Aylık arşivler: Ağustos 2013

Sayın Kılıçdaroğlu’nun Irak Ziyaretiyle İlgili Beklentiler

Sayın Kılıçdaroğlu’nun Irak Ziyaretiyle İlgili Beklentiler

onur_oymen

Onur Öymen

Dışişleri Bakanlığı CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu‘nun Bağdat ziyaretine karşı görüş bildirmişti.

Dışişlerinin itirazına karşın Sayın Kılıçdaroğlu Bağdat’a gitti ve temaslarına başladı. Umarız ki bu ziyaret Türk kamuoyunun kafasındaki
bazı soruların yanıtlanmasına yardımcı olur.

Yıllarca CHP sözcüleri Meclis’te, Türk halkının beklentileri doğrultusunda şu soruları sormuştu:

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi‘nin 28 Eylül 2001 tarihli ve 1373 sayılı kararına göre, Irak dahil bütün ülkeler, topraklarını teröristlerin başka ülkelere yönelik saldırıları için kullandırmamakla yükümlüdür.

– Ayrıca Irak Anayasasının 7/2 maddesine göre Irak, topraklarını teröristlere üs veya geçiş yolu olaerak kullandırmamayı taahhüt etmiştir.

-Irak Hükümeti yıllardan beri topraklarının PKK terör örgütü tarafından Türkiye’ye yönelik saldırılarının üssü olarak kullanılmasına engel olmayarak bu yükümlülüklerini yerine getirmemektedir.

-Irak hükümeti ülkesindeki bütün terör örgütleriyle mücadele ederken, niçin yalnızca PKK’yla mücadele etmemektedir? Buna gücü yetmiyorsa
niçin Türkiye’nin bunu yapmasına karşı çıkmaktadır?

Kandil dağı ve dolayındaki PKK’lıların hukuksal statüsü nedir? Bunlar Irak vatandaşı mıdır? Türk vatandaşı mıdır? Başka ülkelerin vatandaşı mıdır? Mülteci midir? (BM’nin 1373 sayılı kararı teröristlere mülteci sıfatı verilmesini yasaklamaktadır.) Bu teröristler arasında Türk vatandaşı olup da Irak makamları tarafından yakalanıp Türkiye’ye iade edilen var mıdır?

-PKK’nın 1994 yılında Türkiye’den kaçırdığı ve halen sayıları 12,000’i bulan Türk vatandaşları Irak’ın Kuzeyinde, Erbil’e 100 kilometre mesafedeki Mahmur kampında kalmaktadır. Irak, PKK’nın insan deposu olarak kullandığı bu kampın boşaltılmasını niçin sağlayamamaktadır?

-Türkiye-Irak sınırının Irak tarafının korunmasının yükümlülüğü
Irak Hükümetine aittir. Niçin Irak devleti bu sınırda hiçbir asker bulundurmamaktadır. Ülkenin Kuzey bölgesi Irak’ın egemenlik alanında değil midir? O bölgede Irak Hükümetinin hiçbir sorumluluğu bulunmamakta mıdır? Hükümet o bölgedeki egemenlik hak ve sorumluluklarını Kuzey Irak Geçici Yönetimine mi devretmiştir?

-Türk firmalarının Irak’ın Kuzeyindeki faaliyetleri, özellikle petrol çıkartma ve taşıma girişimleri Irak Hükümetinin onayıyla mı yapılmaktadır?

Kerkük ve dolayında yaşayan Irak Türklerinin güvenliğinin sağlanması ve anayasal haklarının güvence altına alınması için Irak Hükümeti ne yapmaktadır? Bu soydaşlarımızın Kürt Yönetiminin yetki alanında bırakılmasına Irak Hükümeti razı olacak mıdır?

AKP iktidarı bu soruların yanıtlarını şimdiye dek öğrenememiş ve halkı ikna edecek açıklamalarda bulunamamıştır.

CHP Heyeti Irak’ta yapacağı üst düzeydeki görüşmeler sırasında Irak hükümetine bu konulardaki sorumluluklarını hatırlatarak yukarıdaki konularda yükümlülüklerini yerine getirmesini sağlamaya yardımcı olursa, kuşkusuz bu ziyaret amacına hizmet etmiş olacaktır.

Onur Öymen

Bin Yıllık Ulusal Birliğimizi Yıkabilecekler mi?

Dostlar,

AD Önceki Genel Başkanlarından, seçkin Toplumbilimci (Sosyolog) Sayın Prof. Dr. Özer Ozankaya‘dan (kendisi de bu yazısında söz ettiği pek çok aydın gibi Diyarbakırlı’dır) çok öğretici bir makale daha paylaşalım.

    Özellikle CHP’den rica :

Şu BOP rezaletini artık halka bir güzel anlatın..
Ama önce CHP kendini tam anlamıyla bu tuzaktan kurtarsın..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 21.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================================

Bin Yıllık Yurdumuzu,
Bin Yıllık Ulusal Birliğimizi Yıkabilecekler mi?

Prof. Dr. ÖZER OZANKAYA
(Toplumbilimci)

SÖMÜRGECİ BOP, MAŞASI PKK VE
ORTAÇAĞCIL, ÇIKARCI, AÇIK-ÖRTÜLÜ İŞBİRLİKÇİLERİ,
BİN YILLIK YURDUMUZU, BİN YILLIK ULUSAL BİRLİĞİMİZİ YIKABİLECEKLER Mİ?

“Bir ülke ki, camisinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar mânâsını namazdaki duanın;
Bir ülke ki, minberinde Türkçe Kur’an okunur
Büyük, küçük herkes anlar buyruğunu Huda’nın,
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın.”

diyerek, İslamda ortaçağ karanlığından çıkmanın yolunu gösterirken, aynı zamanda her kesimiyle tüm Türk ulusunun Anadolu’daki binlerce yıllık kucaklaşmışlığını bilimsel temellere dayandırmayı amaçlayan ünlü Türk toplumbilimcisi Ziya Gökalp, nerede doğup yetişti?

Bir Türk kenti olan Diyarbakır’da!

“Yaş otuzbeş, yolun yarısı eder,
Dante gibi ortasındayız ömrün;
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.”

felsefi derinlikli şiiriyle yine tüm ulusumuzu birleştiren ve öğünç kaynağımız olan Cahit Sıtkı Tarancı, şu güzel Türk yurdunun hangi seçkin yöresinde doğup yetişti?

Bir Türk kenti olan Diyarbakır’da!

Ünlü Marifetname‘sinde “insanın da evrim sonucu ortaya çıkan bir canlı türü olduğunu” Darwin doğmadan 50 yıl önce (1756’da!) yazan ve her kesimiyle Türk ulusunun “Hazret” nitelemesiyle andığı İbrahim Hakkı Efendi nerede yetişti, yapıtını yazdı ve gözlemevini kurdu?

Türk kültür bölgesinin seçkin bir merkezi olan Siirt Ve Erzurum çevrimindeki Tillo’da!

Bülbül gibi sesiyle okuduğu türkülerle bütün Türkiye halkını kucaklaştıran Celal Güzelses hangi ilimizin seçkin sanatçısıdır ve tüm ulustaşları bugün de en güzel duygularla, en içten sevgilerle kolkola, yürek yüreğe birleştirecek biçimde okuduğu Türküler, hangi ilimizin yüzlerce yıldan süzülerek gelen türküleridir?

Diyarbakır’ın!

Selçuklu Türklerinin ünlü kolu Artukoğulları, bugün de ayakta duran seçkin uygarlık yapıtları ile hangi illerimizi bin yıldanberi bir Türk diyarı kılmıştı?

En büyük ölçüde Mardin ve Diyarbakır’ı!

Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in soyadı, tıpkı Akkoyunlu’lar, Karakoyunlu’lar, Karakeçililer.. gibi Diyarbakır ve yöresinde yer almış ünlü Baydemir boyunun da adı değil midir?

Adıyaman’da yerleşen Dülkadir Beyliği’nin, Yozgat Bozok Beyliği’ninkiyle tıpkı olan Ceza Kanunnamesi, Osmanlı’nın Tanzimat Düzeltimlerine değin uyguladığı Ceza Kanunnamasi’nin nerdeyse tümüne kaynak olmuş değil midir?

Bunlara Van’dan, Ahlat’tan, Bitlis’ten, Urfa’dan, Muş’tan … daha nice seçkin örnekler eklenebilir!

