Etiket arşivi: ULUSLARARASI TOPLUM

Dış politika için de parlamenter rejim…

BİRGÜN, 2022.05.05

 

“Uluslararası toplumun onurlu üyesi Türkiye…” denirdi, insan haklarına ilişkin yasa gerekçelerinde. Uluslararası topluma kendini kabul ettirmek için AKP, ilk yıllarında Avrupa Birliği kaldıracını da kullanarak Ecevit hükümetinin başlattığı reformları sekter biçimde de olsa sürdürdü. Neden sekter? Çünkü balayı dönemi, AKP-Gülen ekseninde yer almayan demokrat, sol ve insan hakları savunucularını da baskılamak için kullanıldı. Özgürlükleri baskılayıcı düzenlemeler, 2017’de başladı; 2011 seçimleri sonrası merkezileşme ivme kazandı. 2013’te Gezi, “dış güçler” söylemi eşliğinde anayasasızlaştırma sürecini görünür kıldı.
***
İlerleyen yıllarda kurulan Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme (PBYDBY) ile ulusal alandaki kuralsızlaştırma, kurumsalsızlaştırma, kazanımları değersizleştirme ve sistemsizleştirme, uluslararası savrulmalara da yansıdı. Cumhuriyet dönemi dış politikası ve Anayasa’nın amir hükümleri (AS: buyurucu kuralları) bir yana bırakılarak, kişisel ilişki ve tercihler, kısa dönemli çıkarlar öne çıkarıldı. İşte bazı kesitler:

•Katil eline dosya: Yurttaş olmayan “mahpusların” yabancı ülkelere resmen nasıl “kaçırıldığı” belleklerde iken, Cemal Kaşıkçı dosyası, tersi yöndeki kararlılık iradesi unutularak, katil Devlet’e gönderildi. Suudi Arabistan (SA) İstanbul Başkonsolosluğu’nda fiziken (bedeni) yok edilen kişinin dosyasının katillerin eline verilmesi, dünya hukuk tarihinde kara bir leke.

•Sözleşmelerde karşıtlıklar: Kadına yönelik şiddetin yaygınlaştığı bir sırada Anayasa çiğnenerek İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış ve Paris Anlaşması onaylandığı halde çevresel yağmaya devam, değerlere ve kurallara inançsızlığın tipik göstergeleri.

•Yönetsel karmaşa: Çift başlı yönetime hayır sloganı ile anayasal düzen yıkıldı. Ama dış ilişkileri Cumhurbaşkanı mı, Dışişleri Bakanı mı, Saray kurulları mı yoksa CB Sözcüsü mü yönetiyor? Belli değil.

•SA’ya gezi: Cumhurbaşkanı gezisi, “PBYDBY neden bir an önce sonlandırılmalı?” sorusunun da açık bir yanıtı. Parlamenter rejimde başbakan böyle bir dayatma gezi yapabilir miydi? Yaptığı varsayımında, dönüşünde Meclis’ten kaçabilir miydi? Seçimlere az kala, Türkiye Cumhuriyeti ve yurttaşları için onur kırıcı ve rencide edici gezi sonrası, tek amacı para girdisi olan gezi tasarılarını kestirmek zor değil. Kaşıkçı dosyasını para için katil devlete gönderme, CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun, “Türkiye’de can güvenliği yok” sözlerinin teyidi (doğrulanması) ve devletimizin uluslararası toplum önünde saygınlığını sıfırlayan bir durum.

•Gezi hıncı ve seçimler: Buna karşılık, hak ve özgürlüklerini kullanarak anayasal düzeni korumaya çalışan yurttaşların arkasında dış güçler aramak, artık bir AKP-MHP ittifakı klasiği. SA’ya gezi öncesi açıklanan ve Anayasa madde 138’i dinamitleyen Gezi kararlarını öven CB; üst yargıya gözdağı verdi. Gezi’yi dış güçlere bağlayarak halkı aşağıladı. Oysa Gezi, belli liderlerin çağrısı ile veya dış güçlerin tezgâhı ile gerçekleştirilmesi olanaksız kitlesel bir demokratik hareket. Avrupa Mahkemesi kararlarına meydan okumayı sürdürdü. 2023 seçimlerine yönelik şantaj malzemeleri üzerine ipuçları verdi.

•“Yurtta ve dünyada savaş”: Ulusal ve uluslararası ölçekte, çifte karşıt söylem, iktidar için savaş sloganı gibi. Aydınlanma Çağı’nın yaşandığı, hukuk devletinin ve insan haklarının doğduğu Batı’ya karşı sistematik hasmane söylem, kendi özgür tercihi ile kurumlarında, hukukunda ve değerler sisteminde yer alan Türkiye Cumhuriyeti karşıtlığı değil mi? Tam tersine, Taliban’a karşı pek yumuşak ve kibar bir dil Afrika, Orta Asya ve Orta-Doğu otoriter yönetimleri ve diktatörlere övgülerle sürüyor. Ulusal ölçekte ise laiklik-yurttaşlık ve özgürlük düşmanı cemaat ve vakıfları kollama ve dışarıda, dinci-otoriter yönetimlere yaklaşım tarzı arasındaki koşutluk açık. Demokratik cumhuriyetçilere yönelik ötekileştirici ve siyasal iktidarın serbest seçimler yoluyla eldeğiştirdiği devletlere yönelik olumsuz tavır arasındaki koşutluk da açık. Amaç belli: Seçimlerde demokratik cumhuriyetçielere karşı “dış güçlerle işbirliği” ithamını kullanıma sokmak.
***
Bütün bunlar, PBYDBY kurgusu ile kurul halinde yönetimi, siyasal sorumluluk ilkesini, demokratik denge ve denetim düzeneklerini tasfiyesinin bir sonucu. Bu nedenle işe, parlamentoculuğun temel kurum, kural ve ilkelerini yeniden inşa ile başlamak gerekiyor.

The Economist : “Türkiye diktatörlüğe kayıyor”

The Economist’ten referandum kapağı: Türkiye diktatörlüğe kayıyor

The Economist dergisi, Türkiye’de ‘partili cumhurbaşkanlığı’ sistemini getiren ve ‘tek adam‘ yaratacağı gerekçesiyle eleştirilen anayasa değişikliği referandumunu kapağına taşıdı.
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

[Haber görseli]

The Economist dergisi, 15 Nisan’da piyasaya çıkacak olan yeni sayısı “Türkiye diktatörlüğe kayıyor” başlığını taşıyor. Dergide aynı başlıkla kaleme alınan makalede

  • Recep Tayyip Erdoğan, onyıllardır gerçekleşen en sert darbeyi yürütüyor.
    Batı Türkiye’yi terk etmemeli” ifadeleri kullanıldı.

