Etiket arşivi: soL Portal

2022-23 NE BÜTÇESİ?

Prof. Dr. OĞUZ OYAN

SOL PORTAL, 25 Ekim 2022

Halkın bütçesi olmadığı kesin. Yüzü emekçiye dönük bir bütçe olmadığı daha da kesin. Bunlardan vazgeçtik diyelim; sermaye yönlü olmasına rağmen teknik anlamda ekonomik kalkınmayı / yatırımları destekleyen bir bütçe mi? Hayır o bile değil.

Bütçe Kanunu TBMM’ye 17 Ekim’de sunulmuş olmasına karşın, 2023 yılı makro ekonomik hedefleri ve bütçeye ilişkin genel veriler Eylül başında yayınlanan Orta Vadeli Program’da (OVP 2023-2025’te) yer almıştı. Bu verileri 6 Eylül 2022 tarihli Sol Gazete yazımızda “Ne Programı?” başlığıyla irdelemiştik. Şimdi değinmediğimiz noktalara daha ayrıntılı bakabiliriz. Bu arada başlangıç notu olarak, Meclis’e saygı gereği, Cumhurbaşkanlığınca hazırlanan bütçenin atanmış yardımcısı tarafından değil seçilmiş Cumhurbaşkanınca sunulması gerektiğini ve bu konuda muhalefetin çok daha sert tepki vermesinin beklendiğini belirtelim.

Şimdi tekrar soralım: Bu bütçe, neyin bütçesi? Bu bütçe, yıllardır kanıksadığımız türden bir “transfer bütçesi“. En büyük transfer kalemi de giderek şişen “faiz transferleri”.

Faiz Giderleri ve Bütçe Giderlerine Oranı

2022 (ek bütçeyle GT)                    2023 (P)                       Artış                     (%)

Faiz gideri (mr.TL)                           329,8                             565,6               71,5

Bütçe gideri (mr. TL)                    3.133,7                          4.469,6              42,6

Faiz gideri / bütçe gideri (%)          10,5                               12,7
_________________________________________________
Kaynak: 2023 Yılı Bütçe Gerekçesi verileri

Faiz giderlerinin 2021 yılında 180,9 milyar TL, 2022 başlangıç bütçesinde ise 240,4 milyar TL olduğu dikkate alınırsa artışın hızı daha iyi anlaşılabilir. Nitekim, 2023 bütçe giderleri büyüklüğünün 2022’nin ek bütçeli bütçe büyüklüğüne göre %42,6 oranında artması öngörülmüşken, faiz giderlerinde bu yıldan önümüzdeki yıla artışın %71,5 olması beklenmektedir. Bu da, faiz giderlerinin bütçe giderleri içindeki payını %10,5’ten %12,7’ye taşımaktadır.

Eğer OVP 2023-25’in 2023 için %24,9 oranındaki TÜFE öngörüsünün tutacağını (IMF bunun iki katını öngörmektedir!) varsayarsak, bütçe gideri enflasyonun iki katına yakın bir oranda büyürken, faiz giderleri artışı enflasyonun üç katına yaklaşacaktır! Buradaki çelişkilerin gerçek dışı bir enflasyon öngörüsünden kaynaklandığı açık; ama bu durum faiz giderlerinin enflasyonun çok üzerinde artacağı gerçeğini değiştirmiyor. Çünkü, iktidar değişsin değişmesin, kamunun çok yükselmiş olan iç ve dış borçlarının faiz yükü giderek tırmanıyor ve kısa vadede (erimde) çözüme kavuşturulması mümkün gözükmüyor.

Bütün bunlardan sonra şu saptamayı yapabiliriz: Bütçesinin sekizde birini sermaye kesimlerine faiz gideri olarak aktaran bir iktidarın, Merkez Bankası faiz oranlarıyla aşağı doğru oynadığı oyun, bir bulvar tiyatrosu için bile fazla banal bir mizah ögesi değil midir?

