New York’tan ‘Gezi’ye Bilimsel Destek


Dostlar
,

New York’tan ‘Gezi’ye Bilimsel Destek” başlıklı aşağıdaki haber,
TTB (Türk Tabipleri Birliği) sitesinde yer aldı.
(http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/newyork-3952.html, 27.7.13)

Paylaşmak istiyoruz..

Bu çabayı gösteren yurtdışındaki yurtsever meslektaşlarımıza teşekkür ederiz..

Özellikle Harvard Tıp Fakültesi’nden Dr. Emrah Altındiş, Almanya Iniversitat Dresden, Medical School’dan Dr. Çağhan Kızıl, Amerika Türk Doktorları Birliği üyesi
Dr. Zuhal Ergönül
‘e…

Sevgi ve saygı ile.
27.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

New York’tan ‘Gezi’ye Bilimsel Destek

alt

New York’ta Nobel ödüllü bilim insanları ve bir grup akademisyen, ‘Gezi Parkı’ göstericilerine ve Türkiye’de doktorlara karşı hükümetin tavrını kınamak için
basın açıklaması yaptılar.

Manhattan The New School, Wolff Konferans Salonu’nda yapılan basın toplantısına, Harvard Tıp Fakültesi’nden Dr. Emrah Altındiş, Almanya Iniversitat Dresden, Medical School’dan Dr. Çağhan Kızıl, Amerika Türk Doktorları Birliği üyesi Dr. Zuhal Ergönül ve İnsan Hakları için Doktorlar Kuruluşu temsilcisi DeDe Dunevant konuşmacı olarak katıldılar.

Basın toplantısında, Türkiye hükümetinin göstericilere ve sağlık görevlilerine uyguladığı orantısız ve yasadışı şiddetin önceden görülmemiş boyutlarda yaralanmalara ve ölümlere sebep olduğuna dikkat çekildi.

Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz günlerde Dünya çapında tanınmış bilim insanları Türkiye’de cereyan eden ‘Gezi Parkı’ gösterileri sırasında hükümetin masum insanlara uyguladığı orantısız güç ve aşırı derecede göz yaşartıcı gaz kullanımı üzerine endişelerini dile getirmek amacıyla bir araya gelerek bildiri yayınlamışlardı.

Science Dergisi’nin 19 Temmuz 2013 tarihli sayısında yayınlanan bildiride,
dördü Nobel ödüllü 25 bilim insanı, Türk Hükümeti’ne barışçıl göstericilere
uluslararası hukuka uygun bir şekilde davranması çağrısında bulunmuştu.

Basın toplantısında, böyle bir bildirinin bilim insanları ve tıp uzmanlarının kaleminden ortaklaşa çıkmış olmasının, Türkiye’de işlenen insan hakları ihlallerinin boyutunun ve duruma müdahalenin gerekliliğinin göstergesi olduğu ifade edildi.

Yapılan basın açıklamasına göre    :

Barışçıl amaçlı yapılan gösterilere katılan eylemcilerin 31 Mayıs günü orantısız bir şiddete başvurularak dağıtılması üzerine, Haziran ayında Türkiye’nin 79 ayrı şehrinde yapılan gösterilere resmi rakamlara göre toplam 2,5 milyon kişi katıldı.

Türkiye Hükümeti’nin aşırı miktarda göz yaşartıcı gaz ve polis şiddetine başvurduğu olaylar, sayısı gittikçe artan ölüm ve yaralanmalara sebep oldu. 15 Temmuz 2013 tarihinde Türk Tabipleri Birliği’nden verilen son bilgilere göre, gösterilerde

  • 63’ü ağır olmak üzere 8163 kişi yaralandı, 
  • 3 kişi henüz yaşamsal tehlikeyi atlatamadı. 
  • 106 kişi kafa travması geçirdi, 
  • 11 kişi gözünü yitirdi. 
  • 5 kişi de yaşamını yitirdi.

Hastaneler ve geçici olarak kurulan revirler de, yaralıların tedavi edildiği kapalı alanlara biber gazı atılmak suretiyle polis tarafından hedef alındı.

Tıbbi malzemelere el konularak pek çok sağlık görevlisi gözaltına alındı.

Hükümet ayrıca, İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri’ni tutuklamak ve protestolar sırasında gerçekleşen yaralanmalar ve ölümleri gösteren bilgileri saklamak yoluyla TTB’ni büyük ölçüde baskı altına aldı.

Türk Tabipler Birliği, kimyasal maddelere maruz kalan bireylerin yaşadığı yan etkileri daha iyi tespit edebilmek için internet üzerinden 11.115 kişinin katıldığı bir anket düzenledi.

Dünya Tabipler Birliği‘nin, doğrudan Başbakan’a gönderdiği mektuplarda
topluma karşı aşırı şiddet ve kimyasal madde kullanımı kınandı.

70’e yakın ülkeden 500’ün üzerinde eğitim ve bilim kuruluşuna üye 4000’den çok akademisyenin imzalarıyla desteklediği, barışçıl göstericilere uygulanan aşırı polis şiddetini kınayan ve göstericilerin temel anayasal haklarını özgürce kullanmalarını destekleyen bir bildiri yayınlandı.

alt

alt     alt

alt

Seçkin Bilim insanlarına, eli kana bulaşan ve 5 insanımızı öldüren,
Türkiye’deki AKP vahşetine göz yummadıkları ve
açıkça kınadıkları için teşekkür ediyoruz. Dayanışmayı sürdürmelerini diliyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
27.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
 

Prof. Rennan E. Pekünlü’nün hapsi hakkında Nature News Blog’da yayınlanan yazı

Dostlar,

Sayın Kantarlı hocamızdan, Prof. Rennan E. Pekünlü hakkında Nature News Blog‘da yayınlanan yazıyı aldık..

Paylaşalım ve Sayın Pekünlü’ye sahip çıkalım..

Hukukçular, bu göz göre göre yanlışı düzeltme yolu arasınlar…

Örn. Adalet Bakanı’nın “kanun yolu” aracı…

Sevgi ve saygı ile.
26.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

Prof. Dr. Rennan Pekünlü‘nün Yargıtay Kararıyla kesinleşen 25 aylık hapis cezasına ilişkin olarak Prof. Dr. Ferhan Sağın’ın girişimiyle Nature News Blog‘da yayınlanan

yazı bilgilerinize sunulur

http://blogs.nature.com/news/2013/07/conviction-upheld-for-turkish-scientist-opposing-headscarves.html, 26.7.13

Kayhan KANTARLI
Ege Ü. Emekli Öğretim Üyesi

===========================================

NATURE NEWS BLOG

Conviction upheld for Turkish scientist opposing headscarves

 | Posted by Davide Castelvecchi | Category: http://blogs.nature.com/news/2013/07/conviction-upheld-for-turkish-scientist-opposing-headscarves.html, 26.7.13)

Posted on behalf of Michele Catanzaro.

A Turkish astrophysicist faces two years of jail for forbidding access to a university building to a student wearing a headscarf. On Thursday, Ankara’s Supreme Court of Appeals upheld a lower court’s verdict against Esat Rennan Pekünlü, an astronomer
at Ege University in Izmir.

Pekünlü was first sentenced in September 2012, after student Fatma Nur Gidal accused him of violating her right to education by barring her access to the university building. She also said he had violated her right to privacy, by taking pictures of her and other students who were wearing headscarves on campus. Pekünlü was fined by
Ege University, and after the first conviction, four more students filed similar complaints about him.

A group of eight academic organizations released a statement in support of Pekünlü, raising concerns about the fairness of the trial and framing it as an attack against secular academicians. They wrote that his case should have been handled by an administrative rather than a criminal court. Moreover, Pekünlü cannot avoid prison by paying a caution, since he has been sentenced to 25 months of jail.
Under Turkish law, sentences of up to 24 months can be avoided by paying a fine.

In 2010, Turkey’s Higher Education Board ordered university administrations to lift
a ban over headscarves on university campuses, although Turkish law still forbids the display of religious symbols on the premises of government institutions.

TÜRKER ERTÜRK: Bİ ŞEY YAPMALI!

Bİ ŞEY YAPMALI!

portresi_papyonlu

TÜRKER ERTÜRK

Erdoğan liderliğinde AKP iktidarı para bulabilmek, yandaşları ile birlikte
talan yapabilmek ve sermaye transferini gerçekleştirebilmek için
ülkemizi haraç mezat satmaktadır.

Bu onursuzluğu en son yaşadığımız yer Kasımpaşa ’dır. Burada Osmanlı ve Türk Denizcisinin tarihi yatmaktadır. Ecdada sahip çıkmak, ecdadın uçkuru için yediği haltları gizlemek değildir. Kasımpaşa’da gerçek tarih satılmış, hayırlı ve iyi işler yapan ecdadımıza ihanet edilmiştir. (A. Saltık : 500 yıllık Haliç Tersanesi’nin RT Edoğan’a yakın Fettah Tamince’ye satılması!)

İhanetin diğer bir yüzü doğu ve güneydoğudadır.

  • Ülkemizin bir parçası, emperyalizm istedi diye
    adım adım Türkiye ’den koparılmaktadır.
    Bunun sorumlusu Erdoğan ve AKP iktidarıdır.

Okurumun mektubu!

Bugün size o bölgenin insanı olan ama Atatürk’e, O’nun önderliğinde yapılan
Türk Devrimlerine yürekten bağlı bir okurumun mektubunu özetleyerek aktaracağım.

  • PKK’nın çekildiğine dair bir gözlemim yok.
    Aksine PKK’ya katılımlar artmış durumda ve örgütün şehirlerdeki etkinliği
    eskisi ile kıyaslanmayacak ölçüde büyüdü ve büyümeye devam ediyor.
  • Katılımların artmasının nedeni PKK’nın ‘Özerk Kürdistan kuruluyor! Kürdistan’ın polise, askere, bürokrata, memura ve işçiye ihtiyacı olacaktır. Bu kadrolarda yer almak istiyorsanız, kararınızı vermelisiniz ve tarafınızı açıkça ortaya koymalısınız!‘ diyen söylemleri ve ikna çalışmalarıdır.
    Halk ne yapacağını şaşırdı, ekonomik durum kelimenin tam anlamı ile perişan. İster istemez bu söylemler halkı etkiliyor.