Türkiye’nin hem tarihi hem de jeopolitik açıdan önemine vurgu yaparak başlayan makalede, Türkiye’nin ‘Erdoğan liderliğinde son yıllarda geriye gittiği’ kaleme alındı.

“Güçlü bir başkanın hiçbir sorunu yok; Ancak Türkiye’nin yeni anayasası bunu aşıyor. Ülke, parlamento tarafından çok az kısıtlanan bir 21’inci yüzyıl sultanıyla karşı karşıya kalabilir.

  • ‘Evet’ Türkiye’yi Erdoğan’ın seçilmiş diktatörlüğüne mahkum edebilir. 
  • ‘Hayır’ ise Türklerin Erdoğan’ı sınırlamasını sağlayabilir”

    denen makalede 2003 yılında ekonomik ve siyasal olarak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ekonomik ve siyasal olarak iyi bir iş çıkardığı, ancak son dönemlerde ülkenin sorunlarının arttığı vurgulanıyor. Yazı şöyle devam ediyor :

“Suriye iç savaşının gölgesinde cihatçılar ve Kürt militanlar Türkiye devletine karşı savaş açmış durumda. Geçen yaz, Ordu bir darbe girişiminde bulundu. Darbe girişimi muhtemelen ABD’de yaşayan dini lider Fethullah Gülen’in bürokrasiye, yargıya ve Orduya sızmış ve sayıları on binleri bulan destekçileri tarafından düzenlenmişti. Bir zamanlar ülkenin güçlü yanı olan ekonomi, adam kayırmalar, kötü idare ve turizmde yaşanan çöküşle yavaş büyüyor.”

“Başkanlık sistemiyle gelen istikrar boş”

Başkanlık sistemiyle geleceği iddia edilen istikrarın ‘boş’ olduğunu söyleyen makale, başarılı demokrasilerin güçler ayrılığını hayata geçirip, hükümetlerin karar alma süreçlerini yavaşlattığını belirtiyor. Başkanlık sistemiyle idare edilen ABD anayasasının da başkanı bir kral gibi davranmaktan alıkoyduğu vurgulanıyor.

“Türkiye, seküler, muhafazakar, ulusalcılar arasında bölündüğü gibi, Türkler, Kürtler, Aleviler, kalan bir avuç Rum, Ermeniler ve Yahudilerden oluştuğu için bütün gücü elinde toplayan bir hükümete özellikle uygun değil” diyen makalede muhafazakar bir yönetimin kendisiyle aynı fikirde olmayan kesimleri dışlamasıyla ülkenin hiçbir zaman istikrar kazanamayacağı yazılıyor.

‘Erdoğan’ın olağanüstü hal ile gücünü suistimal ettiğini‘ öne süren yazıda
“Sorunun siyasi İslam’da değil Erdoğan ve yakın çevresinde olduğu” iddia ediliyor.

Ancak Türkiye’nin NATO müttefiki olması, Suriye ve mülteci krizinde önemli bir rol üstlenmesi, Avrupa’nın önemli bir ticaret ortağı olması sebebiyle dış dünyanın Türkiye’den vazgeçmemesi gerektiği vurgulanıyor.

‘Türkiye karanlık bir döneme giriyor’

Derginin yeni sayısında “Cesur ‘Yeni Türkiye’: Türkiye’de darbe girişiminin mirası” ve “Türkiye’de demokrasinin kaderini belirleyecek oy” başlıklı iki makale daha yer alıyor.

‘Türkiye demokrasisinin kaderini belirleyecek oy’ başlıklı makalede referandum yarışının HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş gibi muhalif liderlerin hapiste olması nedeniyle adil bir ortamda gerçekleştirilmediği belirtiliyor.

Erdoğan’ın ‘bütün muhaflileri düşman olarak gördüğü’ aktarılarak Erdoğan’ın darbenin ardından topladığı destek ile ‘Evet’ oyunu alacak gibi göründüğü kaleme alınıyor.

Yazının sonunda ise “16 Nisan’da ne sonuç çıkarsa çıksın Türkiye karanlık bir döneme giriyor.

Evet’ ülkeyi seçilmiş bir diktatöre mahkum ederken

Hayır” oyu Türk demokrasisini kurtaracak.

Ancak mücadele etmek için yeni bir gün başlayacak” deniyor.
=====================================
Teşekkürler The Economist…

Ülkemizin içişlerine karışmadan, demokratik – sosyal hukuk devletinin Türkiye’de yaşaması için destek olmak, sorumluluk almak tüm uygar dünyanın boynunun borcudur.

Artık küresel – uluslararası toplumdan söz ediyoruz..
Hiçbir ülkenin kendi sınırları içinde başına buyruk olamayacağı Uluslararası Hukuk tarafından kabul ediliyor. BM bu amaçla kuruldu ve Türkiye kurucu 45 üyeden biri oldu.

Türkiye, 2004’te Anayasasının 90. maddesini AKP iktidarı eliyle bu amaçla değiştirdi :

D. Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma
Madde 90 – Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır.
Ekonomik, ticari veya teknik ilişkileri düzenleyen ve süresi bir yılı aşmayan andlaşmalar, Devlet Maliyesi bakımından bir yüklenme getirmemek, kişi hallerine ve Türklerin yabancı memleketlerdeki mülkiyet haklarına dokunmamak şartıyla, yayımlanma ile yürürlüğe konabilir. Bu takdirde bu andlaşmalar, yayımlarından başlayarak iki ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin bilgisine sunulur.
Milletlerarası bir andlaşmaya dayanan uygulama andlaşmaları ile kanunun verdiği yetkiye dayanılarak yapılan ekonomik, ticari, teknik veya idari andlaşmaların Türkiye Büyük Millet Meclisince uygun bulunması zorunluğu yoktur; ancak, bu fıkraya göre yapılan ekonomik, ticari veya özel kişilerin haklarını ilgilendiren andlaşmalar, yayımlanmadan yürürlüğe konulamaz.
Türk kanunlarına değişiklik getiren her türlü andlaşmaların yapılmasında birinci fıkra hükmü uygulanır.
Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.)
Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.

