Etiket arşivi: Thomas Jefferson

Venezüella’nın anlamı

Venezüella’nın anlamı

Örsan K. Öymen
31.01.2019, Cumhuriyet

1776 yılı uygarlık tarihi açısından önemli bir yıldır. 4 Temmuz 1776 tarihinde Amerika’da Philadelphia kentinde imzalanan Bağımsızlık Bildirgesi ile Britanya Krallığı’nın Amerika kıtasında oluşturduğu koloniler, Britanya Krallığı’ndan bağımsızlıklarını ilan ettiler. Böylece Amerika Birleşik Devletleri’nin temeli atıldı.

Ancak Thomas JeffersonBenjamin FranklinThomas Paine ve George Washington gibi devrimcilerin öncülük ettiği bu hareket bir bağımsızlık ilanından ibaret değildi. Bu hareket, yeni kurulan bağımsız devletin, yani Amerika Birleşik Devletleri’nin, Britanya Krallığı’nın siyasal yapısından farklı olacağını da ana hatlarıyla ilan etmişti.

Söz konusu yeni yapıya göre ABD’de, Britanya Krallığı’ndan farklı olarak, monarşik, teokratik ve feodal bir yapının olmaması öngörülmüştü. Yetkileri tek elde toplayan despotik bir kralın ve kraliçenin yerine; yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı ilkesi bağlamında hareket eden bir devlet başkanı; yürütmeyi etki altına alan bir kilise yerine dinin, devlet, siyaset ve hukuk işlerine müdahale etmediği ve bu koşulla dini inanç ve ibadet özgürlüğünün sağlandığı laik bir düzen; toprak mülkiyetinin devletin ve toprak ağalarının tekelinde olduğu bir düzen yerine, tüm vatandaşların doğal mülkiyet hakkının olduğu bir yapı öngörülmüştü.

Bu devrimlerin temelinde, 17. yüzyılda yaşamış olan John Locke ve 18. yüzyılda yaşamış olan David HumeAdam SmithCharles-Louis Montesquieu ve Jean-Jacques Rousseau gibi filozofların ve düşünürlerin kuramları yatmaktadır.

  • 1776 Amerikan devrimi, monarşiyi, teokrasiyi ve feodalizmi yıkan ilk büyük devrimdir.

Bu devrimin Avrupa’daki ilk yansıması da Amerika’dan 13 yıl sonra, 1789 yılında Fransa’da yaşanmıştır. Genel sanının aksine monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılma süreci ilk kez 1789 Fransız devrimiyle değil, 1776 Amerikan devrimiyle birlikte başlamıştır. Ancak 1789 Fransız devrimi de Amerikan devrimini tamamlamış ve önce Avrupa’da, sonra da dünyanın diğer bölgelerinde büyük bir etki yaratmıştır.

18. yüzyılda, bir yandan aydınlanma ideallerinin üzerine inşa edilen, bir yandan da Britanya Krallığı’nın sömürgeci yapısına bir tepki olarak kurulan ABD, 20. ve 21. yüzyılda kendi sömürgelerini kurmanın peşine düşmüştür.

Neden? Çünkü ABD, aydınlanma devrimlerini bir adım daha ileriye götüremedi, 19. yüzyılda Alman filozof Karl Marx ile Avrupa’da gelişen sosyalist ve diğer sol akımları kendi içine taşıyamadı. Avrupa, belli bir ölçüde de olsa, Fransız devriminin üzerine sosyalist veya sosyal demokrat bir örgütlenme oluştururken, ABD yerinde saydı, kendisini geliştiremedi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD yönetimleri bu nedenle de darbe ve/veya işgal yoluyla Guatemala, Küba, Şili, Nikaragua, El Salvador, Vietnam, Irak, Suriye gibi birçok ülkeye müdahalede bulundu. Son yıllarda benzer bir senaryo Venezüella için hazırlanmış durumda.
Venezüella eski Devlet Başkanı Hugo Chavez’in ülkesinde sosyalist politikaları uygulamaya başlamasından itibaren Venezüella ABD’nin hedefi oldu.

ABD’nin 1950’lerde, 1960’larda, 1970’lerde ve 1980’lerde Guatemala’da, Küba’da, Şili’de, Vietnam’da, Nikaragua’da, El Salvador’da sosyalist hareketlere karşı gerçekleştirdiği müdahalelerin bir benzeri, şimdi Venezüella için devreye girdi. ABD, Chavez’in politikalarını sürdürmeye çalışan Nicolas Maduro’yu devirmek için kukla siyasetçi Juan Guaido’yu devlet başkanı olarak tanıdığını ilan etti.