“Maden arıyoruz” dümeni

Bölgeye yerli turistler güvenlik gerekçesi ile gelmeye kaçınırken, görevli bürokratlar ve güvenlik güçleri caddelerde ve sokaklarda görünemez iken, Amerikalı siviller
“maden arıyoruz” dümeni ile kırsal kesimlerde, il ve ilçe merkezlerinde cirit atıyorlar. Bunların her halinden ajan olduğu belli! Ayrıca bilgi toplamak için kimi insanlara
para dağıttıklarına gözleriyle tanık olanlar var.

PKK’nın en ufak bakkal dükkanından bile vergi adıyla haraç alması yüzünden bölgede istihdama yönelik hiçbir yatırım yapılmamaktadır.
İl ve ilçe merkezleri kahvehanelerle ve içleri de işsiz ordularıyla doludur.

Çevre, insan hakları ve tutuklu aileleri ile dayanışma gibi masumane kisvelerin arkasına gizlenen Sivil Toplum Kuruluşları (STK) bölgede halkı devlet güçlerine karşı kışkırtma peşindedir. Bu amaçla para ve çıkar dağıtmaktadırlar. Geçmişte toprak ağaları ve aşiret reislerinin kontrolünde olan bölgenin tarım ve hayvancılık gelirleri
artık yön değiştirerek PKK’ya akmaktadır.

Devlet malı deniz yemeyen domuz!

Bölgede yapılan kamu inşaatlarının ihaleleri BDP ve AKP milletvekillerinin baskısı ile teknik donanımları ve alt yapıları yetersiz bölge müteahhitlerine verilmektedir.
Çok kötü işçilik, niteliksiz ve ucuz malzemelerle yapılan ve şartnamelere uygun olmayan bu spor salonları, hastaneler, okullar, devlet binaları, sağlık ocakları, köprüler, havaalanları ve toplu konutlar daha ilk yıllarında dökülmeye başlıyorlar.
Adeta devletin malı deniz yemeyen domuz misali!

PKK’nın önemli gelir kalemlerinden uyuşturucu işi için bölge halkına tehditle
Hint keneviri ektirilmektedir. Çıkan ürüne alım garantisi ve köylüye yüksek gelir sözü verilmektedir. Halkın bir bölümü bu tehdide boyun eğerken, başka bir bölümü güvenlik güçleri ile işbirliğine giderek kendilerini ihbar etmekte ve zararını devletten almaktadır.

Özellikle Tunceli’de halk, PKK’nın bölgedeki varlığından ve Kürtlük ile Aleviliğin
yan yana anılmasından hoşnutsuzdur. Seyit Rıza olayı Tunceli halkını ikiye bölmüş durumdadır. Ses çıkaramasalar da, önemli bir kesim Seyit Rıza’nın bölge halkının yaşadığı acının tek nedeni olduğunu bilmektedir. Seyit Rıza gerçekten gösterilmek istendiği gibi eşkıya değil de kahraman olsaydı, bugüne dek heykeli, ilk kez,
memleketi olan Ovacık’ta Ovacıklılar tarafından dikilirdi.

Övünülecek başka şeyi yoktu

Seyit Rıza’nın idamı esnasında gösterdiği dik duruşun dışında, yaşamı boyunca övünülecek bir şeyi olmadığını, o günleri yaşayan ve yaşayanlardan dinleyen Ovacık halkı söylemektedir.

Sonuç olarak PKK bugüne dek;

* Halkın hakkını sömüren ağadan veya aşiret reisinden farklı bir şey yapmamıştır.

PKK bugüne dek;

* Halka ekmek, iş, okul sağlık hizmeti sağlaması için ağayı, aşiret reisini, müteahhidi ve siyasiyi zorlamamış ve tehdit etmemiştir. 

PKK tüm gücünü;
– halkı sömürmek,
– haraç toplamak ve
– terörist olarak savaştırmak için kullanmıştır.

  • PKK’nın bu yaptıklarının arkasında emperyalizmin olduğu çok açıktır. 

Kürt hakları ve ana dilde öğretim bu amaca yönelik kandırmacadır.”

diyor değerli okurumuz.

Yapılacak ilk şey!

Sevgili okurlar,

  • Hiç kuşku yok ki, ülkemiz hızla iç savaşa, bölünmeye ve parçalanmaya doğru gitmektedir.

Bu gidişi durdurmak için mutlaka bir şey yapmalı!

Sevilen efsanevi müzik topluluğumuz Moğollar da

“Birisi oy peşinde,
öteki rant peşinde,
kıyamet değilse bile
bi şey kopmalı,
bi şey yapmalı“ 
diyor.

Bu ülkede kötü gidişe karşı yapılacak ilk şey,
Erdoğan 
liderliğindeki AKP iktidarını ve emperyalist işbirlikçi zihniyetini yıkmaktır.

Bu mücadeleye az veya çok, destek ve katkı vermek her yurtseverin
birinci sorumluluğudur.

Saygılar sunarım.
İLK KURŞUN (26.7.13)

Kıbrıs : Üyenin Gözlemcisi..

Dostlar,

KIBRIS ulusal davamız…

Sahipsiz kalmasın, gözden kaçmasın gündem oyunları ile..

Kıbrıs Girit Olmasın

 

Kıbrıs Türk Kültür Derneği Başkanı dostumuz Sn. Ahmet Göksan‘a teşekkür ederiz..

Sevgi ve saygı ile.
26.7.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

========================================

 

ARA SIRA : ÜYENİN GÖZLEMCİSİ

ahmet_goksan_portresi

 

Ahmet GÖKSAN
Kıbrıs Türk Kültür Derneği Bşk.

kibristkd@gmail.com

 

 

  • “Her şeyden evvel şu kadarını kati olarak her Türk vatandaşı kafasına kazımalıdır ki Rum vatandaşlarımızın siyaseti, kiliselerin çizdiği propagandanın tatbikinden başka bir şey değildir. Dün o kadar cesaretle tatbik edemedikleri siyasetlerini bugün daha açık, daha pervasız bir surette yürütmeye uğraşıyorlar.”  1946, Dr. Fazıl KÜÇÜK

            Kıbrıs Barış Harekâtı’nın 39. yılı nedeniyle Rum ve Yunan siyasetçilerin ağızlarından kin ve nefret kokan konuşmalarını duymuş olmayı, insanım diyenlere karşı işlenmiş bir suç olarak gördüğümüzü kaydediyoruz. Yunanistan Boşbakanı affedersiniz Başbakanı Bay Andonis Samaras; 1974 yazında Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesinin, neden modern Yunan tarihinde en büyük trajedi olduğunu söylüyor. Şimdiki Yunanların modern Yunan tarihi içinde yerlerinin olmadığını tarihçiler
kabul etmektedirler. Bay Andonis, 20 Temmuz’un her şeyden önce hayatlarını kahramanca feda edenleri, öldürülenleri ve kayıpları anma günü olduğunu söylüyor.

            Öncelikle Bay Başbakanın ne kadar boş konuştuğunu kabul etmek durumundayız. 21 Mart 1979 gün ve 2659/79 sayılı dosyaya bir kez daha bakmasını önermek istiyoruz. Yunanistan Yüksek Mahkemesi verdiği tarihi kararda,
Türkiye’nin Ada’ya müdahalesinin uluslararası anlaşmalara uygun ve yasal olduğunu belirtiyordu. Suçlu olanın da albaylar cuntası yani o günkü hükümet edenlerin olduğuna karar veriyordu. Bu gerçekleri bilmemesi olanaksızdır. Çünkü devletin arşivleri elindedir.

            Bay Başbakan adadaki uyuşmazlığın çözümünün “BM kararları ve AB müktesebatı çerçevesinde bir çözümü var gücümüzle destekliyoruz. Demokratik, Avrupa değerleri doğrultusunda, Türkiye’nin Kıbrıs’taki varlığına son verecek, adayı yeniden birleştirecek, işlevsel ve yaşayabilir bir çözümün” olanaklı olacağını söylüyor. Ada’da çözümden yana olduğunu yukarıdaki gerekçelere dayandırmak
en hafif söylemle savaş suçu işleyenlerle birlikte olmak demektir. 15 Temmuz 1974 gününde gerçekleştirilen darbenin yasa dışı yollardan uluslararası anlaşmalara aykırı olarak Ada’ya sokulan Yunan askerlerince yapıldığı biliniyor. Bu darbeyi yapanları savaş suçunun dışında bir başka tanımla değerlendirenler varsa beri gelebilirler. Aradan geçen uzun süreye karşın 15-20 Temmuz 1974 günleri arasında birbirlerini öldürenleri “kayıp kişiler” olarak tanımlamak ise ayrı bir aymazlıktır.

            Maraş konusu bütünlüklü bir çözümün parçası olmasına karşın sıklıkla gündemde tutulmak isteniyor. Çözüme ilişkin görüşmelere başlamanın bir koşulu olarak ortalık yerlere bırakılmasını iyi niyetten yoksun bir davranış olarak okumak gerekiyor. Bunun ötesinde görüşmeci düzeyinin düşürülmesini de benzer bir yaklaşım olarak görüyoruz. Bununla yetinmeyenlerin çözüm konusunda en son sözün Kilisenin güdümündeki Ulusal Konsey tarafından söyleneceğinin duyurulmasını da çok yüzlülük olarak kaydediyoruz.

            Önümüzdeki Ekim ayından itibaren görüşmelerin başlayıp başlamayacağının tartışması yapılıyor. Görüşmeleri son şans olarak değerlendirmeyi doğru bulmadığımızı kaydetmek istiyoruz. Yaşamın devam ettiği sürede son şans diye bir yaklaşımın olmaması gerekiyor. Kişilerin yaşamları bir anlamda devletlerin de yaşamlarına koşuttur. Bu koşullarda kuşkularla başlanacak görüşmelerden de
bir sonuç alınamayacaktır.

            BM Genel Yazmanı’nın Kıbrıs Özel Temsilcisi Bayan Lisa Butterheim görüşmelerle ilgili olarak umutlu konuşuyor. Çünkü tuzu kuru. Diğer yandan tuzu kokutanlar da ekonomik kriz içinde olduklarına vurgu yapıyorlar. “Bu nedenle müzakerelerin önümüzdeki sonbaharda baskı altında yeniden başlayamayacağını” söylüyorlar. Bu açıklamalara karşın en önde giden Bay Nikos Anastasiyadis ise “müzakereler ancak somut sonuçlar verecek koşullar sağlanırsa başlayabilir” diyor.