Halkoylamasına sunulan 16 maddelik Anayasayı bozma teklifinin 8. maddesinde ise Cumhurbaşkanına

“Milletlerarası andlaşmaları onaylar ve yayımlar.” yetkisi verilmekte!?

Yürütme, gene Yasama’nın yetki alanına müdahale etmekte, TBMM iyice zayıflatılmakta,
TEK ADAM “Cumburbaşkanı” ölçüsüz güçlendirilmekte.. Dünyada örneği olmayan ucube!

Yıllarını Anayasa hukukuna adamış, sayısız makale – kitap yazmış hukukçu
Prof. Dr. Kemal Gözler, son kitabı ” ELVEDA ANAYASA” da şunları kaydediyor..

  • .”..halkoylamasına sunulan sistemin başkanlık sistemiyle uzaktan yakından bir ilgisi yok.
    Çünkü başkanlık sistemi bir kuvvetler ayrılığı sistemidir. Başkanlık sisteminde yasama ve yürütme organları birbirinden bağımsız olarak seçilir ve birbirinden bağımsız olarak görevlerini sürdürürler. Biri diğerinin görevine son veremez. Oysa önerilen sistemde Cumhurbaşkanı da, TBMM de, kendi seçimlerinin yenilenmesini göze almak kaydıyla diğerinin görevini sona erdirebilmektedir.
  • Böyle bir sistemin “başkanlık sistemi” olduğunun söylenmesi muazzam bir yalandır.”

1 ay içinde 3. baskısın yapan bu kitabın herkes tarafından okunmasını diliyoruz.
Özellikle gözü kapalı “evet” çilerin.. Orta boy, 182 sayfa (+11 sayfa kaynaklar vd).

Sevgi ve saygı ile. 13 Nisan 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Maraş’ta katliamla yüzleşmek mümkün mü?


Maraş’ta katliamla yüzleşmek mümkün mü?

Necdet Saraç
necdetsarac@ilerihaber.org, 25.12.14
http://ilerihaber.org/yazarlar/necdet-sarac/maras-ta-katliamla-yuzlesmek-mumkun-mu/603/

Dersim katliamı nedeniyle Aleviler üzerinden Cumhuriyet’le ve CHP’yle hesaplaşmak isteyen AKP, “yüzleşme” kavramını çok öne çıkardı. Ancak aynı AKP, yakın geçmişimizde yaşanan katliamlarla ilgili sesini bile çıkarmadı. Sesini çıkarmak bir yana, parlak ve kulağa hoş gelen laflarla Alevilere aşk ilan eden AKP, bu yıl da Maraş katliamını protesto etmek ve orada katledilen eşini, dostunu, kardeşini, yoldaşını anmak isteyenlere yine yasak koydu.
Maraş 21 Aralık’ta tam bir sıkıyönetim kentine dönüştü. Maraş sokakları boşaltıldı.
Kentin giriş çıkışları binlerce asker ve polisle tutuldu… Bir kez daha, katliamları hatırlamak
ve hatırlatmak “suç ve hata”, unutmak ve unutturmak ise “doğru ve haklı” gibi sunuldu…

Bunu yapan AKP ne Dersim, ne Maraş ne de Sivas katliamlarıyla yüzleşemez!
Yalnız AKP değil, çünkü AKP bir sonuç, asıl olarak, siyasal İslamcı ve milliyetçi zihniyet katliamlarla yüzleşemez.

Neden mi?

Çünkü, siyasal İslamcı, muhafazakar ve milliyetçi-ırkçı zihniyet laf düzeyinde reddetseler bile, dünden bugüne katliamlardan beslenmektedir.

Katliamlardan beslenenler Maraş katliamıyla yüzleşemezler!

Çünkü, bu katliamlar “üç-beş kişinin eseri” değildir. Maraş katliamı başta olmak üzere, Sivas örneğinde de görüldüğü gibi bütün planlı katliamlara on binlerce kişi fiili olarak katılmıştır…

Ama öldürerek, ama tekbir getirerek, ama katledilmesi gerekenleri işaret ederek!
Düne dek aynı sokağı, aynı mahalleyi paylaştığı, aynı bakkaldan alış veriş yaptığı, çocuklarının birlikte oynadığı komşusunu “İşte bunlar da Alevi” diyerek…

Bu nedenle Maraş katliamıyla yüzleşmek on binlerce insanın da, bu anlamıyla işin gerçeği bütün Maraşlıların kendileriyle yüzleşmesini beraberinde getirecektir. O zaman
bu yüzleşme, bırakın 36 yıl öncesini, daha bugün “Burası Maraş, buradan çıkış yok”
veya “Maraş Ovası Müslüman Yuvası” sloganı atan 18-19 yaşlarındaki çocuklarla
ve o çocukların ana-babasıyla yüzleşme anlamına gelecektir.

Bu yüzden “yüzleşme” lafları havada uçuşsa da, kendisini dün Adalet Partisi’nde (AP), Milliyetçi Hareket Partisi’nde (MHP), Milli Selamet Partisi’nde (MSP), bugün AKP’de, MHP’de, SP’de kendisini ifade eden siyasal İslamcı, muhafazakar milliyetçi, ırkçı ve ayrımcı anlayış katliamla yüzleşemez!

Çünkü, katliamdan dolayı 36 yılda şehrin bütün siyasal ve sosyal yapısı kökten değiştiği için, bugün “katliamla yüzleşme” demek, örneğin Maraş’ta yaşayanların % 92’si ile yüzleşmek anlamına gelir!

Neden mi? Anlatayım!

Örneğin 1977 yılında Maraş kent merkezinde oy kullananların, %34’ü CHP’ye olmak üzere yaklaşık %40’ı sol adaylara oy vermiş. %26’sı AP’ye, %15’i MHP’ye, %15’i de MSP’ye
oy vermiş.

Bundan 9 ay önce yapılan 30 Mart 2014 yerel seçimlerindeki tablo Maraş’taki siyasal değişimin boyutunu gösteriyor. 2014 yerel seçimlerinde AKP %59, MHP %31 oy almış. Bu oy oranları BBP ve SP’nin oylarıyla birlikte tam %92 yapıyor. Geriye ne kalıyor; %8 bile değil. CHP % 6,3, HDP de %1,3 oy almış!