Bağnazlık ve çıkarcılıkla gözü ve vicdanı kararmış gerici ve çıkarcı siyasetçiler (iktidar ve muhalefettekileriyle birlikte!), ortaçağ artığı demokrasi-karşıtı örgütlenmeler, PKK eşkıya (=terör) örgütünü sopa gibi kullanan, bunu kolaylaştırmak üzere alevi-sünni kanlı kavgalarını kışkırtmayı bile içeren BOP sömürgeciliğinin güdümü altına girmiş, “ABD/AB ne isterse yapabilir” diyen bir teslimiyetçilik içinde, 76 milyonun kardeşliğinin şu temellerini yüksek sesle haykıramamakta, ulusu yıkıcı sömürgeci saldırılar karşısında habersiz, hazırlıksız, direnmesiz bırakmaktadırlar.

Oysa onlara daha önce de sorduğum bir soru var?

Onu burada yineleyeceğim:

“Sömürgeciler ve maşaları, yüce Türk ulusluğu bütünlüğünden ayırmak istedikleri hangi parçaya, hangi ideali verebilirler ki, onları yeni bir toplum olarak yaratabilsinler?”

Türk yurdunun parçalanıp ulusal birliğinin yıkılması ise, Türkü, Kürdü, Arabı, Zazası, Süryanisi, … ile hiçbir kesime, Arap ülkelerindeki gibi kin ve nefretle birbirinin kanını akıtmaktan ve böylece bir daha en az yüz yıl boyunca ne demokrasiye, ne barış ve maddi gönence ulaşamayacak bir derbederliğe sürüklenmekten, sömürgecinin boyunduruğu altında namus ve can güvenliğini bile yitirmekten başka sonuç veremez.

Özellikle Cumhuriyet’i kuran partinin yöneticileri,

    partiyi BOP etkisinden tam anlamıyla kurtararak

, BOP’un ulusal ve uluslararası düzeydeki insanlık ve uygarlık dışı karakterini, Arap ülkelerindeki yürek kanatıcı örnekleri de hep kamuoyunun bilgisinde tutarak tüm ulusa anlatmayı artık bir an bile ertelememelidirler.

Ama aynı zamanda yurdumuzun her yanını çağdaş uygarlığın bilim, sanat, hukuk, yönetim, teknoloji, … alanlarında en ileri düzeye ulaştırmayı amaçlayan, demokratik planlamaya ve kamusal-özel sektör işbirliğine dayalı bir kalkınma seferberliğini, Cumhuriyet’in 1950’den sonra yarım bıraktırılan “EKONOMİK ULUSAL ANDI” olarak tüm ulusumuza söz vermelidirler.

Türkiye Cumhuriyeti ulusal birlik ve dayanışmanın, yurt bütünlüğü ve güvenliğinin başta gelen gereğinin bu olduğu bilinci üzerine kurulmuştu.

Cumhuriyetimizin kurucusu, tüm uygar insanlığa önderlik edecek düşünsel güçte olduğu her gün yeniden ve daha açıkça görülen Atatürk’ün şu uyarısı, Tüm ulusumuzun beyninde ve yüreğinde durmadan dalgalandırılmalıdır:

“İNSANLARI MUTLU EDECEĞİM DİYE ONLARI BİRBİRİNİN GIRTLAĞINA
SALDIRTMAK, SON DERECE İNSNALIK-DIŞI VE ÜZÜNTÜ VERİCİ BİR YOLDUR.
İNSANLARI MUTLU EDECEK TEK YOL, ONLARI BİRBİRİNE YAKLAŞTIRACAK,
ONLARI BİRİBİRİNE SEVDİRECEK DAVRANIŞ VE YOLDUR.
BÜTÜN İNSANLIĞIN MUTLULUĞU, BU YOLDA ÇALIŞACAK OLANLARIN SAYISININ
ARTMASIYLA OLACAKTIR.”

İSLAMIN SORUNU İSLAMCILAR

Dostlar,

Sayın Duran Aydoğmuş dostumuz (Dış politika konularında uzmandır), yerinde bir girişle, bizim “Cumhuriyetimizin ağabeyi” diye tanımladığımız 1922 doğumlu, 91 yaşındaki bilge Sn. Dr. Müh. Ali Nejat Ölçen‘in önemli bir yazısına gönderme yapmakta :

*****

Sevgili Dostlar,

Dr. Ali Nejat ÖLÇEN‘i (Eski Milletvekili-Yazar) -henüz tanımayanınız varsa- Google’a adını tam yazıp bir baksın derim. Kendileriyle şahsen tanışıyorum, Konferanslarda vs bir araya geliyoruz. Karşılıklı iletişimdeyiz. İki ayda bir yayınladığı “Türkiye Sorunları” kitabını adresime gönderiyorlar. Kendilerine müteşekkirim ve bu vesile ile tekrar saygılar sunuyorum. Bu kitapları numaralıdır. Bana 80. numaradan itibaren göndermeye başladılar (kendileriyle tanıştıktan sonra). Çok faydalanıyorum bu kitaplarından.

Aşağıdaki bağlantıyı tıklayıp web sitesinden hem bu kitapları (yazılarını) görün,
hem de siteye girince solda görülen başlıkları tıklayıp bir bakılmasını öneririm.

Sayın Ölçen’in bugünkü makalesi çok önemli ve sizlerle paylaşıyorum
(Daha önce okumayanlar için).

http://www.olcen.net/index.php?action=anasayfa

Saygılarımla.

Duran Aydoğmuş
19.08.2013

*****

Dostlar,

Daha önce bu sitede Sn. Ali N. Ölçen’in pek çok yazısına sevinçle yer verdik.

Sağolsunlar, kendileri de

    TÜRKİYE SORUNLARI

dizisinde bizim yazılarımızı yayımladılar. Başından beri bize de yollarlar karşılıksız olarak.

10’u aşkın kitabın yazarı Sayın Dr. Ölçen, bu kitaplarını bize imzalayarak sunma inceliği de gösterdiler. Ortak bir ilgi alanımız SAĞLIK EKONOMİSİ’nde oluştu. Biz yıllardır bu dersleri Tıp Fakültelerimizde işliyoruz. Kendilerinin de doktora tezi..

Bir de Sn. Ölçen ile ADD Genel Yönetim Kurulu’nda 2004 -2006 dönemminde birlikte çalışma olanağı elde ettik.

Son olarak, halen ADD Bilim – Danışma Kurulu’nda birlikteyiz..

İSLAMIN SORUNU İSLAMCILAR… başlıklı yazısı bize de ulaşmıştı ve yayımlayacaktık ama Sn. Aydoğmuş’un takdimini de palaşalım istedik.

İSLAMIN SORUNU İSLAMCILAR başlıklı makale, Sn. Öçen’in son yıllarda yazdığı belki de en önemli makaledir. İslam ve Aydınlanma tarihine, bir fen bilimciden amatör ama özgün bir katkı sayılabilir.

“Kendini Yokeden Osmanlı” (İMAJ Yyınları) adlı yapıtında da bu konulara değinilmektedir (2008. Sayın Ölçen bu yapıtında Osmanlı’nın kendini yok ediş tarihini 1535’ten başlatmaktadır (bitiş 1914). 1535, anımsanacağı üzere, Kanuni Sultan Süleyman‘ın Fransa’nın tutsak Kralı 1. Fransuva’ya “Evladım Fransuva” diye başlayan mektubuyla tanıdığı kapitülasyonların başlangıç yılıdır.

Her 2 dostumuzu da -Dr. A. N. Ölçen ve Duran Aydoğmuş- ve sevgi ve saygı ile salamlıyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 21.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==================================================

İSLAM’IN SORUNU İSLAMCILAR

    portresi

    Dr. Müh. Ali Nejat Ölçen

    Hangi din devlete sığınır, devletle bütünleşirse, sonuçta siyasallaşarak din olmaktan çıkacaktır. Din karşısında en güvenilmez kurum, devlettir çünkü. Devlet, her zaman onu ele geçiren kadrolar tarafından yeniden biçimlendiril­miştir. O nedenle dini siyasallaştıran ve onu devletin içine yerleştiren kad­rolar dindar olamazlar, kolay­lıkla kindar olurlar. İslam’ın tarihi incelenecek olursa, hiçbir dinde söz konusu olmayacak ölçüde devlet ile iç içe olduğu ve devlet ile bütünleştiği görülür. Abbasiler’in son döneminde de böy­leydi, Emeviler döneminde de ve şimdi de.

