Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

AKP’Lİ SAVCILARA DEĞİL, ADALETE GÜVENECEKSİN!

Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Kurucu Genel Başkanı
01 Haziran 2025

Eğer, dürüst isen, doğru isen, cesaretin varsa, yüreğin yetiyorsa,
AKP il-ilçe teşkilatlarındaki avukatlardan ve Ülkü Ocaklarında çalışmış avukatlardan “MÜLAKAT SAHTECİLİĞİYLE” SAVCI-YARGIÇ yaptırdığın tetikçilere değil, adalete ve kendine güveneceksin.

Bu yazıyı Cumartesi günü yazıyorum. İki adet daha duruşma tebligatı geldi.
Biri Milli Savunma Bakanlığından, diğeri Siber Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığından!
İddia ettikleri suçumuz ne imiş?

15 Temmuz akşamı (2016), Boğaz Köprüsünde
silahsız iki Mehmetçiğimizin canlı olarak boğazlarının kesen
katillerin neden yakalanmadıklarını (Resimleri mevcut) ve 696 KHK ile bu olaylara karışan ve suç işleyen katillere idari-mali-cezai uygulanmasının yasaklanmasını, eleştirmişim!

Savcılık “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme” ve “Milli Savunma Bakanlığının itibarını zedelediğim” gerekçesiyle, belirli hakları kullanmaktan yoksun bırakılmamı ve cezalandırılmam için karar verilmesini istiyor!

Aziz Türk Milleti;

Beni suçlayan savcıların ve onlara talimat veren iktidar mensuplarının hepsinin toplamından fazla Hukuk Devletine-Adalete saygılı biriyim.
Yasaları ve Anayasamızı da bilen, saygı duyan ve uyan bir bireyim.
Türk Devleti ve Türk Milletine hizmet etmiş, bu uğurda ağır bedeller ödemiş bir ailenin ferdiyim. Mahkemelerde, Avukat arkadaşlarımla birlikte savunmamı yaparız, sonucuna da razı oluruz! Sıkıntı yok!
***
Bunları neden yazıyorum?

Türk Devletinin Anayasasını ve Hukuk kurallarını kimse keyfine göre değiştiremez.
Kaynağını Anayasadan almayan bir yetki kullanamaz.
Makamı ve mevkisi ne olursa olsun, bunu yapmaya kalkan karşısında bizleri yani
Atatürk’ün Kuvvacılarını bulur, hesabını hukuk önünde sorarız.
Kimsenin Türk Devletine ve Türk Milletine milat bildirme hakkı YOKTUR.

FETÖ denen Silahlı Terör Örgütü ile 11 yıl aynı yatağı paylaş, paylaşımda kavga edince
milat bildir ve de ki; 17/25 Aralık 2013 öncesi sorgulanamaz!

15 Temmuz 2016’da FETÖ kalkışması sırasında, köprüde 251 vatandaşımız katledilsin,

iki Mehmetçik boğazı kesilerek öldürülsün
,

sonra bir KHK yayınla ve de ki; “Köprüdeki olaylara karışanlar hakkında
idari-mali-cezai soruşturma yapılamaz!”

Oldu, başka bir emriniz?
Burası AKP’nin babasının çiftliği mi, yoksa Bedevi’nin çadır devlet mi?

  • Siyasi rakibini kumpas ile hapse attır.
  • Gizli tanık ve yalancı şahitlerle dosyaları doldur,
  • suçu olmayan namuslu bürokratları tehdit ettir,
  • ama 2019 öncesi HIRSIZLIKLARA dokunma! Neden?
  • 2019 öncesi Hırsızları-Soyguncuları senin partinden oldukları için mi?

Sen, bu yetkiyi, Anayasanın hangi maddesinden alıyorsun? Böyle bir dünya yok.
Önce sen Anayasa ve yasalara uyacaksın ve şunu unutmayacaksın;
Türk Devletinin BİR ve TEK miladı vardır. O da 29 EKİM 1923 tarihidir…

Bak Recep Bey;

Ben, haksız-usulsüz mal-para edinen, hakkında ABD Temsilciler Meclisi tarafından
“Araştırma Komisyonu” kurulma kararı alınmış ve
bu yüzden rehin alınmış bir siyasetçi değilim!

Senin sık sık, çıkarın için kullandığın Demokrat Parti ve Menderes var ya,
onunla ilgili gerçek bir olayı anlatayım da öğren!

Bir kere DP’lilerin içinde HIRSIZ yoktu! Darbenin kurduğu Özel Mahkeme bunu doğruladı.
Böyle bir yargılamaya AKP tabi tutulsa, bir tane temiz kişi çıkar mı?

Sen kim, Demokrat Parti kim? Menderes, idama götürülürken MGK Üyesi Subaylardan biri soruyor; “Serdaroğlu ve Erdem’in zimmetindeki binlerce silah nerede? Bak ölüme gidiyorsun, söyle” der. Menderes; “Devlet sırrıdır, söyleyemem” der.

Aradan 50 yıldan fazla geçtiği için açıklamıştım, bir de sana anlatayım! Türk Devletinin,
Kıbrıs Türklerinin kendilerini RUM Terörüne karşı koruması için Kıbrıs’a gönderdiği ve yarısı
DP İzmir MV Eczacı Kemal Serdaroğlu’na, diğer yarısı DP Antalya MV Sadık Erdem’e zimmetlenip Ada’ya, TMT’YE (Türk Mukavemet Teşkilatı) teslim edilen silahlardı.

Senin Türkiye’den kovmaya çalıştığın Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, daha sonra iki beldeye SERDARLI ve ERDEMLİ adını verdirdi!

Ya Tayyip Bey! Geldin gidiyorsun.

Öcalan’a-Hizbullah’a-PKK’lılara-Colani’ye, sana ağır hakaret eden Trump’a gösterdiğin sabrın ve yaklaşımın binde birini Türk Milletine göstersen, incilerin mi dökülür?

Vicdan sahibi AKP’liler artık yüzümüze bakamıyor…

Sağlık ve başarı dileklerimle.

65. Yıl..

Suay Karaman

14 Mayıs 1950’de ‘Yeter Söz Milletindir’ sloganı ile iktidara gelen Demokrat Parti, bu niteliğini kısa sürede yitirmişti. “Atatürk’ü sevmek ibadettir” diyen Celal Bayar’ın iktidarında Atatürk Devrimleri, ‘tutan devrimler’ ve ‘tutmayan devrimler’ olmak üzere ikiye ayrılmış ve tartışma konusu yapılmıştı.

Türkçe okunan ezan yeniden Arapça’ya çevrilmiş, irticaya ödünler verilmiş, özgürlükler kısıtlanmıştı. Anayasanın dili yeniden Osmanlıcaya çevrilmişti. “Beni serbest bırakınız, anarşizmi ve komünizmi bitireyim” diyen Said-i Nursi’nin elini öpen Adnan Menderes, hilafet bayrağı altında hayır dualarını almıştı. NATO’ya üye olabilmek için, TBMM’nin onayı olmadan Kore’ye emperyalist ABD’nin çıkarı için asker yollanmıştı. Ülkemizi dış dünyaya rezil eden 6-7 Eylül 1955 olaylarındaki tahriklerin (kışkırtmaların) baş sorumlusu Demokrat Parti iktidarıydı.

27 Ekim 1957 seçimlerindeki yolsuzluklar, Demokrat Partinin gerçekleştireceği sivil darbenin öncüsü olmuştu. İsmet İnönü’yü öldürmek için Kayseri, Uşak ve Topkapı’da suikast girişimi düzenlenmişti. 4 Ağustos 1958’de 2,80 TL olan Dolar, 9.00 TL’ye çıkarıldı. Ardından kamu kuruluşlarının ürünlerine zam yapıldı, yaşam pahalılığı bir anda %400-500 arttı. Enflasyon, pahalılık, dış borçlar, karaborsa giderek artmış, nüfuz ticareti, vurgun, rüşvet, keyfi yönetim
ve baskı bu dönemin ana karakteri olmuştu.

Halk geçim sıkıntısı içindeydi, zamlar karşısında eziliyordu. Ülke tümüyle kamplara bölünmüştü. Vatan Cephesi kurarak, halk birbirine düşürülmüş, Demokrat Partililerle, muhaliflerin (karşıtların) camileri ve kahveleri bile ayrılmıştı.

1960 yılı başlarında muhalefete karşı iyice sertleşen Demokrat Parti, 12 Nisan 1960 günü yapılan Meclis Grubu toplantısında Tahkikat Encümeni (Soruşturma Komisyonu) kurulmasını onaylamıştı. Meclis’te muhalefetin itirazlarına karşın 15 Demokrat Partili milletvekilinden oluşan bu Komisyon, savcıların, askeri ve sivil yargıçların tüm yetkilerine sahip olacaktı.
Gazete toplatabilecek, basımevleriyle birlikte kapatabilecekti. Her türlü evrak, belge ve eşyaya
el koyabilecekti. Komisyon kararlarına karşı gelenler bir-üç yıl hapisle cezalandırılacaktı. Komisyon kararlarına itiraz olanaklı değildi. Yapılan, apaçık bir sivil darbeydi.

27 Nisan 1960 günü bu Komisyonun yetkileri genişletildi. Bunun ardından protesto gösterileri başladı. 28 Nisan 1960 Perşembe günü İstanbul Üniversitesi önündeki Beyazıt Meydanı’nda toplanan ve “Hürriyet İsteriz” diye bağıran öğrencilere polisin ateş açması sonucunda Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz yaşamını yitirirken, çok sayıda öğrenci de yaralandı. Yaşanan olaylar nedeniyle, İstanbul Üniversitesi 15 gün boyunca kapatıldı. İstanbul’da gece sokağa çıkmak yasaklandı, İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edildi, gazetelere yayın yasağı getirildi.

Olaylar sırasında öğrencilerini korumak isteyen İstanbul Üniversitesi Rektörü Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar bir polis şefince tartaklanıp (tokatlanarak!) yerlerde sürüklenmişti. Olaylar ertesi gün 29 Nisan Cuma günü Ankara’ya taşındı. Siyasal Bilgiler Fakültesi-Mülkiye kurşunlandı. Birçok öğrenci göz altına alındı. Halk, 28 Nisan olayına ‘Kanlı Perşembe’,
29 Nisan olayına da ‘Kanlı Cuma’ adını verdi.

Meclis grubunda “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” diyebilen ve “Odunu koysam milletvekili seçtiririm” sözüyle demokrasiden hiçbir şey anlamadığını gösteren Başbakan Adnan Menderes, bu olaylardan sonra üniversite hocalarını gençleri kışkırtmakla suçlamış
ve onlardan “Kara Cübbeliler” olarak söz etmişti.

Demokrat Parti döneminde ulusal bütünlüğümüz parçalanmış, yönetim partizanlaştırılmıştı. Basın ağır sansür altında tutulmuştu, kimi gazeteler sansür nedeniyle bomboş ve beyaz çıkmış, gazeteciler hapse mahkûm edilmişti. Demokrat Parti iktidarında yaklaşık 3000 gazeteci hakkında dava açıldı ve yaklaşık 1000 gazeteciye verilen cezaların toplamı 200 yıl dolayındaydı.
Sürekli olarak demokrasi dışı tutum ve davranışlarda bulunan Demokrat Parti hükümeti,
adım adım 27 Mayıs’a doğru yol alınmasına neden olmuştu.

27 Mayıs 1960 sabahı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin aşağıdan yukarıya doğru gerçekleştirdiği, Atatürk devrimlerine sahip çıkmak ve demokrasiyi korumak için giriştiği bu hareketi,
bir ‘askerî harekât’ ya da bir ‘ihtilal’ olarak tanımlamak gerekir. Askerî harekâtlar,
topluma olumlu getirileri ya da olumsuz götürüleriyle önem kazanırlar.
Devrim ya da darbe oldukları da ancak bu biçimde belirlenir.

  • Koşullar tamam olduğu zaman ihtilal kaçınılmaz olur.

İhtilal sonucunda yapılan devrim, topluma aydınlık ve özgürlük sunarken; darbeler topluma zulüm, baskı ve işkence getirmektedir. Her ihtilalin, onu yapanlar ölçüsünde, koşullarını hazırlayanların da eseri (yapıtı) olduğunu unutmamak gerekir.