Daha da iyi anlaşılması için şöyle örneklenebilir: 1977’de oy kullanan 200 bin kişinin
7283’ü CHP’ye oy verirken, 2014’de oy kullananların sayısı 600 bin olmuş. CHP’nin aldığı oy 37534 almış. HDP ise 7698.

Değişim bu kadar net. Bu değişim 1970’lerde “Altın Hilal” tespitiyle hedefe konan ve
o dönem Alevilerin yoğun yaşadığı bütün kentler için hemen hemen aynı sonuçlarla geçerli… Yani yalnızca Maraş değil, örneğin Elazığ, Malatya, Sivas, Yozgat gibi…

Bunlar katliamlarla yüzleşemezler…

Çünkü, katliamla yüzleşmek demek, dosyaların yeniden açılması anlamına gelir.
Dönemin siyasal sorumlularının yargı önüne çıkması anlamına da gelir.
Tabii o katilleri savunanları yeniden deşifre etmek anlamına da…

Çünkü, her şey bir yana, yüzleşme demek, katliamlara “olay” demenin bitmesi ve katliamlara “katliam” denmek zorunda kalınacağı için yüzleşme olmuyor!

Durum böyle olunca, halen linç kültürünün yaşandığı, insanların etnik ve dinsel kimliklerine göre kutuplaştırıldığı, dinin yaşamın her alanına nüfuz ettiği bir ortamda kardeşlikten, eşitlikten, yüzleşmeden söz etmek koca bir yalandan başka bir şey anlamına gelmiyor…

Maraş katliamının nasıl örgütlendiği, nasıl yapıldığı bugün bütün belgelerle orta yerde.

Dönemin “taraflı” mahkeme tutanakları bile bunun için fazlasıyla yeterli.
Orta yerde sır yok! Tıpkı Sivas katliamı gibi, Hrant Dink cinayeti gibi…
Ancak Devlet kendisi de işin içinde olduğu için yüzleşmenin yalnızca lafını ediyor,
asıl sorumluları yargılayamıyor. Yanılmak isterim ama, görülüyor ki, bu ülkede
sol iktidar olmadığı sürece bu tür katliamlar ve siyasal cinayetler yapanın yanına
kâr olarak kalmaya devam edecek.

=================================

Dostlar,

Geçen yıl bu gün sitemizde yayımladığımız önemli bir makaleyi yeniden paylaşmak istiyoruz..

Sevgi ve saygıyla.
25.12.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

******************************

Dostlar,
36 yıl önce bugünlerde Maraş’ta katliam sürüyordu!
Evet evet, sürüyordu. 19 Aralık’ta başlatılmış, 25 Aralık’a dek (1978)
Devletin gözünün önünde sürdürülmüştü!

Gazteteci – yazar dostumuz Sn. Necdet Saraç, 21 Aralık 2014 günü Ulusal Kanal’da
bizim yönettiğimiz programda 2 katılımcıdan biri idi (öbürü Sn. Av. Kazım Dinç).

O programda kapsamlı olarak dile getirdiklerini, sağ olsunlar özetleyerek kaleme almışlar.
Biz de program konuşmalarını web sayfamızda özetlemiştik :

AKP Alevi Haklarını ve AİHM Kararlarını Neden Görmezden Geliyor?
(http://ahmetsaltik.net/2014/12/21/akp-alevi-haklarinii-ve-aihm-kararlarini-neden-gormezden-geliyor/, 21.12.14)

Bir kez daha kurbanlara (beşyüzü aşkın!) rahmet ve yakınlarına dayanma gücü dilerken;
Devleti – toplumu da bu insanlık suçu katliamı açığa çıkarmaya çağırıyoruz.
Uluslararası toplumun desteğini de diliyoruz elbette, içişlerimize karışmadan!

Sevgi ve saygıyla.
25.12.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Doğu Perinçek ve Avukatları Mehmet Cengiz ile Laurent Pech’in AİHM’de savunma metinleri


Dostlar,

28 Ocak 2015 günü Fransa / Strazburg’ta AİHM’de yapılan temyiz duruşmasında,
Perinçek Davasında sunulan 3 savunma metnini paylaşmak istiyoruz..

Doğu Perinçek ve Avukatları Mehmet Cengiz ile Laurent Pech’in savunma metinlerini..

9 sayfa tutan 3 savunma metni pdf olarak ektedir. Tarihsel belge niteliğindedir.
Önemli hukuksal metinlerdir ve özenle değerlendirilmelidir.

Bu davaya emek veren herkese, başta Sayın Doğu Perinçek olmak üzere şükran borçluyuz.

AİHM Büyük Dairesi‘nin de temyiz makamı olarak adalete – hakkaniyete – hukuka dayalı ve uluslararası barışa katkı koyacak nitelik ve içerikte bir karara ulaşmasını dilemek hakkımızdır.

Gerçekte uluslararası sistemin varlık nedeni de bu beklentilere dayalıdır.

Küresel barış ve istikrarın sağlanmasında kritik sorunları çözücü
kurumsal hukuksal katkılar
verilmesi..

Soyut bir özne olarak İnsanlığın ve somutlaşmış biçimi olarak uluslararası toplumun
bu “olgunlaşmış” (matüre) aşamasında tersini beklemek ve ummak hiç de şık ve
yerinde olmayacaktır.

Verilecek AİHM temyiz kararı; bir “örnek olay” (case) incelemesi üzerinden
Batı Uygarlığının kendi değerlerine dönük ciddi bir tarihsel sınav,
somut bir sorunsaldır (problematik).

Dileriz “Uygar Batı” sınıfta kalmasın...

Her 3 savunma metnini okumak için lütfen tıklayınız…

AIHM_28_Ocak_2015_Strazburg_Savunma_Metinleri

Sevgi ve saygı ile,
03.02.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

AKP Alevi Haklarını ve AİHM Kararlarını Neden Görmezden Geliyor?

 

AKP,
Alevi Haklarını ve AİHM Kararlarını Neden Görmezden Geliyor?

 

Dostlar,

Yukarıdaki başlığı bu gün, 21.12.14 günü Ulusal Kanal‘da
20:00 – 22:00 arasında işledik.

Sayın Gazeteci – Yazar Necdet SARAÇ İstanbul’dan,
Av. Kazım Genç de Ankara’dan konuğumuz oldular.