    Daha da kötüsü, emperyalizmin kucağındadır İslam Dünyası!

    Bu­nun Coğrafya ile ilintisi olamaz. İslam Dünyası’nın Emperyalizmin güdü­müne girişi, bilime, teknolojiye, özgür düşünceye, barışa ve hatta ahlaka ka­palı kalışının nedenini coğrafyada aramak, temeldeki gerçeği görmemeye yol açar.

    İslam’ın bilime, teknolojiye, özgür düşünceye kapanışı, 700’lü yıllarda doğan Mutezile akımının terk edilmesiyle başlar. Mutezile, İslam’ın hoş görüye, tartışmaya açık olduğu dönemdir. Kısa sürmesine karşın etkileri 1200’lü yıllara dek sürdü.

    İslam Dünyasında Sayın Prof. Kemal Arı’nın İmam Gazali ile artık aklın devre dışı kaldığı oysa, aynı zaman diliminde Avrupa’da Rönesans’ın başla­dığı düşüncesi gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü İslam Dünyasında aklın (özgür düşüncenin) tek edilişi İmam Gazali’den çok önce başlamamış ve Rönesans ise aynı dönemde değil İmam Gazali’den 450 yıl sonra gündeme girebilmiştir. Sayın Kemal Arı’nın bir tümcede iki yanılgısı dalgınlık sonucu olsa gerek.

    Akla kapanış, İslam’ın ilk yıllarındaki mezheplerin doğuşu ve dinsel iktidar paylaşımının yarattığı çatışmaların (daha doğrusu boğazlaşmanın) ürünüdür. Söz konusu mezheplerden biri, yalnızca

    Mutezile akımı, İslam’ın kuruluş yıllarında akıl kullamayı ön görüyordu. Çünkü, Kutsal kitabı “Tanrı Kelamı” kabul etmiyor onun “Ha­dis” yani Peygamber’in sözleri olduğunu ileri sürü­yordu:

    “Eğer Kur’an Tanrı sözü olsaydı, susar durumdan konuşur duruma geçmiş, dolayısıyla gelişime uğramış olurdu. Oysa Tanrı, gelişmişliğin üstünde, “Kamil-i Mutlak’tır.” Bu sav, İslam Dünyasının bilime açılışıydı.

      Kutsal Kitab’ın “Hadis” olarak kabulü

    ,

    aklı kullanmanın yolunu açmış oldu; yıl 775.

    Oysa daha önce Kur’an’dan başka hiçbir yazı ve de kitabın geçerliliği hatta okunması bile söz konusu değildi. Bu gerçeği İbn Haldun, Türkçe’ye çevrilen Mukaddime adlı yapıtının 2. cildinde şöyle açıklıyor:

    İran’ı zapt eden İslam ordusunun komutanı Saad bin Vakkas, birçok eser ve kitaplar bularak bunlardan yararlanmak üzere Halife Ömer’e mektupla iznini ister.

    Ömer: ”Bu kitapları suya veya ateşe atınız, hidayet yo­lunu gösteren ilimleri içine alıyorsa. Yüce Tanrı’nın pek mükemmel olarak bize hidayet yolunu göstermiştir. İnsanları azgınlığa sevk eden bilgileri içine alıyorsa Tanrı bunlardan korunmuş olur.”

    Buna karşın, Horasan’daki uygarlığın etkisi ile ilk kez İran’lı İbn Mukaffa (ölümü 757) “Kelile ve Dimne” ile “Kitab’ül Müluk”u (Hükümdarlar Kitabı’nı) Arapça’ya çevirir. Ve Abbasi Hali­fesi Ebu Cafer el Mansur (yıl 775) Mutezile akımını devletin resmi mezhebi kabul eder.

    859-946 yılları arasında yaşayan Ali bin İsa, İslam Dünyasının bilime açılan kapısından içeriye girerek yazdığı “Tezket’ül Kehhalin” (Göz Hekim­lerine Notlar) kitabıyla “Göz Anatomisi’nin kurucusu olacaktır. O’nun bu yapıtı 1845 yılında “Monitorium Ocilariorum Specimen” adıyla Venedik’te La­tince’ye çevrilir. İsa bin Ali bin Hasan el Sadi’nin “Tarih-i Tabii (Doğa Tarihi) kitabı Musee Britanique’de 1367 sıra numarası ile kayıtlıdır. (Şemset­tin Günaltay).

      Batı’ya aydınlığı armağan eden; İslam’ın Mutezile okuludur

    Bugün hiç kimsenin söylemeye cesaret edemeyeceği bir deyimi o dönemde Ebu Hanife söyleyebilmişti:

    “Namaz din’in bir parçası değildir.”
    (İslam Ke­lamı, A.S. Tritton, Türkçeye Çeviri; Mehmet Dağ, s.49)

    Bu bilgileri şunun için açıklamaya gereksinim duymaktayım:

    İslam Dün­yası’nda Rönesans 800’lü yıllarda, Batıdan 500 yıl önce başlamıştı, Mutezile akımı sayesinde.

    Ne zaman o aydınlık dönem kararmaya başladı?

    İmam Gazali’den çok önce 870’li yıllarda. Abbasi Halifesi Mütevekkil’in öldürülmesinden sonra yerine geçen Mütevekkil döneminde kargaşa doruk noktasına ulaşmıştı. Sokakta insanlar katlediliyor, evler soyuluyordu. Kimsenin can güvenliği kalmamıştı. Güçlü bir Mutezile yanlısı olan İmam Eşari bir Camide (Yıl 870);

    * Mutezile’yi bu cüppe gibi sırtımdan çıkarıp atıyorum..” demiştir.

    Bu, İslam’ın Kutsal kitabının “dev­let gücünü pekiştirecek kaynak” olmasının yolunu açtı.

    Mutezile akımına inananlar işlerinden kovuldular, karşı çıkanlar Silivri ben­zeri zindanlara atıl­dılar, işkence gördüler. İmam Eşari, Gazali’den 230 yıl önce “Ehl’i Sünnet ve’l Cemaa” nın kurucusu olarak “Sünni mezhebi”ni Abbasi Devletinin son döneminde resmi mezhebine dönüştürdü. Açıkçası Gazali, İmam Eşari okulunun (yani Sünni akidesinin) yalnızca sözcülüğünü yapmış, güncelleşmesini sağlamaya çalışmıştır.

    Akla kapanışın mimarı, aslında İmam Eşari’dir.

    Şimdi haklı olarak soracaksı­nız; Abbasi döneminin ilk yıllarında ku­rulan “Bey’ül Hikme” adlı Akademi ve kitaplar ne oldu?

    Kapatıldı ve yakıldı!

    1952 yılı Demokrat Parti iktidarında Halkevlerin kapatılıp kitaplarının yakıl­ması gibi.

    Eşi Hıristiyan Despina Hatun olan Fatih Sultan Mehmet, Mutezile ile Sünni mezheplerinden hangisini kabul etmek gerektiğini o dönemin din bilginlerine görev olarak verir. Uzun görüşmeler sonucu Sünni Mezhebi kabul edilmiş ve

      bilime kapanıklığa Osmanlı katılmış oldu

    .

    Bu satırları yazan kişinin (1922 do­ğumlu Ali Nejat Ölçen’in) küçük bir defteri andıran nüfus cüzdanında mez­hebinin “Sünni” olduğu yazılıydı.

    Yalnız İslam Dünyası değil, Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyeti de em­peryalizmin kucağındadır.

    İslamcılar yüzünden.

    İslam’ı İslamcıların elinden kurtarmak, dinin siyasallaşmasına engel olmak, Ortadoğu Coğrafyasına aydınlığı getirmek demektir.

    Böyle biline ve çare buluna.

    Dr. Müh. Ali Nejat Ölçen
    Ağustos 2013, Ankara

Hesaplaşanlar ve Tarafsız Kalanlar

Değerli paşam,

Son YAŞ kararları hk. aşağıdaki yazınız çoook hüzün verici..

Tarihe de not düşücü..

Bu koşullarda yazınız için sizi “kutlama” bana tuhaf geliyor.

Yüreklilikle, yurtseverlikle acı gerçekleri yazdığınız için size teşekkür ederim..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 21.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================================

Hesaplaşanlar ve Tarafsız Kalanlar

Naci_Bestepe_portresi

NACI BEŞTEPE
E. Tümgeneral

Çok kötü bir haftaydı.