Şimdi bir başka karşılaştırma yapalım. 2023 bütçesinde tarımsal desteklere ayrılan ödenek yalnızca 54 milyar TL’dir. Bu tutarın GSYH’ye oranı da yalnızca binde 2,9’dur. Tarım Kanununa göre %1 yani binde 10 ayrılması gereken ödenek gerçi birkaç yıldır binde 3’ün biraz üzerine kadar gerilemişti, ama ilk kez binde 3’ün bile altına çekildiği görülüyor. Bu durum, bu iktidarın tarımı gözden çıkarmasının yeni bir kanıtıdır. Bunun farkında olan iktidar bürokratları, Cumhurbaşkanı yardımcısının bütçeyi sunuş metnine tarımsal desteklemeye ayrılan bütçe ödenekleri yanında tarımsal yatırım ödemeleri (40,4 milyar TL) ve tarımsal kredi sübvansiyonları, müdahale alımları ve tarımsal KİT’lerin finansmanı (48,5 mr. TL) başlıkları altında 88,9 milyar TL’lik bir harcamayı ekleme gereğini duymuşlar. Ancak bu kalemler, çiftçinin eline geçen tarımsal desteklerden değildir; önemli bir kısmı bütçe dışında bankalar üzerinden yapılmaktadır, DSİ yatırımlarının ne ölçüde tarıma ilişkin kabul edileceği tartışmalıdır, bir kısmının ayrıntısı açık değildir. Dolayısıyla, “tarımsal destek” tanımına uygun kabul edilemezler.

Bütçe açıkları nereden?

Bir başka sorun da şu: 2023’te bütçe açığının 659,4 milyar TL’ye yani GSYH’nın %3,5 oranında bir büyüklüğe ulaşması öngörülmektedir. Başka deyişle, 2023 bütçe teklifi daha başlangıçta bütçe giderlerinin %14,8’ine ulaşan bir açık öngörüsünü içermektedir.  Bu, son zamanların en olumsuz bütçe dengelerinden birini oluşturan 2022 bütçesi koşullarının 2023’te de tekrar etmesinin beklendiğine işaret etmektedir. Peki salt seçim ekonomisi uygulamaları nedeniyle mi? Buna birazdan değineceğiz.

Henüz tamamlanmamış olan 2022 yılının bütçe açıkları meselesi ayrı bir muammadır: 2022’de ilk iki çeyrekte 93,5 milyar TL olumlu bakiye (artık) veren bütçe, üçüncü çeyrekte 139 milyar liralık açık vermiş ve böylece toplamda İlk 9 ayın dengesi yalnızca 45,5 milyar TL olumsuz bakiye ile sonuçlanmıştı. Peki içinde bulunduğumuz 2022 bütçesi yıl sonu için öngörülen 461,2 milyar açık düzeyine nasıl ulaşacaktır? Üçüncü çeyrekte bütçenin ciddi açık verdiğine, hatta bunun sadece Eylül ayında 78,6 milyar TL düzeyine ulaştığına bakarak bunu “ulaşılabilir” bulabilir miyiz? Soruyu şöyle de sorabiliriz: 2022 yılının dördüncü çeyreğinde 415, 7 milyar TL’lik devasa bir açık (veya her ay üst üste ortalama 137 milyar TL düzeylerinde rekor açıklar) mümkün mü ve eğer mümkünse hangi nedenlere bağlı olacak?

Bir kere Türkiye’deki bütçe uygulamalarında öteden beri açık veren hesaplar yılın son aylarına (hatta son ayına) yığıldığı ve ödenek artıkları son aylarda kullanıldığı için, Aralık sonu görülmeden bütçe dengesi pek anlaşılamaz. Ama bu defa bu alışıldık rutinin çok dışına çıkıldığı görülmektedir. Muhtemel nedenleri sıralayalım:

(i) Gizlenen kamu açıkları bu yıl geleneksel olanın çok ötesindedir. Bunun bir nedeni de enflasyonun bütçe öngörülerinin çok üzerine çıkmış olmasıdır. Bunun etkisi, gelirler üzerinde olumlu ama giderler üzerinde olumsuzdur. Olumsuz taraf ağır basmaktadır. Ek bütçe bunu telafi edememiş, yıl bitmeden aşılmıştır.