Büyük resim dikkate alındığında, Maduro’nun ekonomi ve hukuk alanlarındaki yönetim beceriksizlikleri bir ayrıntı olarak kalmaktadır. İşin özü şudur:

  • Kapitalizm emperyalizmi, emperyalizm de kapitalizmi beslemektedir. 

O nedenle Rusya’da Putin ve Türkiye’de Erdoğan gibi liderlerin kapitalizmi ve emperyalizmi eleştirmeden Venezüella’ya sahip çıkmalarının da hiçbir anlamı yoktur.

İsrail ‘Din devleti’

‘Din devleti’

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet, 03.08.2018
(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)
Geçen hafta perşembe günü sabahı İsrail meclisi “Knesset” İsrail’i, “Yahudi Ulus Devlet”, 
açıkça “Yahudilerin ulus devleti” olarak kabul ettiğini dünyaya duyurdu. (19.7.2018)

Ve hemen ardından da -anımsanacağı gibi- “yolsuzluktan” yargılanan Başbakan Netanyahu“Mutlak bir çoğunluk, devletin ‘Yahudi karakterinin’nesiller boyunca aktarılmasına karar verdi, ‘Çok yaşa İsrail devleti!’ ” diyerek seslendi.
Kuşkusuz bu “Yahudi karakteri”ni belirleyen, “Yahudi şeriat (Halaka) kuralları” olduğu bilinir; dolayısıyla Başbakan, “İsrail bir din devletidir!” diyerek de vurguladı bu durumu.
Ve bu “dinsel” dile getiriş, “İsrail Devleti”nin kurulduğu toprakların yerli halkını hiçe sayıp, sınırlarının genişletilmesinin “nedeni” olarak hep kullanıldı, şimdi de kullanılmaktadır…
Öyle ki, İsrail’in sınırlarını, “Kızılırmak” büklümüne dek uzatarak, Anadolu’yu da içine alan ünlü “Yaşam Alanı” kuramı, “Ortadoğu”yu da, Batı Emperyalizmi’nin at koşturduğu bir alan olmasını sağlayan yine “dinsel” bir projedir; daha yakışan bir deyişle, “dinsel maskeli” bir projedir…
Dünya ülkelerine dağılmış olan “İsrailoğulları”nı, “Kutsal Kitap”ları, “AhdiAtik”te, kendilerine “vaat edilen, çeşmelerinden bal, süt akan” bugünkü topraklarına, Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sonunda yerleştiren İngiltere -bu “sevabı” işledikten sonra- Ortadoğu’yu, dünyanın yeni jandarması “ABD”ye teslim etmiş olsa da, dinsel bağlamdaki bu emperyalist tutum sürdürülecekti, sürdürüldüğü görülüyor.
Öte yanda, İsrail meclisi “Knesset”in, Arap milletvekilleri Netahyahu’yu eleştirerek, “Siz bir ‘apartheid’ (ırk ayrımcılığı) yasasını geçirdiniz. Bu yasa ırkçıdır!” diye uyardılar…
Ayrıca, Komünist Partisi’nin Arap milletvekili de: “Yahudiler dışındaki bütün vatandaşları, ikinci sınıf vatandaş konumuna getirdiğini söyleyerek,‘…demokrasinin ölümü ilan edildi!’ ” dedi…
Bir “din devleti” olduğunu ilan eden İsrail’in, bu yapısından kaynaklanan ırkçı tutumuna, dolayısıyla Filistinlilere uyguladığı katliama, dahası, içeriden de yapılan bu ağır suçlamalara karşın, ABD’nin hâlâ İsrail’i savunmasının siyaset bağlamı dışında, başka bir anlamı olabilir mi?
“ABD”nin, bir “din devleti” olduğu, ülkedeki Hıristiyanlardan, Hıristiyan dininin bir mezhebi olan Protestanlığı kabul eden, “Protestanlar” tarafından kurulduğu konusu, şu günlerde dile getirildiği görülüyor; özellikle de tutucu Protestanlara “İncil” yazarlarına verilen “Evangelist” adından kaynaklanan Evangelist’ler dendiğinden söz ediliyor ve “ABD”yi kuranların bunlar olduğu belirtiliyor.
ABD’de, Başkan Trump’ın da katıldığı bu tartışmalar sürerken, İsrail’in, “Yahudi Ulus Devlet” olduğunu sağlayan yasaya, “Yahudi Ulus Devlet Yasası’na, yazının başında yer alan eleştirilere bir yenisi daha eklendi.
Maliye Bakanı Moshe Kahlon“ayrımcılığı ve din devletini yasal hale getirecek” bu yasaya itiraz etti; ardından Eğitim Bakanı da bu eleştiri kervanına katıldı.
Bu itirazların yapıldığı geçen hafta, ölen Filistinlilerin‘149’a ulaştığını bildiriyordu ‘TV’ler…
“Din devletleri”nin, insanlığa yaşattığı derin olumsuzlukların süreceği görülüyor.
Ne dersiniz?
======================================
Dostlar,