  • 27 Mayıs 1960 ihtilali, seçimle gelen sivil iktidarın demokrasi dışı tutum ve davranışlarıyla diktatörlüğe giden yönetimine karşı bir tepki sonucu gerçekleştirilmiştir.
  • 27 Mayıs 1960 ihtilali, tartışmasız bir devrimdir.

Devrim, özünde toplumsal gelişmenin önünü açan bir güç taşır ve bir toplumdaki siyasal ve ekonomik kazanımların toplumun geniş kesimleri yararına hızla değiştirilmesidir.
1961 Anayasasıyla getirilen yeni ve çağdaş kurumlarla, sosyal hukuk devletiyle, özgür seçimlere gidilmesiyle ve bütün bunların on yedi ay gibi çok kısa bir zaman içinde başarılmasıyla,
27 Mayıs tartışmasız bir devrim niteliğini kazanmıştır.

27 Mayıs 1960 öncesinde, Demokrat Parti iktidarının yaptığı sivil darbe sonucunda demokrasinin, hukukun ve özgürlüğün olmadığını herkes bilmektedir. Buna karşılık demokrasiye darbe olarak adlandırılan 27 Mayıs 1960 hareketi, söylemin tam tersine topluma özgürlüğü, hukuku, demokrasiyi ve aydınlanmayı getirmiştir.

İşte bu yüzden 27 Mayıs 1960 bir devrimdir.

27 Mayıs sabahı yeni anayasa çalışmalarına katkı vermek üzere İstanbul’dan gelen
yedi profesörün hazırladığı bildiride, siyasal yaşamda hep anımsanması gereken
şu tümce yer almıştır:

  • “Bir devlette, hükümet ve onu oluşturan siyasi iktidar;
    hukuka, adalete, ahlaka ve bütün halkın çıkarına dayanmalıdır.” 

27 Mayıs Devrimi’nin topluma kazandırdığı en büyük yapıt olan 1961 Anayasası ile
laik devlet yapısına sosyal devlet ve hukuk devleti kavramları gündelik yaşamımıza girmiştir. Bu çağdaş anayasa ile ülkemizde ilk kez Anayasa Mahkemesi kurularak, yasaların anayasaya uygunluğu denetlenerek, anayasa ihlalleri (çiğnemleri) yapılmasının önüne geçilmiştir.

Cumhuriyet Senatosu kurularak, çift meclis ile yasama yetkisi daha demokratik duruma getirilmiştir. Devlet Planlama Örgütü, Yüksek Öğrenim ve Kredi Yurtlar Kurumu, Devlet Personel Dairesi, Türk Standartları Enstitüsü, Basın İlan Kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) gibi kurulan yeni kurumlar, amaçları doğrultusunda verimli çalışmalarıyla toplumsal düzenlemelere önemli katkılarda bulunmuştur.

1961 Anayasası’yla bağımsız yargı ve yargıç güvencesini sağlayacak Yüksek Hâkimler Kurulu oluşturulmuş, sosyal devlet, sendikal haklar, grev ve toplu sözleşme hakkı kurumlaştırılmış, üniversiteye ve TRT’ye özerklik sağlanmıştır. Sosyal güvenlik hakkı, idare işlemlerine yargı yolunun açılması, seçimlerde yargıç güvencesi gibi haklar kazandırılmıştır. Seçimlerin
Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Yasası, Basın-Fikir İşçileri Yasası, Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası, Gelir Vergisi Yasası, İlköğretim ve Eğitim Yasası, ortaöğretimde
bilim insanı yetiştirmek için Fen Liselerinin açılması, üniversitelerde uzaktan eğitim açılabilmesi gibi yeni düzenlemeler yapılarak demokratik yaşam, sosyal ve hukuk devleti ilkeleriyle bütünleştirilmiştir.

27 Mayıs 1960 İhtilali’nin olumsuz yanı idam cezalarının onaylanmasıdır.

İdamların yapılmaması için çırpınanların emekleri boşa çıkartılmış ve çeşitli baskılarla idamlar
(3 kişi) gerçekleştirilmiştir. İdam cezalarını hiç kimse için onaylamak doğru değildir.
Ne Menderes zamanında sokaklarda herkesin gözü önünde yapılan idamları, ne Menderes ve Bakanlarının (2 Bakan) idamını, ne Talat Aydemir ile Fethi Gürcan’ın idamını, ne Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını, ne de 17 yaşındaki Erdal Eren’in idamını onaylamak..
İnsanlığa yakışmaz. İdam cezası, insanlık onuruyla bağdaşmamaktadır.

Son zamanlarda kimi kişiler ABD’nin 27 Mayıs’ın içinde olduğunu söylemektedir. 27 Mayıs 1960 sabahı radyoda okunan ihtilal bildirisinde “NATO’ya bağlıyız, CENTO’ya bağlıyız” sözleri vardı.
Eğer bu söz olmasaydı, 24 saat içinde tüm dünya devletleri yeni yönetimi tanımazdı.

İhtilalden bir gün sonra Milli Birlik Komitesi Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel, ABD Ankara Büyükelçisiyle görüşmüştür. Görüşmede büyükelçi; “Lâtin Amerika ülkelerinde görev yaptığım zaman çok darbeler gördüm…. Bu darbe ise, şimdiye dek tanığı olduğum darbelerin en dakik ve
en hızlı olanıdır.
” sözleriyle görüşünü belirtmiştir. Görüşmelerin sonunda Cemal Gürsel,
1 Haziran’da memurların aylıklarının verilmesi gerektiğini, halbuki elde sadece 23 milyon TL bulunduğunu bildirmiş ve ABD’den, bu aylıklar için 180 milyon TL yardım istemiştir.
Ancak özellikle ABD belgelerinde bu konunun gelişmesi ve sonucu hakkında bir bilgi yoktur.
İşte bu görüşme yüzünden ABD’nin 27 Mayıs’ın içinde olduğu görüşüne varılmaktadır.
Oysa ABD, 27 Mayıs’ın dışındadır ama hemen ertesi gün Türkiye’ye destek vererek,
Sovyetler Birliği ile yakınlaşmasına engel olmak istemiştir. İşte bu yüzden 27 Mayıs’tan sonra sisteme girmek için çabaları olmuştur ve sivil idareye geçince başarıya da ulaştığı söylenebilir.

Eğer ABD, 27 Mayıs’ın içinde olsaydı, 1961 Anayasası gibi çağdaş ve özgürlükçü bir anayasa yapılabilir miydi, ABD buna izin verir miydi? 27 Mayısçılar, Cumhuriyet Senatosu’nda yaptıkları konuşmalarda sürekli ABD emperyalizmini yerden yere vurmuşlardır. Milli Birlik Komitesi Üyesi, Tabii Senatör Haydar Tunçkanat’ın yazdığı “Albay Dickson Raporu”, “İkili Anlaşmaların İçyüzü”, “Amerika, Emperyalizm ve CIA” adlı kitaplarla ABD’nin kirli emellerini ortaya koyanlar mı,
27 Mayıs’ın ABD tarafından yapılmasına alet olacaklar?

İnsanlar bu kitapları okumuyorlar ama kulaktan dolma yanlış bilgileri gerçek sanıyorlar.
Bu arada her olayı, her olguyu kendi zaman, zemin ve yer (mekân) boyutları içinde ele almak gerekir. Bugünden geriye bakarak, olayları ve olguları çözümlemekle yanlış sonuçlara ulaşabiliriz.

Darbe ya da darbe ortamlarının yaşanmaması, hukuk devleti ve demokrasinin hiçbir biçimde kesintiye uğramaması için, ülkeyi yöneten iktidarların hukuk devleti ilkelerine bağlı kalarak, gerçek demokrasiyi etkin kılmaları gerekir. Hukuk devleti ve demokrasiyi ortadan kaldıran
askeri darbelerin ve bugün yaşadığımız sivil darbe sürecinin, haklı ve meşru gösterilebilecek bir yanı yoktur. Gerçek demokrasiyi yok eden darbelerin her türlüsüne, etkin olarak her zaman ve her koşulda karşı konulmalıdır.

1961 Anayasası’nın temelini oluşturan 27 Mayıs Devrimi gücünü, emekçisiyle, köylüsüyle, gençliğiyle, çalışanıyla, aydınıyla, ordusuyla tüm Türk ulusundan almıştı.

Askeri bir harekât olan 27 Mayıs 1960, getirdiği kurumlarla demokratikleşmeyi, çağdaşlaşmayı, aydınlanmayı hedef almıştır ve bir devrim niteliğindedir.

  • 27 Mayıs Devrimi’nin 65. yılı kutlu olsun.

Azim ve Karar, 26 Mayıs 2025

Terörsüz Türkiye; Ama Nasıl?

Dr. Cihangir DUMANLI
Em. Tuğgeneral, Hukukçu

Devlet  Bahçeli’nin  çıkışı ile başlayan “terörsüz Türkiye” sloganı ile pazarlanan PKK ile barışma süreci, bu örgütün 12. Kongresinden sonra yayınladığı devlete meydan okuyan bildirisi ile sürdü.

Ne Olmalıydı?

Bir sorunun çözümünde üç temel adım:

  1. Sorunun tanımı,
  2. Çözümün tanımı,
  3. Çözüm yollarının saptanmasıdır.

Sorun doğru tanımlanmazsa, (yanlış tanı konursa) çözülemez.

Terör çok yönlü bir sorundur. Silahlı ögesinden başka toplumbilimsel, ekonomik, ruhbilimsel, yönetimsel, eğitimsel, uluslararası ilişkiler yönleri bulunmaktadır.

Türkiye’nin terör sorununu 40 yıldır çözememesinin temel nedeni, terörle savaşımı teröristlerle savaşıma indirgemesi, sorunun öbür yönlerini göz ardı etmesidir.

Etkisiz duruma getirilen dağdaki teröristlerden daha çok terörist dağa çıktıkça,
havuz boşalmamıştır.

Doğru yaklaşım, bir yandan dağdakileri etkisiz duruma getirirken, öte yandan yenilerinin
dağa çıkmasını önleyecek yakarıda sayılan alanlarda önlemleri almak olmalıydı.

Böyle bir strateji izlenseydi örgütün gücü tükenir, devletin gücü karşısında sonuç alamayacağını anlar ve kendiliğinden teslim olurdu.

Ne Yapıldı?

Yukarıda anlatılan strateji izlenmemiş, çatışmayı durdurma çağrısı örgütten değil,
devletten gelmiştir. Terör örgütünü muhatap alan  iktidar, bu son açılım ile örgüte,

“Seni yenemedik, çatışmaları durdur, barışalım, ne istersen verelim, benim
siyasal çıkarım bunu gerektiriyor, terörü bitiren hükümet” olmak istiyorum.”

demiştir!

Açılım“ı böyle algılayan Örgütün kongre sonrası yayınladığı bildiri, küstahça Devlete
meydan okuyan, adeta bir zafer bildirisidir. Bu bildiri tüm yurtseverleri çok rahatsız etmiştir.
İktidar tarafından gereken karşılık verilmezse, iktidar siyasal çıkar uğruna terör örgütüne
boyun eğmiş olacaktır!

Teslim olan bir örgütün bildirisi şöyle olmalıydı                  :

  • “Biz devlete karşı silahlı ayaklandık, emperyalistlerin oyununa geldik, pişmanız,
    özür dileriz, silahlarımızı size teslim ediyoruz, örgütün tüm eylemlerine son veriyoruz, suçumuzun cezasını çekmeye hazırız.”

PKK bildirisinde böyle ifadeler olmadığı gibi, tam tersine, özetle şöyle denilmektedir :

  • “Biz devletin Kürtleri inkar ve imha siyasetine karşı haklı bir silahlı savaşım verdik
    ve kazandık. Şimdi bunun siyasal ve hukuksal sonuçlarını istiyoruz.”

Bu kabul edilemez!

Terörsüz Türkiye her yurttaşın istediği bir şeydir ancak bu hedefe nasıl varıldığı önemlidir.

Terör iki biçimde sona erer :

  1. Terörün tüm boyutlarını kapsayan, silahlı güç yanında tüm ulusal güç ögelerinin kullanıldığı bir strateji ile örgütün gücü tüketilir ve teslim olmaya zorlanır.
  2. Şimdi yapıldığı gibi “silahlarınızı bırakın ne istiyorsanız verelim” denir; “ver kurtul“!

