdırlar.

Bir Müslüman, Noel, Paskalya, Hanuka, Yom Kipur bayramlarını; bir Hıristiyan, Ramazan, Şeker, Hanuka, Yom Kipur bayramlarını; bir Musevi, Ramazan, Şeker, Noel, Paskalya bayramlarını kutlamaz; bir ateist, agnostik ve deist, dini bağlamda bu bayramların hiçbirisini kutlamaz. Trakyalılar, Egeliler ve Karadenizliler, Nevruz Bayramı’nı kutlamazlar. Din, mezhep ve etnik kimlik ile ilgili bayramlar, belli bir dine, mezhebe ve etnik kimliğe ait insanları ilgilendiren bayramlardır. Ulusal bayramlar ise tüm vatandaşları ilgilendirir.

19 Mayıs 1919’da, emperyalist güçlerin işgaline karşı verilen Kurtuluş Savaşı başlamıştır.

30 Ağustos 1922’de bu savaş zaferle sonuçlanmıştır.

23 Nisan 1920’de, halkın egemenliğinin sağlanması amacıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulmuştur.

29 Ekim 1923’te, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.

Bu tarihler ve olaylar, dünya görüşü, dini, mezhebi, etnik kimliği ne olursa olsun, bütün vatandaşları ilgilendirir, bütün vatandaşların yaşamını etkiler. “Bu bayramlar beni ilgilendirmiyor” diyen kişi, bedenen bu ülkede yaşayıp, ruhen bu ülkenin parçası olmayan kişidir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşen bu gelişmeler, bir yandan dış güçlerin sömürü düzenine, yani emperyalizme son vermiştir, bir yandan da Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi vatandaşlarına uyguladığı sömürü ve baskı düzenine, yani monarşik, teokratik ve feodal düzene son vermiştir.

1922’de Saltanatın, yani Padişahlığın kaldırılması;

1924’te Hilafetin kaldırılması ve Öğretim Birliği Yasası’nın yürürlüğe girmesi, medreselerin kapatılıp bilimsel ve laik eğitim sistemine geçilmesi; 1925’te toprak reformu hareketlerinin başlaması; 1926’da Medeni Kanun’un kabul edilerek, yasaların din kurallarından arındırılması ve kadınların gasp edilen bazı haklarına kavuşması; 1928’de anayasadan, 1876’daki Kanun-i Esasi’den kalma “devletin dini İslamdır” ifadesinin çıkarılarak, devletin değil, kendi özgür iradesine göre, vatandaşın dindar veya dinsiz olmayı seçmesinin sağlanması; 1934’te, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması; 1937’de, laiklik ilkesinin anayasa maddesine dönüşmesi; tüm bunlar, Cumhuriyetin özünde yer alan, halkın cehaletten kurtulup ilerlemesi ve özgürleşmesi için yapılan devrimlerdir.

1776 Amerikan Devrimi ve 1789 Fransız Devrimi ile başlayan bu süreç, Atatürk’ün öncülüğünde Osmanlı topraklarında 20. yüzyılın başında yaşanmıştır. Batı Avrupa, 15. ve 18. yüzyıllar arasında, Reformasyon, Rönesans ve Aydınlanma devrimleriyle ortaçağdaki teokratik ve despotik yapıyı aşarken, Osmanlı İmparatorluğu, ortaçağda geçerli olan Bizans yapılanmasını aynı yüzyıllarda devam ettirmeye çalışarak kendi sonunu hazırlamıştır.

  • Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin, bir karşıdevrim hareketiyle Osmanlı’ya 21. yüzyılda geri dönmeye çalışması, “Yeni Türkiye” adı altında eski ve çürümüş bir yapıyı mezardan diriltmeye çalışması, tarihin akışına aykırı olduğu gibi, Osmanlı’nın içine düştüğü hatanın tekrarından başka bir şey değildir. 
  • Erdoğan’ın ve AKP’nin yapmaya çalıştığı şey, Yunanistan’ın Bizans İmparatorluğu’na, İtalya’nın Roma İmparatorluğu’na dönmeye çalışması gibi bir şeydir. Bu traji-komik bir durumdur. 

Şu anda yeryüzünde, kendi ülkesinin kurucusundan bu kadar nefret eden, kendi ülkesini kuran kişinin adını her yerden silen, kendi ülkesinin kurucu ilkelerinin temeline dinamit koyan, kendi ülkesinin kuruluş yıldönümünü ve ulusal bayramını kutlayanlara sınırlama getiren, bu yöntemle emperyalizmin oyuncağına dönüşen başka bir iktidar yoktur! 