İSRAİL’de IRKÇI – SİYONİST DİN DEVLETİ İLANI ÇOK UTANDIRICIDIR

21. yy’da utandırıcı bir girişim İsrail’in yaptığı..
Tam anlamıyla “dinci ırkçılık“, özel olarak adı SİYONİZM!
ABD / ABD’li Evangelistler tam güç, bu küresel meydan okumanın ardında!?
Bu nasıl insan hakları savunuculuğu ise!?

İsrail’de Yahudi Şeriatı Halaka yaşama egemen olacaksa, bu ülkede yaşayan Yahudi olmayanlar kesin olarak “1. sınıf eşit yurttaş” olamayacaklardır.

Bu sonuç, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve BM Sözleşmesi başta olmak üzere sayısız uluslararası hukuk metnine açık biçimde aykırıdır.

Ayrıca “Yahudi” olma, biyolojik soybağına dayalıdır ve mutlaka Yahudi bir kadından doğma koşuluna bağlıdır. Sonradan bu ırkçı özelliğin kazanılması olanaklı değildir..

Şimdi dönüp Türkiye’ye bakalım.. Neredeyse 90 yıl önce Mustafa Kemal Paşa, 10. Yıl Söylevini bitirirken

  • “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sloganını kullanmıştır. (29 Ekim 1933)

Kemal Paşa‘nın kendi el yazısıyla 3 ayrı yerde “Türk Milleti” tanımı yaptığını biliyoruz.

  • “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına / ahalisine Türk Milleti denir.”..

Bu belirleme ve çağrı tümüyle gönüllü, uygarca, sosyolojik temelli, ırkçılık dışı ve gerçekçidir.

Anadolu halkını, etnik kökenlerini gözetmeden, çağdaş bir ulus devlet kurmaya çağrıdır. Emperyalizm karşısında başkaca seçenek yoktur; tersi durumda bölünüp parçalanma ile yutulma ve / veya emperyalizmin sömürgesi kukla devletçiklere dönüşme kaçınılmazdır.

Dolayısıyla ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ asla ırkçı olmayan, barışçı – dayanışmacı – birleştirici bir anti-emperyalist bir insan hakları savunma girişimidir. Kaldı ki, bu kurum –Ulus Devlet- Mustafa Kemal Paşa‘nın uydurması da değildir, imparatorlukların parçalanmasının ardından Dünyada geçerli olan devletleşme modelidir.

Türkiye’de bu gerçekçiliğin doğru algılanması, tüm Türkiye halkları = Türk Ulusu açısından yaşamsal önemdedir.

Dolayısıyla “eşit yurttaşlık” sözlerinin semantik tuzaklı büyüsüne kapılmadan ulusun birliği sağlanmalıdır. Bunun yolu “yurttaşların eşitliği” dir.. Ülkemizde, etnisiteleri farklı da olsa, anayasal olarak salt Türk yurttaşlarımız vardır ve bunlar yasa önünde eşittirler.

Anayasanın 66. maddesi toplumsa barışın güvencesi gibidir :

  • Madde 66 – Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.

Türk vatandaşlığı yasal koşulları oluştuğunda, başkalarınca kazanılabilmektedir. Örn. evlenme ile, ülkemizde belli değerde taşınmaz edinme…. Suriye’li göçmenlerin yaklaşık 1/100’ünün (35 bin dolayında) son birkaç yılda Türk vatandaşlığına kabul edilmesi gibi.. (TÜRK VATANDAŞLIĞI KANUNU, RG : 12.06.2009, sayı: 27256)

Günümüz ABD’si, çok sayıda farklı Avrupa halklarınca kurulmuştur. İngiliz emperyalizmi ile yıllarca bağımsızlık savaşı vermişler ve 1776’da Virginia Haklar Bildirgesi ile bağımsız devlete adım atmışlardır. Genelgeçer, en yaygın konuşulan dil olan İngilizce’yi tek “resmi” dil olarak benimsemiş ve uluslaşmaya koyulmuşlardır. ABD’nin 3. Başkanı (1801-1809) Thomas Jefferson, haklı biçimde övünerek salt bir devlet kurmadıklarını, ayrıca bir ULUS YARATTIKLARINI vurgulamaktadır.. Üstelik çok sayıda (onlarca!) farklı millet – dil – kültürden kalkarak.. Gerçekten de “Amerikan” halkı tam anlamıyla sentetiktir, yapay olarak üretilmiştir. Hiçbir ABD’li = Amerika yurttaşı = “Amerikan” bu durumdan yakınmacı değildir.