36 yıl önce 19-25 Aralık 1978 günleri arasında neredeyse 1 hafta süren 1978 Maraş Alevi kırımının masum kurbanlarını (resmen 110 dolayında, fiilen beş yüzü aşkın!) anarak başladık. Sn. Saraç son birkaç yıldır Maraş’a giderek bu anmalara katılıyor. Bu yıl bilindiği gibi Valilik, “olaylar çıkmasın, provokasyon olmasın” (!) gerekçesi ile her tür anma girişimini yasakladı.. Gerçekten traji-komik bir durum.. 1 hafta boyunca hunhar – barbar – kanlı kırımı engelle(ye)meyen Devlet, 36 yıl sonra bile insanların yüreklerine sığdıramadıkları acılarını yaşamalarını engelliyor.. Valilik bu yasakçı hukuk dışı tutumunu derhal sonlandırmalı, örtük sıkıyönetimi kaldırarak anmalar için gerekli güvenlik ortamını sağlamalıdır. Uzun yıllar “travma sonrası stres bozukluğu” yaşayan Alevi toplumu, adalet duygusu da tatmin edilmediği için, neredeyse süregen (kronik) yas sendromu içine giriyor. Öğrenilmiş çaresizlikle içine kapanıyor ve toplumdan kendisini yalıtarak yalnızlaşıyor. Öbür toplum kesimleri ile kaynaşarak sosyalleşmesini tamamlayamıyor. Böylelikle halkı bir arada tutan kederde – tasada – kıvançta birlik – ortaklaşma gerçekleştirilemiyor.

Sosyal psikoloji açısından son derece sakıncalı hatta tehlikeli bir durum..

Unutulmasın, Kerbela faciası 1375 yıl önceydi ve 72 insan çölde aç – susuz bırakılarak kadın – çocuk – yaşlı demeden kırılmıştı. Katliam, İslam Peygamberinin soyu kurutularak Halifeliğin Abbasi’lerden Emevilere geçişini hedeflemişti Şam valisi Yezid. 1375 yıl sonra bile tüm dünyada on milyonlarca Alevi – Şii – Caferi, çok az da olsa bir bölüm Sünni insan toplu kırımın yasını tutmakta her yıl Muharrem ayında. 12 gün susuz ve çile içinde oruç tutarak yasını yaşamaktadır.

Bu tür kapsamlı kırımlar Türkiye’de ne yazık ki belli aralarla neredeyse dönemsel (periyodik) nitelik kazandı. Ulusal birliğin kurulup – pekiştirilmesini apaçık dinamitleyen kökü dışarıda senaryo ve tezgahlardır bunlar..

Son 40 yılda Maraş – Çorum – Sivas katliamları sahnelenmiş ve yüzlerce Alevi yurttaş öldürülmüş, onbinlercesi kapsamlı göçlere zorlanmış (tehcir!);  toplumsal yaşamın dışına itilmişlerdir.
Nüfusun demografik yapısı, etnisite politkaları ile değiştirilmektedir.

Aleviler, bir yandan da 1982’den bu yana Anayasaya konan zorunlu din dersleri ile assimile edilmeye başlanmışlardır. Toplu cinayetlerin eylemcileri ve azmettiricileri yakalanıp adalete teslim edilmemiş, Alevi yurttaşların adalet gereksinimi gözardı edilmiştir.
Bu politikalar halkı bütünleştirici – kaynaştırıcı değil tersine ayrıştırıcı ve hatta düşmanlaştırıcıdır. 1990’larda 31 Ocak 1990 günü, ADD kurucu genel başkanı Prof. Muammer Aksoy’un öldürülmesiyle başlanan  cinayetler 15 yıl kadar sürdürülmüştür.

Vurgulanması gereken bir husus da tekil ya da toplu öldürmelerin katillerinin ve iç – dış azmettiricilerinin bulunmaması ve yargıda hesap vermemeleridir. Böylelikle ortaya çok ürkünç (vahim) bir gerçek çıkmaktadır :

  • Devlet suça ortaktır! 

Ortada çooook sayıda toplu – tekil cinayet vardır ve aradan geçen onca zamana karşın “faili meçhul” (!) kalabilmiştir. Üstelik devletin onca gücü – olanağı varken.. Kimi katiller ödüllendirilerek milletvekili bile yapılmış, katil sanıklarının avukatları bakanlığa dek yükseltilebilmiştir!

*****

Bu durum (zulüm!) sürdürülemez..

Bir devletin en temel işlevi tartışmasız olarak yurttaşlarının can güvenliğini sağlamaktır.

Böyle olmak gerekirken tersine Devlet suça ortaksa;
orası sözün bittiği ve Devletin tüm meşruluğunu yitirdiği yerdir.

Ülkede barış ve adaletin sağlanması başarılamazsa kalkınma ve istikrar da hayal olur.. Türkiye’nin bu profile uyan görünümü büyük acı vericidir ve artık mutlaka düzeltilmesi zorunluğu vardır.
Bu bağlamda, sayıları 15-20 milyondan az olmayan (belki daha da çok!) olan Alevi – Bektaşi yurttaşlar, ülkenin asli kurucularından olarak son derece temel beklentiler içindedir ve istemlerinin daha fazla ötelenmesi olanağı kalmamıştır :

===============================================

1. Aleviler, inançları yüzünden hiçbir ayrıma uğramadan
eşit yurttaş” olmak istemektedir.

2. 1826’lardan bu yana süregelen mallarına el koymanın sonlanmasını ve bunların geri verilmesini istemektedirler.

3. Cemevlerinin kendi belirledikleri ibadet (tapınç) yeri olarak tanınmasını istemektedirler.

4. Zorunlu din dersleri, Sünni öğretinin ideolojik aracı ve assimilasyon yöntemine dönüşmüş olup mutlaka kaldırılmalıdır.

5. DİB (Diyanet İşleri Başkanlığı) kaldırılmalı ya da Alevilerin de adil temsil olanağı sağlanmalıdır. DİB, muazzam bütçe payları ve devasa vakıf fonlarıyla 140 bin çalışanı ile (yeterince denetlenebiliyor mu??), DİB Başkanı’nın Devlet protokolünde
50. sıralardan 10. sıraya uçurularak yükseltilmesi sonucu (Şeyhülislam!?) Başkanlık bir fetva makamı kılınmış ve laik devlet yapısına tümden aykırı düşmüştür. Merhum Prof. İlhan Arsel‘in
söylemiyle hurafe üretmeye devam etmektedir! Prof. Arsel,
dine eleştirileri yüzünden ölüm tehditleri almış ve yaşamının uzunca yıllarını yurt dışında (ABD) geçirmek zorunda
bırakılmıştır! İmam Gazali‘den bu yana 600 yıldır İçtihat kapısı kapatılarak İslami kaynaklar yenileşmeye kapatılmış, adeta dondurulmuştur.