            Bu gelişmeler ve söylemler karşısında doğru oturup doğruları konuşmak durumundayız. Barak Obama, ülkesinin BM gözetiminde Kıbrıs’ın yeniden birleştirilip iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyonun oluşturulması çabalarını desteklemeye devam edeceklerini söylüyor. Devamında da “Kıbrıs’ta bölünme daha fazla devam edemez.” diyor.

            Yarım asra yaklaşan süreçte yukarıdaki tanımlar sürekli olarak yapıldı. Gelinen nokta ortalık yerlerde sürünüyor. Arpanın boyu kadar bile yol alınamazken BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı 541 ve 550 sayılı kararlarının yok sayılması için Birleşik Amerika Devletleri’nin öncülük etmesini ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Filistin Devleti gibi “gözlemci üye” düzeyinde tanınmasının sağlaması gerekiyor mu ne…

SEVGİ ile kalınız.
26 Temmuz 2013, Ankara

TIMES Dergisinde Başbakan RT Erdoğan’a Açık Mektup

Dostlar,

TIMES’ta yayımlanan, deyim yerinde ise Başbakan RT Erdoğan’a tam bir tokat gibi olan açık mektup aşağıda..

Alanlarında kendilerini kanıtlamış, uluslararası üne sahip 30 seçkin aydın imza koymuş..

Türkiye’den de Fazıl SAY (Besteci-piyanist) ve Fuad KAVUR (Film yapımcısı)
mektuba imza koymuşlar..

Her 2 aydın sanatçıyı da gönülden kutlarız.
Özellikle Sayın Fazıl Say’ı, çünkü hakkında bir mahkumiyet kararı var..

  • Türkiye aydınlanmasına destek veren Dünyalı 28+2 dostumuza
    şükranlarımızı sunuyoruz.

Ancak az önce (26 Temmuz 2013, 16:00 dolayı, NTV) Başbakan RT Erdoğan,
TIMES için hukuksal yollara başvurulacağını söylüyordu gazetecilere..!

“% 50 oyla başa gelmiş bir başbakana nasıl diktatör dersiniz?” diye gocunuyordu.
Anlaşılan bu “diktatör” lafı dokunuyor Erdoğan’a ya da mağduru oynaması için iyi malzeme.. Oradan giriyor..

Ama gene saptırıyor.. Seçim sistemimizin ne denli adaletsiz olduğunu dünya bilmiyor mu? Erdoğan, 2011 Temmuz seçimlerinde toplam kayıtlı oyların yaklaşık %40’ını aldı,
% 50’sini değil! Buna karşın TBMM’de 327/550, yaklaşık %60 temsil olanağı yakaladı.

Salt bu tür yöntemleri sürdürmek ve meşruiyet dayanağı yapmak da DİKTATÖR ünvanı kazanmaya tek başına yeter de artar da!

  • Ayrıca kamuoyu yoklamalarında oyları %14 dolayında azalan Erdoğan neye dayanarak meydan okuyor (!) ??
  • Elektronik – fiziksel her tür seçim hilelerine mi?
    Kayıtsız yüzbinlerce sığınmacıya mı (mülteci)?
  • Seçmen kütükleri – MERNİS oyunlarına mı??
  • Neye neye???

Bunlar daha önce oldu ama artık çoook geç..

  • Bütün yollar iktidardan düşmeye ve yasal hesap vermeye çıkıyor Bay Erdoğan!

Acemice örtmeye çabaladığınız derin paniğiniz öyle belirgin ki!
Bunu bile fark edemiyorsunuz.

Çevrenizdekiler de (hepsi dostlarınız mı sahi??) sizi ya “yeterince – gereği gibi” uyarmıyorlar ya da daha tehlikelisi, hiç kimseyi dinlemiyorsunuz!

Her 2 durum da sizi, ülkemizle birlikte bir felakete sürüklüyor..

Neron da giderayak Roma’yı yakmış, intihar etmişti, 2000 yıldır lanetleniyor..

Yakınlarda da epey örneği var..
O kadarını –okuyup okumadığınızı bilemeyiz ama– siz de duymuşsunuzdur.

**************
Acı ve düşündürücü olan, Başbakan’ın frene basmamakta direnişidir.

Başbakan, demokratik terbiyeye uygun biçimde açık mektubu değerlendireceklerini, uyarılardan yararlanabileceklerini söylemek ve çooook puan / oy kazanmak yerine;
kör kör parmağım gözüne yöntemini seçiyor ve TIME için hukuksal yoldan söz ediyor!?

T.C. vatandaşları Fazıl Say ve Fuad Kavur’u kurban mı seçecektir?!

Erdoğan, Kasımpaşa kültürünün kör inadını sürdürüyor..
Anlaşılan, “vuruşarak” çekilecek..
Kendisine de, ülkemizin masum insanlarına da çoook yazık ediyor.

  • Erdoğan’ın yapıp ettiklerinin ayrıca İslamiyete zerrece uyar yanı da yok..
  • Erdoğan Çoook büyük risk ve vebal alıyor..

Var güçleriyle O’nu uyarmayanlar da suç ortağı..
Örneğin RTE’nin anlayacağı bir dil olan “istifa etmeyi” bile anımsamayanlar..

Sevgi ve saygı ile.
26.7.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=======================================

Ünlülerden Erdoğan’a çok sert mektup

Bay Recep Tayyip Erdoğan Türkiye Başbakanı
Ankara, Türkiye. Temmuz 2013

Sayın Bay Erdoğan,Aşağıda imzası olanlar, bu mektubu sizin polis güçlerinizin İstanbul’da Taksim Meydanı ve Gezi Parkı ile Türkiye’nin diğer büyük şehirlerindeki barışçı gösterileri,
Türk Tabipler Birliği’nin verilerine göre beş kişinin ölmesi 11 kişinin ayrım göstermeksizin biber gazı kullanımı nedeniyle gözünü kaybetmesi ve 8 binden fazla kişinin yaralanmasına neden olacak biçimde, zalimce bastırmasını

en güçlü şekilde kınamak amacıyla yazıyoruz. Ancak, Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’nın benzersiz bir şiddet kullanımıyla boşaltılmasından sadece günler sonra, tek suçları sizin diktatoryal yönetiminize karşı çıkmak olan bu beş ölüye aldırmadan, İstanbul’da Nuremberg Toplanması’nı hatırlatan bir miting düzenlediniz.

Sizin hapishanelerinizde Çin ve İran hapishanelerindeki sayının toplamından
daha fazla gazeteci var.

Buna ek olarak, göstericileri çapulcu, yağmacı, holigan olarak nitelendirdiniz,
hatta bu göstericilerin yabancıların yönlendirdiği teröristler olduğunu söylediniz.

Oysa gerçekte, bu göstericiler sadece Türkiye’nin kurucusu Kemal Atatürk’ün öngördüğü şekilde laik bir cumhuriyet olarak kalmasını isteyen gençlerdi.

Sonuç olarak, bir yandan ülkenizi AB üyesi yapmaya çalışırken, bir yandan Türkiye’nin bir Egemen Devlet olduğunu söyleyerek, AB liderleri tarafından size yönelik tüm eleştirileri reddediyorsunuz.

Size
– 9 Ağustos 1949’da imzalanmış Konvansiyon uyarınca Türkiye’nin
Avrupa Konseyi’nin bir üyesi olduğunu,
– 18 Mayıs 1954’te
Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonunu imzaladığını ve
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetkisini tanıdığını saygıyla hatırlatıyoruz.

Bunların sonucunda, beş masum gencin ölümüne neden olan emirleriniz, Strasbourg’da bir davaya dayanak teşkil edebilir.

Saygılarımızla..

Türkiye’den Fazıl Say’ın da yer aldığı, “Başbakan Erdoğan’a açık mektup”un imzacıları şöyle:

  1. ANDREW MANGO, Atatürk’ün biyografisinin yazarı
  2. HUGO PAGE, Avukat
  3. RONALD THWAITES, Avukat
  4. DAVID LYNCH, Yönetmen “Mulholland Drive” filmiyle Altın Palmiye ödülü sahibi
  5. SEAN PENN, Aktör/Yönetmen, “Milk” ve “Mystic River” filmleriyle Oscar sahibi
  6. SUSAN SARANDON Aktris, “Dead Man Walking” filmiyle Oscar ödülü sahibi
  7. SIR BEN KINGSLEY, Aktör, “Gandhi” filmiyle Oscar ödülü sahibi
  8. JAMES FOX, Aktör
  9. FREDERIC RAPHAEL, Yazar, “Darling” ile Oscar ödülü sahibi
  10. SIR TOM STOPPARD, Senaryo yazarı, “Shakespeare in Love” filmiyle Oscar ödülü sahibi
  11. CHRISTOPHER HAMPTON, Senaryo yazarı, “Dangerous Liaisons” filmiyle Oscar ödülü sahibi
  12. LORD JULIAN FELLOWES, Senaryo yazarı “Gosford Park” ile Oscar ödülü sahibi
  13. VILMOS ZSIGMOND, Sinematograf, “Close Encounters of the Third Kind” ile Oscar sahibi
  14. BRANKO LUSTIG, Yapımcı, “Schindler’s List” ve”Gladiator” ile Oscar ödülü sahibi
  15. RACHEL JOHNSON, Yazar
  16. EDNA O’BRIEN, Yazar
  17. CHRISTOPHER SHINN, Senaryo yazarı
  18. DAVID STARKEY, Anayasa tarihçisi
  19. FAZIL SAY, Besteci-piyanist 
  20. LADY CHOLMONDELY, Chopin Society Başkanı
  21. LORD MONSON, Yazar
  22. LORD STRACHCARRON, Belgesel yapımcısı
  23. DOWNSHIRE MARKİSİ, Toprak sahibi
  24. JEREMY CORBYN MP, İşçi Partisi Milletvekili
  25. EDMUND KINGSLEY, Aktör
  26. IGOR USTINOV, Heykeltraş
  27. MAURICE FARHI MBE, Yazar
  28. JACK FOX, Aktör
  29. CLAIRE BERLINSKI, Yazar
  30. FUAD KAVUR, Film yapımcısı 

TIMES'ta_acik_mektup

Şipşak işyeri hekimliği dönemi başlıyor..