Resmi (official) = ana (basic)  = asıl (essential) = birincil (primary) dilleri kamusal alanda İngilizcedir.
“Anne” (mother) dili = doğuştan (native) dilleri çoook farklıdır ve bunlar da kamusal alan dışında özgürce kullanılmaktadır.
Ancak bilmektedirler ki, ABD olmalarını DİL VE ULUS BİRLİĞİNE borçludurlar.

Aktardıklarımızdan, Türkiye ve benzer biçimde etnik – dilsel – inanç eksenlerinde ayrıştırılarak iç savaşla parçalanmak ve sömürgeleştirilmek istenen pek çok ülke ve halk için çıkarılması gereken çok ders vardır.

Üstelik Türkiye’de ABD ölçüsünde etnik çeşitlilik söz konusu değildir. Çoğunluğun dili “resmi” dilimizdir. Anadolu’da yaşayan halkın ezici çoğunluğunun “Türk” olması nedeniyle, “Türklerin yurdu – diyarı” anlamında “Turchia” adı, 800+ yıl önce Batılı tarihçilerce konmuştur.

Emperyalizme direnmenin tek yolu ANADOLU HALKININ DİL VE ULUSAL BİRLİĞİ‘dir. Ve ancak böylelikle gerçek demokrasi kurulabilir..

Sevgi ve saygı ile. 05 Ağustos 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Onur ÖYMEN kitabı : Bir Propaganda Silahı Olarak Basın


Dostlar
,

Usta diplomat, birikimli – deneyimli yurtsever politikacı Sn. Onur ÖYMEN yeni bir kitap daha yayımladı..

Bir Propaganda Silahı Olarak Basın

Değerli bir okurumuz da oturup çooook kapsamlı (sıkışık 11 A4 sayfası) özetini çıkarmış.. Bu site yapısı bakımından nce uzun bir kolonda birkaç km (!) tutabileceği için kısa birkaç bölümü veriyoruz. Tümünü okumak içi ise pdf erişkesini (linkini) tıklamak gerek : ONUR_OYMEN_Kitap_Ozeti_Bir_Propaganda_Silahı_Olarak_Basin_8.6.14

Sn. İstiklal Türker‘e teşekkür borçluyuz..(istiklalsiz.olmaz@googlemail.com).

Sevgi ve saygı ile.
9 Haziran 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

OKUR KATKISI..