Erdoğan ve AKP, kaç havalimanı açarsa açsın, tarihe böyle geçecektir.

Piyasacı Politikaların Getirdiği SAĞLIKTA ŞİDDET

Piyasacı Politikaların Getirdiği
SAĞLIKTA ŞİDDET

27 Ekim 2018

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Saltık, 27 Ekim 2018 Cumartesi günü, Ulusal Eğitim Derneğinde “Piyasacı Politikaların Getirdiği: Sağlıkta Şiddet” konulu güzel bir konferans verdi. Sağlıkta Dönüşüm Programı uygulanmaya başladığı 2003 yılından bu yana 13 meslektaşlarının uğradıkları saldırılar ya da ağır iş yükünün yarattığı tükenmişlik nedeniyle yaşamlarına son verdiğine vurgu yapan Saltık,

  • Artık yeter! Ülkemizde her gün sağlık alanında ortalama 30 şiddet olayı oluyor.
  • Koruyucu hekimlik esas alınmalı, hastayı müşteri gören anlayıştan vazgeçilmelidir.” dedi.
Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, oturuyor ve iç mekan
Görüntünün olası içeriği: 2 kişi, oturan insanlar ve iç mekan
Görüntünün olası içeriği: 9 kişi, TC Selim Belenoğlu, Selma Kavas ve Zeki Sarıhan dahil, oturan insanlar
Görüntünün olası içeriği: 2 kişi, oturan insanlar ve iç mekan
Görüntünün olası içeriği: 8 kişi, oturan insanlar
*****

Ulusal Eğitim Derneğimize (biz de üyeyiz) ve toplantıya ilgi duyup gelenlere, face’te çok çok özetle yayınlayan Sn. Aydın Karataş dostumuza teşekkür ederiz.. Ne yazık ki

SAĞLIKTA ŞİDDET, GERÇEKTE VAHŞİCE PİYASALAŞTIRILAN SAĞLIk HİZMETLERİNİN kaçınılmaz türevi gibi..

İnsanlar sağlık hizmetinin müşterisi değil, doğuştan hak eden özneleridir (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi md. 25). “Müşteri memnuniyeti” gibi saçma sapan bir araç ya da hedefle insanların ve toplumun sağlığı iyileştirilemez. Sağlık hizmetlerinin niteliği, ülkenin sağlık düzeyi göstergelerinin iyileşmesi ile ölçülür (Health Metrics).
 Kökü dışarıda “Sağlıkta Dönüşüm” (Health Transformations) programına kurban verdiğimiz 13 hekim…
Türkiye ulusal gelirinin 1/10’unu (%10’unu) sağlık sektöründe “tüketiyor”. Bu tutar yılda yaklaşık 80 milyar Dolar ve kişi başına 1000 (bin) Dolar / yıl!
Son derece ciddi bir oran ve tutar. (TÜİK yarısını veriyor.. üstü kayıt dışı olmalı!)
Ne yazık ki olağanüstü verimsiz kullanılıyor..
Yerli ve yabancı sermayeye rant olarak iktidarın kurgulu siyasetiyle aktarılıyor..
 
Bu bağlamda son derece net olarak söyleyelim :

* Genel Sağlık Sigortası halkın sağlığının değil,
sermayenin kârının sigortasıdır.

Çare                      :
Sağlıkta özelleştirmeyi kesmek,
kamusal sorumlulukla öncelikli olarak KORUYUCU SAĞLIK HİZMETLERİNE yönelmektir.
Finansman ise, adil ve etkin bir vergi rejimine dayalı olarak temelde genel bütçeden sağlanmalıdır….  GSS prmi = EK VERGİDİR ve kabul! edilemez

ŞEHİR HASTANELERİ,
gerçek bir talandır!

Yüzlerce milyar Dolar ulusal servetimiz yerli – yabancı sermayeye rant olarak aktarılacak, ülkemize faturası olağanüstü ağır olacaktır..
Asla yerli – milli bir politika olmayıp,
bütünüyle küresel sermayenin dayatması olup, siyasal iktidar tarafından belli angajmanlarla yürütülmektedir ne yazık ki..

 
Sevgi ve saygı ile. 29 Ekim 2018, Ankara
Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Bir devrin sonu

Bir devrin sonu

Özelleştirmeyle Türkiye’nin şekerde ihracatçı konumdan ithalatçı konuma gerilemesi bekleniyor. Şeker İş Başkanı Gök’e göre ÖİB şekeri bitiren kurum olarak onaylanacak.