6. Türkiye, Anayasasının  da öngördüğü bağlamda mutlaka laik bir devlet olmalı (başta md. 2, 24 ve 174) ve giderek sekülerleşerek çağdaşlaşmalıdır.

Alevilik ve ülkemizdeki sorunları konusunda uzmanlığı tartışmasız, basılı kitapları yayımlanmış olan Sn. Hüsnü Merdanoğlu,
program sırasında bize ulaşmaya çabalamışlar,
ancak stüdyoda internet erişimi sağlanamadığından katkılarını alamamıştık. Program bitiminde gördüğümüz uyarılarına göre listeye 7. bir madde eklenmelidir:

7. Alevilerin isteklerine yönelik sayın Saraç’ın belirtikleri yanında, Alevilerin günümüzde bile yanlış tanınmalarına neden olan Osmanlı dönemi fetvalarının, Osmanlı-Safevi sürtüşmesi sürecinde birer psikolojik savaş kalıntıları olduğunun, bu fetvaların içeriğinin doğru olmadığının da siz aydınlarca ve ülkemizin birliği ve bütünlüğü yanında olanlarca sürekli dile getirilmesi gerekmektedir.

Sn. Merdanoğlu’nun uyarı ve katkısı son derece yerindedir. Özellikle Osmanlı Şeyhülislamı Ebussuut‘un fetvalarının hiçbir temeli olmayan, bir din adamına (!?) asla yakışmayan söylemleri ayrımcı, kışkırtıcı, düşmanlaştırıcı ve tümüyle uydurmadır. “Şeyhülislam” sanını almış, İslam Dininin şeyhi,
onu yorumlamaya – aktarmaya en yetkili kılınmış birinin (gerçekte İslamda ruhban sınıfı yoktur ve herkes dinini Kuran’ı okuyarak yorumlar; Peygamber bile salt elçidir, tebliğden öte yetkisi yoktur!..) böylesine nifakçı tanımları – fetvaları bir insanlık suçudur ve günümüz Diyanet İşleri Başkanlığınca yalanlanarak son derece olumsuz etkisi kırılmalıdır.

     Dinin kamusal alan dışına çıkarılması zorunludur.

Batı uygarlığı, ancak Hıristiyanlıkta reformla Kiliseyi
salt bireysel
inanç alanına iterek günümüz uygarlık düzeyine erişmiştir.

Benzer reform, İslam dininde de yapılmak zorundadır.

================================================

Çağımız İNSAN HAKLARI ÇAĞI’dır!

Bu bağlamda yeterince yerleşik hukuk metni vardır ve bu metinler uluslararası bakımından geçerli ve yürürlüktedirler, ulusalüstüdürler.

BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB) 1948’den yana
en başta gelenidir.

Avrupa Konseyi’nin belirlediği İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS) 2. sırada önemli belgedir. İHAM (İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi) bu Sözleşmenin yaptırımı olan
yargı organıdır.

BM Çocuk Hakları Sözleşmesi 3. sırada sayılabilir.

Türkiye, bu uluslararası insan hakları sisteminin üyesidir, içindedir. Fakat uygulama bu yönde değildir. Üstelik 1982 Anayasasının 90. maddesinin son fıkrasında Mayıs 2007’de yapılan devrim niteliğinde değişime karşın!

Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma

MADDE 90./son fıkra :

  • “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek: 7.5.2004-5170/7 md.)
  • Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.

İnsan hakları sistemine taraf olan Türkiye, aykırı kamusal uygulamaları ile AİHM’nde en çok mahkum edilen birkaç ülke içindedir. AKP hükümetleri ile 2002 Kasım’ından bu yana bu karne  – sicil daha da olumsuzlaşmıştır. AKP, Anayasa Mahkemesi kararı ile Laikliğe aykırı işlem ve uygulamaların odağı durumuna gelmiştir fakat ne yazık ki hala iktidardadır! Ülkeyi dincileştirme azim ve kararındadır. Birkaç hafta önce yapılan 19. Milli Eğitim Kurultayı (Şurası) kararları ve 12. CB Bay RTE’nin orada yaptığı konuşma tam anlamıyla dehşet vericidir. AKP, örtük -fakat artık açık- 2023 gündemi ile Türkiye’yi bölünmüş bir dinci faşist Anadolu Federe İslam Devletine dönüştürme azim ve kararlılığındadır.

Alevi hakları ülkenin en önemli sorunlarındandır
ve laik düzenin korunması salt Alevilerin sorunu değildir.
Sorun hukuksal olmaktan çıkmış ideolojik düzleme taşınmıştır. Ülkedeki tüm yurttaşların Türkiye’yi demokratik bir ülke kılmak ve Cumhuriyetin temel niteliklerini korumak yükümü ve sorumluluğu vardır. Anayasanın 2. maddesinde tanımlı Cumhuriyetin 6 temel niteliği, 4. maddede değiştirilmesinin önerilmesi bile olanaksız kılınarak kurucu irade tarafından pekiştirilmiştir ve mutlaka uyulması gerekmektedir. AKP hükümetlerinin bu meşruiyet dışı tehlikeli gidişi terk etmeleri gerekmektedir.

Uluslararası toplum; insan haklarının çiğnenmesinin ülkemizde ağır ve sürgit nitelik kazanmasından kaynaklanan süreçte, uluslararası hukuka bütünüyle uygun olarak, etkili BM yaptırımları uygulama (ekonomik – ticari – politik – diplomatik – mali -askeri..), Avrupa Konseyi’nden atılma … gibi araçlara – etkili yaptırım olanaklarına sahiptir.

Alevilere dönük her türlü ötekileştirme – ayrımcılık (diskriminasyon)
insanlığa karşı suçlardır ve gecikmeden son verilmelidir.

Türkiye, büyük ATATÜRK‘ün “Yurtta barış Dünyada barış” ilkesinin gereklerini yerine getirmelidir. 10. Yıl Söylevi‘nde yer alan “imtiyazsız – sınıfsız kaynaşmış bir kitle olmak” hedef alınmalıdır.

*****

Ulusal Kanal‘daki açık oturumumuzdan çıkarımlarımız yukarıda kapsamlı olarak özetlenmiştir.