Kitabın adı: Bir Propaganda Silahı Olarak Basın
Dünya’da ve Türkiye’de Sansür Baskı ve Yönlendirme
Yazarı: Onur Öymen
Remzi Kitabevi A.Ş., 1. Baskı / Nisan 2014
494 sayfa, 30.00 TL, İnternet Satış Fiyatı: 20.62 TL
Arka Kapak: Onur Öymen, Danimarka ve Almanya büyükelçiliklerinden sonra Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığı, daha sonra da NATO daimi Temsilciliği yaptı. Emekliye ayrıldıktan sonra siyasete girdi, İstanbul ve Bursa milletvekili oldu. Öymen bu kitabında geçmişten bugüne, dünyada ve Türkiye’de liderlerin halkın gerçekleri öğrenmesini engellemek için neler yaptıklarını anlatıyor. Sansür, baskı ve cezalandırma en sık başvurulan yöntemler. Bunlara karşı cesaretle direnip mücadele eden, mesleğinin yüz akı gazeteciler de var, boyun eğip hükümetlerin bir propaganda aracı olmayı kabul edenler de… Hapse girmeyi, hatta hayatını feda etmeyi göze alanlar da var, iliştirilmiş gazeteciliği kabul edenler de… Savaşta ve barışta devletler basını propaganda amacıyla geniş ölçüde kullanıyor. Bazen gazetecilerin vatanseverlik duygularından yararlanıyorlar, bazen de onları elde etmek için menfaat sağlama yoluna gidiyorlar. Türkiye’nin basın tarihinde de kısa özgürlük dönemlerini, baskı ve zulüm dönemleri izliyor. Kalemini işgal kuvvetlerinin övmek için kullananların yanında Milli Mücadele’yi cesaretle savunurken ölümü göze alanlar da var. Bugün ne yazık ki, Türkiye basın özgürlüğünde dünya devletlerinin çoğunun gerisinde kalıyor. Bu dönemde özgürlük ve demokrasi için mücadele edenler gelecek kuşakların övünç kaynağı olacak.
(…)
Sayfa 15:
Kendi çıkarlarının gereğini başka ülkelere kabul ettirmek için askeri gücü veya güç kullanma tehdidini çok açık biçimde kullanıyorlardı. Buna evvelce gambot (gunboat) diplomasisi deniliyordu. Amerikan siyasi tarihinde “büyük sopa politikası” deyiminin de kullanıldığını görüyoruz.
(…)
Sayfa 26:
O devirdeki gazeteler sömürge makamlarını rahatsız edecek haber ve yorumlar yayınlamaktan özenle kaçınıyorlar. İngilizcedeki ünlü “Kral daima haklıdır” sözü herhalde o zamanlardan kalma.
(…)
Sayfa 29:
Amerika’nın ilk başkanlarından Thomas Jefferson, basın özgürlüğüne çok önem veriyordu. Şu sözler Thomas Jefferson’a aittir:
“Bana basınsız bir hükümetle hükümetsiz basın arasında bir seçim yap deseniz,
ben hiç duraksamadan ikincisini seçerim.”
(…)
Sayfa 35:
372 yılında İmparator Valens, Hristiyanlıkla ilgili olmayan bütün eserlerin yakılmasını emretti. İmparatorun bu konudaki tavrından etkilenen bazı şehir ve kasaba yöneticileri de kendi kütüphanelerini imha ettiler. Demek ki, biat kültürü, lidere körü körüne itaat etme adeti o zaman da varmış.
(…)
Sayfa 41:
1826’da sansür kuralları daha da sertleştirildi. Artık yayın izni vermeye yetkili makam Çar’ın kendisi veya onun görevlendirdiği özel büroydu. Bu büro zamanla Rus istihbarat servisine dönüştü.
(…)
Sayfa 44:
Kendisi de bir din adamı olmasına rağmen Fransa Başbakanı Kardinal Richelieu, sansür yetkisini kilisenin elinden alıp kraliyet makamlarına veriyor. “Bana bir adamın yazdığı altı satırlık bir metni getirin, ben onu idama götürmenin yolunu bulurum,” sözleri de işte bu Richelieu’ye ait.
(…)
Sayfa 50:
“1918’e dek Fransızlar cumhuriyete inanıyorlardı. 1918’den sonra onları cumhuriyetten iğrendirmek, uzaklaştırmak, yerine ilk dokunuşta dağılıverecek bir demokrasi hayaleti koymak oyununa girişildi. Dışarıdan düşmanların idare ettikleri oyun ince ve şeytaniydi. Fakat bu oyuna içeride paraları üzerine titreyenler,
iktidar mevkiine susayanlar, bütün hasetçiler, kıskançlar, kabiliyetsizler ve alçaklar kapıldılar. Fransa’nın yaşaması için cumhuriyet batsın diyenler oldu.
Bu suikastçıların kullandığı başlıca silah basın oldu. Demokratik bir rejimde basın yalan söylerse rejim de ölüme mahkum olur. Çünkü hakimiyete sahip olan millet eğer doğru haber alamazsa hakimiyetini
serbestçe kullanamaz.” Pierre Lazareff
(…)
Sayfa 120-121:
İngiliz Propaganda Örgütü Wellington House’un Sıra Dışı Faaliyetleri Halkı savaşa girme fikrine alıştırmak görevini üstlenen Ulusal Vatanseverler Birliği adında bir sivil toplum örgütü.
(…)
Sayfa 126:
Oysa Rusya’nın 1915 yılında Almanya’yla yürüttüğü savaş sırasında Yahudilere karşı yaptığı katliam nedeniyle Amerika’daki itibarı çok düşüktü. İngilizler Amerika’daki Yahudi lobisinin baskısıyla Amerikan Hükümeti’nin Rusya’yla aynı safta savaşa katılmayı kabul etmeyeceğinden kaygı duyuyorlardı. Böyle bir ihtimali önlemenin yolu, Türklerin Rusların yaptığından daha da vahim bir katliam yaptığı iddiasını Amerikan kamuoyuna sunmaktı. İşte İngiliz Propaganda teşkilatı Wellington House’un Türklerin Ermenilere karşı soykırım yaptığı iddiasını en önemli propaganda malzemelerinden biri yapmasının arkasındaki gerekçe buydu.
(…)
Sayfa 141:
Ermenistan’ın ilk başbakanı Ovannes Kaçaznuni özetle şunları vurguladı:
·         Gönüllü silahlı birliklerin oluşturulması hataydı.
·         Kayıtsız şartsız Rusya’ya bağlanılması doğru değildi.
·         Türklerden yana olan güç dengesi hesaba katılmamıştı.
·         Tehcir kararı amacına uygundu.
·         Türkiye savunma içgüdüsüyle hareket etmişti.
·         Taşnaklar Ermenistan’da bir diktatörlük kurmuşlardı.
·         Müslüman nüfusu katletmişlerdi.
·         Ermeni terörü Batı kamuoyunu kazanmaya yönelikti.
·         Taşnak yönetimi dışında suçlu aranmamalıydı.
·         Taşnak Partisi’nin siyasi intihardan başka yapacağı bir şey yoktu.
(…)
Sayfa 144:
1984 yılında büyük bir Fransız şirketi Dışişleri Bakanı Büyükelçi Vahit Halefoğlu’na Mersin’de yapılması tasarlanan nükleer santral projesi için çok cazip bir teklif getirdi.
Vahit Halefoğlu bu önerileri dinledikten sonra kendilerine şunları söyledi:
“Projeniz gerçekten çok cazip. Ama siz bu odadan ayrıldıktan sonra ben bu projenizi şu çöp sepetine atacağım. Çünkü siz Ermeni terör örgütlerine bu kadar müsamaha gösterirken, ben Fransa’dan gelecek hiçbir projeyi hükümetime teklif bile edemem.”
İki hafta sonra Galatasaray Lisesi’nin eski öğretmenlerinden Etienne Manaque, Cumhurbaşkanı Mitterrand’ın özel temsilcisi olarak geldi:
“Bu konuda hata yaptığımızı kabul ediyoruz. Bundan sonra Fransa’da Ermeni teröristlere en küçük bir müsamaha bile gösterilmeyecektir.”
(…)
Sayfa 172:
Goebbels’in bütün bu örgütleri kendi denetimine alması kolay olmamış, bu iş çok uzun zaman almış, her zaman da başarılı olamamıştır. Özellikle savaş yıllarında Silahlı Kuvvetler, propaganda alanındaki yetkilerini devretmek istememiştir. Birbirlerine karşı güvensizlik duyan üst düzey yöneticiler, kendilerine rakip gördüklerinin dosyasını tutmaktadır.
(…)
Sayfa 174:
SA (Sturmabteilung) tasfiyesi sırasında öldürülenler arasında Başbakan Yardımcısı von Papen’in destekçileri de vardır. Von Papen’in kendi makam odasına bile girmesine izin verilmez. Artık onun istifa etmekten başka seçeneği kalmamıştır. SA’ların büyük ölçüde tasfiyesine yol açan o geceye “uzun bıçaklılar gecesi” denilmektedir. Daha sonraki yıllarda von Papen Ankara’ya büyükelçi olarak atanır. Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg 2 Ağustos 1934 tarihinden ölür. Cumhurbaşkanlığı makamı başbakanlıkla birleştirilecek ve Hitler her iki makamın birden yetkilerini üstlenecektir.
(…)
Sayfa 186-187:
Savaş yıllarında Hitler’in izlediği propaganda stratejisi şu esaslara dayanıyordu:
·         Halkı sürekli olarak propagandalarla meşgul etmek, propaganda kampanyasının soğumasına izin vermemek.
·         Hiçbir zaman hata yaptığını kabul etmemek.
·         Hasmınızın herhangi bir konuda, en önemsiz meselelerde bile haklı olabileceğini söylememek.
·         Yaptıklarınızdan başka seçenekler de olabileceğini hiçbir zaman kabul etmemek.
·         Size yönelik suçlamaları içeriği ne olursa olsun derhal reddetmek.
·         Her defasında tek bir düşmanı karşınıza almak ve bütün kötülükleri ona yüklemek.
·         Halkın her zaman büyük bir yalana küçük bir yalandan daha kolay inanabileceğini unutmamak.