Asıl olan birinci yoldur. Çatışmaya son verilmesi istemi kural olarak yenilen, zayıf taraftan gelir. Olayda bu istemin Devlet tarafından gelmesi Örgütün kendisini yenen taraf olarak görmesene neden olmuştur.

  • Çatışmayı durdurma istemi Devletten değil, Örgütten gelmeliydi.
  • Devlet terör örgütünü muhatap alıp onunla barış yapmaz.
  • Barış savaşan taraflar arasında olur. Ortada bir savaş yoktur, silahlı ayaklanma vardır.

Şeyh Said’le, Seyyit Rıza ile, ASALA ile barış yapılmamış, ayaklanmalar bastırılmış ve suçlular cezalandırılmıştır.

Gelinen noktada PKK’nın istediği yasal ve anayasal düzenlemelerin yapılması,
devletin terör örgütü karşısında diz çökmesi anlamına gelir.

O zaman “Bunca şehidi, gaziyi neden verdik? Bu denli mali yüke neden katlandık?
sorularını sormak her yurttaşın hakkı olur.

AKP bu girişimi ile  “terörü bitiren iktidar” olarak anılarak siyasal bir üstünlük kazanmak istemektedir.

Ancak doğru hedefe yanlış yoldan gittiği için, “AKP, teröre teslim olan iktidar” olarak anılacaktır.

Muhalefet bu tarihsel ayıba asla ortak olmamalıdır.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 28 Mayıs 2025

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

ÇARŞAMBA İĞNELERİ

DERT

RTE, “Benim cumhurbaşkanı adayı olmak gibi bir derdim yok.” dedi.

Dert; Anayasa’ya uyanların, tek adam rejimine karşı olanların…

HİNTLİ

RTE’nin sözündeki ironiyi çözemeyen Bahçeli, “Sen olmazsan olmaz..” dedi.

Bulunmaz Hint kumaşıdır ya kendileri…

ÇİFTLİK

Çankırı Karatekin Üniversitesi rektörü Harun Çiftçi, dört yıl boyunca döner sermayeden
ayda 1 milyon 210 bin TL aylık almış.

Çiftliğin çarkını kendine döndürmüş…

ARPALIK

AKP’lilerin yönettiği FİSKOBİRLİK borca batmışken, 10 kişilik yönetim, yılda 14 milyon TL alıyor.

Devletin kurumları arpalık, zıkkımlananların becerisi birilerine yalakalık…

TERÖR

RTE, İstanbul belediyesini “terör örgütü” olarak niteledi.

Dost ve kardeş PKK’yı mutlu etmek kolay değil!..

Laikliği nasıl yeniden geri kazanacağız?

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BA, LLM
Hekim, Hukukçu, Siyaset Bilimci

Cumhuriyetçiler Kurultayı
24-25 Mayıs 2025, Ankara

  • Laikliği nasıl yeniden geri kazanacağız?

Dostlar,

Hülya Küçükaras başkanlığında bir oturumda Ali Rıza Aydın, Müjde Tozbey, Neval Oğan Balkız,
Fatih Yaşlı
ve biz şu başlığı tartıştık :

  • Laikliği nasıl yeniden geri kazanacağız?

Bizim konuşmamız aşağıdaki gibiydi                    :

Laiklik… 

Neden vazgeçil(e)mez?
Nasıl yitirdik?
Nasıl geri kazanmalı?

Martin Luther’in Katolik Kilisesi’ne başkaldırmasıyla Protestanlık ortaya çıktı.
Yıl 1517 idi, 95 maddelik bir ültimatom, Wittenberg Kilisesinin kapısına mıhlandı.
Bu bir başkaldırıydı, “protest” bir girişim, “protesto” idi; doğan mezhep ise Protestanlık.
Avrupa’da mezhepler arası savaşlar başladı (30 Yıl Savaşları, Fransa’daki Din Savaşları vb.).
Bu dönemde devletler, din üstündeki egemenliğini ilan etmeye başladı.
Westphalia Andlaşması, 30 Yıl Savaşları‘nın sonunda bağıtlandı (1648).
Her devletin kendi dinini seçme hakkı tanındı (cuius regio, eius religio ilkesi).
Ulus-devlet fikri ve dinin devlet işlerinden ayrılması eğilimi ilk kez bu ölçekte kabul gördü.
***
Aydınlanma (18. yy) çağında Akılcılık, gözlemsel – deneysel bilim.. BİLİMSEL AKILCILIK öne çıktı.
Voltaire, Rousseau, Kant gibi düşünürler, dinsel/dinci dogmalara karşı akılcılığı savundular.
Devletin yansız olması ve dinin özel alana çekilmesi gerektiği düşüncesi yayıldı.
Ulus-devlet düşünü ve dinin devlet işlerinden ayrılması eğilimi ilk kez bu ölçekte benimsendi.

Fransız Devrimi (1789)
Laiklik” kavramı ilk kez ciddi anlamda devlet sistemi olarak ortaya çıktı. 1905’te Fransa’da “Kilise ile Devletin Ayrılması Yasası” çıkarıldı ve çağcıl (modern) anlamda laiklik yasalaştı.

Dinde Reformasyon → Mezhep savaşları → Westphalia → Aydınlanma → Fransız Devrimi..
***
Ernest Renan, din ile devletin ayrılması gerektiğini savunurken laikliği şu temel ilkelere dayandırır:

  • Laiklik, devletin dini değil, aklı ve bilimi rehber edinmesidir; Devlet, akla ve bilime dayanmalıdır.
  • Devlet, herhangi bir dini referans almaz; kararlarını us (akıl) ve bilim temelli almalıdır.
  • Din, bireysel vicdan olgusudur; Devlet dine karışmamalı, din de devlete yön vermemelidir
  • Toplumsal barış için din, özel alana çekilmelidir.
  • Din, toplum içinde ayrıştırıcı değil, kişisel inanç konusu olmalıdır.

Rennan din ile değil, ortak tarih ve bilinç ile birliği savunur.
Dinin tümüyle bireysel olması, kamusal alana yansıtılmaması gerektiğini vurgular.
Devlet ve kamu alanı dinsel simgelerden arındırılır.

Devlet ve toplumsal yapının, yasaların ve normların Ortaçağ skolastik dogmalarına dayanmadığı;
günün ve geleceğin kuşaklarında uygarlık değerlerinin, aklın, bilimin ve sorgulamanın temel olduğu; toplumsal düzenin tebaa-ümmet değil, eşit – özgür yurttaşlık üzerine kurulduğu;
kadın-erkek toplumsal cinsiyet (gender) eşitliğinin mutlak bir temel insan hakkı olduğu bilinciyle yaşamı eleştirme ve geliştirme istencinin (iradesinin) sergilenebileceği; bilimsel ve eleştirel, yaratıcı akla dayalı istencin özgür olabileceği koşullar, laiklik temelinde kurulabilir.
***
Türban dayatması
yla kimi kadınların saçının telinin görünmemesi “güvenceye alınmış” (!) ancak can güvenliği sağlanamamıştır. Türkiye İstanbul Protokolü’nden açıkça hukuk dışı ve geçersiz olarak çekilmiş, ne var ki “saçı görünmeme garantili” (!) kadınlarımızın cinayete kurban gitmeleri sürmektedir.

Yaşanabilir, eşit, özgür ve çağcıl devlet-toplum düzeni için hedef, Laikliği koruyup uygulamaktır.
Laik düzen geleceği kazanmaktır, eşitlikçi topluma evrilme, halk egemenliğini kullanma demektir.

  • Laikliğin yitirilmesi, ulus egemenliğinin ruhbana kaptırılması, çağlar gerisine savrulmadır.

Egemenlerin çocukları laik-bilimsel eğitim alır ama yoksul emekçilere sözde dinsel / dinci kurallara dayalı gericilik dayatılır, zorunlu dinci eğitimle çocuklarının beyni yıkanır.

Egemenlerin kadınları da gerçekte laik yaşam sürer ama sömürülen yoksul emekçi kadınlar
din adına cendereye sokulur, köleleştirilir, kendini gerçekleştirmesi önlenir, can güvenliği olmaz.

  • Laiklik, bu temel görüngüleriyle tam da sınıfsal bir olgu ve kurumdur.
  • Egemenler, ölçüsüz bir yüzsüzlükle yabanıl (vahşi) sömürüyü sürdürmek için bu dünyada yoksulluğu Allaha yakınlık, öbür dünyada cennete erişmek için güvence olarak sunmakta.
  • Hatta “fiyatları Allah belirliyor” diyecek ölçüde sefilleşebilmektedir.
    Bu söylemlerin Kuran’da karşılığı  yok ve Ortaçağ kilisesinin bile gerisine düşmekte.
    Uygarlık tarihine utanç verici olgular olarak geçecektir ve Türkiye için çok onur kırıcıdır.

***
Ülkemiz, emperyal destekli AKP rejimi eliyle, 23 yıldır giderek koyulaştırılan
bütüncül bir gerici kuşatma altındadır.
Cumhuriyetimiz, 2. yüzyılına ne yazık ki birçok demokratik değerini yitirerek girmiştir.
Türkiye’nin yönetsel, hukuksal, toplumsal ve ekinsel (kültürel)  yapısını köktenci biçimde
geriye dönük değiştirme amacıyla dayatılan politikalarla toplumsal barışın ve özgürlüğün güvencesi olarak laiklik yok sayılarak dışlanmaktadır.

Toplum, siyasal islam yorumuyla İhvancıSelefi kurallarla sözde din adına
yeniden biçimlendirilmektedir.

Ulus, tarikat ve cemaatların ahtopot kollarıyla bunaltılmaktadır.
Bilim hurafeyle, hukuk şer’i hükümlerle, yurttaş tebaa, halk ümmet ile eşdeğer görülmektedir.
***
AKP azınlık iktidarı, TBMM sayısal dengelerini kullanarak, sözde “Yeni Türkiye” söylemiyle, Atatürk’ün kullandığı bu tanımı tersine çevirmektedir. Eylemli olarak, büyük ölçüde
ortadan kaldırılan laiklik yerine şeriat düzenini kalıcılaştırmak için Anayasa değişikliği dayatılmaktadır.

Erdoğan açıkça, “alışacaksınız” diyerek ağır hukuk dışı psikolojik baskı kurmakta,
“.. bizden olmayan bertaraf olur..” demekte ve partisine oy vermeyen – politikalarını onaylamayan yurttaşlara açıkça ve sürekli aşağılayıcı hakaret sözcükleri kullanmaktadır.
21. yy’da hiçbir uygar – demokratik ülkede böylesi bir onur kırıcı tablo kabul edilemez!

Anayasa’yı açıkça tanımayan ve çiğneyen (ihlal eden) iktidar; anayasa değişikliği,
yapabilirse yeni anayasayı gündemden düşürmemektedir. Konumuzla sınırlı olarak,
Anayasanın 24, 42 ve 174. maddeleri, laikliğin yeniden tanımlanması (!) bağlamında hedeftedir
ve içleri iyice boşaltılacaktır.
***
Bütün bu gerici dayatma, artan saldırılar ve dini siyasete alet etme karşısında laiklik ve Aydınlanma Devrimi kazanımlarını savunma ve koruma savaşımı kritik bir önem ve
öncelik kazanmıştır.

İslam dininin salt Hanefi mezhebi öğretisinin 87 milyon insanımıza dayatılması
asla kabul edilemez.
Kaldı ki, iktidarın din adına dayattığı Kuran kaynaklarıyla örtüşmüyor.

  • İhvancı – Selefi yorum, İslamın doğrudan emperyalistlerce başkalaştırılan – yozlaştırılan biçimi olup; tümüyle küresel neo-liberal düzenin güdümündedir.
  • Amaç, kapitalist sömürü düzenine İslam’dan herhangi bir itiraz gelmemesidir.
  • Siyasal İslam, İslamiyetin kurucusu Muhammet’in dini değildir.

Emperyal çevreler, İslamiyetin bilimsel teolojik yöntemlerle incelenmesini ve felsefi irdelemesini değişik yollarla engellemektedir.
Aydın – yurtsever din bilginleri yetişememekte, bu gibilerin halkla buluşmasına ve
gerçekleri anlatmasına olanak verilmemektedir; meydan yobazlara bırakılmaktadır.

Bu kısır döngünün kırılmasıyla, sağduyulu büyük halk kitlelerinin kazanılması olanaklı ve gereklidir.

Laiklik toplumsal barış ve özgürlüktür!