Dostlar,

Türk Tabipleri Birliği’nin yeni Yönetmelik değişikliği (RG 20 Temmuz 2013) hakkında değerlendirmesi aşağıda.. Emek veren meslektaşlarımıza ve hukukçu yoldaşlarımıza teşekkür ederiz.

İşyeri Hekimi ve Diğer Sağlık Personelinin Görev, Yetki, Sorumluluk ve Eğitimleri Hakkında Yönetmelik

Biz de bu düzenlemenin çağrışımlarını kapsamlı bir makale konusu yaptık.

Yeni İşyeri Hekimliği Yönetmeliği ve Ülkemizde İşçi Sağlığı’nın Perişan Halleri

Okumak için lütfen tıklayınız..

https://ahmetsaltik.net/yeni-isyeri-hekimligi-yonetmeligi-ve-ulkemizde-isci-sagliginin-perisan-halleri/

Sevgi ve saygı ile.
26.7.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
====================================

TTB_logosu

Şipşak işyeri hekimliği dönemi başlıyor

2013 yılı başında Taslağı ortaya çıkan yeni işyeri hekimliği yönetmeliği 20 Temmuz 2013 tarihinde yayınlanarak yürürlüğe girdi.

İşyeri hekimlerinin ve öbür sağlık personelinin nitelikleri, belgelendirilmeleri, eğitimleri, görev, yetki ve sorumlulukları ile çalışma ilke ve yöntemlerini düzenlemek amacıyla çıkartıldığı belirtilen İşyeri Hekimi ve Diğer Sağlık Personelinin Görev, Yetki, Sorumluluk ve Eğitimleri Hakkında Yönetmelik’te genel olarak işverenin yükümlülükleri, işyeri hekimliği ve diğer sağlık personeli eğitimi ve bu eğitimi verecek yerler ve işyeri hekiminin görevlendirilmesine ilişkin yöntemlerin yanı sıra işyeri hekimliği belgesinin düzenlenmesi, işyeri hekiminin görev, yetki ve sorumlulukları ile
işyeri hekimliği belgesinin iptaline kadar varacak idari yaptırımlar düzenlenmiştir.

İşyeri hekimi ve diğer sağlık personelinin işyerlerindeki en az çalışma süreleri de
bu Yönetmelik’te yer almıştır.(Yönetmeliğe ulaşmak için…)

İşçi sağlığı ve iş güvenliği hizmetlerine yönelik olarak 2003 yılında başlayan, 6331 sayılı Yasa (A. Saltık: İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası) ve İşyeri Hekimi ve Diğer Sağlık Personelinin Görev, Yetki, Sorumluluk ve Eğitimleri Hakkında Yönetmelik ile süren düzenleme çabalarının iki temel karakteristiği vardır. Bunlardan ilki bu alanın eğitiminden hizmet sunumuna kadar ticarileştirilmesi ikincisi de sunulan hizmetlerin sürelerinin azaltılmasıyla içlerinin boşaltılıp ucuzlatılmasıdır.

2012 yılında çıkartılan (A. Saltık : Aşamalı yürürlükle 30 Haziran 2012) bu Yasa’dan önce işçi sağlığı ve iş güvenliği hizmetlerinin ticarileştirilmesini sağlamak üzere yönetmeliklerle yapılan değişiklikler Türk Tabipleri Birliği tarafından açılan davalar sonucunda Danıştay’ca iptal edilmiş; her kezinde yargı kararlarını aşmak üzere yasalar çıkartılmıştı. Nihayet iptal edilen yönetmelik hükümleri 6331 sayılı Yasa’ya yazılarak idari yargı kararları kısmen aşılmıştır.

İşte bu Yönetmeliğin özü 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası’dır.
Bu Yasa’ya ilişkin itirazların hemen tamamı bu Yönetmelik için de geçerlidir.
(İSG Yasasına ilişkin olarak TBMM’ye sunulan TTB görüşlerine ulaşmak için…)

Çalışanların sağlık ve güvenliklerine ilişkin hizmetlerin ayrım gözetilmeksizin her risk grubunda ve her büyüklükteki işyerinde ticaret şirketleri tarafından kurulan ortak sağlık ve güvenlik birimlerinden alınabilmesi; işyeri hekimliği, iş güvenliği uzmanlığı ve
öbür sağlık personeli eğitimlerinin de ticaret şirketleri tarafından kurulabilen eğitim kurumlarından alınabilmesi, çalışanın sağlık ve güvenliğinden piyasa oluşturulması çabasını göstermektedir.

Öte yandan, söz konusu hizmetlerin “en düşük maliyetle” sunulmasını sağlayabilmek için de işyeri hekiminin örgütüyle bağı kopartılmış ve çalışma süreleri neredeyse sembolik düzeye indirilmiştir. 1980 tarihli yönetmelikte işçi başına ayrılması gereken süre ayda 15 dakika iken; 2003 yılında başlayan süreleri azaltma girişimleri
son Yönetmelik ile zirve yapmış, 10’dan az çalışanı olan ve az tehlikeli sınıfta yer alan işyerlerinde yılda 25 dakika, öbür işyerlerinde, işyerinin tehlike derecesine göre
işçi başına ayda;

-az tehlikeli işyerlerinde 4 dakika,
-tehlikeli işyerlerinde 6 dakika,
-çok tehlikeli işyerlerinde de 8 dakika ayrılması yeterli sayılmıştır.

Yeni Yönetmelikle işyerinde tam gün işyeri hekimi bulundurulması gereken işçi sayısı da önceki yönetmeliğe göre iki katına çıkartılarak az tehlikeli işyerlerinde 2000,
tehlikeli işyerlerinde 1500, çok tehlikeli işyerlerinde de 1000 olarak belirlenmiştir.

Böylelikle işyerlerinin sağlaması gereken işyeri hekimliği hizmet süreleri,
dolayısıyla maliyetleri azaltılmıştır. Bu sürelerde üç sayfa boyunca
işyeri hekimine yüklenen görevlerin nasıl yerine getirileceği ise belirsizdir.

  • Ülkemizde çalışma ortamının genel olarak sağlıksız ve güvensiz olduğu bilinmektedir. 
  • Her gün iş kazalarında yaklaşık 5 işçi ölmektedir. 

Meslek hastalığına ilişkin bildirim yetersizliği sebebiyle tam sayı bilinmemekle birlikte, istatistiksel olarak on binlerce meslek hastalığı olduğu kestirilmektedir.

Sağlık ve güvenlik ihtiyacının böylesine yüksek olduğu bir ortamda, bu alanda hizmet sunanların güvencelerinin arttırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve çalışanların bu hizmetlere erişim olanaklarını arttırılması gereklidir.

Ancak yapılanlar tam tersinedir.

Bu Yönetmeliğin taslağına ilişkin olarak sunduğumuz görüşlerde ayrıntılı değerlendirmeler yapılmıştır. (Söz konusu görüşlere ulaşmak için…)

Öbür yandan bu Yönetmelik ile düzenlenen bir nokta da 6331 sayılı İSG Yasası ile yürürlüğü ertelenen hükümler dolayısıyla işyeri hekimi ile herhangi bir anlaşması olmayan işyerlerinde (kamu kurumları, 50’den az çalışanı olan az tehlikeli ve tehlikeli işyerleri) çalışacakların işe giriş muayenelerinin, çalışanlarınsa dönemsel (periyodik) muayenelerinin kim tarafından yapılacağıdır.

Yönetmeliğe konulan bir geçici madde ile kamu sağlık hizmeti sunucuları işaret edilerek sorun çözülmüş gibi görülmekte ise de, kişinin çalıştığı/çalışacağı yere ilişkin
hiçbir bilgisi bulunmayan kamu sağlık hizmeti sunucusu çalışanı hekimin bu raporları hangi bilgiye göre düzenleyebileceği anlaşılamamıştır.

Bütün bunlardan başka, Yönetmeliğin özünü oluşturan 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası’nın çalışanların sağlık ve güvenliklerinin korunmasına ilişkin getirdiği
en büyük iyileştirme bütün işyerlerini kapsaması iken söz konusu ‘kapsama’
halen sağlanabilmiş değildir.

Yasa’ya konulan yürürlük maddesiyle kamu işyerleri ile 50’den az çalışanı olan
az tehlikeli işyerlerinin işyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı ve diğer sağlık personeli hizmetini almaları 1.7.2014’e; 50’den az çalışanı olan tehlikeli ve çok tehlikeli işyerleri için bu süre 1.7.2013’e ertelenmiştir.

Geçtiğimiz günlerde yasalaşan ve halen Cumhurbaşkanı’nın onayı için bekleyen
6495 sayılı Torba Yasa ile bu süreler bir kez daha ertelenmiş; çalışanların sağlık ve güvenliğinin sağlanmasında görev alacakları istihdam yükümlülüğüne ilişkin süre,
kamu işyerlerindeki işçiler dışında kalan çalışanlar ve 50’den az çalışanı olan az tehlikeli işyerleri için 1.7.2016’ya tehlikeli ve çok tehlikeli olup da 50’den az çalışanı olan işyerleri bakımından ise 1.1.2014’e ertelenmiştir. Bu Torba Yasa Cumhurbaşkanı tarafından da onaylanarak yürürlüğe girerse,  İşyeri Hekimi ve Diğer Sağlık Personelinin Görev, Yetki, Sorumluluk ve Eğitimleri Hakkında Yönetmelik’in kapsam ve yürürlüğü de bu durumdan doğrudan etkilenecektir.

Türk Tabipleri Birliği Hukuk Bürosu ve İşyeri Hekimliği Kolu, “İşyeri Hekimi ve 
Diğer Sağlık Personelinin Görev, Yetki, Sorumluluk ve Eğitimleri Hakkında Yönetmelik” hükümlerini hukuka ve hizmetin gereklerine uygunluğu bakımından değerlendirmektedir. Yönetmelik hükümleri arasında, işyeri hekimliğinin doğasına, işleyişine uygun olmadığını ya da hukuka aykırı olduğunu düşündüğünüz hükümleri
ve gerekçelerinizi ihyonetmelik2013@ttb.org.tr adresine gönderebilirsiniz.

Yeni İşyeri Hekimliği Yönetmeliği ve Ülkemizde İşçi Sağlığı’nın Perişan Halleri


Dostlar
,

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (ÇSGB), bir yönetmelik düzenlemesi daha yaptı..