(ii) Kamunun iç ve dış borç yükü olağanüstü artmıştır. Yukarıda gösterdik, bütçe üzerine yıkılan faiz giderleri de buna bağlı olarak çok yükselmiştir. İç borçların üçte birinin bile dövize endeksli borçlanmaya dönüşmesi nedeniyle, kur artışlarına bağlı olarak hem anapara hem de faiz borcu yükselmektedir. Yılın ilk dokuz ayında faiz ödeneğinin 207 milyar TL’si kullanıldığına göre, eğer yıl sonu hedefi aşılmazsa, son üç aya en azından 123 milyarlık TL’lik bir ilave (ek) faiz gideri sığdırmak gerekecektir.

(iii) Kur Korumalı Mevduat (KKM) üzerinden bütçeye gelen yük, Mart-Eylül döneminde 84,9 milyar TL olmuştur. (Buna vazgeçilen vergi gelirleri dahil değildir. TCMB’nin üstlendiği yüklerin dolaylı olarak Hazine’ye yansıması da hesap dışıdır). Yılın son üç ayında KKM üzerinden doğrudan bütçeye gelecek yükün şimdiye kadar gerçekleşmiş olanın 2-2,5 katına çıkması olasılığı bulunmaktadır.

(iv) KÖİ üzerinden gelen ve kur farklarıyla şişen garanti ödemelerin, bu amaçla bütçeye konulan ödeneklerin çok üzerine çıkması beklenmelidir.

(v) KİT açıkları 2022’de 430 milyar TL ile rekor kırarak aynı yılın bütçe açıklarına yakın bir düzeye tırmanmıştır. Bunun Hazine’ye / bütçeye yansımaları olmaktadır.

Seçim ekonomisinin payı nedir?

2022 ve 2023’te bütçe açıklarının devasa boyutlara ulaşmasının nedenleri arasında seçim ekonomisi uygulamalarını saymadık. Bu, bu tür uygulamalarının hiç etkisi olmadığı anlamında değildir. Kaldı ki yukarıda sayılan dengesizlik kaynaklarının bir bölümünde iktidarın kimi genişletici maliye politikalarının rolü de vardır: Bütçe kısıtlarını aşmak için iç borçlanmaya yüklenme, kimi zamları erteleyerek KİT zararlarını artırma (BOTAŞ, vd.), son olarak Hazine-Halkbank ortaklığıyla esnafa 100 milyar TL’lik bir kredi pompalamasını başlatma gibi. Hatta, biraz zorlamayla, KKM’nin de seçimlere kadar kuru tutmak için icat edilmiş bir zarar kalemi olduğu ileri sürülebilir. Asgari ücretin beklenenin dışında iki kez artışı da bununla ilişkilendirilebilir ama bu yaklaşım, enflasyonun bozucu etkileri karşısında işçi tabanından yükselen tepkileri değersizleştirmek gibi sonuca götürür. Kaldı ki, asgari ücret artışı daha çok özel sektörü ilgilendirir ve TÜFE’nin manipülasyonuyla kamuda ve özelde reel ücretlerin baskılandığı unutulmamalıdır.

Bütün bunlara rağmen (karşın), Türkiye’de bütçe olanaklarının giderek daraldığını ve TCMB banknot matbaasının para basma kapasitesinin sınırsız olmadığını hatırda tutmakta yarar vardır. İktidarın seçmene ulaşmak için kullandığı doğrudan bütçe harcamaları çok semboliktir. Herkese dokunmak için çıkarılan bazı uygulamaların bütçesi son derece küçüktür. Örneğin son olarak çıkarılan SYDTF’den dul kadınlara yardım, üç çocuğu olanlarla sınırlı olduğu için, tam da buna iyi bir örnektir. Bu amaçla harcanması planlanan 607 milyon TL, 2022’deki 4,5 trilyonluk bir bütçe büyüklüğünün bindelik kesirlerine bile girmez! Sosyal konut projesi için TOKİ’ye aktarılmak üzere bütçeye konulan 10 milyar TL’lik ödenek bile binde iki dolayındadır.