Salt din ve devlet işlerinin ayrılmasına indirgenemez.
Başına, sonuna kimi nitemler (sıfatlar) eklenerek özünden uzaklaştırılamaz.
Dine – inançlara saygılı laiklik”, “ılımlı laiklik”, “militan laiklik” kavramları kasıtlı ve kakofoniktir.

Yazımızın başında E. Rennan’ın tanımıyla paylaşıldığı üzere, tüm devlet yapısı ve ulus yaşamının şu ya da bu dine değil, us ve bilime dayalı kurallarla yürütülmesidir.
Din bir inanç ve vicdan işidir.
Devlet tüm dinsel inanışlara – kurumlara eşit uzaklıkta, aktif bir yansızlıkla yaklaşacaktır.
Toplum düzeninde şu ya da bu dinsel yorumun başka kesimlere baskı aracı kılınmasını da engelleyecektir. Hukuk, sağlık, eğitim, spor, ibadet, giyim, kültür, uygarlık dinden özgür olacaktır.

Türkiye laikliği, Atatürk reformlarıyla dinin kurumsal yapısını da dönüştürerek laikliği
hem bir modernleşme aracı hem de bir devlet denetimi mekanizması olarak uygular.
Bu nedenle Fransız “laisite” modelinden farklı olarak “aktif laiklik” olarak tanımlanabilir.

Kuran kursları 4-6 yaş dilimine çekilmiştir!

Bu uygulama mutlak anlamda bilime, insan sağlığına, mental gelişimine aykırıdır;
çok ağır bir insan hakkı çiğnemidir.
Bu yaş diliminde çocuklar sevgi ortamında somut nesnelerle oynamalıdır.
Kaldı ki, bu yaş diliminde çocukların, zorla ezberletilmeye çalışılan Kuran hükümlerinden
hiçbir biçimde yararlanması ve öğrenmesi söz konusu değildir.
İlerleyen yıllarda başlanacak Kuran eğitimine de hiçbir katkısı yoktur.
***
Bu bir zihinsel soykırımdır ve en yüksek perdeden isyan edilmelidir.

Çocuk Koruma Yasasına, BM Çocuk Hakları Sözleşmesine… akla, bilime, vicdana, sağduyuya,
her şeye aykırıdır!
Yaşamın doğasına – özüne kökten uyumsuz bu akıl dayatma asla kabul edilemez, suçtur
ve kamuoyu gündeminden düşürülmeden sürekli karşı çıkılmalıdır.
BM, UNICEF, Dünya Sağlık Örgütü.. sorunla ilişkilendirilmelidir.

  • İnsan hakları çiğnemleri (ihlalleri) salt devletlerin iç işleri sayılmamaktadır.

Hafızlık kursları da benzer durumdadır. Hele temel eğitime ara verilerek uygulama
çok sakıncalıdır. İnsan davranışlarını istendik kılmada en etkili yol,
uygulamalı bilimsel eğitim yöntemleridir. Bu süreçte ezberlemeye yer yoktur.
Özgürce ve koşullandırmadan eğitim vermektir.
Bu yolla çocuklara, insanlara istendik davranışlar kazandırılabilir.
***
Yatılı Kuran kurslarında çocukların ırzına geçilmesi, yanması.. isyan ettiricidir!

Kuran’ı ezberletmek yersiz, yanlış ve insan sağlığına zararlıdır. Başka hiçbir dinde yoktur!
Bu dayatma ile çocuklar eleştirel, yaratıcı bilişsel beceriler edinemez. Ezberci bir kişilik geliştirir, kavrayarak öğrenme ve sorgulama becerisi geliştirilemediğinden, sorun çözme yetisi kazanamaz. 21. yy’ın acımasız yarışmacı koşullarında, Bilişim çağında yaşama tutunamaz.
***

Uygar ülkelerde zorunlu din eğitimi göremiyoruz

AİHS’ne aykırıdır ve AİHM’nce reddedilmiştir.
Ayrıca AKP iktidarı, “Din ve Ahlak Bilgisi” derslerini içerik olarak militan bir dinci dayatmaya dönüştürmüştür. Oysa bu derslerde tüm dinler ve inanç sistemleri hakkında temel bilgiler sunulmalı, felsefi olarak irdelenmelidir.

  • ÇEDES, utanç verici bir görünüm ve içerik kazanmıştır, yıkıcıdır, derhal durdurulmalıdır.

Laiklik karşıtı bu sistemli uygulamalar, 21. yy’da son derece ciddi yarışmacı uluslararası düzende
Türkiye’nin ayak bağıdır. Bu yy’ın gerektirdiği yüksek nitelikli – donanımlı insangücü,
bu dinci çağdışı eğitim sistemiyle yetiştirilemez.

Türkiye çağdaşlaşamaz ve ilerleyemez.
Bilim, sanat – kültür üretemez; yoksul ve geri kalmış bir ülkeye dönüşür ve yeniden daha da ağır bir sömürge olur.. giderek bölünüp – parçalanır.

Dolayısıyla; Laik rejim ile ulusun – devletin bağımsızlığı ve sağkalımı (bekası) arasında
doğrudan ilişki vardır.

Laiklik dinsizliktir” zırvası artık terk edilmelidir.
İHL sayısı ve mezunu sayıları bilimsel insangücü planlamasına aykırıdır.
İHL bitirenlerin ancak %20’si üniversite giriş sınavlarında ve orta düzeyde başarılıdır.
OECD’nin PISA sınavlarında ülkemiz acı verici düzeyde gerilerdedir.

Bir daha dolayısıyla vurgulayalım ki;
LAİK DEVLET ve TOPLUM DÜZENİ seçimlik ve üzerinde tartışılabilecek bir olgu değildir.
Stratejik bir güvenlik ve kalkınma, var olma sorunsalıdır.

THTM’ye (Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi) Öneriler

Çocukların ve gençlerin us (akıl) ve bilim yoluyla, sorgulayan kuşaklar olarak yetiştirilmesinin ve dünyayı değiştirme yetisi kazanabilmesinin koşulu ancak ve ancak laik ve bilimsel
eğitim sistemiyle olanaklıdır. THTM şu alanlarda çalışmalar yapabilir :

  • Öğretim Birliği Yasası ile laik-bilimsel eğitim ve uygun müfredat uygulamaya konmalıdır.
  • Kız çocukları öncelikli olarak yoksul emekçi çocuklarını eğitimden koparan
    4+4+4 dayatması kaldırılmalıdır.
  • DİB (Diyanet İşleri Başkanlığı) Anayasal sınırlara çekilmeli, küçültülmeli ve
    akçalanması (finansmanı) esas olarak ilgili din – mezhep üyelerince karşılanmalıdır.
  • Dernek – Vakıf maskesi gerisinde Devrim Yasalarına (Anayasa m.174) aykırı çalışan
    tarikat ve cemaatlar ile eklentileri kapatılmalı; etkinliklerini yasa dışı sürdüren
    medreseler ve sıbyan mektepleri derhal kapatılmalıdır.
  • Tarikatların ve naylon birimlerinin öğrenci yurtları (!) devletleştirilerek
    gençlere dayatılan beyin yıkama durdurulmalıdır..
  • Hizmet ve yardımlaşma adı altında bütün özel kurum, dernek ve vakıfların kurduğu
    çocuk yuvaları, yetiştirme yurtları, dershaneler, sevgi evleri vb. devletleştirilmelidir.
    Destek ve koruma hizmeti devlet tarafından sağlanmalıdır.
  • ÇEDES ile birlikte Diyanet İşleri Başkanlığı ve tarikat uzantılarıyla yapılan protokoller
    iptal edilmelidir.
  • İlköğretimden başlayarak karma eğitimi hedef alan söylemler, uygulamalar
    son bulmalıdır.
  • Zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır.
    Seçmeli ders adı altında din dersi dayatmasından derhal vazgeçilmelidir.
  • Eğitimde laik, bilimsel, karma, kamusal bir yapı kurulmalıdır.

***
THTM (Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi)
çatısında
izleme ve politika geliştirme birimleri kurulmalıdır.

AKP iktidarı TBMM’de çoğunluğa sahip ancak kamuoyu yoklamalarında 2. partidir.
Geçelim “yeni anayasa” yapmayı, Anayasa değişikliği için de meşru çoğunluğa sahip değildir. Güvenoyu istenebilir!

Uzun yıllardır adeta holdingleşen, büyük parasal ve siyasal güç kazandırılan tarikat ve cemaatler,
devlet kademelerinde, yargıda en kritik noktaları tutmuş, eğitimde çok yaygınlaşmış ve
toplumsal yaşamı dayatır düzeye erişmiştir.
Bu tarikat- cemaatların egemenliğine son verilmelidir. Gerçekte bu yapılar yasa ile kapatılmıştır :

• 30 Kasım 1925’te, 677 sayılı “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlıklarla
Bir Takım Unvanların Yasaklanmasına İlişkin Kanunla”
tarikat ve cemaatler kapatılmıştır.

Tarikat – cemaatlar dağıtılmalı, yasa dışı uzantıları kapatılmalı, kamu kadrolarından,
yargıdan çıkarılmalıdır. Bu yapıların din maskesi ardında kurdukları dernek – vakıf yapılanması engellenmeli, hukuksuz maddi kaynakları kesilmeli ve kamulaştırılmalıdır.

Tüm bunlar iktidar olarak yapılabilecek işlerdir.
AKP iktidarı, yapay din – bilim çatışması yaratmamalı ve kötüye kullanmamalıdır.
B. Franklin’in bulduğu paratonerin kiliseyi de yıldırımdan koruduğu akıldan çıkarılmamalıdır.

Ulus örgütlenerek yaşadıklarını anlamlandırması sağlanırsa, halk iktidarının da
yolu açılabilecektir.

  • Cumhuriyeti kuran ve Aydınlanma devrimlerini gerçekleştiren bu toprakların
    yiğit insanları,
    iyi önderlikle bu dinci-gerici emperyal kuşatmayı da mutlaka yaracaktır.

Hıfzıssıhha’nın Kuruluş Yıldönümünü Kutluyoruz

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN EN STRATEJİK KURUMLARINDAN BİRİYDİ!

AKP HÜKÜMETİ TARAFINDAN 2011 YILINDA KAPATILAN REFİK SAYDAM HIFZISSIHHA MERKEZİ, BUNDAN TAM 97 YIL ÖNCE BUGÜN KURULDU..

Dönemin Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Dr. Refik Saydam tarafından 27 Mayıs 1928 tarihinde 1267 sayılı yasa tasarısıyla bakanlığa bağlı olarak Ankara’da “Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi” adıyla halkın sağlığının korunması amacıyla temel laboratuvar hizmetleri yürütmek üzere faaliyete geçmiş olan bir ulusal referans laboratuvarıydı.

Kurumun yetki ve sorumlulukları, gelişen ihtiyaçlar karşısında değiştirilerek 4 Ocak 1941’de yeniden belirlenmiştir.

Müessesenin ismi 14 Aralık 1983’te “Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı” olarak değiştirilmiştir ve bağlı kuruluş kategorisine alınmıştır.

Başkanlığa bağlı olarak İstanbul, İzmir, Antalya, Diyarbakır, Adana, Erzurum ve Samsun’da kurulan Bölge Hıfzıssıhha Enstitü Müdürlüklerinde uzun yıllar bulundukları bölgelerin sanayi
ve ticari gereksinimleri doğrultusunda; gerek hammadde, gerek yarı mamul ve gerekse
mamul ürünlerde fiziksel, kimyasal, mikrobiyolojik analiz ve bunların yanı sıra da vatandaşlara Birinci Basamak sağlık hizmetleri verildi..

663 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin 2/11/2011 tarihinde yürürlüğe girmesiyle birlikte, tamamı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu‘na devredilmiştir.

Türkiye Halk Sağlığı Kurumu’nun adı daha sonra T.C. Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü olarak değiştirilmiştir.

Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı ve bünyesindeki Enstitüleri, teknolojik işlevini kaybetmeden önce kronolojik olarak aşağıdaki ilklere imza atmıştır.