3 Ağustos YAŞ kararları içimizi kararttı.

TSK burnuna kadar siyasete batırıldı.

Askeri hiyerarşi ve gelenekler ayaklar altına alındı.

YAŞ üyesi generallerin hepsi sessiz kaldı. Bir kişi bile şerh koyamadı.

5 Ağustos Silivri Özel Yetkili Mahkemesi kararları ise vicdanlarımızı kanattı.

Vicdanı olan ve kindar olmayanlar için sözüm tabii. Kendilerini kindar
ve dindar olarak tanımlayanlar ve onların önünde diz çökenlere değil.

Başbakan’ın sesi konumundaki danışmanı Yalçın Akdoğan diyor ki;

“ERGENEKON davası,Cumhuriyet tarihinin en büyük hukuki
hesaplaşmasının adıdır. Bu dava 27 Mayıs’tan, 12 Mart’tan, 12
Eylül’den, 28 Şubat’tan, 27 Nisan’dan süzülüp gelen bir müdahale
ruhundan hesap sorulmasıdır.”

Bu ifade açık bir kin ve intikam içermektedir.

Hukukla, adaletle ilgisi yoktur.

Devlet yönetimindeki bir şahsın ağzına almayacağı sözlerdir.

    Yargıda; somut olay,suç, kanıt, suçlu ve karşılığı vardır

.

Yargı ne tarihle ne de bir anlayışın ruhu ile hesaplaşır.
Yargı suçu yargılar.

“TSK geçmişte darbeler yaptı şimdiki mensupları da onların devamıdır, bunlar da yapar..” mantığı ilkel bir yaklaşımdır.

Yargıyı siyasi etkileri altına alanların mantığıdır bu.

Siz siyasi olarak tarihle, siyasi rakiplerinizle hesaplaşırsınız ama yargıyı bu hesaplaşmanın aracı haline getirdiğiniz anda meşruiyetiniz sorgulanır hale gelir.

Kararlarla ilgili iki bakış açısını anımsatayım.

Söz konusu mahkemenin yargıcı iken adaleti aradığı için sürgün edilen Hakim Köksal Şengün,

“Dosyadaki hiçbir sanık hakkında eylemlerle bağlantı kurulmadı, deliller eşliğinde suçlama getirilmedi” diyor.

AKP iktidarının öncü kindarlarından Bekir Bozdağ ise, “Hiçbir mahkeme delilsiz, ispatsız ezbere karar vermez.” diyor.

Mahkemelerin nasıl oluşturulduğunu kimse bilmiyormuş gibi.

Delil yerine sahtekar gizli tanıkların iftiralarının esas alındığı
gün gibi açık değilmiş gibi.

İşte yargının ne derece çıkmazda olduğunu gösteren iki yaklaşım.
Hangisine inanırsanız..

Mahkeme kararının HESAPLAŞMA olduğunu çok iyi gören bir grup da
BDP’li bölücü Kürtlerdir.

Hasip Kaplan diyor ki;

“AKP hesabını gördü sıra bizde. Kürtlerin 1990’lı yıllarda yaşadığı, binlerce köyün yakılıp yıkıldığı,faili meçhul cinayetler işlendiği…”

AKP hesabı kesti. Yargı eliyle.

Sıra BDP’li bölücülerde.

AKP ile el ele TERÖRLE MÜCADELE’nin hesabını kesme hazırlığı yapılıyor.
Dağda, silahlı çatışmada etkisiz hale getirilenler artık FAİLİ MEÇHUL sayılıyor.
Şehitlerimiz ne sayılacaksa.
ERGENEKON’da ceza alan yiğitler o mücadelenin sembol isimleri idi,
sıra geriye kalanlarda.

Türk ulusu izin verirse eğer…

Bilmem ulusum sessiz kalır mı?

Ama Genelkurmay Başkanlığı’nın tavrı ibretlik.

Mahkeme kararları ile ilgili olarak resmi web sitesinde yayımladıkları,

“Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası, hukuk devletinin erdemliliği ve yüce milletimize olan sorumluluğumuz dikkate alınarak..”

diye başlayan ve karardan üzüntü duyulduğunu, yüksek yargının uygun çözümle sonuçlandıracağına inanıldığı belirtilen bildiriden, bir saat içinde başlangıçtaki ifadenin çıkarılması Genelkurmay’ın durumunu
gözler önüne seriyor.

Ne vardır bu ifadede?
Çok şey.

T.C.’NİN BEKASI artık TSK’nın sorunu değildir çünkü.

TSK, eğer ülke dıştan yıkılmaya çalışılırsa müdahale edecek,
içten bölüp yıkanlara karışmayacaktır.

O halde “BEKA” ifadesi fazladır.

HUKUK DEVLETİNİN ERDEMLİLİĞİ’nden dem vuramaz.
Çünkü öyle bir devlet kalmamıştır.
Hukuku siyasi iradeye teslim etmiş bir devlet vardır artık.
O devleti yönetenlerle uyum içinde çalışılmaktadır.
O ifade de iktidardaki ağabey tarafından hoş karşılanmaz.
Silinmiştir.

YÜCE TÜRK MİLLETİNE KARŞI OLAN SORUMLULUK da yerine getirilmemektedir.

Silahlı eşkıya önünden resmi geçit yaparak giden askeri birlikler,
emirler gereği elini kıpırdatmamaktadır.

Binlerce şehidin kemiklerini sızlatan, şehidine, generaline subay-astsubayına sahip çıkamayan bir kurum durumuna düşürülen TSK’nın sorumluluğundan bahsetmek de abes olurdu.

Bu ifadeler, büyük olasılıkla Gnkur. 2. Başkanı onayı ile konmuştur siteye. Genkur. Bşk. ya kendi görünce ya da iktidardan birilerinden
laf işitince derhal çıkarılmıştır.

TSK artık tarafsız, sessiz- soluksuz, iradesiz bir kurum haline gelmektedir/gelmiştir.

Polisiye kitapları sevenler DAN BROWN’ı bilir.
Ben de çok sever ve her kitabını okurum.
Son kitabı CEHENNEM’de, DANTE’den alıntı iki cümlesi var.
Şu yukarıda anlattıklarıma nasıl da uyuyor bakın.

“Cehennemin en karanlık yerleri, buhran zamanlarında tarafsız kalanlara ayrılmıştır. Tehlikeli zamanlarda harekete geçmemekten daha büyük günah yoktur.”

İnanan, inanmayan kendine pay çıkarsın diye aktardım.

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

SİYASAL ILIMLI İSLAMCILIĞIN ÇÖKÜŞÜ

SİYASAL ILIMLI İSLAMCILIĞIN ÇÖKÜŞÜ

portresi

Nurullah AYDIN

İslam dünyası kan gölü.
Radikal İslam dediler, Siyasal İslam dediler, Ilımlı İslam dediler. Olmuyor.

İslami prensipler üzerine toplumu yeniden yapılandırmaya yönelik kanlı girişimlere uzanan militan ılımlı siyasal İslamcılığın, demokrasiyi önce araç sonra adım adım çağdışı karanlık ilkel yaşama dönüştürme projesi iflas etmiştir.

İslamcı bir dil, taban, liderlik ve içerik yoksunluğunu İslamcılığın can çekişme nedeni olarak görenler artıyor.

Her İslam düşünürün görüş, tespit ve yorumlarını
Gerçek İslam diye algılayarak bölündüler.

Hiçbir konuda bir ve beraber değiller. Bir oldukları tek konu; tek gerçek kendilerinin olduğudur. Tek bilginin, tek doğrunun kendilerinde olduklarına inanmalarıdır.

Oysa dünya nüfusunun ancak % 23’ü Müslüman.
Kendi aralarında birlikte değiller.
İslam dünyası parçalı. 57 İslam ülkesinin dini İslam ama
farklı çizgideler, ortak payda yok.

Bilimde yoklar.
Sanatta yoklar.
Kültürde yoklar.
Teknolojide yoklar.
Marka üretmede yoklar.
Ahlaki anlayışta yoklar.
Dürüstlükte yoklar.
Kadın haklarında yoklar.
Özgürlükte yoklar.
İnsan haklarında yoklar.
Eşitlikçi düşüncede ve uygulamada yoklar.

Ilımlı İslamcılar birçok ülkede iktidara geldi. Beceremediler. Ahlaklı, hoşgörülü olamadılar.