Sonuç olarak; İktidarın ekonomiye müdahale kapasitesini abartmamak gerekir. Türkiye, ekonomi yönetiminin doğrudan sorumluluğu altında, bir kamu maliyesi krizine doğru koşar adım ilerlemektedir ve bu koşullarda bütçe kısıtları iktidarın ayak bağıdır. Muhalefet, iktidarın “seçim ekonomisi” bağlamında şapkadan hangi tavşanları çıkaracağı kaygısına kapılmadan, kendisinin gerçekten alternatif  (seçenek) olabilecek programı üzerinden sahaya çıkabilirse, bu koşullarda farkı açmaması mümkün (olanaklı) değildir. Ama yapabilecek mi? Yapabilir mi?

AYDINLANMAYA KARŞI YENİ HAMLELER

AYDINLANMAYA KARŞI YENİ HAMLELER

Prof. Dr. OĞUZ OYAN

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Bonapartizm ile AKP rejimi ne ölçüde benzeşir?
Bilindiği gibi Bonapartizm, 19. yüzyılda Fransız burjuvazisinin de desteğini alan Louis Bonaparte’ın (kendini imparator ilan ettikten sonraki adıyla III. Napolyon’un) bir sivil darbeyle 1851’de İkinci Cumhuriyeti sona erdirerek ve işçi sınıfının 1848 sonrasındaki devrimci dinamizmini baskılayarak kurduğu rejimin adıdır. Ülkenin plebisitler ve kararnamelerle yönetildiği, anayasanın ve hukukun yönetici sınıf lehine eğilip büküldüğü bu despotik rejimin çeşitli tezahür biçimleri 20. yüzyılda da görülecektir.

6 Eylül 2016 tarihli soL Portal yazımızda bu konuya şöyle değinmiştik:

Kapitalist birikim rejiminin ve sınıf mücadelelerinin aldığı şekiller, geri gidişleri, zikzakları, kapitalist dönemin erken despotizm örneklerini gündeme getirecektir. İşçi sınıfı ve toplumun ilerici unsurlarının kendi hakları için örgütlendiği dönemlerden (örneğin 19. yüzyılın 2. çeyreğinden) itibaren (AS: başlayarak) bunu baskılamanın hukuki, idari, askeri normları üretilmeye başlanacaktır. Bonapartizm, tam da buna karşılık vermek üzere somut tarihsel koşullarda sistem tarafından üretilmiş bir sistemik despotik yönetim tarzıdır. (…) Büyük burjuvazi, kendisine/birikim rejimine yönelebilecek genel tehditlerden korunabilmek adına, burjuva parlamenter sistemin aşındırılmasına (kendi dolaysız temsilcilerinin yer aldığı parlamentonun nominalleştirilmesine, düzenlemelerin parlamentoyu dışlayan cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yapılmasına), kendisine veya bir fraksiyonuna karşı iktidarca zor unsurlarının kullanılmasına rıza gösterebilecek, oluşan diktatörlüğe omuz verebilecektir.”

Bonapartizm, bir anlamda, kapitalizmin hakim sınıfının kendi ürünü de olan demokrasinin yükünden erken dönemlerden itibaren (AS: başlayarak) kurtulma girişimidir. Ama bu erken dönemlerle de sınırlı kalmamıştır. “20. yüzyılın 2. çeyreğinde bile dünya, parlamentonun dışlanma koşulları bakımından Bonapartizmin de izlerini taşıyan Avrupa faşizmlerinin doğuşuna ve dünyayı insanlık tarihinin en büyük kıyımlarına sürüklemesine sahne olacaktır.” (6 Eylül 2016 tarihli aynı yazıdan). Her durumda, kapitalizmin belirli bir gelişme dönemine denk düşen despotik bir yönetim tarzı olduğu söylenebilir; ama bonapartizmin, özel olarak bir aydınlanma karşıtı despotizm uygulaması olduğu söylenemez.
***
AKP rejimi, kuvvetler birliğine yönelişi ve kullandığı otoriterlik araçları bakımından bu tarihi uygulamanın izini sürer. Bunda bir şaşırtıcılık yoktur; iktidara demokratik olmayan yollarla el koyma veya demokratik olmayan yollarla iktidarda kalma biçimleri ile uygulanan baskı araçları özünde benzeşirler ve birçok başka dikta örnekleri de kendi nüanslarını koruyarak bu tür yöntem ve araçları kullanmışlardır.