* 1931: Ağız yoluyla uygulanan BCG aşısı üretildi.
* 1932: Serum üretiminin ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye gelmesi sonucu,
dışarıdan serum ithali durduruldu.
* 1933: Simple metodu ile kuduz aşısı üretildi.
* 1934: İstanbul Aşıhanesi Enstitü bünyesine nakledilerek çiçek aşısı üretimi ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye getirildi.
* 1942: Tifüs aşısı ve akrep serumu üretildi.
* 1948: Boğmaca aşısı üretildi. İnfluenza virüsü, New-Castle virüsü ve tavuk vebası üzerine araştırmalar başlatıldı.
* 1950: İnfluenza Laboratuvarı DSÖ tarafından Uluslararası Bölgesel İnfluenza Merkezi olarak tanındı ve influenza (AS: Grip) aşısı üretimi başlatıldı.
* 1958: Frengi hastalığı modern yöntemlerle teşhis edilmeye başlandı.
* 1965: Kuru çiçek aşısı üretildi.
* 1970: Fibrinojen, albumin ve gamma globulin üretildi.
* 1983: Kuru BCG aşısı üretildi.
* 1987: AIDS Araştırma ve Doğrulama Merkezi açıldı.
* 1992: Kan ürünlerinin viral inaktivasyonu gerçekleştirildi.

Bu faaliyetler yıllarca sürdürüldü, lakin teknolojik imkanlar yenilenerek yola devam etmek yerine maalesef sona erdirildi..

Tüm dileğim, yıllarca İstanbul Bölge Hıfzıssıhha Enstitüsü Müdürü, Müsteşar Yardımcısı ve Müsteşar Vekili olarak görev yaptığım süre boyunca arkadaşlarımla birlikte büyük emek harcadığımız ATA yadigarı Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı ve Enstitülerinin bugünün teknolojisiyle inşa edilmesi ve yeniden faaliyete geçirilmesidir.
Umarım bu görev bizlere nasip olur.. (27 Mayıs 2025)

Dr. Vecdet Öz

Sosyalist Enternasyonel

Örsan K. Öymen
Son Köşe Yazıları

Cumhuriyet, 26.05.2025

CHP geçtiğimiz hafta İstanbul’da düzenlenen Sosyalist Enternasyonel’in toplantısına ev sahipliği yaptı.

Dünyadaki demokratik sosyalist, sosyal demokrat, demokratik solcu siyasal partileri bir araya getiren Sosyalist Enternasyonel’in toplantısında, dünyadaki ve Türkiye’deki ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel (ekinsel) sorunlar ele alındı.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel konuşmasında, “dünyadaki sağ popülist ve otoriter dalganın adım adım daha çok tehlikeli hale geldiğini” ifade etti.

Ancak toplantıda bunun nedenleri üzerinde yeterince durulmadı. Oysa Sosyalist Enternasyonel’in öncelikle bunun nedenlerini ortaya koyması, bu konuda bir özeleştiri sürecini başlatması gerekirdi.

Çünkü dünyada sağ popülist ve otoriter dalganın yayılmasının en büyük nedenlerinden birisi, demokratik sosyalist, sosyal demokrat, demokratik solcu siyasal partilerin birçoğunun, özelleştirmeci, serbest piyasacı, neoliberal ekonomi politikalarına ve/veya din, mezhep, etnik kimlik temelli siyasete ve küresel emperyalizme teslim olmasıdır; kendisini halk için bir alternatif olmaktan çıkartmasıdır!
***
1960’larda, 1970’lerde, 1980’lerde, İsveç’te Olof Palme, Almanya’da Willy Brandt ve Helmut Schmidt, Fransa’da François Mitterand ve Lionel Jospin, İspanya’da Felipe Gonzales, Türkiye’de Bülent Ecevit gibi liderler, merkez solun değerlerine ve ilkelerine sahip çıkarken ve merkez sol bu sayede tarihindeki altın çağını yaşarken, 1990’lı yılların sonundan itibaren (başlayarak), Britanya’da Tony Blair ve Keir Starmer, Almanya’da Gerhard Schröder ve Olaf Scholz, Fransa’da François Hollande, Türkiye’de Kemal Kılıçdaroğlu gibi liderler, partilerini bozuk düzenin parçası haline (durumuna) getirdiler.

“Küreselleşme” adı altında pazarlanan ve Sosyalist Enternasyonel’in de içine sızan bu neo-emperyalist çizgiye karşı, Britanya’da Jeremy Corbyn, Almanya’da Oskar Lafontaine gibi birkaç lider direnmiş olsalar da, onlar da partilerinde etkisiz hale (duruma) getirildiler, üst yönetimden veya partilerinden uzaklaştırıldılar.
***
Oysa Sosyalist Enternasyonel’in, 1951 yılında Frankfurt’ta gerçekleşen 1. kongresinde kabul edilen kuruluş ilkelerinin 7. maddesinde şu ifade yer alır:

  • Demokratik sosyalizm, emperyalizmin her türünü reddeder.
    Tüm insanların baskı altına alınmasına ve sömürülmesine karşı mücadele eder.”

Sosyalist Enternasyonel’in 1989’da Stockholm’de gerçekleşen 18. kongresinde kabul edilen “İlkeler Deklarasyonu”nun, 6-8, 34-35, 38-43, 79-80, 83-92. maddelerinde de, kuzey ve güney yarım küre arasındaki ekonomik ve sosyal uçurumlara dikkat çekilir, azgelişmiş ülkelerin ekonomik ve sosyal düzenlerinin geliştirilmesi için mücadele edilmesi gerektiği vurgulanır.

Aynı deklarasyonun (bildirgenin) 59. ve 60. maddeleri, özel sektörle birlikte güçlü bir kamu sektörünü ve karma ekonomik modeli savunur, CHP’yi kuran Mustafa Kemal Atatürk’ün karma ekonomik modeliyle kesişme gösterir.
***
Birinci olarak, Avrupa’daki merkez sol partiler bu ilkeler doğrultusunda politikalar geliştirmiş olsalardı, küresel çaptaki ekonomik ve sosyal adaletsizliklerden ve/veya emperyalizmin körüklediği iç savaşlardan dolayı, Avrupa kitlesel bir göç sorunuyla karşılaşmayacaktı ve bunun sonucunda da sağ populist ve otoriter siyaset yaygınlaşmayacaktı. Kapitalizm ve emperyalizm gerçeğinin üzeri, yabancı düşmanlığıyla, ırkçılıkla ve İslamofobiyle örtülemeyecekti.

İkinci olarak, Avrupa’nın kitlesel bir göç sorunuyla karşılaşmasından bağımsız olarak da, merkez sol partiler, hem dış politikada hem de iç politikada, ABD’nin, NATO’nun ve AB oligarşisinin peşine takılmamış olsalardı, ulusal çıkarlarını ve halkı korumayı öncelikli hedef durumuna getirselerdi, ulusal çıkarları ve halkı koruduğunu iddia eden, aslında halkını aldatan bir söylemle siyaset yapan sağ popülist ve otoriter siyasal partiler, yine bir taban oluşturamazlardı.

CHP, bu vizyona ve bilgiye sahip kadrolara sahip olmadığı için, Sosyalist Enternasyonel üzerinde bir etki yaratma şansını, bir kez daha kaçırmıştır.

Cumhuriyetçiler Kurultayı hakkında sol.org.tr sorularına yanıtlarımız

24- 25 Mayıs 2025 Cumhuriyetçiler Kurultayı

THTM‘nin (Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi) Ankara’da düzenlediği Cumhuriyetçiler Kurultayı
bu gün açılış toplantısıyla başladı. Kurultay, yarın (25 Mayıs 2025) TMMOB Makine Mühendisleri Odası’nda açılış toplantısıyla başlayan kurultay, yarın gün boyu yapılacak çalışma toplantısıyla devam edecek. (https://haber.sol.org.tr/haber/cumhuriyetciler-kurultayi-basladi-meydan-okumaya-meydan-okuma-sarttir-398532.)

Bu Kurultay nedeniyle bize de katılım çağrısı yapıldı. Yarın, 25 Mayıs 2025 Pazar günü,
aşağıdaki oturumda biz de –hukukçu ce siyaset bilimci şapkamızla– konuşmacı olacağız.

  • İkinci Oturum: Laikliği nasıl yeniden inşa edeceğiz 11.45-13.00

Ayrıca bize, sol.org.tr de yayınlanmak üzere 3 soru yöneltildi. Yanıtlarımız adı geçen web sitesinde dün (23.5.2025) başka uzmanların aynı sorulara yanıtlarıyla birlikte yayınlandı.
Bu soruları ve kapsamlı yanıtlarımızı, –hukukçu ve siyaset bilimci olarak- paylaşmak istiyoruz :

Cumhuriyetçiler Kurultayı’na doğru: 
Zaman kısıtlı, ‘zor ve gerçek olanı’ seçme zamanı

https://haber.sol.org.tr/haber/cumhuriyetciler-kurultayina-dogru-zaman-kisitli-zor-ve-gercek-olani-secme-zamani-398470

SORU-1                      :

  • 24-25 Mayıs 2025 tarihinde gerçekleşecek olan Cumhuriyetçiler Kurultayı’nın
    Türkiye’nin içine girdiği güncel siyasi konjonktürde nasıl bir anlama denk düştüğünü söylersiniz?

Yanıt-1                       : 
Cumhuriyetçiler Kurultayı (24-25 Mayıs 2025, Ankara) ve Güncel Siyasal Bunalıma Etkisi
2025 yılında Türkiye, siyasal ve toplumsal dönüşümlerin eşiğinde, yeni arayışların ve seçeneklerin yoğun olarak tartışıldığı bir süreçten geçmekte. Bu bağlamda, 24-25 Mayıs 2025’te yapılacak Cumhuriyetçiler Kurultayı, salt bir siyasal partinin iç dinamiklerine ilişkin bir çaba olmanın ötesinde, Türkiye’nin güncel politik topludurumu (konjonktürü) içinde çok boyutlu ve anlamlı, umut verici bir girişim olarak görülmektedir.

  1. Siyasal Denge ve Muhalefetin Yeniden Yapılanma Arayışı

2023 genel seçimleri sonrasında ortaya çıkan tablo, iktidar blokunun merkezi ve pekişik (konsolide) dokusunu koruduğunu, ancak muhalefet cephesinin çok başlılık, strateji eksikliği ve özeleştiri yetersizliğiyle adeta boğulduğunu göstermektedir. Bu durumda Cumhuriyetçiler gibi yeni siyasal odaklar, Cumhuriyetin kazanımlarını korumada etkili siyasal direnç ekseninde toplumsal muhalefetin sözcüsü olma yetisi taşımaktadır. Kurultay, bu potansiyelin ilk büyük sınavı olabilir.

Kurultay, Cumhuriyetçiler Hareketi‘nin muhalefetin dağınıklığını toparlayacak, yeni bir uzgörü (vizyon) ve siyasal söylem geliştirecek güçte olup olmadığını ortaya koyacaktır. Bu sorumluluk,
Partinin salt kendi geleceği açısından değil, Türkiye’deki muhalefet dinamiklerinin yeniden yapılandırılması açısından da belirleyici olabilir.

  1. Toplumsal İstemler ve Olası Siyasal Yanıtlar

Türkiye’de 2025’te kurgulu ağır ekonomik bunalımın sürekliliği, demokratik bozunma, anlatım (ifade) özgürlüğüne dönük sistemli baskılar ve doruğa ulaşan toplumsal kutuplaştırma gibi sorunlar kamuoyunda dayanılmaz rahatsızlık yaratmıştır. Bu koşullarda düzenlenen Cumhuriyetçi Kurultay, bu sorunlara somut, uygulanabilir ve çözüme yönelik yaklaşımlar sunup sunmadığı ölçüsünde anlam ve işlev kazanacaktır.

  • Dinci – gerici emperyal karşıdevrimin hızla durdurulması yaşamsaldır.

Kurultayda, sürdürülemez yatay ve dikey yoksullaşTIRma doğuran kurgulu ekonomik sömürü (sermaye birikimini ne pahasına olursa olsun dayatma!), yaygın işsizlik, çökertilen adalet düzeni ve yargı yansızlığı-bağımsızlığı, teslim alınan medya ve TRT ile beyin yıkama,
temel hak ve özgürlükler, ulusal eğitim politikaları, çevre ve yerel yönetimler, laiklik,
sağlık hakkı, konut hakkı gibi alanlarda getirilecek politika önerileri,
partinin toplumsal tabanı genişletme potansiyelini ortaya koyacaktır.