Tüm insanları, Hünkâr Pir Hacıbektaş‘ın evrensel öğretisi
“eline – beline – diline sahip çıkmaya” çağırıyoruz..

Her ne arar isen insanda ara
Kudüs’te, Mekke’de, hacda değildir..
Hararet nardadır sacda değil
Keramet baştadır taçta değil 

Sevgi, muhabbet kaynar yanan ocağımızda,
Bülbüller şevke gelir, gül açar bağrımızda,
Hırslar, kinler yok olur, aşkla meydanımızda,
Aslanla, ceylanlar dosttur kucağımız..

Hacı Bektaşı Veli

Sevgi ve saygıyla
22.12.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Not : Laik – bilimsel – parasız – karma eğitime ve eğitim emekçilerinin haklarına sahip çıkma bağlamında 20.12.14 günü Ankara Tandoğan meydanından basın açıklaması yaptıktan sonra Güven Park’a dek yürümek isteyen, bizim de üyesi olduğumuz EĞİTİM-İŞ üyesi öğretmenlere polisin uyguladığı hukuk dışı orantısız şiddeti insan hakların aykırı ve kabul edilemez buluyor esefle kınıyoruz! İlgililerin cezalandırılmasını istiyoruz.
Benzer şiddet eylemlerine AKP iktidarının kesinkes son vermesini istiyoruz.

* Program kaydı elimize geçtiğinde YouTube‘a yükleyeceğiz..
* Bu yazının pdf formatı için lütfen tıklayınız:

AKP_Alevi_Haklarini_ve_AIHM_Kararlarini_Neden_Gormezden_Geliyor_ULUSAL_KANAL

Onur ÖYMEN : Deutschlandfunk’a verdiğim mülakat

 

Deutschlandfunk’a verdiğim mülakat

portresi2

 

 

Onur ÖYMEN

 

 

Bu sabah (9 Ekim 2014 ) Alman radyosu Deutschlandfunk’un canlı yayınına katılarak bölgedeki gelişmelerle ilgili olarak özetle şunları söyledim:

– Suriye ve Irak’taki terörist saldırılara karşı uluslararası toplum birlik ve dayanışma içinde olmalıdır.

-Yalnız IŞiD değil bütün terör örgütleri tehlikelidir. Hepsine karşı mücadele gerekir.

-‘İyi terör örgütü, kötü terör örgütü’, ‘tehlikeli terör örgütü tehlikesiz terör örgütü” gibi
bir ayırım yapılamaz.

Terörle mücadelede çifte standard uygulanmamalıdır. ‘Benim menfaatime zarar verenm terör örgütüyle gelin birlikte mücadele edelim, sizin menfaatinize zarar veren terör örgütü silahını bırakmasa da siz onunla masaya oturup siyasal çözüm arayın demek doğru değildir.’

-11 Eylül (AS: 2001) saldırılarından sonra Başkan Bush “Dünyada’ki bütün terör örgütleriyle sonuna dek mücadele edeceğiz. Bizim gri sahamız yoktur, ya bizimle berabersiniz veya bize karşısınız.” demişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan da daha iki gün önce “IŞİD’le PKK arasında fark yoktur” dedi.

– Ancak Erdoğan’ın bölgedeki bütün terör faaliyetlerinden Esad rejiminin sorumlu olduğu görüşüne katılmıyorum. Zira Suriye’deki olaylardan önce de bölgede birçok terör örgütü vardı.

-Teröre karşı yalnızca hava saldırıyla sonuç almak olanaklı değildir. Ancak, uluslararası koalisyonun hiçbir üyesi Suriye ve Irak’a terörle mücadele için
kara kuvveti göndermeye hazırız demedi. Bu mücadeleyi yalnızca Türkiye’den beklemek doğru değildir. Türkiye’ye saldırı olursa kuşkusuz kendi ülkemizi koruruz.
Ama benceTürkiye’nin tek başına asker göndererek Suriye’de teröristlerle mücadele etmesini beklemek doğru değildir.

-Yapılması gereken en önemli işlerden biri, bölge halkına terörün dışında seçenek sunmaktır. Bu da laik ve demokratik bir devlet anlayışıdır.

Saygılar, sevgiler. 9.10.14

===========================================

Teşekkürler sayın Öymen..

İyi ki varsınız…

Sevgi ve saygı ile.
09 Ekim 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

 

 

ADD Genel Başkanı Gezi Parkı Direnişini SÖZCÜ’ye Değerlendirdi


Dostlar,

ADD Genel Başkanı Sayın Tansel Çölaşan‘ın SÖZCÜ‘de önceki gün yayımlanan söyleşini, günelliği nedeniyle paylaşmak istiyoruz..

Vali mutlu konuştu: Kalkışma mutlak surette ezilecektir

Hükümeti bir kez daha Taksim’de yasaları çiğneyerek insan haklarını çiğnememeye, kuşatmayı ve şiddeti der-hal durdurmaya çağırıyruz.

Başbakan RT Erdoğan da acilen TV’lerden halkımıza ve kolluk güçlerine

“Sevginizi ve hoşgörünüzü eksik etmeyin”

tümcesini kurmaya çağırıyoruz.

“Kininizi ve dininizi eksik etmeyin” talihsiz kışkırtıcılığına karşılık..
(Hemen belirtelim, bu tümce de Başbakan RT Erdoğan’ın pek çok sözü ve eylemi gibi suçtur ve yasama dokunulmazlığı kalktığında hukuksal hesabı sorulacaktır..)

Onbinlerce insanımızın katili taşeron bölücü örgüt ile sözmümona
“analar ağlamasın” takiyyesi ile mücadeleyi bırakıp müzakereye geçeceksiniiz;

Taksim’de ise Anayasa’nın 56. maddesindeki, başta AİHS olmak üzere uluslararası sözleşmelerdeki  ve daha birçok madde ve yasal dayanakla haklarını kullanan
ve de görevlerini yapan kendi insanınıza AİHM kararlarını hiçe sayarak
vahşet (orantısız şiddet değil artık!) uygulayacaksınız..

Bu olmaz, bu denli ağırlığı ne AKP’nin ne de RT Erdoğan’ın sıkleti kaldırabilir..