  • AKP’nin sivil darbeler silsilesiyle inşa ettiği tek adam rejimi,
  • Meclis’in yasa yapma tekelini ikameye yönelen Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin sıklığı,
  • 15 Temmuz 2016 sonrası OHAL Kararnameleriyle bunun daha da pekişmesi,
  • Anayasa ve yasalar dışına çıkışların denetimsiz kalması,
  • yürütmenin yargıyı da tam denetimine alarak kuvvetler birliğinin tamamlanması,
  • referandumlarla rejimi dönüştürme biçimi, kapitalist sistemin güncel evresine (neoliberal birikim tarzına) gayretkeş bir uyum ve sermayenin önceliklerinin karar süreçlerinde de öncelik alması gibi olgusal gelişmeler  bakımlarından bonapartist bir rejim inşası olarak tanımlanmaya uygun özellikler sunar. Buna karşılık, Ortaçağ değerlerine ve dinci yapılanmalara yöneliş bakımlarından çok daha geri hatta anakronik (zamanıyla uyumsuz) özellikler taşır. Hâkim sermaye çevrelerinin, sömürü ilişkilerinin devamının sağlanması ve özellikle çalışan sınıfların ekonomik/toplumsal hak arama mücadelelerinin sınırlandırılması bakımından
  • dinsel ideolojiyi bir uyuşturma ve baskılama aracı olarak kullanmaları AKP ile başlamış bir olgu değildir kuşkusuz. Ancak AKP bunun ötesine geçmekte, Cumhuriyetin modern bir kapitalist gelişme için gerçekleştirdiği tüm aydınlanma devrimlerini tersyüz ederek, kendi belirlediği dini temeller üzerinde yeni bir otokratik yapı inşa etmeye yönelmektedir. Bu, kapitalizm öncesinin ilişki biçimlerine ve değerlerine (ama kapitalizm tarafından dönüştürülmüş biçimleriyle) bir geriye dönüştür. İşte sermayenin hâkim kesimlerinin mutabık olmadıkları esas durum da budur.

AKP’nin evrim kuramının okutulmasını ders programlarından çıkarması ve İmam Hatip Liselerinin yaygınlaştırılması için nüfus ölçütlerinin iyice esnetilmesi gibi konularda attığı son adımlar, AKP’nin ısrarlı İslamizasyon projesinin sermayenin kabul sınırlarını aştığına dair yeni işaretlerdir. Bağnazlık derecesinin yükselmesi, toplumsal tepkileri de yükseltmekte, toplumu ayrıştırmakta ve toplum parçalarını birbirinden uzaklaştırmaktadır. Bu, yalnızca toplumun yönetilmesi bakımından değil, giderek sermayenin denetimindeki toplu çalışma mekânlarının yönetilmesi bakımından da sorun doğurucudur. Ayrıca, sermayenin nitelikli üst ve ara eleman talepleriyle uyumlu bir eğitim sistemi modeline tamamen aykırıdır. Sermaye sınıfının, İslamizasyonun ölçüsünün kaçtığına dair kaygıları artmaktadır.

Ama kaygıları bununla sınırlı değildir. Oluşmakta olan tek adam rejimi, kapitalizmin kutsallarına da dokunmaktadır: Bunlardan birincisi özel mülkiyet hakkıdır. AKP’nin eski siyasi ve ekonomik ortağı Cemaatçi yapıyla ters düşmesi ve bunun bir silahlı darbeye kadar uzanması sonrasında, bu yapıya yakın olduğu düşünülen sermaye çevrelerinin mülkiyet haklarına el konulması (her ne kadar bir yağmalama biçimini alan sermaye transferlerine de yol açmış olsa da) ciddi bir tedirginlik kaynağıdır. Üstelik,

  • Doğan grubu gibi tam iktidar yanlısı olmayan medya gruplarına karşı, hatta ülkenin en büyük sermaye grubu olan Koç Holding‘e karşı vergi/ekonomik denetim silahları kullanılarak düzenlenen sindirme/yola getirme saldırıları bu kaygıları büyütmektedir.
  • İkinci kutsal, kapitalist hukuk rejimidir.