  1. Yeni Siyasal Söylemin Olanakları

Cumhuriyetçiler Kurultayı, yeni bir siyasal söylem, yeni bir toplumsal imgelem (tahayyül)
ve yeni bir demokrasi vizyonu taşımalıdır. Yılgın kitlelere moral ve umut aşılayabilmelidir.

  • Kutuplaştırmayı şiddetle reddeden ama net bir ulusal-demokratik duruş sergileyen,
  • Saydam, hesap verebilir ve katılımcı ilkeleri odağa koyan,
  • Gençleri, kadınları, kentli orta sınıfı, yoksullaştırılan emeklileri özellikle hedefleyen

Kırılgan emekçi kesimlere özellikle dönük bir siyasal yönelim benimsenirse,
bu Kurultay çok daha geniş bir taban edinebilir.

  1. Zamanlama ve Seçim Dengeleri Bağlamında Önemi

Kurultay, anamuhalefetin epey güçlendiği 2024 yerel seçimlerinin ardından gelen önemli bir siyasal girişim olarak da önemlidir. Yerel seçimlerin sunduğu tablonun değerlendirileceği,
yeni seçim stratejilerinin öngörüleceği bir dönemde yapılması, Cumhuriyetçilerin 2028
veya daha erken genel seçimlere yönelik tutum alması açısından katkı sağlayabilir.

  1. Önderlik, Kadro ve Örgütsel Kapasite

Kurultay, Parti önderliğinin halkla ilişkisini, siyasal öngörü ve strateji yeteneğini de ortaya  koyabilir. Görevdeki kadrolar, Partinin demokratik reflekslerini ve kurumsal kapasitesini test edebilir. Bu bağlamda, kollektif önderliğin seçkinci (elitist) olmayan, katılımcı ve ortak akla dayalı bir siyasal örgüt modeli sunması gündeme gelebilir.

Sonuç                    :
24-25 Mayıs 2025’te Ankara’da yapılacak olan Cumhuriyetçiler Kurultayı, Türkiye’nin içine sürüklendiği karmaşık ve çok ağır siyasal ve toplumsal dönemde, toplumsal muhalefetin yeniden biçimlenmesi, yeni siyasal anlatıların geliştirilmesi ve demokratik toplumcu siyasetin alan kazanması açısından önemli bir eşik olabilir. Kurultayda üretilecek iletiler, salt bir partinin değil, belki de Türkiye’nin geleceğine yön verecek yeni bir siyasal dalganın habercisi olma potansiyeli taşıyabilir.

SORU-2                      :

  • AKP hükümeti iktidarda olduğu yıllar boyunca Türkiye’de demokrasi ve özgürlüklere ilişkin başlıklarda faturayı Cumhuriyet Devrimi’ne çıkarması ile biliniyor. Üstelik AKP’nin Cumhuriyetle bu bitmeyen hesaplaşmasında farklı zamanlarda farklı müttefiklerle hareket ettiğini de görüyoruz. Kimi zaman liberaller, kimi zaman İslamcılar, kimi zaman milliyetçiler bu ittifakın tarafı oluyor. Siz bu sorunların kaynağında, Cumhuriyet’le somutlanan değerlerin görülmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Yanıt-2                        :
Cumhuriyet Değerleri, AKP İktidarı ve Demokrasi / Özgürlükler Gerilimi Üzerine

AKP, 3 Kasım 2002 genel seçiminden günümüze dek Türkiye siyasetinde seçmen desteği ve kurumsal gücü açısından güçlü bir merkezi siyasal aktör olagelmiştir. 23 yılı bulan bu uzun ve kesintisiz, çoğunluğu tek başına iktidar döneminde AKP’nin demokrasi, temel hak ve özgürlükler ile Cumhuriyet Devrimi ile kurduğu ilişki, ciddi kırılmalar içeren karmaşık bir süreçtir.
Soruda vurgulanan “Cumhuriyetle hesaplaşma” vurgusu bu sürecin ana eksenidir.
Türkiye’de modernleşmenin, sekülerleşmenin ve devlet-toplum ilişkilerinin yeniden tanımlandığı bir döneme denk düşmektedir son çeyrek yüzyıl.

  1. Cumhuriyet Devrimi’nin Siyasal ve Kültürel Kalıtı (Mirası)

Cumhuriyet’in kurucu felsefesi, özellikle 1920’ler ve 1930’lar boyunca Kemalist ilkeler olarak

  • Laiklik,
  • Halkçılık,
  • Devletçilik,
  • Devrimcilik,
  • Milliyetçilik,
  • Cumhuriyetçilik

6 Ok” motoruyla biçimlendi.

Kurtarıcı ve Kurucu önder ATATÜRK’ün geliştirdiği ve 1924 Anayasasına yerleştirdiği
bu Anayasal ilkeler, Osmanlı teokratik din-tarım düzeninden köktenci bir kopuşu ve Batılı anlamda modern ulus-devlet ve çağdaşlaşmayı hedefliyordu. Bu bağlamda Cumhuriyet devrimi, Türkiye’de kaçınılmaz olarak otoriter bir modernleşme ürünüdür. Halkın doğrudan katılımından çok, yukarıdan aşağıya bir dönüşüm modelini zorunlu olarak benimsemiştir.
Bu durum, demokratik meşruluk ve katılım bağlamında ilerleyen yıllarda eleştirilerin odağı oldu. Ancak, çok geri bıraktırılmış, ümmetleştirilmiş bir din-tarım toplumunda başkaca bir
seçenek  de söz konusu edilemezdi.

  1. AKP’nin Cumhuriyet Değerleriyle Kurduğu Gerilimli ve Çelişkili İlişki

AKP, özellikle erken döneminde (2002-11) AB reform süreciyle örtüşen bir “demokratikleşme” söylemiyle öne çıktı. Bu dönemde, 1980 sonrası Türk sağı ve İslamcıların taşıdığı Cumhuriyet eleştirilerini hem içeriden hem dışarıdan (emperyal) destekle yeniden gündeme taşıdı.
AKP, Cumhuriyetin laiklik ve otoriter modernleşme çabasını, geleneksel muhafazakârlık ve dinsel değerler uğruna sürekli ve artan dozda eleştirerek, bu söylemi “halkın iradesi” ve “sivil siyaset” kavramlarıyla meşrulaştırmaya çalıştı.
Atatürk’ten çalarak “Yeni Türkiye”(!) jargonu üretti.

Ancak bu saldırılar çoğu zaman demokratikleşmeyi derinleştirmekten çok, eldeki kurumsal dengeyi kendi yararına dönüştürme aracı oldu. Örneğin yargı, medya ve sivil topluma müdahaleler; Cumhuriyetin vesayetçi mirasıyla mücadele adı altında ideolojik temelli totaliter bir yapı dayattı. Dolayısıyla, kimilerine göre AKP’nin Cumhuriyetle girdiği savaşım, onu tümüyle reddeden değil; kendi hegemonik vizyonuna göre dönüştüren bir savaşımdır.

Bize göre, BOP kapsamında daha köktencidir ve Anadolu Federe İslam Cumhuriyeti hedeflidir.
Erdoğan, TV’lerde kezlerce, övünerek BOP eşbaşkanı olduğunu açıklamıştır.
Bu Plana göre, Türkiye bu süreçte, ülkesi ve ulusuyla bölünecektir!

  1. Değişik Dönemlerde Farklı Bağlaşıklar (Müttefikler)

AKP’nin Cumhuriyetle olan bu hesaplaşmasında farklı dönemlerde değişik toplumsal ve
siyasal oyuncularla (aktörlerle) ittifaklar kurduğunu görüyoruz:

  • 2002–2010 arasında liberaller, vesayetçi devlet yapısına karşı “sivil anayasa” ve
    “AB reformları” (!) çerçevesinde AKP’ye destek verdi.
  • 2010 sonrasında İslamcılar, özellikle Gülen Cemaati-FETÖ ile ittifak içinde devlet bürokrasisini ele geçirdi ancak ABD güdümlü bu simbiyotik ilişki 2013’te çatışmaya,
    15 Temmuz 2016’da silahlı kalkışmaya dönüştü.
  • 2015 sonrası dönemde ise milliyetçi-mukaddesatçı blok, özellikle MHP ile kurulan
    Cumhur İttifakı bağlamında, Cumhuriyet’in milliyetçi söylemleri –bir süreliğine
    yeniden sahiplenilerek farklı bir meşruluk zemini edinildi.

Bu iniş – çıkışlar, AKP’nin “Cumhuriyetle hesaplaşma”sını sabit bir ideolojik çizgi üzerinden değil, iktidar stratejileri ve ittifak ilişkileri bağlamında devingen olarak taktiksel sürdürdüğünü gösterir.

  1. Sorunun Kaynağında Cumhuriyet ve O’nun Temel Değerleri mi var?!

AKP’nin demokrasi ve özgürlükler alanındaki sorunları Cumhuriyet’in modernleşmeci kalıtına (mirasına) bağlaması, özenle irdelenmelidir. Cumhuriyetin otoriter yönleri (tek parti dönemi, merkezileşmiş devlet yapısı, laiklik anlayışının uygulama biçimi) anakronizmaya düşmeksizin eleştirilebilir. Ancak bu eleştiriler yapıcı bir demokratikleşme amacı taşımıyor ve AKP’nin
iktidar uygulamalarıyla çelişiyor..

  • Bugün Türkiye’de çok boyutlu ve ağır rejim bunalımının temel nedeni, Cumhuriyetin kurucu ilkelerini ortadan kaldırarak hesaplaşma ve yeni Osmanlıcılık özlemidir.
  • Bu özlem, Halifeliği de içeren bir neo-patrimonyal sultanlık rejimi AKP siyaseti,
    her tür denetimin dışındadır.

Temel hak ve özgürlüklerin kabul edilemez kertede sınırlanması, Güçler Ayrılığı ilkesinin kökten kaldırılması, siyasal kuramda yeri olmayan anomalik “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” uydurması ve ana muhalefetin araçsallaştırılan hatta mafyalaştırılan yargı eliyle tuzaklarla (kumpaslarla) suça bulaştırılması gibi ayak oyunları Cumhuriyet’in temel değerlerinin altının oyulması ve ayaklar altına alınarak Cumhur İttifakı iktidarının hedefine erişim çabasıdır.

Sonuç (soru 2 için) :
Cumhuriyet’in temel değerleri laiklik, yurttaşlık temelli eşitlik anlayışı, kamusal akıl ve
seküler modernlik
Türkiye’de çağdaşlaşmanın motoru olan önemli devrimsel kaldıraçlardır. AKP’nin bu değerlerle gerilimli karşıtlık ilişkisi, hatta yıkıcılığı zaman zaman bu değerleri
hedef alarak zaman zaman da sözde yeniden yorumlayarak siyasal meşruluğunu
zoraki sürdürme arayışına yönelmiştir.

  • Sorunun kaynağında Cumhuriyet değil, Cumhuriyetin değerlerinin
    AKP = RTE iktidarı hedefleri uğruna yıkılmak istenmesi yatmaktadır.
  • Rejim, Cumhuriyetle barışık değildir! Meşruluğunu yitirmiştir! 

Bu bağlamda, gerçek bir demokratikleşme – çağdaşlaşma, Cumhuriyet’in devrimci kalıtını (mirasını) yıkmayı değil; içtenlik ve kararlılıkla demokratik-laik-sosyal hukuk devleti ve
anti-emperyalist, anti-kapitalist, tam bağımsızlık ilkelerini yaşama geçirmeyi gerektirir.
***
SORU-3
                     : 

  • Ülkede Cumhuriyet devrimine sahip çıkan çok büyük bir çoğunluğun siyaset düzleminde dağınık, örgütsüz kaldığı görülüyor. Halkın çok büyük bir kesiminin duyarlıkları siyasal alanda yeterince dile getirilmiyor. Buna ilişkin, Cumhuriyetçi bir siyasal platformun oluşturulması neden önemli
    ve bunun başarılabilmesini mümkün görüyor musunuz?

Yanıt-3                        :

Cumhuriyetçi Toplumun Siyasal Temsili Bunalımı ve Yeni Siyasal Düzlem Gerekliliği

  1. Toplumsal Temsilde Cumhuriyetçi Boşluk: Demokrasi Açığının Görünmeyen Yüzü

ATATÜRK – Cumhuriyet Devrimi, Türkiye’nin modernleşme sürecinde ulus egemenliğine dayanan, laiklik ve anayasal yurttaşlık (Yurttaşların eşitliği değil; EŞİT YURTTAŞLIK!)
Anayasa m.66) temelli bir toplum tasarımı sunmuştur. Bu değerler, aradan geçen yüzyıla karşın, toplumun çok geniş kesimlerinde hala moral  (ahlaksal) ve siyasal meşruluk kaynağı olmayı sürdürmektedir.