Demokrasiyi, insan haklarını, özgürlüğü, dürüstlüğü, hakkı hukuku, adaleti, hoşgörüyü barış içinde bir arada yaşamayı anlayamadılar, özümleyemediler, kabullenemediler.

Dillerinde yalan, nefret, gözlerinde kin, midelerinde haram, ellerinde kan var.

Demokrasi, özgürlük, nihayet İslami kuralara dayalı rejim kuruyoruz diyerek, insanları ayrıştırdılar. Şimdi Mısır’a ağıt yakıyorlar.
– Afganistan, Irak işgallerinde,
– Libya’nın bombalanmasında,
– Suriye’nin kan gölüne dönmesine neden oldukları halde
maskeli yüzlerle saf temiz iyiniyetli Müslümanları aldatıyorlar.

Ilımlısı da siyasalcısı da, radikali de; kendileri gibi düşünmeyenlere yönelik her türlü iğrenç hile yapmayı, tuzak kurmayı meşru gören sapkın akıma dönüştü.

Küfür-hakaret cephesi oldular. Kan istiyorlar, kaos istiyorlar. Peki ama neden?

Dünya; iç savaşlar sonrası din-mezhep savaşlarını geride bıraktı.
Barış içinde bir arada yaşamayı öğrendiler.
Laiklik, hukuk devleti, sosyal devlet, özgürlük, insan hakları kurallarla benimsendi. İşleyen sistem kurdular.

İslam ülkelerine bakın. Kan fışkırıyor, silah sesleri artıyor, bombalar patlıyor. Yakıyorlar, yıkıyorlar, katlediyorlar. Özgürlük deyip özgürlükleri kısıtlıyorlar. Diktaya karşıyız deyip diktatörlüğe yöneliyorlar. Bu durum artık normal hal kabul ediliyor.

Dinden imandan bahsediyorlar, çirkinleşiyorlar, tuzak şiddete yöneliyorlar.
Siyasal, radikal ya da ılımlı islamcı olmak, vicdansız olmayı mı getiriyor?

Ben ve öteki anlayışı, akılcı bilimden uzaklaşmak, dogmatik kavram ve kabullerle düşünmek ve yaşamak, ötekileştirmek, karşıtı düşman görmek yıkımın temel nedeni.

Ortadoğu coğrafyasında din istismarcıları mazlumu oynuyorlar, kabadayılığa yöneliyorlar.
İslam dünyasında; akıl, mantık, izan durmuş durumda.

Çağdaş insanlık anlayışı; akıl ve bilim öncülüğünde, hoşgörüyü, barış içinde birarada yaşamayı, insanı-hayvanı-bitkiyi-doğayı bir bütün olarak görmeyi, anlamayı, bilmeyi öngörür.

Uyanışın, dirilişin sancıları artıyor.
Ufukta aydınlanmanın parıltıları ışıldamaya başlamıştır.

Günün Sözü:
Akıl ve Bilimden uzak anlayış, insanları mutlu olmaktan mahrum bırakır.
(15 Ağustos 2013-ANKARA)

İcat Çıkarma!

Dostlar,

Hacettepe Tıp’tan 1978-81 uzmanlık eğitimi arkadaşımız sevgili
Prof. Çağatay Güler’in yazısını paylaşmak istiyoruz..

Fizyoloji ve Halk Sağlığı Uzmanı..

Renkli kişilik..

Onlarca kitabın yazarı..

Dıyarlı insan şiirleri..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 20.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================

İcat Çıkarma!

Cagatay_Guler_portresi

Prof. Dr. Çağatay GÜLER
Hacettepe Tıp Fak. Halk Sağığı AbD

“Falanca bizden mucit çıkmaz dedi, yok ben demedim” tartışmalarına girecek değilim. Fırsat düşmüşken işin bir başka yönünü dile getirmek istiyorum. Ne çok söylüyoruz birisi düşündüğümüzden, bildiğimizden farklı bir şey söylemeye ya da anlatmaya çalıştığında, “icat çıkarma” diye. Buna rağmen patent büroları kurup “icat çıkaranın” burnundan getirmek için mevzuat düzenleriz. Cevabı aslında “Sana ne!” olan birçok soruyu yanıtlamasını isteriz icat çıkarandan:

“Senin icadın faydalı mı?”
“Evet!”
“İspat et!”
“Faydasız o zaman!”
“O zaman neden icat ettin?”

Cevabı okkalı bir “Sana ne!” olan soruları sormaya öylesine meraklıyızdır ki!

İcat çıkarmanın temeli muhalefettir ve insanlığı ilerleten de muhalefettir.
Yağmur iyidir, kötü de olur kimi zaman. Elbisemizin ıslanmasına, güneşin bizi rahatsız etmesine karşı çıktığımızda şemsiyeyi yaparız. Uçak yapmak yerçekimine muhalefettir. Paraşüt tam bir inatlaşmadır yerçekimiyle. Yazıyı bulmak zamana muhalefettir.
Newton’un ağaçtan düşen elmaya aklını takınca yerçekimini bulduğu söylenir. Öyle olsa da olmasa da benim dedem daha çok gördü elmanın ağaçtan düştüğünü. Yine de yerçekimini Newton bulacaktı. Dedemin suçu yok. Çünkü yetişmiş bir kafası vardı Newton’un ve “rastlantılar yetişmiş kafalara hizmet eder”.

Yetişmiş kafalar ses getirecekleri ortama muhtaçtır.

O unuttuğumuz Sağık Ocağı hekimleri, ebeler, sağlık memurları kapı kapı dolaşarak
gereksinimi olana daha fazla sağlık hizmeti götürerek sağlıkta gerçek eşitliği
sağlamaya çalıştılar.

Diyelim ki aslan gibi bir delikanlı yetişti. Korunabilir hastalıklarla örselenmedi. İyi beslendi. Askere gitti, geldi. Taşı sıksa suyunu çıkarır. Zeki mi zeki… Ama işsiz, akşama kadar at yarışı kahvesinde “Leyla kop da gel, Leyla kop da gel!” diye kendini helak ediyor. O zaman neden aslan gibi? Neden zeki? Demek ki birileri görevini yapmamış. Ona katma değer üreteceği iş olanaklarını sağlamamışlar. Katma değer üretecek eğitimi vermemişler. Seksenden beri eğitimin nereden nereye düştüğünü sorgulayan var mı?

Stephen Hawking… Ağır ve ilerleyen bir sinir sistemi hastalığı var. Kıpırdayamıyor. Ancak elindeki elektronik aleti sıkarak sandalyesine bağlı özel bilgisayarının ekranına dakikada 10 kelime yazarak iletişim kurabiliyor. Aslan gibi değil. Taşı sıksa suyunu çıkaramaz. Ama durmadan icat çıkarıyor bu haliyle. Kimileri kızıyor, kimileri alkışlıyor. Önemli değil. O durmadan icat çıkarıyor. Ya Stephen Hawking bizde olsaydı? “Üşütmesin” diye okula bile göndermezdik! Okulda notlarını bile “sadaka niyetine” verirdik. Belki de dilendirirdik önüne bir mendil serip! Diyelim ki yetişti, icat çıkarmaya başladı. Kızardık O’na. “Haline bakmadan Hasan Dağı’na oduna gidiyor!” diye. Hele bir de engelliler kontenjanından bir iş buldu ise daha çok kızardık. “Haline şükret” derdik. “Sen kim, icat çıkarmak kim, ortalığı karıştırıp durma!”

Varsayalım hepimiz liseyi bitirdik ya da üniversiteyi… Arşimet çağındaymışız. Bu bilgimize karşın kaçımız hamamdan “Buldum, buldum!” diye fırlardık? Kaçımız üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece ettiğini bulabilirdik, birisi sloganlaştırıp ezberletmediyse? Demek ki diploma almakla yetişmiş kafaya sahip olmak farklı şeyler!

Yıllar önce yayımlanmış “Asacaksın Bu Doktorları” adlı kitapta ne deniyordu?

“…Yahu kardeşim… Bizde yapılan bütün tıbbi araştırmalar literatüre uyuyor
Ne zaman ki literatür dediğinin tersini söylemeye başlıyor… Bizdeki araş­tırmalar
o literatüre de hemen uyuyor… Hiç literatü­rün söylediğinin tersinin çıktığı tıbbi araştırma gör­medim…

Ne kadar uyumlu milletiz birader!”