Bu rejimin genel olarak sermayenin çıkarlarını gözetmesi beklenir ama sermaye şirketleri arasındaki uyuşmazlıklarda da tarafsız kalabilmesi istenir; ayrıca yargı sisteminin iktidardan bağımsız olması da, siyasi iktidarın temsil ettiği büyük güç yığılmasına karşı bir güvencedir.  Bunlar sağlanamadığı taktirde sistemin tanımladığı “adalet” kavramından uzaklaşılacaktır. Bu, yerli sermaye kadar onun yabancı ortaklarını veya bağımsız yabancı yatırımcıları da kaygılandırmaktadır. Dolayısıyla, iktidarın yargıyı tam kontrolüne (AS: denetimine) aldığı yeni yapının, bundan doğrudan çıkar sağlayan dar bir yandaş sermaye grubu dışında genel bir kabul görmesi beklenemez.

Kaygıların bir diğeri, egemen siyasal İslamcı gücün hegemonyasını kurma biçiminin çatışmacı olması ve iktidarını siyasi yollarla terk etmeme eğilimidir. Bu sadece kapitalist birikim tarzının çok temel bir gereksinimi olan ‘siyasi istikrarı’ tehdit etmemekte, aynı zamanda bir
iç savaş  potansiyelini içinde barındırmaktadır. Geçen haftaya damgasını vuran bir AKP yetkilisinin

  • “her eve (yani ‘her AKP’li eve’) bir makineli tüfek ve 1000 mermi gerek” çıkışının AKP liderliğince eleştiri konusu bile yapılmamasının da gösterdiği gibi, kaygı dozu tüm toplum katmanları bakımından yükselmektedir. İktidar partisinin ve liderinin sorumsuz, öngörüsüz, hata üstüne hata yapan, bunların siyasi bedelini ödemediği gibi bunlardan ders de almayan dış politika zikzakları da, toplumun geniş kesimleri için olduğu kadar, hatta ondan da fazla burjuvazinin kaygılarını yükseltmektedir; çünkü dış istikrarsızlıklar giderek içteki istikrarsızlara eklenmekte ve Suriye’nin 6 yıl önce -eğer AKP doğru yerde dursaydı- önlenebilir olan parçalanması, bugün tüm bölgeye sıçrayabilecek bir savaşı tahrik etmektedir.

Kuşkusuz AKP rejiminin yerleşme sürecinde sermayenin 2007’ye kadar tam kadro, 2007-2013 arasında çoğunluk desteğinin önemli bir rolü olmuştur. Ama sermayenin çeşitli katmanlarının 2013’ten sonra daha temkinli ve mesafeli bir tavır sergilediğini ve kayıtsız şartsız desteğin giderek bir yandaş sermaye grubuna doğru daraldığını, bu daralmada yukarıda sayılan etkenlerin rolü olduğunu gözardı etmemek gerekir. Kuşkusuz buradan sermaye lehine “demokrasi kahramanlığı” gibi fanteziler çıkarmaya savrulmadan. (Bu konuda bkz. 29 Eylül 2015 tarihli “Sermayenin “demokrasi mücadelesi” başlıklı soL Portal yazımız).

Sonsöz  : Kestirmeciliği ve indirgemeciliği aşan analizlere olan gereksinim büyümektedir.
(SOL PORTAL 2017-26, 27.6.2017)
==========================================
Dostlar,

AKP = RTE’nin 13 CİDDİ HATA KORİDORU

Sayın Prof. Oğuz Oyan ekonomi uzmanıdır. Gerçekten derinlikli çözümlemeleri çok öğreticidir. Üstelik Prof. Oyan oldukça arı (sade) bir dille anlatımını daha da etkin kılıyor. Bu yazısını Haziran sonunda bize de ulaştı sağolsun Oğuz hocamız. Biraz tutalım.. istedik. AKP = RTE‘nin politikalarına benzer sertlikle değil, sabır ve olgunlukla, yapılanların sakıncalarını sıralayarak ve seçenekler sunarak yaklaşımı benimsediğimiz biliniyor. Ne var ki, AKP = RTE, toplumla çatışmacı dayatmacı politikasını ısrarla sürdürüyor ve artık tüm veriler, gelişmeler bu yöntemin bilinçli olduğunu kanıtlıyor. Temmuz içinde ve Ağustos başında yaşanan gelişmeler ne yazık ki ek kanıtlar.. Oğuz hocanın yazısı zaten kapsamlı, biz de çok uzatmadan “13 hata” sıralayalım :