“İşyeri Hekimi ve Diğer Sağlık Personelinin Görev, Yetki, Sorumluluk ve Eğitimleri Hakkında Yönetmelik” güncellendi. Bu yönetmeliğin temeli 1980’lere uzanıyor. Arada ve 3 yıl önce de değişiklik geçirmişti

20 Temmuz 2013’te RG’de yayımlanarak yürürlük alan son değişikliğin gerekçesi

“6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası”.

ÇSGB bir yandan dikiyor, bir yandan da söküyor. (Haydi yapıp – yıkıyor demeyelim..)

Bu son yasa (6331) sözde iş sağlığı ve güvenliğini iyileştirmek için geçtiğimiz yıl çıkarıldı. Taslak 8 yıl kadar TBMM arşivlerinde bekledi. 220 milyon €’luk Avrupa’nın
en büyük AVM inşaatında çıkan Esenyurt yangınında (13.3.12) 11 işçi naylon çadırlarda yanarak kavrulunca bu taslak anımsandı. Yer yer epey de sıkı hükümler kondu.

Ancak “iyi saatte olsunlar” (sermaye; özellikle küresel sermaye eklemlenmiş yerli sermaye!) toplumsal duyarlık biraz düşünce kulislerine gene başladı. İlk olarak 6495 sayılı Torba Yasa ile (halen Cumhurbaşkanı’nın önünde) kimi yerlerde 1-2 yıl ertelemeler getirildi. Sonra da sıra Yönetmeliklerle kısıtlamalara geldi.

Sermaye hazretleri ne buyuruyorsa öyle oluyor..
Gerçek vesayet ne askeri, ne de başka bir güç..

Türkiye’de gerçek ve mutlak egemen sermaye!
Özellikle küresel finans-kapital ile bütünleşen yerel sermaye..

Anılan yönetmelikle İş Sağlığı Güvenliği (İSG) hizmetleri, 6331 sayılı yasanın muradına tuhaf – acı bir ironi ile aykırı olarak deyim yerinde ise “kuş”a döndürülüyor..

Siz bekleyedurun iş kazası ve meslek hastalıklarında iyileşmeyi….
Meslek hastalıkları zaten yok gibi.. En son 2011 SGK rakamı 697!
Oysa benzer nüfuslu ama İSG koşulları çok daha iyi Almanya’da yılda 80 bin,
ABD’de 400 bin!

İş kazalarını bile siz “azaltabilirsiniz” ! Yollarını biliyorsunuz ama yazalım :

1. Kamu sektörünü tasfiye ettikçe özel sektörde iş kazalarını “örtmek” kolaylaşır.
2. “Kayıtdışı” çalıştırırsınız (resmi verilerle halen 24+ milyon kayıtdışı çalışan; çalışanların %44’ü!), gariban işçi ne iş kazası bilir ne de hakkını savunacak sendikaya, paraya sahiptir..
3. Kayıt içi çalışan 13,5 milyon işçide de iş kazalarının bir bölümünü (?) cep harçlığı kadar “kan parası” ile kapatırsınız.
4. Sendikal örgütlenmeyi avuç içinde kar gibi eritmeye devam edersiniz.
Anayasa değişikliği ile 1’den çok sendikaya üyelik gibi ucube – tuzak düzenleme yaparsınız; yandaş sendikalaşmaya hız verirsiniz.. 1980’de %50 olan sendikalılık oranı (3 milyon işçinin 1,5 milyonu), Ocak 2013’te 10,88 milyon işçinin ancak %6’sı!
(Çalışma Bakanlığı Tebliği, RG: 26.1.13).
5. Gerekirse “iş kazasının” yasal tanımını bile değiştirirsiniz..

Ama mızrak gene de çuvala sığmaz, ölümcül iş kazalarında Hindistan ve Rusya sonrası dünyada 3., Avrupa’da 1. olursunuz.. Dönemin Çalışma Bakanı Ömer Dinçer‘in açıklaması için dipnota (2) bakınız.

1932’den beri üyesi olduğunuz ILO’yu (Uluslararası Çalışma Örgütü) “kandırmaya” (!) yeltenir, 221 dolayındaki ILO Sözleşmesinden (Convention) 56 kadarını “başkalaştırarak” iç hukukunuza aktarır, geri kalan 3/4’ünü ve ILO’nun Tavsiye Kararlarını (Recommendation) ise tümüyle görmezden gelirsiniz. Ama sizi yıllarca uyarıdan sonra ILO Haziran 2013’te Türkiye’yi “Kara Liste” ye almak zorunda kalır..

Biz çok utanıyoruz çooook..
– 2011 sonunda yıllık 70 bine varan “resmi” iş kazasından, ;
– 1700 iş kazası + 10 meslek hastalığı = 1710 emekçi ölümünden,
– 2086 işçinin sürekli işgöremez duruma düşmesinden..
– Çook ağır çalışma koşullarında,
– Düşük ücretlerle ve iş güvencesiz – örgütsüz çalışmak zorunda bırakılmalarından; işsizlikle tehdit-terbiye edilmelerinden.. (Veriler için bkz. dipnot 1)

Güdümlediğiniz basında tek sözcük haber çıkmaz..

Oysa ulusal – uluslararası hukuk metinleri ço net           :

* 1961 tarihli Avrupa Sosyal Şartı md 3 : Tüm çalışanların sağlıklı ve güvenli çalışma ortamı hakkı vardır.
* 1945 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi md. 25 sağlıklı yaşam hakkını tanımlar.
* Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi yaşam hakkı ve örgütlenme hakkını düzenler..
* Üyelik sürecinde taraf olduğumuz Pek çok AB metni pekiştirici paralel düzenleme içerir. Örn. AB Temel Haklar Şartı.. (Nice, 7 Aralık 2000, http://ek12 utup.dpt.gov.tr/ab/hukuk/temelhak.pdf)
* Anayasa madde 50 ve 56 doğrudan düzenlemeler taşır.
* Pek çok ILO Sözleşmesi de öyle..

Üstelik bu uluslararası mevzuatın büyük bölümü Anayasa md. 90/son uyarınca
üstün hukuk normu durumundadır..

Sermaye için ne gam.. Hele küresel sermaye ile göbek bağı kurdu ise..

Adam Smith‘in 250 yıl önce (1776) yazdığı “Milletlerin Refahı” (The Wealth of Nations) kitabında öngörüleri bunlar mıydı?

Neo-liberal tosuncuklar ne buyururlar??

Galiba yerel (ulusal kaynaklardan semirdiği halde ulusal diyemiyoruz ne yazık ki!) sermayeyi dizginleyebilecek başlıca güç, iktidardaki dinci faşizm (TÜPRAŞ baskını!)..

Neo-liberal tosuncuklar, tarihin perspektifinde öngörülemeyen bu dilemmaya
ne buyururlar acaba?

Haa. anlıyoruz, yabancı büyükleri ile (pardon müttefikleri ile!)  mütalaa edeceklermiş…

Sevgi ve saygı ile.
26.7.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Konuya ilişkin TTB (Türk Tabipleri Birliği) görüşü için lütfen tıklayınız :
Şipşak işyeri hekimliği dönemi başlıyor..
(https://ahmetsaltik.net/sipsak-isyeri-hekimligi-donemi-basliyor/, 26.7.13)

Dipnot 1 : Kayıt dışı istihdam ve eksik verilere dayalı SGK rakamlarıyla ülkemizde 2011’de 69 227 iş kazası, ve 697 meslek hastalığı sonucu 1710 işçi (1710/365 = 4,66/gün!) yaşamını yitirmiş 2086 işçi  ise sürekli engelli (sakat, malul) kalmıştır.  Günde ortalama 5 işçi yaşamını yitirmekte 5 işçi de sürekli işgöremez duruma gelmektedir!

Dipnot (2) : 
•Çalışma Bakanı Dinçer: Ölümlü maden kazalarında lideriz!
•Bakan Ömer Dinçer, ölümlü maden kazaları konusunda Türkiye’nin “lider ülke” olduğu itirafında bulundu. Bakan Dinçer’in, BDP Bitlis Milletvekili Nezir Karabaş’ın maden kazalarıyla ilgili soru önergesine verdiği yanıt, Türkiye’deki ölümlü kaza oranının, Avrupa, Avustralya, ABD ve Kanada’dan kat kat fazla olduğunu ortaya koydu.
•Dinçer’in, ölümlü maden kazalarıyla ilgili ILO verilerini 
kaynak göstererek verdiği bilgiye göre; Türkiye’deki ölümlü iş kazaları Avrupa’daki iş kazası ortalamasının 4.5 katıyken, Kanada’dan 2.2 kat, ABD’den 3.4 kat, Avustralya’dan ise 4.3 kat daha çok! 

RİFAT SERDAROĞLU : NEFRETİNDE BOĞULACAK


Dostlar,

Sayın Eski Sağlık Bakanı Rifat Serdaroğlu‘nun yazıları tıpkı bir “gürz” gibi..
Toplumu RTE bilerek / bilmeyerek çoooooook geriyor.
Aşağıdaki yazıyı da tam 1 ay arşivimizde tuttuk..
Günümüzden geriye bakıldıkta Sn. Serdaroğlu’nun öngörülerindeki isabet
daha da net izleniyor..

Sevgi ve saygı ile.
26.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

NEFRETİNDE BOĞULACAK

portresi


RİFAT SERDAROĞLU

Erdoğan ve Güler, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Başbakanı ve İçişleri Bakanı sıfatları ile “Polis Akademisi Mezuniyet Töreninde”, birer konuşma yaptılar ve
Polis Akademisini derece ile bitiren polislerimize diplomalarını verdiler.

Bir gün evvel aynı saatte, Türkiye Cumhuriyeti’nin Şırnak İlinin Cizre İlçesinde,
PKK’ya bağlı Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi (YDG-H) asayiş birimlerinin kuruluşunu, törenle ilan etti. Tören aynen Askeri Kurallara uygun olarak yapıldı ve asayiş üyelerine, Merkez Komite tarafından asayiş üyelerine diplomaları verildi.

PKK’nın Haber Ajansı Fırat Haber Ajansı‘nın haberine göre, şehirde kimlik denetimi yapan gençlere, T.C. Polisleri müdahale etti. Fakat daha sonra T.C. Polisleri çekildi ve ellerinde Telsiz”  üzerlerinde Abdullah Öcalan fotoğrafı olan üniformalı YDG-H’li gençler, gece yarısına dek tüm ilçede kimlik denetimini sürdürdüler.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Biriliğinden – Bütünlüğünden – Egemenliğinden
birinci derece sorumlu Cumhurbaşkanı – Başbakan – Genelkurmay Başkanı makamlarında oturan kişiler bu rezilliği görmezden gelip desteklediler.