Hadi şiirini de ekleyelim bari:

“aslında bizde
yurtdışı yayın dediğinin
yeğenim
bir kısmı ofşor (off shore)
bir kısmı
hayali ihracat.”

Hacettepe Üniversitesi Rektörüne Açık Mektup

Dostlar,

Prof. Murat Tuncer son 2 yıldır Hacettepe’nin rektörü.

Murat_Tuncer_portresi

Öncesinde ise AKP’nin Sağlık Bakanlığı’nda 10 yıldır Kanser Savaş Dairesi Başkanı idi. Uzmanlık alanı da Çocuk Onkolojisidir. Hacettepe 82 mezundur ve geleneklere göre biz onun 5 yıl daha kıdemli abisi durumundayız.. Sınıf arkadaşı olan eşi de halen bizim Fakültede (AÜTF) öğretim üyesidir.

Ne var ki, uygulamalar hiç de olumlu gitmiyor. Adını vermeyelim, bir öğretim üyesini taciz eden uygulamaları nedeniyle geçtiğimiz aylarda Ankara Tabip Odası‘nın Hacettepe bahçesinde düzenlediği uyarı – protesto toplantısına katılmştık..

Hacettepe Rektörü Dr. Tuncer, neden yerleşik ve yetkin kurulları ve hatta DEKANI dışlayarak faşist bir yasanın bilim dışı despotik yetkilerine dayanır??

Neden res’en atadığı öğretim üyeleri bilimsel olarak daha düşük profillidir?

Kimdir bu insanlar??

Rektör Tuncer, acilen bu “Truva atı manevrası” çağrıştıran davranışlarına
son vermek ve kamuoyunu aydınlatmak zorundadır.

Sevgili Prof. Dr. Okan Akhan hoca çooook zarif ve beyefendice yazmış..
Kendisini, bilim insanı kimliği ile sergilediği bu sorumlu girişimden dolayı kutlarız.

* Hacettepe yalnız rektör Murat Tuncer’e emanet değildir..

Bekliyoruz 2 eylemi de :

1. Rektör Tuncer bu biçimsel olarak mevzuata uygun ama meşruluğu – hukuka uygunluğu tartışılır atamalara son vermelidir;

2 Rektör Tuncer ivedilikle kamuoyuna net açıklamalarda bulunmalıdır.

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 20.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================================

ATO_logosu

Değerli Meslektaşımız,

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Okan Akhan‘ın Rektör Prof. Dr. Murat Tuncer‘e yazmış olduğu açık mektubu aşağıda dikkatinize sunarız.

Okan_Akhan_portresi

Sayın Rektör Prof. Dr. Murat Tuncer,

Sayın Hocam,
Size bu açık mektubu Tıp Fakültemizde akademik kadrolara yapılan atamalarda uyguladığınız yöntemden duyduğum rahatsızlığı bildirmek için yazıyorum.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, tıp eğitimi alanında devrim niteliğindeki yeniliklerle kurulmuş ve tıp alanında öncülüğünü uzun yıllar sürdürmüş olan saygın bir kurumdur. Fakültemizde uzun yıllardır var olan ve geliştirilerek sürdürülen bir bilim ortamı vardır. Bu ortamda değişik kuşaklar bir arada çalışmış ve daha genç olanlar eğitilmiştir. Genç insanların akademik kadrolara seçimi, bilimsel nitelikleri dikkate alınarak akademik kurullarca yapılmıştır. Kurumumuzda akademik kurullar her zaman yöneticilerce saygı görmüş ve akademik kadrolara atamalar akademik kurulların süzgecinden geçirilerek yapılmıştır. Hacettepe Tıp fakültesinde “liyakat” kavramı akademik kadrolara seçilen genç meslektaşlarımız için en önemli kavram olarak atamalarında kullanılmıştır. Aday bilim insanlarının siyasal düşünceleri, dinsel inançları veya cinsiyetleri bu seçimlerde rol oynamamıştır. Zaten uluslararası bilim dergilerinde Hacettepe Tıp kaynaklı yayınlara ve bu yayınları yapan bilim insanlarının sayısal ve sayısal olmayan bilimsel ölçütlerine baktığınızda kurumumuzun yüksek kalitede bir öğretim üyesi kadrosuna sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle kurumumuz tıp alanında yapılan ve uluslararası bilim dergilerinde yayınlanan araştırmalar sıralamasında uzun yıllardır ülkemizin en önde gelen tıp fakültesidir. Her bölümde tüm ülkenin ve bilim camiasının yakından tanıdığı çok sayıda öğretim üyesi çalışmaktadır.
Çok sayıda öğretim üyesi ise kendi alanında uluslararası bilim dünyasınca yakından tanınmakta ve yaptıkları bilimsel çalışmalar nedeniyle saygı görmektedir. Hiç kuşku yok ki kurumumuz Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’den bu yana bu ülkede en fazla uluslararası tanınırlığı ve bilimsel saygınlığı olan tıp fakültesidir. Kurumumuzdaki bu ortamı daha da yükseltecek adımların atılması en önemli beklentimdir.

Sayın Hocam,
Siz rektör olarak göreve başladıktan sonra yukarıda özetlediğim bir atama süreci kurumumuzda artık uygulanmıyor. Kadro ilanları, çoğunlukla ilgili bölümün akademik kurullarının bilgisi ve isteği dışında yapılıyor. Ayrıca seçilmiş kurullarımızın bilgisi dışında tüm süreç düzenleniyor. Üzülerek ifade etmeliyim ki, eğitimden birinci derecede sorumlu olan fakülte kurulu ve sayın dekanımızın da bu atama sürecinden bilgisi olmuyor. Son 20 ayda Hacettepe tıp fakültesi akademik kadrolarına çok sayıda Profesör ve Doçent ataması yapıldı. Ülkemizin en deneyimli, bilgili ve bilimsel niteliği yüksek öğretim kadrolarından birine sahip bir kuruma geleceğin bilim insanları olarak yetiştirilecek gençler yerine kurum geleneğine uzak meslektaşlar atanıyor. Bölümlere atanan meslektaşlarımızın çoğunun özgeçmişlerine baktığımızda uluslararası bilim dergilerinde yayınladıkları makale sayısı, bu makalelere yapılan atıflar ve h-faktörü gibi evrensel bilimsel sayısal kriterleri, atandıkları bölümlerdeki öğretim üyelerinin sayısal kriter ortalamalarının çok altında olduğu görülmektedir. Ayrıca sayısal olmayan bazı ölçütler açısından da (bilim camiasında tanınırlılık doğuran istikrarlı bilimsel çalışma yapmak, uluslararası düzeyde saygınlık yaratan yüksek etki faktörlü yayın yapmak, saygın bilim dergilerinin editörler kurulunda olmak ve saygın bilim derneklerinde sorumlu düzeylerde çalışmak gibi..) atandıkları bölümlerde çalışan öğretim üye ortalamaları ile kıyaslanamayacak bir düzey söz konusudur. Prof. ve Doçente ihtiyaç olmayan bölümlere bilimsel açıdan ilgili bölümün ortalamasının altında bilimsel ölçütlere sahip meslektaşların atanmasının anlamı camiamızda merakla tartışılmaktadır. Atamalarda kurumumuzda bugüne kadar uygulanan uluslararası akademik değerlerin yerine hangi ölçütlerin kullanıldığı da tartışmanın en temel noktasıdır.

Kurumumuza dışarıdan öğretim üyesi atanmasına kategorik olarak karşı çıkılması kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Ancak atanacak adayların bilimsel düzeylerinin yüksek olması en önemli beklentidir. Mümkünse, ülkemizde ilgili alanda çalışan en seçkin bilim insanları arasından atanacak öğretim üyesi seçilmelidir. Bu seçimi yapacak olan jüriler ilgili alanın bilimsel açıdan en saygın öğretim üyelerinden oluşmalıdır. Jürilerin oluşturulma yöntemi ve jürilerin bilimsel kalitesi uygun seçim için en önemli güvencedir. Bu konuda şaibe doğuran yöntemleri kullanmamak yöneticilerin sorumluluğundadır. Benzer olumsuzlukları önlemek için tüm atamaların akademik kurulların doğrudan içinde olduğu tartışma ve karar süreçleri ile düzenlenmesi gerekir. Evrensel üniversite değerlerine uygun bir tartışma ortamı en acil ihtiyacımızdır.