İstanbul ayağa Tayyip istifa! Haydi Taksim'e

  • Acilen şiddete son!..
  • Acilen şiddete son,
  • Duyuyor musunuz etkili ve yetkililer

ve de ULUSLARARASI TOPLUM, onun saygın kurumları ve de yetkilileri..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 12.6.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

ADD Genel Başkanı Gezi Parkı Direnişini SÖZCÜ’ye Değerlendirdi

TANSEL ÇÖLAŞAN

portresi

 

 

 

 

10 Haziran 2013
www.add.org.tr

(S) Taksim Gezi Parkı’nda başlayan olayların, dalga dalga yayılarak Türkiye’nin bütün il merkezlerini, aynı zamanda diğer pek çok ülke başkentini kapsaması neyi gösteriyor?

(C) “Yeni bir durumu” gösteriyor.
İktidarın son 10 yıldır yürüttüğü yanlış, basiretsiz politikalarının sonucu. Öngörülmeyen bir durum bu. Direnişin başlangıçtaki çevresel tepki girişiminin ötesine geçerek siyasal iktidarın “konumunun” tartışılması gerektiğini gösteriyor.

(S) Açar mısınız?

(C) Aslında AKP, hedefindeki Türkiye’ye uzun süre, “yetmez ama evet” çilerin desteğiyle oluşturduğu medya, ele geçirdiği yargı ve diğer kurumlarla yarattığı suni demokrasi ortamında ve takiye politikalarıyla yürüdü. Çağdaş demokrasilerde hiçbir biçimde kabul görmeyecek bu yolla tam 3 kez genel seçim kazanıp iktidarda kalmayı başardı. Son dönemde de, halkın tepki vermemesine ve korkutulmasına güvenerek hızlandı; ve cumhuriyetin kazanımlarını teker teker yok etmeye, yerine ortaçağ zihniyetini hakim kılacak bir diktatörlüğün yapı taşlarını örmeye başladı.

(S) Yeni anayasa da bu çerçevede düşünülebilir mi?

(C) Tabi. Yeni anayasa girişimi de aslında AKP’nin hedefindeki Türkiye’nin Anayasası. “Birilerine” verilen ödünler karşılığında kendi anayasasını hayata geçirmek ve dayattığı “ortaçağ” rejimini meşrulaştırmak istiyor. Barış, kardeşlik, analar ağlamasın reklamları ile milletin birliğini, ülkenin bütünlüğünü pazarlığa açıyor ve karşılığında istediği kendi rejim ilkelerinin kabulü. Ama halk bunu gördü.

(S) Taksim’e dönersek, neden başladı?

(C) AKP halkın yaşam alanına da el attı. Kaç çocuk yapacağına, çocuğunu nasıl doğuracağına, bahçede, parkta nasıl oturacağına, ne içip, içmeyeceğine kadar karıştı, kendi ahlak kurallarını halka dayatırken, Cumhuriyetçi tabanı oluşturan Alevi kesimin değerlerini hiçe sayıp 70.000 Aleviyi evlerinde katleden Yavuz Sultan Selim’in adını 3. Köprüye verme basiretsizliğini gösterebildi. İş Cumhuriyetin kurucularına “2 ayyaş” demek noktasına gelince bu, bardağı taşıran son damla oldu ve halk DUR BAKALIM dedi. aslında olay 10 yıllık birikimin sonucu. Sineye çeke çeke sonunda patladı. Çağdaş bir Cumhuriyet devleti çatısı altında yaşamaya ve kötü de işlese demokrasiye alışkın olan halk, AKP’nin önümüzdeki yerel ve genel seçimleri de alarak bir 10 yıl daha iktidarda kalmak hedefini ve bu yolla kendisini ortaçağ düzenine götürecek otoriter bir rejime sürüklendiğini GÖRDÜ.

(S) Yani Taksim direnişini çağdaşlık ve demokrasi istemi olarak değerlendiriyorsunuz?

(C) Tabii. Halk, Demokrasinin sadece seçimlerden ibaret olmadığını, özgürlük ve eşitlik olmadan Demokrasi olmayacağının bilincinde.

(S) “Yeni durum” dan çıkacak dersler neler olmalı?

(C) İktidar, muhalefet ve kamuoyunu oluşturan tüm yapılanmalar mesajı doğru okumalıdır; 1- Türkiye yoluna demokrasi ile devam etmelidir. İster askeri, ister sivil her türlü geri adım atılmasına izin verilmemelidir. 2- Türkiye hem bir bölgesel dış savaş, hem de etnik-dini- mezhepsel siyasi çatışmalar üzerinden iç savaş senaryolarına karşı sağlam durmalıdır.3- Anayasanın değişmez maddeleri içinde yer alan Cumhuriyetin temel nitelikleri gözetilerek siyasi çözümler üretilmelidir. Ayrıca siyasi partiler ve seçim demokrasinin vazgeçilmezleridir. Ama yetmez, katılımcı Demokrasi için; adil temsili sağlayacak seçim sistemi ile oluşacak meclis, kişi hak ve özgürlüklerine saygı ve eşitlik, muhalefetin korunması için iktidarın sınırlanması gibi yasal mekanizmalar sağlanmalıdır. Halkın isteği budur.

İktidara düşen görev, demokrasiyi işine geldiği gibi değil, kurallarıyla işletmektir.
Ama acilen; seçimlerden önce, 12 Eylül döneminden kalan ve işine geldiği için değiştirmediği, halkın mecliste Adil temsili önleyen, her türlü yasal engelin kaldırılmasını sağlayacak düzenlemeler için düğmeye basmasıdır. Muhalefet hazırdır. İstikrar söylemleri ile ülke son 10 yılda tek adam diktasına yönelmiştir. Koalisyonlardan korkulmamalıdır. Aksine koalisyonlar dengeyi sağlar, demokrasiyi güçlendirir. Ancak bundan sonra yapılacak yerel ve genel seçimler ülkemizde demokrasinin önünü açabilir.

Muhalefete düşen görev ise yine öncelikle bu sürecin yaşama geçirilmesi için çalışmak, seçimde birliktelikler oluşturup iktidarı hedeflemek,
hiçbiri olmuyorsa acilen sine-i millete dönmek olmalıdır.

Çünkü bir kere korku duvarları yıkılmış, nehir akmaya başlamıştır.
Geriye dönüşü olmaz.

Bu sancılı dönem ülkemizde kuralları ile işleyecek bir demokrasiye geçişi sağlayabilirse şansımız olur. Aksi halde Türkiye’yi daha karışık günler bekliyor demektir.

Mesaj iyi okunmalıdır.