Ancak güncel siyasal ortamda bu değerleri savunan toplum kesimlerinin güçlü ve örgütlü
bir siyasal temsil olanağı bulamayışı, önemli bir “siyasal katıl(ma)ma – depolitizasyon” sorunu doğurmuştur. Bu durum, ulusun demokratik yaşama katılımını sınırlayan hatta engelleyen
ve siyasal aidiyet duygusunu kıran bir bunalımdır.

Kitleler adeta siyasal felçle politik yaşama ve rejime yabancılaştırılmıştır: Sürü toplum!

  1. Cumhuriyetçi Toplumun Siyasallaşamama Sorunu: Neden Dağınık, Neden Örgütsüz?

Cumhuriyetçi duyarlıklara sahip toplumsal kesimlerin siyasallaşamamasının birkaç nedeni akademik olarak tartışılabilir:

  • Kurumsal Yıpranma: 12 Eylül 1980 askeri darbesi ve sonrasındaki neo-liberal dönüşüm, geleneksel kitle örgütlerini (sendikalar, meslek odaları, demokratik kitle örgütleri) zayıflattı.
    Bu da Cumhuriyetçi kitlelerin örgütlü siyaset üretme yetisini aşındırdı.
  • Merkez-Sol Krizi: CHP gibi Cumhuriyetçi gelenekten gelen partilerin neo-liberal politikalarla veya kimlik siyasetleriyle eklemlenmesi, halkın gereksinimlerine yeterince değmeyen
    bir temsil boşluğu doğurdu.
    Siyaset üstü “devlet aklı” yaklaşımı, geniş kesimlerin siyasal özneleşmesini engelledi.
    Kitlesel politik bilinç edinimi istendik biçimde, onyıllar içinde dumura uğratıldı.
  • Sınıfsal ve Kültürel Kırılmalar: Türkiye’de laiklik ve Cumhuriyet değerleri genellikle kentli, eğitimli ve orta sınıf kimliklerle özdeşleştirilmiştir. Bu durum, geniş halk kesimlerinin (özellikle yoksul ve muhafazakâr tabanların) Cumhuriyetle olan ilişkisini ikincil ya da
    dışlayıcı bir indirgeme doğurmuştur..
  • Siyasal Alanın Daralması: Medya, yargı ve ifade-örgütlenme özgürlüğü üzerindeki giderek artırılan baskılar, seçenek (alternatif) siyasal tasarımların (projelerin) kitlelerce sahiplenilmesini çok kısıtlamıştır. Bu da yeni Cumhuriyetçi düzlemlerin (platformların) doğuşunu yapısal olarak zorlaştırmaktadır.
  1. Cumhuriyetçi Bir Siyasal Yapı (Platform) Neden Önemli?

Cumhuriyetçi bir siyasal düzlemin oluşturulması hem tarihsel hem güncel açıdan önemlidir çünkü:

  • Toplumsal meşruluğun güçlendirilmesi: Cumhuriyet değerleri, hâlâ halkın
    büyük kesiminin vicdanında karşılık bulmaktadır. Bu değerlerin siyasal zemine taşınması,
    sistemin meşruluk bunalımına (krizine) karşı panzehir (antidot) işlevi görebilir.
  • Demokratikleşmenin yeniden kurulması: Cumhuriyetin kurucu ilkeleri –özellikle laiklik, hukuk devleti ve anayasal eşit yurttaşlık– Türkiye’deki demokratik gerilemeye karşı
    güçlü bir zemin sağlar. Bu ilkelerin yeniden yorumlanarak siyasal savaşıma (mücadeleye) dönüştürülmesi, Türkiye’nin otoriter hatta despotik savrulmadan çıkışına katkı sağlayabilir.
  • Yeni bir kolektif kimlik inşası: Türkiye’nin çok parçalı toplumsal yapısında, Cumhuriyet değerleri farklı kimlikleri (Aleviler, seküler Sünniler, kadınlar, gençler, emekçiler) bir arada tutabilecek bir tutkal, ortak zemindir. Yeni bir Cumhuriyetçi platform,
    bu kolektif kimliğin örgütlü bir biçimde siyasal arenaya taşınmasını sağlayabilir.
    Bu ortak yurttaşlık kimliği etnik temelli olmayıp, Anayasa m.10 ve m.66’da açıkça tanımlıdır.
  1. Bu Yapının (Platformun) başarısı olanaklı mı, neye bağlı?

Evet, böyle bir yapının (platformun) başarısı olanaklıdır. Ancak kimi koşullarla :

  • Programda yenilenme: Cumhuriyetçi söylemin salt geçmişe övgüyle değil; geleceğe dönük, sosyal adaleti, çevreyi, kadın haklarını ve gençliği içeren bütüncül bir uzgörüyle (vizyonla) yeniden kurulması gerekir.
    Her tür sömürü, ahlak-etik dışılık reddedilecektir.
  • Toplumsal tabanla etkileşim: Cumhuriyet değerlerinin daha geniş kitlelerle yeniden
    bağ kurması gerekir. Bu da yukarıdan kurulan seçkinci (elitist) söylemler yerine,
    yerel taban örgütlenmeleri, mahalle düzeyinde katılımcı yapılarla olanaklıdır.
  • Yeni kadrolar ve siyaset biçimi: Geleneksel siyasal oyunculardan bağımsız,
    sivil alandan ve genç kuşaktan gelen yeni aktörlerin sürece katılması gerekir.

Halka, yaşadıklarını anlamlandıracak politik bilinç kazandırılması kilit yükümdür.

  • İttifak kurma yetenekleri: Böyle bir düzlem (platform), salt benzer düşünenlerle değil, Cumhuriyet değerlerine mesafeli de olsa, demokratikleşmeden yana kesimlerle de konuşabilen bir esneklik geliştirmelidir.

Sonuç (3. soruya)               :
Cumhuriyetçi bir siyasal düzlem (platform), hem tarihsel meşruluk hem de toplumsal karşılık bulma açısından Türkiye’nin demokratik geleceği için önemlidir.
Bu düzlemin (platformun) başarısı, yalnızca varolan iktidara muhalefetle değil, aynı zamanda siyasal katılımı, çoğulculuğu ve eşitliği temel alan, ayrıştıran değil birleştirici – kaynaştıran
insan hakları öngörüsü ortaya koymasıyla olanaklı olacaktır.

Bilimsel akılcılık
şaşmaz ana rehberdir.

Türkiye Cumhuriyetimiz
in 2. yüzyılında, bu kurucu temel değerlerin yeniden güncellenerek
politik bilince yerleştirilmesi siyasallaştırılması ve örgütlü bir kitlesel harekete dönüştürülmesi,
demokratik düzen ve yaşam için ve ülkenin – ulusun bölünmez bütünlüğü için zorunluktur.

Türkiye, 2. yüzyılının şafağında sağkalım (beka) emperyal tehdidiyle ciddi biçimde yüz yüzedir.

Yakın ve açık tehlikenin büyüklüğü, ciddiyeti ve ne yapılması gerektiği halka anlatılmalıdır.

Kemal Paşa
’nın 22 Haziran 1919 Amasya Genelgesi hala geçerli bir pusuladır :

“Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”

LOZAN ANDLAŞMASI’nın İPTALİ İÇİN DAVA AÇILABİLİR Mİ?

LOZAN ANDLAŞMASI’nın İPTALİ İÇİN
DAVA AÇILABİLİR Mİ?

Cumhuriyet, 22 Mayıs 2025
Ahmet Saltık yazdı : Lozan Antlaşması’nın iptali için dava açılabilir mi? | Cumhuriyet
https://x.com/profsaltik/status/1925809109116289062 

Lozan Andlaşması (LA), 24 Temmuz 1923’te bağıtlanmış, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası toplumda siyasal ve hukuksal meşruluğunu belgeleyen, sınırlarını, egemenliğini tanımlayan kurucu andlaşmadır.

İki avukatça yönetsel yargıya sunulan ve LA’nın “Kürt halkını tanımadığı” gerekçesiyle iptalini isteyen dava başvurusu hukuksal tartışma nedenidir. Bir hukukçu olarak (LLM dereceli),
bu başvurunun hukuksal niteliği, yetkili yargı yerleri, ulusal ve uluslararası hukuk açısından sonuçlarının değerlendirmesi gereklidir.

Danıştay’da dava açılabilir mi?

Danıştay, 2575 s. kuruluş yasası ve 2577 s. İdari Yargılama Usulü Yasası (İYUK) uyarınca yönetsel eylem-işlemlerin iptalini denetleyen yüksek yargı yeridir. İYUK m.2’ye göre iptal davası açabilmek için davacının “geçerli bir çıkarının çiğnenmiş olması” gerekir. Oysa uluslararası andlaşmaya, ideolojik-politik gerekçeyle hukuksal çıkar temelli dava açılamaz. Ayrıca LA, 2. TBMM’ce onanmış (23.08.1923) ve Resmi Gazetede yayımlanarak (06.09.1923, s.96) yürürlüğe konmuş uluslararası andlaşmadır. Danıştay, Andlaşma yürürlüğe girdiği için, yönetsel işlem niteliği taşımayan bu metin üzerinde yargı denetimi yapamaz. Danıştay’da dava açılması olanaksızdır, açılırsa / açıldıysa başvurunun yetkisizlik ve ehliyet yokluğu nedeniyle reddi gerekir.

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Yetkisi

AYM, 6216 s. yasa ve Anayasa m.148 uyarınca bireysel başvuruları ve norm denetimini… değerlendirir. Ancak bireysel başvuru için başvuranın temel haklarının çiğnendiği savı ve kişisel mağdurluk (zarar) gerekir. LA’nın içeriği nedeniyle soyut hak çiğnemi (ihlali) ileri sürmek, bireysel başvuru koşullarını sağlamaz. Ayrıca, Anayasa m.90/son fıkra gereğince, yöntemine uygun yürürlüğe konmuş uluslararası andlaşmalar, Anayasa’ ya aykırılığı ileri sürülemeyen normlardır. Açıkça, AYM’nin de bu konuda karar verme yetkisi yoktur.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)

AİHM, AİHS m.34 uyarınca yalnızca temel insan haklarının çiğnemi ve doğrudan, somut kişisel mağdurluk koşuluyla başvuru kabul eder. Devletlerarası andlaşmanın iptaline yönelik başvuru, AİHM yetkisi dışındadır. Çünkü bu tür başvurular, kamu adına soyut başvuru (actio popularis) olarak kabul edilir ve reddolunur.

Birleşmiş Milletler (BM) Düzenekleri

BM İnsan Hakları Komitesi gibi kimi denetim organlarına bireysel başvuru olanaklıysa da (Taraf Devletin çekincesi yok ise), bu organlar bağlayıcı yargı kararları veremez. Öneri niteliğinde görüş sunabilir. Ayrıca bu kurumlar, devletlerin ulusal yargı kararlarını bozma yetkisine sahip değildir. Türkiye’nin, Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nde geriye dönük ve… bireysel başvuru çekincesi var (m.5/2a, 24.11.2006).

Lozan Andlaşması TBMM Eliyle Feshedilebilir mi?

HA-YIR!!
LA, salt Türkiye’nin değil, imzacı öbür 7 devletin de katıldığı çok yanlı bir temel kurucu metindir. Uluslararası hukuka göre (1969 Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesi), bir uluslararası andlaşmanın tek yanlı feshi, ancak sözleşmede açık hüküm varsa olanaklıdır. LA’nda bu yönde hüküm yoktur. Anayasa m.90 gereğince, uluslararası andlaşma TBMM’ce uygun bulunarak yürürlüğe konduğu için, TBMM, LA’nı tek yanlı kaldırma yetkisine sahip değildir; uygun bulma yasasının iptali de tek yanlı fesih sonucu doğur(a)maz.

Sonuç

LA, Türkiye’nin uluslararası sistemde – hukukta temel kurucu belgesidir ve normlar katmanlanmasında (hiyerarşi) özel konumludur.