[Haber görseli]Buğdaydan nohuta birçok tarım ürününün ithal edilmeye başlandığı ülkede, kısa bir süre sonra şekerin de ithal edileceği dile getirildi. 2006-2017 yılları arasında şeker üretimi yapılan köy sayısı 4131’den 2423’e gerilerken, 2002’de 416 bin olan çiftçi sayısı 70 bine geriledi. (Cumhuriyet, 27.10.18)

Şekerpancarı üreten çiftçi ve aile sayısının her geçen gün azalmasının ciddi bir sorun yaratacağını dile getiren Çiftçi Sen Başkanı Abdullan Aysu’ya göre de, üretim biçimi ve politikası değiştirilmediği sürece şeker üretiminde önemli sorunlar yaşanacağını söyleyen Şeker İş Başkanı İsa Gök’e göre de ülkenin şeker ithalatçısı bir konuma gelmesi kaçınılmaz.

Lojmanı boşalt

Özelleştirilen fabrikalarda 2 bine yakın işçi işinden olurken, kalan işçiler için büyük belirsizlik süreci başladı. Bazı işçilere ne iş ne de yeni işyeri görevlendirmesi yapılırken, fabrikaların lojmanlarını boşaltmaları istendi. Kimi işçiler ise ilden ile sürüldü.

  • Haziranda özelleştirilen Erzurum Şeker Fabrikası’ndan Kastamonu’ya tayin edilen, üç çocuğu ve eşi ile birlikte bu kente taşınmak zorunda kalan bir ustabaşı, hemen ardından Yozgat’a görevlendirildi. Aynı ustabaşı, 20 gün sonra yeniden Kastamonu’na, burada bir hafta çalıştırıldıktan sonra Van’ın Erciş ilçesine sürüldü. 

    Bir ustabaşının Erzincan’dan Malatya’ya, oradan Ereğli’ye ardından yeniden Malatya ve sonra da Kastamonu’ya sürülmesi CHP İzmir Milletvekili Murat Bakan tarafından Meclis’e taşındı.

İthalat kaçınılmaz

Şekerpancarı ile yapılan üretimde bir süre sonra ithalatın kaçınılmaz olduğunu anlatan İsa Gök, ABD’de ve diğer büyük şeker üretimi yapılan ülkelerde çiftçilerin fabrikalara ortak olduğunu ifade ederek “Ekim garantili bir üretim şart. Bizde bazen mısıra bazen pamuğa teşvik veriliyor. Çiftçi pancar üretiminden vazgeçebiliyor. Oysa şekerpancarı üretiminin desteklenmesi ve sürekliliği sağlanmalı ki, şeker üretimi de riske girmesin” dedi. Gök’ün eleştiri ve değerlendirmeleri özetle şöyle;

-Hammaddeyi garanti altına almayan, çiftçiyi bu mekanizmanın dışında bırakan bir özelleştirme yapıldı.
-Teknik deneyimine sahip çalışanlar diyalog dışı bırakıldı.
-Devri gerçekleşmeyen şeker fabrikalarının kampanya dönemine başlamaları ve üretimlerini sürdürmeleri duraksamaya uğrayacak, geri dönüşü olanaklı olmayan yaralar açacak.
– Şeker maliyeti artışından 4/B’ye geçiş ve emekliliği hak etmiş olanların emekli edilmesi ile deneyimli çalışan portföyünün yitirilmesine değin sektör olumsuzluklar silsilesinin içine hapsolacak.

– Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, şeker sektörünü sabote eden bu icraatlarıyla ülkemizde pancar şekerini bitiren kurum olarak tescillenecek.

İhracat %70 arttı

Özelleştirme öncesinde Türk Şeker Fabrikaları AŞ (TŞFAŞ) ülkede 500 büyük firma içinde ilk 10’da, çalışan sayısında 3., öz sermayede 5., üretimden satışlarda 6. ve ihracatta da 9. sırada yer alıyordu. Türkiye’nin şeker ve şeker mamulleri ihracatı, son 10 yılda yaklaşık yüzde 70 artarak 2017 itibarıyla 586 milyon dolara ulaşmıştı.

Bu dönemde en fazla ihracat yapılan ülkelerin başında toplam 591.5 milyon dolarla Irak gelirken, bu ülkeyi 388.5 milyon dolarla ABD ve 253.5 milyon dolarla Almanya izledi.

Maliyeti yüksek

-Şekerde maliyetin %75’i hammadde maliyeti. Hammadde maliyeti Avrupa ülkelerinden %30 daha yüksek.

-AB’de üretimin %75’i kooperatifler kanalıyla yapılıyor. ABD’de de
25 milyon ton pancardan  4.6 milyon ton  pancar şekeri  üretiliyor.