Başbakan Erdoğan’ın kafası attığında kimseyi dinlemeyip, tekme-tokat giriştiğini
iyi bildikleri için, Gül ve Özel ağızlarını açamadılar ve makamlarına kapandılar.
Hâlbuki Cizre’de Türk Devletine bu yapılan hakaret, bu makamdakileri yatırıp
enselerine tokat atmaktan çok daha ağır bir hakaretti.

Başbakan Erdoğan ise, Türkiye Cumhuriyetine şimdiye dek yapılan en büyük hakareti “Çözüm Süreci” kapsamında saydığından görmezden geldi ve tüm ülkeye
nefret saçmaya devam etti;

RTE; üzerinde “Atatürk” olan Türk Bayrağını yasakladı!
Osmanlının eski bayrağını evine astı, İmralı canisinin posterlerinin taşınmasını
serbest bıraktı.
-Canını kurtarmak için camiye sığınan ve orada gönüllü doktorlar tarafından
ilk tedavileri yapılan yaralı Türk gençlerini, camiye postallarıyla giren
Yunan Ordusuna benzetti.
-Anayasanın verdiği demokratik gösteri hakkını kullanan insanlarımızı,
talan yapan çapulculara ve işgal ordusuna benzetti.
-Kendisine, TV canlı yayınında

  • Başbakan RT Erdoğan; “Ben Erdoğan’ın ‘gö…ün kılıyım’..
    diyen meczubu yüceltti
    ,

Türk Bayrağını üzerinde taşıyan Türk Kızlarını yerlerde sürüttü.

-Son 20 gün içinde, Türk Milleti’nin gözüne baka-baka, aynı konuda üç farklı ifade kullandı.

Değerli Okurlar;

Yaşanan bu kadar çirkinlikten sonra Erdoğan ve ekibinin ne olduğunu anlamayan kaldıysa onları bırakın, bildikleri gibi yapsınlar.

Erdoğan kendisinin de dediği gibi hiçbir zaman değişmedi. Baştan beri kafasına koyduğu “Federe İslam Devletini” kurmak için eşbaşkanlık görevinin gereğini
yerine getirmeye devam ediyor.

Elbette ki başaramayacak. Bunların sonları da dedeleri gibi ibretlik olacak.
Daha şimdiden insan içine çıkamaz oldular. Sadece kendi adamlarının ücretsiz taşındığı ve bedava yemek verilerek toplanan kalabalığa, yüksek ve uzak bir yerden konuşabilirler.

Erdoğan bundan böyle İstanbul-Ankara-İzmir-Antalya-Bursa-Kayseri gibi illerde yapılacak hiçbir futbol maçına gidemez. Yuhalanacağını, protesto edileceğini bildiği için gidemez. Akdeniz Oyunlarında olduğu gibi, Mersin’de tüm biletleri önceden satın alır ve yandaşlarına dağıtabilirse, o başka.

  • Erdoğan ve ekibi Türkiye’nin önümüzdeki döneminde olmayacaklar.
  • Eğer onlar iktidarda kalmaya devam ederlerse,
    Türkiye bir ve bütün olarak kalamayacak. 

AKP; Demokratik yoldan gönderilinceye kadar, Erdoğan Türk Milletine olan nefretini kusmaya devam edecek. O’nun kumaşı budur.

Fakat Türk Tarihi, kendi milletine nefret kusanların, kendi kusmuklarında boğulduğu olaylarla doludur.

Önümüzde çok zor günler var, çok zor. Allah’ın izniyle bunu da aşacağız.

Sağlık ve başarı dileklerimle.
(25 Haziran 2013)

RİFAT SERDAROĞLU
rifatserdaroglu@gmail.com
facebook.com/rifatserdaroglu35
0 532 211 00 11

Prof. Rennan Pekünlü Hoca’nın hapis cezası onaylandı!?

– GÜNCELLENDİ –

Dostlar,

İbret verici bir tablo ile karşı karşıyayız.

  • Artık ülkede hukukun “h” sinin bile bırakılmadığı ürkünç (vahim) bir durumdayız.

Anayasa Mahkemesi’nin açık kararına karşın fiili bir durum yaratılarak, türban yasağını uygulamak zorunda olan Prof. Rennan Pekünlü hoca mahkum edilmiş ve hüküm kesinleşmiştir. 1 adım kalmıştır, aynı Yargıtay Ceza Dairesi’nden karar düzeltimi
(tashih-i karar) istemek..

Öte yandan, bu son adımın işe yaraması için akılcı bir gerekçe ortada yoktur.

  • Anayasa Mahkemesi’nin duruma el koyması gerekmektedir!

Anayasa md 153/son aynen şöyledir :

  • “Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır
    ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını,
    gerçek ve tüzelkişileri bağlar.”

Bu durumda Yüksek Mahkeme genel kurulu ivedilikle toplanmalı;

– Son Balyoz davası tutuklularının anayasaya aykırı uzayan tutukluluk durumlarının sonlandırılmasına ilişkin açık iradesinin birtakım sözde biçim kurallarına (Gerekçeli kararın Resmi Gazetede yayımlanmamış olması, iptal kararı ile yasal boşluk doğmaması için ilgili mahkemeye değil TBMM’ye verilen 1 yıl sürenin kasıtlı çarpıtılarak tutukluluğun sürdürülmesi..)

– Ve son derece ibret verici olarak, Prof. Rennan Pekünlü‘nün bağlayıcı
Anayasa Mahkemesi kararlarına karşın kesinleşen hapis cezası konusunu
ACİL GÜNDEM İLE GÖRÜŞMELİDİR.

– Anayasa md. 153/son’da yer alan tüm muhataplarına bu maddenin anlamını ve gereklerini yüksek ses ve kararlılıkla hukuk devleti adına anımsatmalı
ve “her-ke-si” hukuk içine, hukuk üstünlüğüne hürmet etmeye çağırmalıdır.

– Tersine bir suskunluk, Yüksek Mahkeme’nin işlevsizleştirilmesine bilerek / bilmeyerek katılmak anlamına gelecektir. Türkiye, 27 Mayıs Devrimcilerinin armağanı,
1961 Anayasası’nın kurumlaştırdığı Anayasal Yargı Denetimi düzeninden
52 yıl sonra yoksun mu bırakılacaktır? Tüm çağdaş hukuk devletlerinde
Anayasa Mahkemesi vb. yapıda kurumlar oturmuştur ve işlevseldir.
Hukuk devletinin temel güvencelerindendir Anayasa Mahkemeleri.

Bunun hemen 1 adım sonrası, rejim bunalımına dek uzanabilecek ağır bir süreç doğurabilir.

Sayın Prof. Pekünlü’nün savunmanları da, derhal Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını kullanmalıdırlar. Çünkü gerçekte daha önceki tüm hukuk yolları tüketilmişir. Yargıtay’ın ilgili ceza dairesi ilk derece asliye ceza mahkemesinin
hapis cezası kararını onamıştır. Karar Düzeltme istemine de aynı heyet (Daire) bakacaktır ve yeni bir kanıt ileri sürme, farklı bir savunma yapma olanağı kalmadığından – söz ve yol tükendiğinden – yerleşik içtihatlar doğrultusunda farklı bir karar beklenmez. İşte tam da
bu nedenle, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru öncesi tüm hukuk yolları
özde tüketilmiştir (Anayasa md. 148-149). AİHM’nin de benzer yönde içtihatları olup,
AYM de bu ölçütleri kullanacağını belirtmiştir. Bu bakımdan, dosya, karar düzeltimi başvurusu yapılmalı ancak sonucu beklenmeden hızla AYM’ne taşınmalıdır.

Prof. Rennan Pekünlü Hoca’ya dayanışma duygularımızı sunuyoruz.
Bu saldırı nedeniyle erken emekli olarak akademik yaşama veda etmek zorunda kalması da “yeter yaptırım” (!?) olarak görülmedi hocaya.. Benzer konuda önceki cezasının varlığı da şimdikinin ertelenmesini olanaksız kılıyor.

Tek yol hapis!

TBB (Türkiye Barolar Birliği), Hukuk Fakülteleri, Türk Hukuk Kurumu
ve kamuoyunun tüm ilgili kesimlerini göreve çağırıyoruz.

“Türkiye’de laiklik tehlikededir diyemem..” tümcesinin sahibi Kemal Kılıçdaroğlu‘nu da vicdanı ve tarihsel sorumluluğu ile baş başa bırakıyoruz..

Yine Kılıçdaroğlu’nun göz kırpması değil miydi ki, Türban AİHM’nin yinelenen temyiz kararları reddi ile birlikte tüm hukuksal yollarla yasaklanmış, bir insan hakkı olduğu reddedilmiş iken fiilen üniversitelerde önünü açan?? Giderek tüm kamuda..
K. Kılıçdaroğlu bu ağır faturanın başta gelen sorumlularındandır.

**********************

Sayın Prof. Kayıhan Kantarlı’nın bize yanıtı şöyle :

Değerli Hocam,
 
Çaldığımız davullara karşın uyanmamakta kararlı olan akademisyen/aydın çoğunluğuna inat, hak ettiğiniz bir kaç saatlik uykunuzdan vazgeçerek hazırlayarak web sayfanızda yaynladığnız bu son derece anlamlı yazı ile verdiğiniz destek için teşekkürlerimi iletiyorum.
 
Tabii ki, bir de mesajda vurguladığım -bu sürece ilişkin- belgelenmiş ….. suçları ile E.Ü. rektörü, Fen Fakültesi Dekanı ve bunları teşvik eden YÖK var. Rennan Pekünlü hapse giderken …….  ve yargı önünde hesap sorulması konusunu da Pekünlü’ye uygulanan hukuksuzluğun önemli bir ayağı olarak, bu günlerde kamuoyunun gündemine oturtmak gerekiyor.Çünkü bu olayın ardında E.Ü. Rektörünün ikinci kez atanabilmek için Zaman gazetesinin de dahil olduğu ve başarıyla uygulanan  bir senaryo yatıyor. Sizi bu konuda belgelere dayalı olarak bilgiendirmek istediğim dosyayı sonraki mesajımla ileteceğim.