Sayın Hocam,
Atamaların birçoğu doğrudan sizin istek ve inisiyatifinizle yapılmaktadır. Bu atamaları yapmak var olan yasalar çerçevesinde yasal olabilir. Ancak, akademik değerler ve teamüller çerçevesinde düşünüldüğünde bu atamalarda kullanılan yöntemin meşruiyeti son derece tartışmalıdır. Ayrıca rektör olarak size bu hakkı veren yasanın 12 Eylül sonrasının faşist ikliminde yapılan bir yasa olduğunu hatırlatmak isterim. Demokratik ve özerk üniversite idealine yaklaşmaya çalışan, karar süreçlerine katılımı artıran ve fakültemizde bilim ve eğitim ortamını güçlendiren uygulamaları beklememizin hakkımız olduğu kanısındayım.

Sayın Hocam,
Hacettepe Tıp Fakültesinin
– kurum kimliğini zedeleyen,
– yüksek kalitedeki eğitim düzeyini bozan ve
– bilim üretimi ortamını olumsuz etkilediğine inandığım

bu tür atamaları durdurmanızı rica ediyorum.

Saygılarımla.

Prof. Dr. Okan Akhan
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
Radyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE Çarşamba İğneleri

ÇARŞAMBA İĞNELERİ

Naci_Bestepe_portresi

Naci BEŞTEPE

ERTELEME
Hükümet, dershaneleri kapatma planını erteledi.
Yemedi…
DERS
Hüseyin Çelik, Prof.Haberal için, “Umarım ders almıştır”
Haberal’ın alacağı değil vereceği çok ders vardır,
Bay Çelik ders alacakların ilk sıralarındadır…

SENARYO
Topbaş, GEZİ olaylarının senaryo olduğunu söyledi.
Yeni bir dava mı geliyor?…

PARANOYAK
Bavulcu Baransu 14 Ağustos günü tweet attı, “Güne katliam haberiyle mi uyanacaktık? Mısır’daki katliama dur diyecek yok mu? ERGENEKON-BALYOZ gerçekleşseydi aynı katliamı burada görecektik.”
Darbe paranoyası örümcek ağı gibi kafasını örmüş,
Milli orduyu ümmet ordusu gibi görmüş…

ÖRTÜLÜ
Örtülü ödenekten 400 bin adet biber gazı fişeği alınıyor.
Parası örtülü,
Kullanımı görüntülü…

ROCK
Antalya Kaş’ta rock konseri veren imama müftülük soruşturma açtı.
İmam yanlış yere dükkan açtı…

GÜLER
İçişleri Bakanı Güler, Lice’de PKK kutlamalarının yapılmadığını açıkladı.
Bakan ayrı Güler,
Millet neresiyle güler…

ZEKAVET
RTE iktidarı, 66 ay uygulamasından geri adım attı.
RTE, 66 aylık çocuğunu göndermek istemeyen velileri “Benim evladım geri zekalı diyor..” diye suçlamıştı.
Geri zekalının kim olduğu anlaşıldı mı?

OTOKRAT
İngiliz Guardian, RTE’yi Avrupa’daki beş otokrat liderden biri olarak gösterdi.
Bu da haber mi?..

ÇELEBİ
Palalı Çelebi’yi yargıç serbest bıraktı, yurt dışına kaçtı,
Teğmen Çelebi serbest bırakıldı, teröristle savaştı, yeniden tutuklandı.
İşte adalet, işte yargı, işte Çelebi farkı…

ALKOL
Polis, süper kupa maçında alkol muayenesi yaptı.
Trafiğe çıkan araçlarda da futbol topu arasaydı…

SANAT
RTE, “Bizim fişleme gibi bir sanatımız yok.”
Sanata karşı olunca her kötülüğü sanatla özdeşleştiriyor…

KUZU
RTE, Fethullah cemaati ile süren tartışmalar konusunda “Ona yönelik herhangi bir cevabi pozisyonda olmam” dedi.
GEZİ’deki vatandaşa kurt,
ABD’deki imama kuzu…

ZULÜM
RTE, “Er veya geç bir Musa çıkar, zulmün hesabını sorar”
Türkiye’de de…

MİTÇİ
MİT’in basın yayın biriminin başına koyu AKP’li Nuh Yılmaz getirildi.
Adam “NUH” demekten yılar, “AKP” demekten yılmaz…

YASAL
Karayılan’a göre KCK’liler yasal siyasetçi, ERGENEKONCULAR yasa dışı, darbeci.
Aynı AKP ve güdümündeki yargının düşüncesi…

TEBDİL
RTE’nin, Antalya’da kıyıları denetlerken tebdil-i kıyafet yaptığı söylendi.
Kıyıma uğrattığı kıyılar tanımasın diye mi?..

HUZUR
Bülent Arınç, Lübnan’ın tutukladığı pilotlarımızın rahat ve huzur içinde olduklarını söyledi.
Yüce Rabbim verdikçe Arınç’a da böylesini vermeli…

KADI
ERGENEKON Davası’nın sanık avukatları, yargıçları HSYK’ya şikayet etti.
Anasını belleyen kadı, kimi kime şikayet etti?..

KADIN
Öcalan’ın yanına üçü kadın sekiz üst düzey PKK’li veriliyor.
Sayılar karıştırılmış.
En az üçer çocuk yapacak dört kadın verilmeli…

AHLAKSIZ
Fenerbahçe futbol oyuncusu Emre Belezoğlu, Konyaspor maçında RABİA işareti yaptı.
Ben sporcunun zeki ve ahlaklısını severim.

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

Mızrak çuvala sığmıyor


Dostlar,

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof.Dr. Metin FEYZİOĞLU, bilindiği gibi Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku öğretim üyesidir. Zaman zaman Balyoz, Ergenekon vb. davalarda bir hukuk bilimcisinin nesnelliği ile sorukduğunda açıklamalarda bulunmaktadır. Genellikle de davaların özüne girmeden “ceza usulü” bakımından irdeleme yapmaktadır. İyi bilinen bir sözdür, “Usul esasın kapısıdır..” derler. “Canım ufak tefek usul hataları önemli değil, esasa gelelim..” söylemlerinin dikkate alınır bir ağırlığı olamaz.

tbb_logosu

Geçenlerde Cumhhuriyet’te bir demeci yer aldı.
Bildiğiniz gibi biz zaman zaman özellikle arşive aktarılmış metinleri – belgeleri önce çıkarıyoruz. Bu demeç de o türden.. Araya giren 5 Ağustos 2013 Ergenekon davası kararlarının ardından bir kez daha okuyalım..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 20.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================================

GAZETEMİZİ ZİYARET EDEN TBB BAŞKANI METİN FEYZİOĞLU,
YARGIYI SERT SÖZLERLE ELEŞTİRDİ:

portresi

Mızrak çuvala sığmıyor

Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu, dün gazetemizi ziyaret ederek gündeme ilişkin sorularımızı yanıtladı. Birleşmiş Milletler (BM) Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu’nun Balyoz Davası’nda Türkiye’nin

– keyfi tutuklama,
– adil yargılama ve
– savunma hakkına dair 3 maddeyi ihlal ettiği

yönündeki kararını değerlendiren Metin Feyzioğlu,

“BM Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu’nun yasal olarak yaptırım gücü yok. Ancak AİHM, Avrupa Konseyi ve AB kuşkusuz böyle saygın bir mahkemenin yapmış olduğu tespitleri bir veri olarak değerlendirir ve yarın açılacak olan davalarda emsal olarak göstererek Türkiye’ye çok ciddi kınama cezaları ve ilerleme raporuna engel gösterebilir. Açıkçası mızrak çuvala sığmıyor.” dedi.

Balyoz Davası’na ilişkin çok uzun zamandır hukuksal açıklama yapmadığını anlatan Feyzioğlu,

“Balyoz Davası’nı hukuki olarak incelemeyeceğimi daha önce söylemiştim. Burada yargılama baştan sona yok etmeye yönelik kurgulanmış. Hukukçulara davayı sormak, ona itibar kazandırmaktır. Balyoz Davası’nı Türkiye’nin Suriye politikasından, Kıbrıs’taki menfaatlerinden ve Ege’den bağımsız düşünemezsiniz. Türkiye’nin donanması çökertildiğinden beri Kıbrıs’ta, Ege’de ve Ortadoğu’da kendi dış politiasını üretse bile onu savunabilecek haklılığını ortaya koyacak gücü yok. Dolayısıyla tutuklamaların tamamı keyfi olarak ortaya çıkıyor.” diye konuştu.