·         Yalanı sürekli olarak tekrarlarsanız, halkın sonunda bu yalanı doğru kabul edeceğini hatırdan çıkarmamak. George Orwell’in 1984 adlı kitabında da “büyük yalan” teorisinin örneklerine rastlanır.
(…)
Sayfa 240:
Savaştan sonra bu örgütler yeni bir kimlik kazandılar ve büyük ölçüde Türk-alman dostluğuna ve işbirliğine hizmet eden kuruluşlar haline geldiler. Örneğin Teutonia Derneği, 1954 yılında ismini Alman Kulübü olarak değiştirdi. Bonn’da da “Alman-Türk Toplumu” adında bir dostluk derneği kuruldu. Almanya başbakanlığı görevini üstlenecek olan Adenauer de, derneğin üyeleri arasındaydı. Türkiye’deki propaganda faaliyetleri sadece basını ve radyoyu etkilemekten ibaret değildi. Her uygun ortamda broşürler dağıtılıyor ve “fısıltı gazetesi” denilen yöntemle çeşitli rivayetlerin topluma yayılmasına çalışılıyordu. İngilizlerin faaliyetlerini Special Operations Executive (SOE) denen kuruluş yönetiyor, Alman istihbaratını ise Deutsche Nachrichtenbüro (DNB) idare ediyordu.
(…)
Sayfa 251:
Savaş yıllarında Ankara, propaganda savaşının yanı sıra casusluk savaşının da merkezlerinden biri haline gelmişti. 1942’de İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Sir Hughe Knatchbull-Hugessen’in hizmetkarı olarak görevlendirilen Arnavut asıllı Elyesa Bazna, büyükelçinin odasında ele geçirdiği bazı çok gizli belgeleri … 20.000 sterlin karşılığında sattı. Almanlar tarafından Çiçero kod adı verilen Bazna’nın ulaştırdığı belgeler arasında, İngiltere’nin Türk havaalanlarından Romanya’daki petrol tesislerini bombardıman etmek için yararlanmaya çalıştığı yolunda bilgiler içeren belge ve fotoğraflar da yer almaktaydı. Alman istihbarat servisleri Çiçero’ya yaptığı bütün hizmetlerin karşılığında 300.000 sterlin ödedi. Ancak bu paraların Almanlar tarafından İngiliz ekonomisini çökertmek için bastıkları sahte paralar olduğu anlaşıldı.
Çiçero savaştan sonra Federal Alman Hükümeti’ne bir tazminat davası açtı.
Sonunda kendisine küçük bir ödemede bulunuldu. Çiçero, 1970 yılında Münih’te yoksulluk içinde öldü. http://tr.wikipedia.org/wiki/Elyesa_Bazna
(…)
Sayfa 255-256-257:
Dünyanın en ünlü ajanslarından biri Associated Press.
Dünyada yaşayan insanların yaklaşık yarısının her gün Associated Press kaynaklı bir haberi okuduğu veya gördüğü söyleniyor. 7 Mayıs 1945’te Almanlar Almanlar Fransa’ nın Reims şehrindeki küçük bir okulda Müttefiklere teslim oluyorlar. Bu önemli haberi dünyaya duyurmak gerekir. Ancak sansür makamları buna henüz izin vermiyorlar.
Çünkü Reims’teki teslim töreninde savaşın galiplerinden Sovyetler Birliği’nin temsilcileri yoktur. 16 gazeteci Reims’e bu tarihi ana şahit olmak için götürülür. Hepsi sansürün bu yasağına uyarlar. Biri dışında! AP’nin Paris temsilcisi Edward Kennedy.
1851 yılında Berlin’de kurulan Reuters Haber Ajansı’nın tarihinde uyulmasına özen gösterilen bazı ilkeler var. Örneğin Reuters hiçbir zaman terörist kelimesini kullanmamakla ünlü. Ama uygulamada bu ilkeden sapmalar olduğu görülüyor.
Örneğin 1995 yılında Oklahoma’daki bombalama olayında ve 2001 yılında New York’taki ikiz kulelere saldırı düzenlendiğinde ajans “terör” kelimesini kullanmış.
7 Temmuz 2005 tarihinde Londra’daki bombalama olayında da bu kelime kullanılmış.
(…)
Sayfa 269-71:
İşin ilginç tarafı McCarthy’nin, Kennedy ailesiyle yakın ilişkiler içinde olmasıydı.
Başkan Kennedy’nin babası Joseph P. Kennedy de şiddetli bir komünizm düşmanıydı ve McCarthy’yi sık sık evine davet ederek ona yakınlık gösteriyordu.
(…)
Sayfa 279:
John Kennedy, 1960 yılında başkanlığa seçilince USIA’nın çalışmalarına büyük önem verdi. http://en.wikipedia.org/wiki/United_States_Information_Agency
Bu ajansın başına saygın bir gazeteci olarak tanınan ve McCarthy’yi eleştirmekle ün yapan Edward R. Murrow getirildi.
(…)
Sayfa 366-367:
Yeni hükümetin başbakanı Mesut Yılmaz, meclis kürsüsünden eski hükümeti eleştirdi.