Tekrar teşekkürler iyi ki varsınız

Sevgi ve Sayglarmla
Kayhan Kantarlı (25.7.13)

*************************************
Bu arada Sayın Prof. Pekünlü’den de bir ileti var..
Dik duruşundan ödün yok.. Kendisini gönülden kutluyoruz..
Sayın Ahmet Saltık ve Kayhan hocam,
 
Laiklik ilkesini kollayıp gözeten davranışlarınız, duygu ve düşünceleriniz için her ikinize de çok teşekkür ediyorum. Avukatımın ifadesine göre Yargıtay kararında, “düzeltilmiş” ifadesi varmış. Ancak avukatım, “Düzeltilen şeyin ne olduğunu ancak karar yerel mahkemeye geldiğinde öğrenebileceğiz.” diyor. Ceza onandığına göre, “Düzeltilmiş” şey “laiklik ilkesi” değil! Ancak o onarımı biz yapacağız. Bu evrensel ilkenin onarımını yapmak boynumuzun borcu olacak. 

Her ikinize de sevgiler sunuyorum. (25.7.13)**********************

Bu sitede konuya ilişkin olarak daha önce yayımlanan birkaç yazıya bakılması
uygun olur..

– https://ahmetsaltik.net/prof-dr-rennan-pekunlu-ile-turban-hakkinda-soylesi/
– 
https://ahmetsaltik.net/hepimiz-rennan-pekunluyuz/
– 
https://ahmetsaltik.net/hepimiz-rennan-pekunluyuz/
– 
https://ahmetsaltik.net/okula-turbanli-giren-ogrencinin-fotografini-ceken-profesore-hapis/

Sevgi, saygı ve derin kaygı ile.
24.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

Prof. Rennan Pekünlü Hoca’nın hapis cezası onaylandı!?

Laik Cumhuriyet Sona mı Erdi !

Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve AİHM kararları ile bunların uygulanması için YÖK ve Rektörlük tarafından verilen talimatların gereğini yaptığı için Prof. Dr. Rennan Pekünlü’ye verilen iki yıl bir aylık hapis cezası Yargıtay’da onaylandı (http://www.egedesonsoz.com/haber/Yargitay-onadi-EU-lu-profesore-turban-fisleme-hapsi/846366).

Rennan Hoca’nın fakültesinde sergilenen laiklik karşıtı tabloya (http://www.zaman.com.tr/gundem_dekandan-ozgurluk-adimi_1121125.html) karşın, kendisine verilen talimatların gereğini yerine getirmeye devam ettiği için hapse girecek olması,

  • Laik Cumhuriyet’in sona erdiğinin kanıtıdır!

Asıl yargılanması ve hapse mahkum edilmesi gereken girmesi gereken; 

  • Fakülte dekanlıklarına gönderdiği 5 Nisan 2011 tarihli gizli yazıda  “2008’de
    AKP tarafından çıkarılan fakat aynı yıl Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilen
    5735 sayılı yasayı yürürlükte göstererek öğretim üyelerine yasağın uygulanmaması talimatını verip hem öğretim üyelerini hem de öğrencileri anayasa ve yargı kararlarna karşı suç işlemeye yönlendiren”
     ve arkasından Fen Fakültesi Dekanının dekanlık binası önünde türbanlı öğrencilerle Anayasa ve yargı kararlarına meydan okurcasına verdiği poza göz yuman (http://www.zaman.com.tr/gundem_dekandan-ozgurluk-adimi_1121125.html)
  • Prof. Dr. Rennan Pekünlü hakkında üniversiteden izin alınmadan açılan 2. davanın hazırlık soruşturmasında Cumhuriyet Savcısı’nın sorularına  cevaben gönderdiği 21/11/2012 tarihli  yazıda, yıllardır uygulanan ve yargı kararları gereğince  halen de uygulanması gereken türban yasağını ve buna ilişkin arşivler dolusu belgeleri bilerek yok gösterecek şekilde

1- Rektörlük tarafından Prof. Dr. Esat Rennan PEKÜNLÜ’ye konu ile ilgili bir görev verilmemiştir.

2- Üniversite yetkili kurullarınca öğrenciler hakkında türbanlı bir şekilde üniversite içine girme ya da derslere katılma yasağına yönelik alınan herhangi bir karar bulunmamaktadır.

3- Yüksek Öğretim Kurulu tarafından Üniversitemizde uygulanmak üzere konu ile ilgili bir yasaklama kararını içeren yönerge ve talimat gönderilmemiştir.

diyerek , yargıyı etkilemeye yönelik gerçek dışı bildirimde bulunup Pekünlü’yü kafasına göre yasak uydurup uygulayarak üniversitede kargaşa çıkaran kanunsuz biri olarak göstermeye çalışan;

Ege Üniversitesi Rektörüdür.

Asıl yargılanması gerekenlerden biri de EÜ rektörünün iptal edilmiş anayasa fıkrasını yürürlükte göstererek öğretim üyelerine “türban yasağı uygulanmayacak” talimatı verdiği
söz konusu gizli genelgeyle işlediği suçla ilgili olarak Üniversite Konseyleri Derneği (ÜKD) tarafından İzmir Cumhuriyet savcılığına yapılan suç duyurusuna (
http://www.milliyet.com.tr/eu-rektor-u-icin-suc-duyurusu/ege/haberdetay/13.06.2012/1552920/default.htm)
ilişkin ceza soruşturmasını bir yıldır sonuçlandırmayan YÖK Başkanıdır.

Kayhan KANTARLI
EÜ emekli öğretim üyesi
e-mail: kayhankantarli@gmail.com
Tel: (0532)-6301473
3 attachments — Download all attachments (zipped for

English (US)
GİZLİ GENELGE suç belgesi.pdf
273K   View   Download
ÜKD EGE ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ HAKKINDA SUÇ DUYURUSU.pdf
340K   View   Download
ÜKD SAVCILIK DİLEKÇESİ EÜ REKTÖRÜ HAKKINDA Suç Duyurusu (1).doc
142K   View   Download

Bu Ülkenin Neresine Kim Elini Kollayarak Gider?

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Ali Demirsoy, ülkemizin yetiştirdiği uluslararası çapta bir
EVRİM BİYOLOĞU‘dur. 19 kitabı yayımlanmıştır.

Yaşamı boyunca EVRİM Gerçeğini, ERİMİN Bilimini ve Diyalektiğini öğrtemeye, anlatmaya, kavratmaya çabaladı. Evrim karşıtı yobazlık ve safsatacılıkla savaştı.

1994’te korkunç bir trafik kazasında eşini ve 2 oğlunu yitirdiğinde Prof. Ali Demirsoy’un dünyası karardı. Ancak O kendini bilime ve doğaya adadı. Elim kazadan 12 yıl sonra kendinden 36 yaş küçük eşiyle tanışıp mutluluğu yeniden buldu.
(http://www.ajans.kemaliye.net/2006/12/06/trafik-teroru-esi-ev-2-oglunu-katledince-bilimle-hayata-tutundu/)

Hep yakınırdı;

  • Biyologlar içinde bile Evrim’i gerçek anlamda kavrayabilenler sınırlı!

Kalitim_ve_Evrim“KALITIM ve EVRİM”  klasikleşmiş bir Evrim kaynakçasıdır.

34 yaşında profesör olmuştur ve emekli olduğu 67 yaşının sonunda ülkemizin en kıdemli profesörü idi.

Sıra dışı bir aydın olarak ülkesinin sorunları ile bir bütün olarak, hep ilgilinegelmiştir.

Bu sitede daha önce epey makalesine yer verdik
Ali hocanın:

1. Türkiye Cumhuriyeti’nin Tuzağa Düşürüldüğü Dönem
https://ahmetsaltik.net/turkiye-cumhuriyetinin-tuzaga-dusuruldugu-donem/, 17.7.13

2. Ya Kurcalama Ya Da Kurcalarsan Tam Kurcala!
https://ahmetsaltik.net/prof-dr-ali-demirsoy-ya-kurcalama-ya-da-kurcalarsan-tam-kurcala/,1.5.13

3. Kanuni Sultan Süleyman; bir dizinin öğrettikleri..
https://ahmetsaltik.net/kanuni-sultan-suleyman-bir-dizinin-ogrettikleri/, 25.1.13

4. Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim
https://ahmetsaltik.net/ben-artik-bu-toplumun-sosyal-ve-manevi-bir-uyesi-degilim-2/, 19.10.12

Sayın Prof. Demirsoy’un yeni bir makalesi aşağıda..

****************

Bu Ülkenin Neresine Kim Elini Kollayarak Gider?

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Yöneticilerimiz sık sık siyasi rakiplerine,

“Hakkâri’ye, Batman’a ya da doğudaki bir ile git de seni göreyim..” diyerek

bir çeşit onları halkın gözünde aşağılamaya çalışıyor. Aslında bu ifade dahi birilerinin yönetiminin zafiyetini ve şu anda düştüğümüz durumu göstermektedir. Bilindiği gibi herkesin anayasaya göre seyahat özgürlüğü vardır ve bu özgürlüğü sağlama ise
o anda yönetimde bulunan yetkililerin sorumluluğudur. Bunu halktan biri söylese dinler geçersiniz. Ancak yasaları uygulama ve anayasanın amir hükümlerini yerine getirmekle sorumlu olan yetkili ve sorumlu bir kişi bunu söylüyorsa, en azından anayasal bir suç işliyor demektir.

Hiç birimizin onaylamadığı, bugünkü yönetimin ve muhaliflerin akşam sabah aşağıladığı, aynı zamanda o gün alkış tutup da bugün ağzından zehir akıttıkları
12 Eylül 1980 Darbesinde, vatandaşların ve yöneticilerin de bugünkü gibi bir vilayetten öbür vilayete elini kolunu sallayarak gidebilmesi mümkün değildi.
Karslı Erzurum’dan, Erzurumlu Kars’tan, Tuncelili Elazığ’dan, Elazığlı, Tunceli’den geçemiyordu; başta doğu illeri olmak üzere birçok il mayın tarlası gibiydi.
Bizzat benim Erzurum plakalı olan arabam kaç ilde bu nedenle boydan boya çizildi, aynaları ve silecekleri kırıldı, lastikleri şişlendi. O günü lanetleyenlerin bugün aynı şeyi siyasi bir silah olarak kullanmaları, hem de en demokratik ülke diye diye, doğrusu Türk demokrasisinin aynası gibi görünmektedir. Bana yapıldığı zaman faşizm, baskıcı rejim ya da yönetim; karşımdakine yapıldığında düzeni ve demokrasiyi koruma oluyor…

İş belli ki birçok çevreye göre çok daha demokratik aşamalara ulaşmak üzere; sadece muhalifler değil, artık basında çıkan haberlere göre birçok ilimizde
kolluk kuvvetleri de elini kolunu artık sallayarak ortalıkta dolaşamıyormuş;

  • Devletin bayrağı (başka bayraklara bu kısıtlama yokmuş) resmi yerler de dâhil hiçbir yerde asılamıyormuş.