  1. Müftü – imamlara dinsel nikah olanağı sağlayarak laik – seküler rejimi temelinden zorlama
  2. Öğretim programı (Müfredat deniyor yanlışlıkla) yapılan kabul edilemez değişiklikler.. CİHAT = DİN SAVAŞI eğitiminin konması, EVRİM’in çıkarılması, Atatürk’ün iyice azaltılması… Yüz kızartıcı suçlara bulaşan gerici – dinci – yobaz vakıflara MEB’nın eğitimi adeta devretmesi.. Tüm okulların imam-hatipleştirilme dayatması..
  3. Atatürk’e karşı suçların artması ve AKP = RTE’nin beklenen tepkiyi vermemesi
  4. “Yeni devlet kuruyor R.T. Erdoğan..” gibisinden saçmalayan AKP yöneticilerine tepkinin karnından konuşma düzeyini aşmaması ve asla içtenlikli olmayışı
  5. Büyük ADALET YÜRÜYÜŞÜ ve MİTİNGİ ardından 10 maddelik çok haklı ve geniş tabanlı istemlere dönük AKP = RTE’nin hiçbir adım atmayışı..
  6. Suriye’de düşülen vahim hatadan sonra benzer çıkmaz politikanın Katar’da izlenmesi
  7. Ekonomide derinleşen yıkıma karşı hala yeter duyarlıkla yaklaşılmaması, hezeyanlar
  8. Kabine değişikliği ile FETÖ övgüleri – sözleri… çok açık kişilerin Bakan yapılması, yükseltilmesi, FETÖ’nün AKP içindeki siyasal ayağına inatla dokunul(a)maması..
  9. Tarım ve hayvancılık politikalarında ciddi yanlışların sürdürülmesi; yerli üreticinin dışalım (ithalat) sopasıyla terbiye edilmeye çalışılması..
  10. Büyükelçilikler dahil kamu personeli alımlarında hala yaraşırlığı (liyakatı) gözetmeyip yandaş atamaları sürdürme..
  11. AKP = RTE’nin şiddet söylemiyle toplumsal ayrışmayı sorumsuzca tırmandırarak sürdürmesi
  12. Dış politikada, içeriye dönük akıl dışı çatışma zeminine sürüklenilmesi..
  13. YAŞ’ta yaşananlar, Kıbrıs’ta kabul edilemez geri adımlar ve Yunan’a verilen 18 ada-adacık!

Liste daha da uzatılabilir ama temel “13 hata koridorunu” bir kez daha not düşelim..
AKP içinde aklı başında politikacılar ülkemizin umududur.
Erdoğan mutlaka ve acilen frenlenmek zorundadır.. ve zaman hızla akmaktadır..
Şu dakikalarda Beşikdüzü’nde konuşuyor (8.8.17; 15:53) Erdoğan ve bıktırıcı ezberlerinden başka yeni hiç bir şey yok! Ucuz ajitasyona devam.. Ayrıştırıcı ve aşağılayıcı, suçlayıcı ve ötekileştirici ve argo.. Ya be ya… ve gırtlağını yırtarcasına!? Niçin, neye yarayacak? Bir Cumhurbaşkanı ama parti genel başkanı kimliği öyle baskın ki! Mutlaka anamuhalefet CHP
genel başkanı Kılıçdaroğlu’na çatılacak.. “Düşman yaratmadan” olmuyor galiba! Az eğitimli oy tabanını pekiştirme, birarada tutma adına ateşle oynama değil de ne bu yapılanlar??
Çok yazık çok.. üstelik tehlikeli..

Nereye dek hey Lordum, ne-re-ye dek!?
Artık uyanmalıyız bu gaflet – dalalet uykusundan.

Yarın çoooo geç olabilir diye kaygılananlar artık AKP’nin az eğitimli ve çıkar bağımlısı + suça bulaşmış sekter kesimleri dışında kalan tüm toplum katmanları. Umarız bu olgu gözden kaçmaz.

Sevgi ve saygı ile. 08 Ağustos 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com