O hükümet Kardak konusunda yanlış iş yapmıştı ve bürokratların etkisi altına girerek gereksiz bir risk almıştı. Bu sözler, Kardak krizi sırasında görevde olan hükümetin Dışişleri Bakanı Deniz Baykal’ın yaptığı etkili bir konuşmayla cevaplandırıldı.
Roma’da dışişleri yetkilileri, talebimize rağmen o hukukçuyu karşımıza çıkarmadılar.
“Biz Mussolini dönemini hiçbir şekilde savunmayız. Kaldı ki İtalyan Hükümeti’nin Kardak’ın Yunanistan’a ait olduğu yolunda bir görüşü de yoktur.” dediler.
(…)
Sayfa 382:
Ancak Amerika’nın o sırada böyle gerekçeleri dinleyecek hali yoktu. Türk Hükümeti’nin verdiği bir vaat yerine getirilmemişti. Ve Amerika buna karşı tepkiliydi. Üstelik onlar, meclisin bu kararından askerleri sorumlu tutuyorlardı. ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni “Meclise liderlik yapmadığı için” eleştiriyordu.
(…)
Sayfa 390:
Hitler diyor ki, “Söylenen yalan o kadar büyük olmalı ki, hiç kimsenin aklına bu kadar büyük bir yalan uydurulabileceği gelmemeli.”
(…)
Sayfa 403:
İsrail Merkez Komutanlığı, Kibya köyüne saldırılmasını ve orada yaşayan herkesin öldürülmesini emretmişti. Daha sonra başbakanlığa kadar yükselecek olan Binbaşı Ariel Şaron, bu emri yerine getirmekle görevliydi. Bu insanlık dışı saldırı duyulunca İsrail’e karşı bütün dünyada daha önce görülmemiş bir tepki ve protesto hareketi oluştu.
(…)
Sayfa 438:
Berlusconi yayın hayatına atıldıktan beş yıl sonra 58.3 milyon dolarlık bir servete sahip oldu. Daha sonra Mediaset adlı yayın kuruluşunu kurdu ve Milan kulübünü satın aldı.
Kısa zamanda serveti 6.2 milyar dolara ulaştı. Forbes dergisine göre Berlusconi artık dünyanın en zengin 194. kişisiydi. Elindeki basın gücünün de etkisiyle dünyanın en etkileyici 12. şahsiyeti sayılıyordu.
(…)
Sayfa 440:
Murdoch İngiliz basın sektöründe güçlü bir yer edindi. Onun sahibi olduğu The Sun gazetesinin tirajı 1967 yılında 10 milyona ulaştı. Murdoch İngiltere’nin iç siyasetinde de etkili olmaya başladı. 1980’li ve 1990’lı yıllarda Başbakan Margaret Thatcher’e destek verdi. Onun döneminin kapanmasından sonra bu defa Tony Blair’in İşçi Partisi’nin yanında yer aldı. Murdoch Avustralya’da olduğu gibi İngiltere’de de siyasi eğilimlerini değiştirmekle tanınıyordu. Tony Blair’i desteklemekten vazgeçip David Cameron’ın Muhafazakar Partisi’nin yanında yer aldı. İskoçya’da ise Murdoch’un gazeteleri bağımsızlıkçı İskoç Ulusal Partisi’ne destek vermeye başladı.
(…)
Sayfa 467:
Basın adeta bu davaların bir parçası olmuştu. Neredeyse her gece televizyon ekranları bir mahkeme haline getiriliyor, şiddetli tartışmalara sahne oluyordu. Sorunun uluslararası boyutuna değinen pek yoktu. Son yıllarda Türkiye’de yaşanan bazı gelişmeler büyük devletleri memnun etmemişti. 1 Mart tezkeresinin mecliste kabul edilmemesi, Türkiye’yle Amerika arasında Dubai’de imzalanan anlaşmanın muhalefetin itirazları nedeniyle onay için meclise sunulamaması, Ermeni protokollerinin aynı şekilde engellenmesi, 2005 yılında AB’yle imzalanan belgenin onay için meclise getirilememesi, Patrikhane’nin taleplerinin bir türlü karşılanamaması bu devletleri çok rahatsız ediyordu. Onlar 1 Mart (AS: 2003) Tezkeresi’nin Meclis’ten çevrilmesinden askerleri sorumlu tutuyorlardı.

Kıyamet Günü Anayasası?!

Dostlar,

Sayın Hayrullah Mahmud Özgür, bu gün (1.2.13) kapsamlı bir ileti yolladı.

Demokrasi, güçler ayrılığı, siyasal erdem, anayasanın işlevi
temalarına odaklanan, tarihsel göndermelerle çok öğretici bir derleme..

Dolu dolu 11 sayfa.. Bu nedenle pdf olarak size sunmak istiyoruz.

Thomas Hobbes‘dan başlayarak John Locke, Monteskiyö, Jean Jacques Rousseau, İmmanuel Kant‘a dek vurgularla..

ABD iç savaşı ve ABD anayasası, George Washington, Thomas Jefferson,
köleliğin kaldırılması..

Biz çok yararlandık.

Okumak ve arşivlemek için aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklamalısınız.

Kiyamet_Gunu_Anayasasi_1.2.13

Sevgi ve saygı ile.
1.2.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net