Milisler denetim yapıyorlarmış. İyice demokratikleşmişiz de haberimiz yok…

Bir yere gidemiyorsanız, orayı yitiriyorsunuz demektir.

Açılım ve demokrasi velvelesi arasında birileri her gün bir şey istiyor; bu devleti üniter bir yapıda tutmaya yemin etmiş bir yönetici kesimi de, duymazlıktan gelerek, çadır çadır dolaşarak “Mursi ve Esad” hikâyesi anlatıyor.

Bu ülkede inancı, kendini ait olduğu toplum bakımından farklı gören herkesin
eşit hakka sahip olması gerekiyordu; olanaklardan aynı şekilde yararlanmalıydı. Doğrusunu isterseniz bunu tam anlamıyla başaramadık; sadece kitaplarda yazılı kaldı. Bu nedenle talepte bulunanlar birçok bakımdan haklı olabilirler. Ancak şu anda üniter yapıya yemin etmiş ve bunu yıllar boyu yaşatmaya çalışmış bir ülke için bu miras davası basit bir bölünme davası olamaz. Üstelik de bu devletin kurulmasında hiçbir katkısı olmayan bugünkü yöneticilerimizin iki dudağının arasından çıkacak sözlerle hiç olmaz…

Eğer illa ki kadim haktan yola çıkıyorsak, kendini Bizans’ın uzantısı olarak ilan eden Yunanlarla, Ermenilerle, bir yerlerde Gürcülerle, hatta Araplarla masaya oturmak ve taleplerini ciddiye almak zorunda kalabilir.

Belli ki, Türkiye’nin bir yanı bir tarafa, öbür yanı da başka bir tarafa gidiyor.

Yetkililer de Karadenizli hemşerimin oynadığı rolü oynuyor. Belki duymamışsınızdır, bir de ben anlatayım: Karadenizli hemşerimiz Ankara’dan trenle İstanbul’a gidiyormuş; Eskişehir’de tren biraz uzun durduğu için inmiş, bir haşhaşlı çörek almış yanına da bir ayran; etrafa bakarak yerken; tren de hareket edip uzaklaşmış.
Ancak Eskişehir aksi yönde giden trenlerin karşılaştığı (telaki) yer olduğu için, İstanbul yönünden gelip de Ankara’ya gitmekte olun başka bir tren hemşerimizin treninin hemen arkasında duruyormuş. Karadenizli hemşerimiz, treni kendisininki sanarak içeri dalıp, kendi kompartımanına denk gelen yere girip oturuyor.
Ancak kompartımanda oturanlar daha öncekilere benzemiyor. Bir süre gidiyorlar ve Karadenizli hemşerim karşısındakilere dönerek:

– Hemşerim nereden gelip nereye gidiyorsunuz?

Biri İstanbul’dan gelip Ankara’ya öbürü İstanbul’dan gelip Kayseri’ye, bir diğeri Erzurum’a ve öbürü Kars’a gittiğini söyleyince, Karadenizli hemşerim:

– Görüyor musunuz, tekniği, uygarlığı (bizim söylemimizde demokrasiyi), trenin bir yarısı İstanbul’a diğer yarısı Ankara’ya gidiyor; medeniyet (bizim söylemimizde demokrasi) dediğin demek ki buymuş. Türkiye’nin durumu ve yönetim anlayışı da böyle görünüyor.

Aslında son birkaç yılda çok ilginç gelişmeler, talepler ve konuşmalar oluyor.
Birileri hiçbir kurala ve yasaya bağlı olmadan bir şeyler istiyor, bir diğeri de
açılım ve demokrasi diye bir şeylere göz yumuyor. 

  • Durum çoğumuzun düşündüğünden daha karmaşık ve vahim olabilir.

Çünkü bir ülkenin bir yanında konuştuğumuzu, öbür tarafında dile getirmeye cesaret edemiyorsak, bunu yapmaya kalkışanları koruyamıyorsak, hatta “git de görelim” diye korkutmaya kalkışıyorsak, bu üniter yapı bu insanların elinde hasara uğramış demektir. Bu da anayasal bir suç olmalı…

Üniter devlet ve yerleşik demokrasi, her kesimdeki her görüşteki insanın, korkusuz bir şekilde elini kolunu sallayarak, herhangi bir güvenlik önlemine gerek duyulmadan, istediği yerde istediği zamanda gidebilmesi ve düşüncesini çekinmeden açıklayabilmesi demektir.

Bunun böyle olmadığı, her ne kadar muhaliflerine söylüyorsa da bizzat başbakan tarafından, “git de göreyim”, sözüyle duyuruluyor. Unutmamak gerekiyor ki,
bugün muhaliflerin gidemediği yere, yarın bu nutukları atan yöneticiler de gidemeyebilir. İşte o zaman Çanakkale Dumlu, Sarıkamış, Kafkaslar, Galiçya, Akabe körfezinde yatanların kemikleri sızlar…

Büyük bir şansımız var. Bu trenin her iki tarafında oturan insanlar ölülerini hala
aynı mezarlığa gömüyor; kız alıp veriyor; birbirlerinin türküsünü söylüyor;
aynı oyunları oynuyorlar. Aslında büyük bir kısmımız aynı yöne gitmek aynı hedefe ulaşmak istiyoruz. Bütün kışkırtmalara karşın, ülkemizdeki insanların büyük bir kısmı yine de birlikte yaşamak istiyor.

Çocuklara dikkat ettiniz mi, bir çocuk bahçesinde farklı toplumlardan gelen çocuklar birkaç dakika içinde tek vücut olurlar. Çünkü onlarda katılaşmış ırk ve din kavramları henüz gelişmemiştir.

Bu nedenle dünyanın neresinde olursa olsun, bir siyasetçi sürekli dinden ya da ırktan, ırkçı milliyetçilikten dem vuruyorsa orada insanların huzura kavuşması söz konusu olmamıştır; olmayacaktır da.

Dini eğitimi ve ırkçılıkla ilgili söylemleri ne kadar genç kitleye indirmişseniz, çatışmaların dozu o kadar yükselecektir; toplumlar arasındaki kırılganlık o denli artacaktır demektir. Bunun için kâhin olmaya gerek yok; bu dünyada bu yüzden batağa batmış onlarca ülkeyi izlemek yeterlidir.

Gücün dinden ve ırkçılıktan alan hiçbir siyaset tarafsız olamaz, adil davranamaz; dolayısıyla özlenen demokrasiyi yerleştiremez. Çünkü taraftır…
Bu siyasi söylem tarzı, özlediğimiz tarz değil…

Ancak siyasi kültür yoksunu olan ülkemizde ağız dalaşları o denli kırıcı ve saygısız bir tarza bürünmüştür ki, bunun yasalara ya da adabı muaşeret kurallarına uyup uymamasına artık kimse bakmıyor. Sadece, hayretle, endişeyle izliyor. Ancak bu konuşmaların en bilinmeyen yıkıcı tarafı, en çok izlenen saatlerde, yandaş basının marifetmiş gibi bu konuşmaları tekrar tekrar vermesidir. Böylece tuttukları liderin muhaliflerini sözle şapa oturttuğu izlenimi yarattığına inanmalarıdır. Ancak yaptıkları en büyük kötülük, kuşkusuz en etkili eğitim aracı olan görsel basının, yetişmekte olan bu ülkenin masum gençlerine kavga, saygısızlık, adap dışı konuşma, bir konuyu analiz etme yerine saldırganlıkla bastırmayı yani kavga üslubunu aşılamış olmalarıdır. Yabancı ülke deneyimi olanların, “ülkemizdeki insanlar niye bu kadar gergin, kavgacı, tahammülsüz?” sorularının yanıtı da verilmiş olur.

Ancak ne hikmetse şu soruyu hiç kimse şu andaki yöneticilere sormayı akıl edemiyor. Muhalefetteki partiler sürekli kendilerine bir suçlama olarak sorulan bu soruya kem küm ederek yanıt veriyor; can alıcı noktaya bir türlü parmak basmayı
akıl edemiyorlar. Akıl ediyor olsalardı, muhalefette de olmazdılar ya…

Ey yönetici!

Hakkâri, Bitlis, Van, Muş, Diyarbakır’ı malum nedenlerle anlarım; bir mazeret bulabilirim. Yönetimdekilerin oraya gittikleri zaman küçük bir ülkenin ordusu kadar güvenlik güçlerinin eşlik ettiğini biliyoruz; güvenlik zafiyetinde de bakanların bakkal dükkânlarına sığınarak kurtulduğunu. Bu iller belli ki kritik iller.
Ancak bir ülkenin gözbebeği olarak bilinen, en akıllı, bilgili, aydın, dünyadan haberi olan, tartışma üslubunu doğal olarak geliştirdiği varsayılan hem de Türkiye’nin
en gözde Üniversitelerine, örneğin ODTÜ, Ankara Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Ege Üniversitesi’ne bir ordu eşlik etmeden elinizi kolunuzu sallayarak gelip konuşabiliyor musunuz? Vazgeçtik konuşmadan yeni bir yapının açılışını yapabiliyor musunuz ya da haberli olarak ziyaret edebiliyor musunuz?

Bunu başardığınız zaman bu ülke demokrasiyi özümsemiş bir ülke olmuş demektir; iftar sofralarında yapılan demokrasi tanımları ve övünmeleri, sadece demokrasi kültürünü içselleştirmemiş olanların sırtını sıvazlamadan öteye geçemeyecektir.
İşte bu duruma illa ki bir ad takma gereğini duyarsanız, konuşmaların ve nutukların çoğu çadırda geçtiği için, buna “Çadır Demokrasisi” diyebiliriz…

Prof. Dr. Ali Demirsoy