‘Çifte standart’

Ergenekon davasında verilecek karardan pek ümitli olmadığını anlatan Metin Feyzioğlu şöyle devam etti:

“Aslında KCK davası da aynı siyasi yapının parçası. Barış süreci ile Kürt siyasetçiler 3’er-5’er tahliyeler olurken Ergenekon ve Balyoz davalarında komutanlar ve aydınlar bir an önce özgürlüklerine kavuşturulmaz ise toplumsal barışın sağlanması söz konusu olmaz. Palalı saldırganlar kaçma şüphesi olmadığı gerekçesiyle bırakılacak; Mustafa Balbay, Mehmet Haberal, Engin Alan ve Tuncay Özkan gibi onlarcası kaçma tehlikesi olduğu gerekçesiyle tutulacak. Bunu bana kimse anlatamaz. Yargı Türkiye’de siyasi iktidara yol açma makinesi haline getirildi. Buna son verilmedir.” (Cumhuriyet, 24.07.2013)

Suay Karaman : DEMOKRATİK KİTLE ÖRGÜTÜ

DEMOKRATİK KİTLE ÖRGÜTÜ

portresi2

Suay Karaman

Batı dillerindeki Non Governmental Organization – NGO deyiminin karşılığı olarak ülkemizde “Sivil Toplum Kuruluşu” deyimi kullandırılmaktadır. NGO deyimi, İngilizce “Hükümet Dışı Kuruluş” anlamına gelen sözcüklerin baş harflerinden türetilmiştir. “Hükümet Dışı Kuruluş” deyiminin yerine ülkemizde “Sivil Toplum Kuruluşu” deyiminin kullanılması bilinçli bir tercihtir. Oysaki, Türkçemizde hükümet dışı yapılanmaları ifade etmek üzere “Demokratik Kitle Örgütü – DKÖ” deyimi bulunmaktadır. Sivil Toplum Kuruluşu yerine bazen Sivil Toplum Örgütü deyimi de kullanılmaktadır. Ancak örgüt sözcüğünün genellikle sol içerik çağrıştırmasından korkan egemen güçler, kuruluş sözcüğünün kullanılmasını yeğlemektedirler.

Sivil toplum kuruluşu deyimi, toplumda asker ve sivil olmak üzere iki ayrı kesimin bulunduğu gerçeğine özel bir vurgu yapmaktadır. Oysa önemli olan asker ve sivil ayrımı değildir. Önemli olan demokrat olmak veya olmamaktır. Sözlüklerde sivil kavramı sadece asker karşıtlığı değil, “çağdaş, uygar” olarak da tanımlanmaktadır. Sivilleşme (civilization) ise çağdaşlaşma, uygarlaşma olarak açıklanmaktadır. Bütün bunlar ortadayken hükümet dışı kuruluşu, sivil toplum kuruluşu olarak dilimize sokmanın, geleceği şekillendirmek üzere planlanmış bir uygulama olduğu çok açıktır.

Batı toplumlarındaki hükümet dışı kuruluş kavramının asker ya da devlet karşıtlığı gibi bir anlamı yoktur. Bu kavram, hükümetten ya da devletten bağımsız, kendi finansını kendi sağlayan ve çalışanlarının gönüllülük esasına göre hizmet yaptığı kuruluşu kapsamaktadır. Bizdeki demokratik kitle örgütü kavramı da bu tanımla aynıdır ancak sivil toplum kuruluşu bu tanımlamaya uymamaktadır.

12 Eylül 1980 darbesinin demokrasimizde ciddi yıkımlara yol açtığı bilinirken, sadece askerlerin eseri olduğu yargısının yanlışlığı da kafaları karıştırmaktadır. 12 Eylül faşist yönetimi sırasında demokrasi dışı uygulamalarda en önlerde birçok sivilin bulunduğu gerçeğini gizlemek olanaksızdır. Askeri darbenin karşısına sivil toplum kuruluşu çıkartılarak, ülkemizde asker ve sivil ayrımcılığı yaratılmakta, askerlerin darbeci olduğu, sivillerin demokrasi yanlısı olduğu gibi yanlış bir yönlendirme yapılmaktadır. Halbuki 12 Eylül 1980 tarihinden sonraki birçok sivil iktidarın ne kadar baskıcı oldukları ve günümüz iktidarının yaptığı faşist uygulamalar ile zulümler bu şekilde unutturulmak istenmektedir.

Emperyalizme karşı ilk kez zafer kazanan Türk Ordusu’na karşı ABD ve AB ülkelerinde büyük bir hoşnutsuzluk oluşmuştu. Ordumuzun etkinliğinin kırılması için gizli ve açık eylemlerde bulunmaktan çekinmemişlerdi. 26 Mart 2003 tarihinde CIA’in Türkiye uzmanı Prof. Henry Baker bir konferansta

    “Türk Ordusu’nu kafesledik”

demiştir.

4 Temmuz 2003 tarihinde Irak’ın kuzeyindeki Süleymaniye kentinde Türk Askeri’nin başına çuval geçirilmiştir.

2008 yılında CIA eski Ankara İstasyon Şefi Graham Fuller, “Yükselen Bölgesel Aktör Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabında açıkça şunları yazmıştı; “Türk Ordusu ile ulusalcı aydınların tasfiye edilmeleri gerekir.” İşte emperyalist güçlerin bize benimsetmek istedikleri sivil toplum kuruluşu deyimi, toplumda var olan bazı gerçekleri saptırmak amacı güdenler açısından kolaylık sağlayıcı çağrışımlar içermektedir.

Bu süreçte Balyoz, Ergenekon, Casusluk gibi

    sahte kanıtlarla hazırlanan emperyalist senaryolar

la verilen mahkumiyet kararlarıyla da, Türk Ordusu itibarsızlaştırılmak istenmektedir.

Bunlardan başka hükümet dışı olmanın, demokrat olmakla, çağdaş ve uygar olmakla özdeş bir durum sayılması da yanlıştır. Bu tür yanlış bir yargı, devleti bütün olarak demokrasi ve özgürlüklerin karşıtı bir oluşum gibi görmeyi sağlar. Böyle bir değerlendirme, devleti küçültme ve ileri aşamada ulus devletini ortadan kaldırarak, küresel imparatorluğu güçlendirme yönündeki planlarla örtüşen bir yaklaşım olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sivil toplum kuruluşu gibi bir kavram, egemen güçlerin isteklerine uygun düşen bir başka yanlışlığı da ortaya çıkarmaktadır. Bu yanlışlık, günümüzde bir takım vakıfları, bir takım sözde cemaat ve tarikatları toplumsal ve siyasal yaşamın başlıca unsurları haline getirmek isteğidir. Toplumu ortaçağ karanlığına sürüklemek isteyen cemaatlerin, tarikatların ve vakıfların demokratik bir yapılanmaya sahip olmadıkları bilinen bir gerçektir. Bu oluşumları sendikalar ve dernekler gibi demokratik kitle örgütleriyle birlikte göstererek, yurtsever askerleri dışlayan ayrımcılığın doğurduğu tehlike, emperyalizmin gizli oyunlarındandır. Bu konudaki en önemli olgu ise günümüzde sivil toplum kuruluşu denilen oluşumlar, emperyalist ülke kaynaklarından akan paralar kullanılmak suretiyle, Atatürkçü ve yurtsever aydınların kökünü kurutarak, sözde aydınlar türetme planlarının aracı haline dönüştürülmektedir.

Demokratikleşmeyi ve çağdaşlaşmayı amaç edinmeyen hiçbir kuruluş demokratik kitle örgütü değildir.

Demokratik kitle örgütleri, topluma ve ait olduğu gruplara yararlı hizmetler geliştirmek amacıyla kurulmuş, gönüllülük esasıyla çalışan topluluklardır. Kendilerini sivil toplum kuruluşu olarak adlandıran bazı örgütlerin, emperyalizmden beslendiği ve emperyalist çıkarlara hizmet ettiği bilinmektedir. Bütün bu tehlikeleri göz önünde bulundurarak, doğru bir deyim olan Demokratik Kitle Örgütü deyimini kullanmamızda, ülkemizin geleceği açısından sayısız yararlar bulunmaktadır. (19 Ağustos 2013)