LA’nın içeriğine ilişkin iptal istemleri ne Danıştay, ne AYM, ne AİHM, ne de BM organlarında yargıya taşınabilir.

Söz konusu başvurular hem yargı yetkisi hem de dava ehliyeti yönünden dayanaksızdır.

Bu yüzden, Lozan Andlaşması‘nın iptali başvuruları, uluslararası ve iç hukuk kurallarıyla bağdaşmadığı gibi; siyasal, tarihsel ve etik olarak da ciddiye alınamaz.

Lozan Andlaşması tapumuz ve tabumuzdur!

Cumhuriyet‘te yayınlanan tüm köşe yazılarımıza erişim için tıklayınız :

Ahmet Saltık Tüm Yazıları | Cumhuriyet

Bu köşe yazımız 23 Mayıs 2025 saat 09:57 verilerine göre, 1 gün içinde salt X hesabımızdan 43 bine yakın kez okunmuştur..

AHLAKÇI GÖZÜYLE AHLAK

Yusuf Samim Lütfü
19.05.2025

Dünyanın en zor işidir insanlarla ahlakı konuşmak, hele günümüzde tüm zamanlardan da daha zordur.

Neden?

İnsanların ezici çoğunluğu teorisi (kuramı) konusunda pek az şey bildikleri ahlakın pratiği (ahlaklılık) konusunda kendilerini tam, tam değilse de tama yakın olarak görürler. Bu kuruntularının nedenini ben bilmesem de, bildiğim ahlaken kendilerinin mükemmel ya da mükemmele yakın olduğunu düşünen insanlar ahlakın teorisi hakkında bir şeyler duymaya pek gönülsüzdürler, dahası çoğu tepkilidir de.

Ahlak konusunda söylenenleri dinlemek zorunda olan ve büyük çoğunluğunu akademisyenlerin oluşturduğu azınlığa gelince, onların kafaları da fena halde karışıktır. Nasıl karışmasın ki? Son bir yüzyılı aşkın süreçte ak dedikleri ne varsa kara çıkmıştır. Yeryüzündeki hegemonya değişiminin ahlakla ilişkisini kurabilmekten aciz olan bu azınlığın çoğu için “evrensel ahlaki değerler olamayacağı” zırvasına biat etmek dışında bir yol kalmamıştır.

Aklın ve bilimin öncülüğü olarak tanımlayabileceğimiz Aydınlanma sonrasında yaşanan varoluşçuluk, hermenötik, sezgicilik, olguculuk, materyalizm, skeptisizm, yapısalcılık, post yapısalcılık ve nihayetinde postmodernite (sözde bir özgürlük adına aklın ve bilimin otoritesinin reddi) ile

  • insanlık 18. yüzyıl Aydınlanması’ndan bu yana en karanlık dönemini yaşamaktadır,
  • bu aslında “İnsanlığın İkinci Karanlık Çağı“dır.

Bilginin yerini algının, olgunun yerini yorumun aldığı bu karanlık çağda Aydınlanma’nın mutlu yarınlar umudunun yerini yaşamda kalabilme ve yaşamı ıskalamama endişesi almıştır. Umudun yerini endişe almıştır. Francis Bacon’dan bu yana “Bilgi güçtür” ilkesi ile bilgililiğin mutluluk getireceğine inanan insanlara günümüzde cehaletin mutluluk getirdiği (agnotoloji) ciddi ciddi söylenmektedir.

İşte bu karanlık dönemin egemenlerince öne sürülen en önemli savlardan biri de ahlakın yerine psikolojinin geçtiği savıdır. Yararcılık temelinde gelişen maddeci ve olgucu bilimsellikle dünyanın egemeni durumuna gelen Anglosaksonlar ve onların etki alanındaki akademisyenler, sanatçılar vd. için bu çok “normal” bir şeydir! Zira Ahlak, özgürlük temelli metafizik bir kavramdır ve günümüzde metafiziğe hiç yer yoktur. Tabii ahlaka da!

Nietzsche‘nin Aydınlanma eleştirisinde bilimin dolduramadığını söylediği metafizik boşluk dinin değil, ahlakın boşluğudur. Bugün bunu yaşıyoruz.

Gerçekliğin kişilerin algılarına göre farklı farklı olacağı bu meyanda (bağlamda) herkes için (geçerli) bir gerçeklik olamayacağı, ha keza ahlakımızı oluşturan değerlerimizin zaman ve mekâna (yere) göre değiştiği bu meyanda (kapsamda) herkes için ve her zaman geçerli olabilecek bir ahlakın olanaklı olamayacağı, doğruların bilimle ve değerlerin ahlakla değil kamuoyunun kararına göre belirlenmesini öneren “epistemik çok kültürlülük” ve “diskurs etiği” türünden zırvalar bu karanlık dönemde parlatılan inci taneleridirler.

Ekranların gözalıcı parlaklığına rağmen (karşın) içinde bulunduğumuz karanlığın ve muazzam teknolojik ilerlememizle atbaşı giden ahlaksızlığımızın sebebini anlayabilmek için ahlakın teorisi (kuramı) konusunda biraz daha bilgilenmeli ve biraz daha kafa patlatmalıyız diye düşünüyorum. Bilgilenme konusunda da yalnızca ama yalnızca iki grup (küme) insana güvenebiliriz:

  • Gerçek bilim adamları ve gerçek filozoflar!

Gerçeğini sahtesinden ayırmada en önemli ölçüt, birincilerin bilginin sınırlı ama aptallığın sınırsız olduğunun bilincinde olarak, salt bildikleri konularda konuşmaları; ikincilerin (sahtelerin) ise hemen her konuda konuşmalarıdır. Gerçek bilim adamları ve gerçek filozofların “iktidar” (toplumu yönlendirme ve yönetme gücü) istemi yoktur, onların tek derdi “gerçeklik”tir.

İşte bu çerçevede bir ahlakçı olarak bildiklerimi sizlerle paylaşmak isterim:

  • Ahlak nedir?
  • Ahlakçılık ve ahlakçı nedir?

Ancak öncelikle rahmetli Doğan Özlem Hoca’nın önerisiyle kendi ahlaki duruşumu sizlerle paylaşmalıyım: Ben ahlak felsefesindeki (Etikte) iki ana damar olan yararcılık ve ödev ahlakı (Deontoloji) ikileminde, Deontolojiden yanayım ve Yararcılıkla insanlığın bir geleceği olamayacağını düşünüyorum. Ayrıca yaşadığımız tüm güncel sorunların nedenin, günümüzde Kant‘ın Ödev Ahlakı’nın yerini Anglosakson Yararcılığı ve Çıkarcılığı’nın almış olması olduğunu düşünüyorum.

Ahlak nedir?

  • İnsanların farklılıklarına karşın bir arada ve huzur içinde yaşamalarını mümkün kılan
    değerler bütününe Ahlak diyoruz.

Tanımdan anlaşılacağı üzere ancak ahlaklı insanların çoğunlukta olduğu ve ahlaklı insanların belirleyici olduğu toplumlar barış ve huzur (erinç) içinde yaşayabilirler.

Dikkat edilirse Hukuk ile Ahlakın tanımları benzerdir, insanların bir arada yaşamalarını düzenleyen yazılı kurallar yasalardır. Adaleti sağlayan yasalar (hukuk kuralları) ahlaka aykırı olamazlar, ahlaksızlığa izin veremezler.

Ahlakımızı değerler oluşturduğuna göre ve de Değerler zamanla ve mekânla (yerle) değişebileceğine göre, demek ki Ahlak da toplumdan topluma ve zamanla değişebilir!

Bu kafa karışıklığı içindeki, yarı cahil insanları kandırmak için post-modernitenin uydurduğu kuyruklu bir yalandır. Değerlerimizin (Örf, Adet) zamanla ve mekânla (yerle) değişebileceği bir gerçekliktir lakin (ancak) zamanla ve mekânla (yerle) değişmeyen (evrensel) değerler de vardır ki, bunların başında ADALET gelir. Hangi toplumda hangi zamanda olursanız olun, adil olmadığınız sürece ahlaklı olamazsınız.

  • Koşulsuz olarak adaletsizlik ahlaksızlıktır.

Akıl ve vicdan sahibi bir insan için hiçbir demagoji (lafazanlık), hiçbir kuşku bu gerçeği değiştiremez.

Ahlakın tanımlanmasında kilit önemi olan Adalet nedir derseniz, hukukçular “herkese hakkını vermek” derlerse de bence bu muğlâk (belirsiz) bir kavramdır.

Ben adaleti “yasalar ve fırsatlar önünde eşit olmak” şeklinde tanımlıyorum.
Doğallıkla, Eşitlik; “Benzer koşullardaki bireylerin eşitliği”! (AS: Yatay eşitlik)

İnsanın özgürlüğünün sınırlarını belirleyen Adalet kavramı, aslında (gerçekte) insanlarda kendiliğinden bulunan metafizik bir kavramdır. Halk dilinde “vicdan” ya da “hak” denilen şey budur. Kimi insan yaşarken bu kavramı keşfeder ve geliştirir, kimisi tersine baskılar ve yok etmeye çalışır. Bu seçimde çevre ve eğitim temel rol oynar.
***
Buraya dek söylediklerimizden anlayacağınız üzere, Ahlak her şeyin temelidir!

Günümüze egemen olan Anglosaksonların yararcı ve çıkarcı ahlak anlayışları ile sağladıkları bilimsel ve teknolojik ilerlemeler ve bunun sonucunda kazanılan ekonomi-politik liderlik, sömürüyü “doğal” kabul eden ve sömürgelerinde dinci ahlakı teşvik eden bir adaletsizliktir. Sömürü (AS: bir an için) “doğal” olsa da (AS: Kabul edilse de) “insani” değildir.

Gelelim ahlakçılığa!

  • En yalın haliyle ahlakçılık, ahlakı bir araç değil amaç olarak görmektir.
  • Bir Ahlakçı için her şeyin temeli ahlaktır!

Ve ahlakın belirleyicisi olan ve zamanla ve mekânla (yerle) değişmeyen evrensel değerler de mümkündür (vardır).

Bir toplumda geçerli olan değer yargıları (örf, adet) zamanla ve mekânla (yerle) değişiklik gösterebilirse de, evrensel ahlaki değerler zamanla ve mekânla (toplumdan topluma) değişmez..

  • Adaletsizlik ve bu meyanda (bağlamda) sömürü, hırsızlık, yalancılık, tecavüz,
    şiddet uygulama vd. adaletsizlikler her toplumda ve her zaman ahlaksızlıktır.

Bugün kendi sömürü düzenlerini (emek ve din sömürülerini) daim (sürekli, sürgit) kılmak için sözde bir özgürlükçülük adına çarpıtmaya çalıştıkları gerçek budur.

Ha keza, Ahlakçılığın adeta bir dayatmacılık, bir faşizm gibi gösterilmesi, kafası karışık, yarı cahillere kötü (çok kötü) bir şeymiş gibi gösterilmesi bu nedenledir. Evet! Bir Ahlakçı, kendi inandığı değerleri ahlak budur diye ortaya koyar lakin (ama) hiçbir gerçek Ahlakçı kendi değerleri konusunda asla dayatmacı olmaz, olamaz. O salt kendi inandığı (benimsediği!) gerçekleri ortaya koyar, onu öbürlerinden ayıran şey, o konu hakkında okudukları, yazdıklarıdır (entelektüel derinliğidir).

Ahlak konusunda ezici çoğunluğunuzdan çok daha fazla okumuş ve çok daha fazla bilgi sahibi olan bir Ahlakçı olarak söylemeliyim ki, amacım kimselere ayar vermek değildir.

Zaten Ahlaklılık teori (kuram) ile değil pratikle (doğru eylem, uygulama) ilişkili bir kavramdır.
İçinizde mutlaka benden çok daha ahlaklı insanlar vardır.

Kurdukları sömürü düzenini doğal (olağan) kabul eden bir ahlaksız sömürü (ister din sömürüsü olsun, ister emek sömürüsü) düzenini insanlara dayatanlara karşı çok yalnız, çok çaresiz hissetsem de; bir Ahlakçı olarak, bir Kant ve ödev ahlakı vurgunu olarak şiarım (ilkem) değişmez:

  • Kötülük için çoğunluğun peşinden gitmem!

Voltaire ile bitirelim :

  • Bilgelerin dini ahlaktır.

(AS: Ben de “Benim dinim etiktir..” deyip duruyorum..)